08 Mayıs 2015

KİTAP TANITAN KİTAP (1) BÖLÜM 1


KİTAP TANITAN KİTAP (1)
BÖLÜM 1
Bu kitap Derin Düşünce Fikir Platformu’nun okurlarına armağanıdır.

İçindekiler
Önsöz ................ 6
Yeni Başlayanlar İçin Mesnevi............. 7
Duvar................... 21
İbn Arabi’nin Fususundaki Anahtar Kavramlar (Toshihiko Izutsu) ..... 26
Zafer Yahut Hiç (Mustafa Kutlu) .......... 28
Türklüğü ölçmek (Nazan Maksudyan) ................... 30
Sis (Miguel de Unamuno) ................... 34
Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği (Serdar Kaya) ...... 41
Acemi bir yazarın ilk romanı: Dağların Adamı Barnabo (Dino Buzatti) .. 43
Türk ordusu neden (artık) darbe yapamıyor? (Darbe Tekniği - Curzio Malaparte) ....... 47
İman ve Aksiyon (Necip Fazıl) ...................... 51
Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna (Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri) ... 55
Şiirler-Erdem Bayazıt ....... 60
Genel Kurmay bu kitabı okusaydı hayatta olacaktın : 
Counterinsurgency Field Manual ........ 64
Er-Risâletü’t-tevhîd (Hz. Gazâlî) .................. 69
Dar Kapı (André Gide) ................................... 72
El-munkizu Min-ad-dalâl (Hz Gazâlî) ................ 76
Tatar Çölü (Dino Buzzati) ............................................... 81
Dante ve İslam: Mirac kıssasından İlâhî Komedya........................ 86
Hikmetler Kitabı (Hz Gazâlî) ....................... 88
Albert Camus, Yabancı (L’Étranger) ................................... 92
Bir elma, iki ayna (Taşkın Tuna) ....................................... 96
Akıl-Vahiy uyumu ve İman Kitabı – Gazâlî Hazretleri ................ 98
Ötekiler için sivil itaatsizlik rehberi (Ümit Kardaş) ........... 103
Kapital Manga - 1 ve Karl Marx ........................ 105
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
5
MOSSAD için çalışmak ister misiniz? - Hile Yolu (Victor Ostrovsky) .... 108
Ahiret Kitabı - Gazâlî Hazretleri ..................... 115
Çözümün Şafağında Kürt Sorunu ........................ 117
Lâ, Nazan Bekiroğlu ........................ 118
Huzursuz Bacak (Mustafa Kutlu) ................... 121
Paşaların Hesaplaşması (Kazım Karabekir) .......................... 125
Medyasenfoni (Fatma K. Barbarasoğlu) .......................... 127
Uzak Ülke ve Fatma Karabıyık Barbarosoğlu .......................... 132
Deliliğe Methiye : İçi Dışıyla Batının Kültür Dünyası (Nermi Uygur) ......... 136
Liberalizmin Felsefi Temelleri, Liberalizm ve Etik (Francsco Vergara) ...... 138
Yeraltından Notlar (Dostoyevski) ........................ 141
Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (Şerif Mardin) ................... 147
Terör ne zaman duracak? Giap ve Clausewitz ................ 149
Demokrasiler intihar edebilir mi? ......... 151
Düz Dünyadan Kaçış Yok ................... 155
A’mâk-ı Hayâl (Filibeli Ahmet Hilmi) ................. 157
Türk Korkusu .................... 162
Osmanlı’yı Yıkan Cephe - Filistin ................... 166
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
6
Önsöz
Yürüyen merdivenlerde yürüyenlerden, asansör beklerken saatine bakanlardan mısınız? Son 10 yıldır biriktirdiğiniz 9 dakika 22 saniyeyi nası değerlendirmeyi düşünüyorsunuz?
“Saati olan adamın Zaman’ı yoktur” der bir Kenya atasözü. İnsanlık hi bu kadar hızlı yaşamamıştı ama hiç bir asırda da bu kadar vakit darlığı çekmemiştik. İnternet ve TV sayesinde dünya elimizin altında ama hayatımız parmaklarımızın arasından yumurta akı gibi kayıp gidiyor. Haberleşmek öldürüyor iletişimi. Herşeyden haberdar olan insanlar nasıl oluyor da birbirlerini bu kadar yanlış anlayabiliyorlar? Bırakın başka milletleri, kısa mesajlara sıkışan bayram tebriklerine bakın. SMS-leştirdiğimiz, Twitter-laştırdığımız, FaceBook-laştırdığımız özel(?) hayatlarımıza bakın. Artık bize özel olmayan, genel, objektif ve na-mahrem olan mahremiyetimize. Suç (eğer varsa) teknolojinin değil. Zaman ile kurulan o sağlıksız ilişkiye çevirmek gerek bakışlarımızı.
Görünen o ki insanlar artık matematiksel bir T zamanı içine, saatin tik-tak’larına hapsoldular. Sürekli yenilenen, Zaman’dan ve Mekân’dan kopuk yaşıyorlar camdan fanusların içinde. Öncesi ve sonrası olmayan, hep “şimdi” olan bir hayat. Kurtuluş yolu? Zannediyorum Zaman’a vakit ayırmaktan geçiyor kurtuluş. Hızlandırılamayan bir işe meselâ Müzik’e vakit ayırmak:
“...Bir tabloya şöyle bir göz atabilirsiniz ama Mozart’ın 40cı senfonisine ”şöyle bir” kulak atamazsınız. Ne kadar sürüyorsa o kadar. Biraz hızlı çalınabilir ama saniyelere sıkıştıramazsınız bir senfoniyi. Oysa resim yapıcının eseri göz sahibinin insafına kalmış. Meselâ Louvre müzesini koşarak gezer bir çok ziyaretçi. “Parasını verdik, hepsine BAKALIM”. İtalyan Rönesansı, Hollanda okulunda ışık, Eski Mısır hiyeroglifleri, Selçuklularda maden işlemeciliği, Osmanlı çinileri… “Koş hanım koş! Daha otele dönüp üstümüzü değişecez. Lido var bu akşam”. Turistler televizyonda ve internette defalarca BAKTIKLARI şeylerin orijinallerine BAKIYOR şimdi. Sayar gibi, bir süper markette salça ve makarna kutularının envanterini yaparcasına. “Hah, bu da burada. Tam da ilkokul kitabındaki gibi. Ah! Ne kadar küçükmüş. Ben daha büyük sanıyordum”. Mona Lisa’nın önünde bir kuyruk. “Makul” bir süre BAKAN çıkıyor. Genelevde bir aşk(!) kuyruğu sanki. 16 numarada Mona Lisa Bacı sesleniyor müşterisine Japonca, Almanca, Arapça: “Hadi Aslanım, elini çabuk tut! Akşama kadar daha on bin kişi BAKACAK… Sıradakiiiii! Uyuma!”…” [ Sanat’ta ayrıntı (1) ]
Veya kitap okumak... Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek... Tik-Tak Zaman’dan kurtulup kendi Zaman’ını yaşaması insanın. Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna, Er-Risâletü’t-tevhîd var.
Kitap okumak bir eylem ya da bir fiil değil. Eser, Okur ve Yazar arasında kurulan, çok özel bir ilişki, bir yansıma adeta. Yazarın yaşadığı çağ, hayatı, vermek istediği mesaj kadar okurun kimliği de bu üçgenin bir parçası. O kitabı okumak için eline almış olan insanın beklentileri de kitabı okuyuş ve anlayışın bir parçası. Tıpkı kulaklarımızın müziğin bir parçası olduğu gibi.
Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için...
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
7
Yeni Başlayanlar İçin Mesnevî
Mehmet Yılmaz - Baba, Aşk’ı da ALLAH mı yarattı? - Evet kızım. - O Aşk’ı yaratmasaydı biz birbirimizi sevemezdik değil mi?
Afallamıştım. Ruhanî ve cismanî alemlerden kim bahsetmiş olabilir kızıma?
Mesnevî’yi okudukça ellerimin arasında tuttuğum şeyin bir öğrenme değil hatırlama kitabı olduğunu fark ediyorum. Ufacık kızımın henüz unutmadığı akdini hatırlama kitabı. 5-6 yaşında pırıl pırıl bir akla sahip olan bizler büyüdükçe nasıl da körleşiyoruz. Ölçülebilir, alınıp satılabilir şeylerle uğraşmaktan Aşk gibi, Vicdan gibi kavramları görmez oluyoruz.
Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sini ilk elime aldığımda bu körlükten dolayı hiç bir şey görememiştim. Okul kitaplarında görmeye alıştığımız fabl tarzı hikâyelere bakıyorum, kıssadan hisse yok. Gaddar bir hükümdar var, hikâyenin sonunda başına kötü bir şey gelmiyor. Bir sürü metafor, okyanuslar, boyalar, papağanlar… Boğulanlar ve evi yıkılanlar kurtuluyor! Bir de dilim devrilmiş ben altında kalmışım ki “eski” kelimeleri hiç anlamıyorum.
Aradan yıllar geçti. Şefik Can’ın tercümesini buldum. Daha “çağdaş” bir Türkçe. En azından benim gibi 20ci yüzyılda doğup da Dil Devrimi’nin altında yamyassı olanların bile anlayacağı kelimeler. Tabi bu yeterli değil. Açıklayıcı dip notlar var.(2) Beyitlere ilham olan ayet ve hadisler, bu konularda Şefik Bey’in düşünceleri, aynı konuda yazılmış başka eserlerden küçük alıntılar… Azimli okuyucular için iyi bir başlangıç.
Ama yine yeterli değil. Neden?
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
8
Tabi önce “neden okuyayım Mesnevî’yi madem bu kadar zor?” diye sorulabilir. Bu soruya en kısa cevap (bence) yaşamayı ve ölmeyi öğrenmek için….
Zira yaşamak zannettiğim şeyin yaşamak, ölmek zannettiğim şeyin de ölmek olmadığını bu kitaptan öğrendim. “Ben” hakkında en ufak bir fikir sahibi olmadan öteki “benler” hakkında teoriler hatta ideolojiler üretmenin çok sakıncalı olduğunu da Mesnevî’yi okuduktan sonra düşünmeye başladım.
Peki Mevlânâ Hazretleri bu kitabı neden yazdı? Öyle ya, biletle girilen Semâ Gösterisinden(?) Kozmik insan kardeşliği satan sahte peygamberlere kadar herkes Mesnevî’yi kendi masasına meze yapma gayretinde. Siyasetçiler “Hümanizmi Vahşi Batı’dan evvel biz icad ettik” diyerek Mesnevî’ye sarılıyor. Kimi “Anadolu’da İslâm’ı yaymak için icad edilmiş soft/sevimli bir felsefeden” bahsediyor. Akademik ünvan sahibi uzmanlar(?)“Yok! Yok! Olsa olsa Neo-Platonizm’in etkisi bu” diyorlar.
Zannediyorum Mesnevî’nin birinci cildine Hz. Mevlâna’nın yazdığı önsözünü okumuş olsalardı bu kadar zahmete girmezlerdi:
“Bu kitap, Mesnevî kitabıdır. Mesnevî, hakîkate ulaşmak ve ALLAH‘ın sırlarına âgâh olmak, akıl erdirmek isteyenler için bir yoldur. Mesnevî, din asıllarının asıllarının asıllarıdır. ALLAH‘ın en büyük şaşmaz şerîati, hakîkate giden nûrlu yoludur. Mesnevî, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer. Sa-bahlardan daha nûrlu bir sûrette parlar. Hakîkati arayan gönüller için bir cennettir. Mesnevî’nin pınarları var, dalları var, budakları var, bu pınarlardan bir tanesine “Selsebîl” derler. Burası makâm sahiplerince, kalpleri uyanık insanlarca en hayırlı duraktır. En güzel dinlenme yeridir. Hayırlı insanlar, iyi kimseler, orada yerler, içerler, neşelenirler, ferahlanırlar. Mesnevî imanlılara şifâ, imansızlara hasrettir. Nitekim, HAKK: “Kur’ân-ı Kerîm ile çoğunun yolunu azıtır, çoğunun yolunu doğrultur. Hidâyete eriştirir.” demişlerdir. Şüphe yok ki Mesnevî, temizlenmiş kişiler için gönüllere şifâdır. Hüzünleri giderir. Kur’ân’ı açıkça anlamaya yardım eder. Huyları güzelleştirir. Gönülleri temiz insanlardan, hakîkati sevenlerden başkalarının Mesnevî’ye dokunmalarına müsâade yoktur…”
Bazı kısımları özellikle koyu harfle yazdım zira en çok bu noktaların göz ardı edildiğini görüyorum:
1° Kur’an’ı açıkça anlamaya yardım etmesi,
2° imanlılara şifa, imansızlara hasret olması,
3° Huyları güzelleştirmesi,
4° Gönlü temiz ve Hakikat’i seven insanlar dışındakilerin Mesnevî’ye dokunmalarına müsâade olMAması.
Şimdi bu noktaları biraz irdeleyelim: Öncelikle Mesnevî Kur’an’ı anlamaya yardım etmek yazılmış. Yazarın kendisi söylüyor bunu. Yani “dert etmeyin ateist bile olsanız, hepimiz Cennet’e gideceğiz nasılsa” demek için yazılmış bir kitap değil. Okudukça zaten kendiniz de göreceksiniz, Hadislere, Sahabeye ve peygamberlerin yaşamlarına dayandırılıyor neredeyse her harfi. Sünnî İslâm’a alternatif üretmek ya da İslâm’ın “Ortodoks” yorumlarını yumuşatma çabası da yok Mesnevî’de.
Ama (bence) çok ciddî bir anlaTma ve hissetTİRme gayreti var. Bir başka deyişle “naklen” iman edilmiş bir çok şeyin aklen ve kalben tasdik edilmesi var. Bu tasdiki mümkün kılacak argümanlar var. Buna ek olarak kelimelerle ANLATILAMAZ bazı şeyleri KALBEN hissettirecek teşbihler çok. Bu
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
9
bakımdan özellikle yeni başlarken Kur’an’ı da masaya koymak lâzım. Hatta mümkünse bir kaç tefsir. Artık internet sayesinde çok kolay bu tabi. Arapça, Osmanlıca vb sözlük, ALLAH ne verdiyse. Ağır toplarınızı hazırlayın.
Kur’an’ı anlamaya yardım ediyor mu peki? Eh, Mevlânâ Hazretlerine kusur bulacak değiliz ya. Soruyu şöyle soralım: Benim gibi sıradan bir Müslüman, ilâhiyat vb doktorası yapmadan Mesnevî sayesinde Kur’an’ı daha iyi anlayabilir mi? Tek kelimeyle EVET. Ancak bunun bazı koşulları var. Bunlar da yukarıdaki önsözde verilmiş zaten. Ben şahsi tecrübeme dayanarak konuyu biraz açmak istiyorum sadece.
Nedir? İmanlı olmak. Yani ALLAH’a inanmayan birisi için Mesnevî şifa olmuyor. Yazar öyle buyurmuş. Ateist imanı haiz okuyucularımız bu sebeple Mesnevî’nin şifasından mahrum kalacaklar ama dürüst agnostikler için durum biraz farklı. Onlar için biraz umut var. Tecrübeyle sabit. Neden?
Mesnevî’yi okuyup Platoncu, varoluşçu, fenomenolojik arayışlara girmiş bir sürü dostum oldu. Bu insanlarla her tartıştığımızda şöyle bir tez savundum(3):
“Bizim dünyamızda omlet yapma bilgisi bilinir, Güzel bir kadına(erkeğe) karşı aşk hissedilir ve ALLAH’a inanılır. İyi insan olunur, kötü insan olunur. Bilmek, Aşık olmak, İman etmek ve Olmak 4 ayrı fiildir. Oysa anladığım kadarıyla İslâm’da Bilgi, Aşk ve İman mertebelerinde ilerledikçe aynı körfeze açılan 3 ırmağın birbirine yaklaşmasına benzer bir durum çıkıyor ortaya. Siz inandıkça bildiklerinizi hissetmeye, hissettiklerinizi bilmeye, iman ettiklerinizi anlamaya başlıyorsunuz. Bilgi, Aşk ve İman karışarak AYNI-TEK(?) bir şeye dönüşüyor: OLMAK. Samimi bir gayret ile ALLAH’ın emrettiği gibi OLmaya çalıştıkça bazı bilgiler size doğru geliyor. Yani hiç bir kitap okumadan bazı şeyleri bilmeye başlıyorsunuz.”
Sözlerimi agnostiklere yakışır bir şüphecilikle karşıladılar.Önce deli olduğumu düşündüler. Ben de onlara asıl deliliğin “görmediğim/ölçemediğim şey yoktur” şeklindeki pozitivist amentü olduğunu söyledim ve “denemesi bedava” dedim. Bazı (eski)agnostik dostlarım başarılı çıktılar bu denemeden. Artık Mevlânâ Hazretleri’nin kasdettiği şifayı buldular.
Mesnevî’yi okuyup anlama konusunda son bir nokta daha var ama bu konuya girmek için Mesnevî’den bir alıntı yapalım:
“…Sen iki parmağının ucunu götür de iki gözüne koy. Dünyadan bir şey görebilir misin? İnsaf et de söyle.İşte sen, gözünü kapadığın için bu dünyayı görmesen de, bu dünya yok değildir. Dünyayı görmemek ayıbı, hakîkati göstermemek kabahati, ancak uğursuz nefsin parmağına âittir. Sen aklını başına al da, önce gözlerinden parmaklarını çek, ondan sonra dilediğine bak, gör. *...+ İnsan, gözden ibârettir. Geri kalan deridir, ceseddir…”
Evet, insanın kendi nefsine karşı mücadele etmesi, kötülüklerden uzaklaşması zaten ALLAH’ın emri. Ama Mevlânâ Hazretleri burada bir müjde veriyor, nefse karşı mücadele ederek daha ölmeden bazı şeyleri görmek, idrak etmek mümkün olabilir diyor. Hatırlayın önsözdeki ifadeyi: “Huyların güzelleşmesi ve gönlün temiz olması”. Aslında bu iki şey birbirini besleyen, destekleyen iki sebep-sonuç gibi görülebilir. Ne demek? ALLAH’a yönelen, “doğru” yönde ufacık bir adım atana ALLAH bunun misliyle yanıt veriyor. Baştan beri yaptığım gibi bu paragrafta da kişisel tecrübelerime dayanarak yazıyorum. Elbette eli kanlı bir katil ya da çalıp çırpan bir hırsız olmadım hiç. Ancak bir gün
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
10
Gazalî Hazretleri’nin bir kitabında (mealen) şunu okudum: “ALLAH ilmini hak edene verir, kıymetli şeylerin temiz yerlere konması gibi”. Bu sözler Mevlânâ Hazretleri’nin önsözüyle nasıl da örtüşüyordu. Aslında bunu daha önce de anlayabilirdim belki ama her şeyin bir zamanı var demek ki. Geçelim. İlmine talip olduğum âlimlerin ahlâkına da talip olmalıydım. En azından benim hissiyatım buydu.
Düzenli olarak Mesnevî okumaya ama bu arada hayatıma da biraz çeki-düzen vermeye başladım. Meselâ İhya gibi bir eserde ziyadesiyle bulabileceğiniz, özetle her inanan insanın yapması gereken şeyler. Ama nedense ihmal ettiğimiz, ertelediğimiz mevzular. İşte benimkisi biraz daha dikkat etmekten ibaretti. Bu “bahar temizliği” neticesinde ilmî mevzularda bir çok şeyin netleştiğine tanık oldum. Olur olmaz şeylerle “enerji” kaybetmek yerine daha sakin, rüzgârsız ve bulutsuz bir kalp!
Doğal olarak temizlik yapma isteğim daha da arttı. İşte “birbirini besler” derken kasdettiğim bu. Tabi tertemiz kalpli, mertebe sahibi, süper bir gönül adamı olmak ile meraklı ve iyi niyetli sıradan bir Müslüman olmak arasında çok fark var ama Hacca (?henüz) gitmemiş bir insanın yüzünü Kıble’ye dönüp bir kaç adım atması da güzel bir şey.
Kitap okuyarak futbol oynamayı öğrenmek mümkün müdür? Çamurun, suratınıza çarpan topun “lezzeti” kelimelerle anlatılabilir mi? Bütün derinliğine rağmen Mesnevî bir teori kitabı değil. Uygulayarak, yaşayarak öğrenilecek bir eser bu.
Evet, Mesnevî’yi okuyup anlamak mümkün. Ama bitirmek? Mesnevî kanaatimce bir hayat projesi. Hayatımın değişik dönemlerinde elime aldığımda bulduklarım da değişiyor. Bir kaleidoskop gibi değişken, onunla kurduğum ilişki üzerinden bana beni yansıtıyor Mesnevî. Zannediyorum ki bu kitaptan öğrenilecek şeylerin hepsi kelimeye dökülebilir, objektif bilgiler değil. Aşk da İman da ilim öğrenmenin birer kanalı, penceresi. Haliyle Mesnevî ile onu okuyanlar arasında kurulacak öznel, sübjektif bir ilişki var.Son olarak Zaman Gazetesi’de Nazan Bekiroğlu’nun kaleminden çok net, açık bir dille yazılmış bir yazı var Aşk üzerine. Tavsiye ederim.
Dip notlar
1° Gazalî Hazretleri’nin Mişkat-ül Envar adlı kitabından istifade edelim:
“Bil ki iki âlem vardır, ruhanî ve cismanî. İstersen bunlara hissî ve aklî veya ulvî ve suflî diyebilirsin. Bunların hepsinin mânâsı birbirine yakındır. Farklılık sadece bakış açısıyla ilgilidir. (ikinci faslın başlangıcı) *...+Ayrıca sana gizli kalmaz ki izhar edilen, izhâr edilenle beraber olmakla birlikte ondan önce ve onun üstündedir. Ancak onunla beraberliği bir yönden ve ondan önceliği bir başka yöndendir. Bu sözün çelişik olduğunu zannetme. *...+ Elin hareketinin nasıl hem elin gölgesinin hareketiyle beraber hem de ondan önce olduğunu düşün. Artık kimin idraki bunu anamaya kâfî değilse ilmin bu çeşidini terk etsin. Nitekim her ilmin kendine göre adamları vardır ve her şey ne için yaratıldıysa o onun için kolaylaştırılmıştır.” (Birinci faslın sonuç bölümü)
2° Ne yazık ki Şefik Can bile pozitivizmden ve ulus devletin millî eğitiminden yakasını kurtaramamış. Az da olsa bazı dip notlarda dini “rasyonalize” edici arayışlar, bazen de Süleyman Nazif’in “benim dinim kinimdir” sözüne atıf yapıldığı yer gibi milliyetçi/militarist kokular olabiliyor. Dikkat etmek lâzım.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
11
3° Bu tezin üç ilham kaynağı Mesnevî, Gazalî Hazretleri’nin Mişkat-ül Envar’ı, İbn Arabi Hazretleri’nin Füsus’u oldu. Bu yaklaşım MUTLAKA anlaşılması gereken TEK bir YOL olarak görülMEmeli. Her insan bu eserleri okuyup kendi sonuçlarını, tezlerini üretmeli ve gerektiği gibi yaşamalı.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
12
Duvar (Jean Paul Sartre)
Suzan Başarslan
Duvar, Jean Paul Sartre(1905-1980)[1]‘ın yazdığı bir hikâye kitabıdır. Duvar, beş ayrı hikâyeden oluşur: Kitaba da ismini veren, Duvar, Oda, Herosratos, Özel Yaşam ve Bir Yöneticinin Çocukluğu.
Sartre’ın varoluş felsefesine göre “tüm insanlar birbirinin aynıdır; bir kahraman ya da bir alçak olmak tamamıyla onların elindedir; insan önceden-tanımlanmamıştır; ne bir kahraman olarak doğar, ne de bir alçak”tır. Duvar adlı hikâye kitabında da toplumun içinden özellikle seçilen kahramanlar -özellikle toplumun anomalili tipleri- kendi hayatlarıyla, seçimleri/tercihleriyle toplumun içinde varoluş mücadelesindeki kişilerdir. Duvar’daki hikâyeler, bir nevi, rüzgârla dalından kopan yaprağı değil; rüzgârsız dalından yere atlayan yaprağı anlatmaktadır. Doğu edebiyatının çark-ı feleği/yazgısı/kaderi -hatta kahpe feleği- değildir sonuçları inşa eden -Duvar hikâyesinin beklenmedik sonucu hariç-, bireyin kendi seçimleridir.
1920-1930′lu yılların anlatıldığı bu hikâyelere tek tek bakalım:
DUVAR
İlk hikâye olan Duvar’da İspanya İç Savaşı sırasında(1926) İspanya’yı kurtarmak isteyen Pablo Ibbieta’nın Falanjistler tarafından yakalanarak arkadaşı Ramon Gris’in saklandığı yeri söylemesi için mahkûm edildiği bir geceyi ve onun ertesi gününü anlatmaktadır. Söylemediği takdirde duvarın önünde kurşuna dizilecektir İbbieta. Hücre arkadaşları Tom Steinbock ve Juan Mirbal’dir. Bir de onların ölüme verdikleri tepkileri izleyen ve onları bir deney faresi gibi gözlemleyen Belçikalı doktor. Bu gece, İbbieta ölümü düşünmesi gerekirken hala süre olduğunu düşünerek önce ölümü görmezden gelir. Ölüm ona hala uzaktır. O, hücre arkadaşlarını ve doktoru gözlemlemektedir. Kendi tepkileri bir uyuşukluğun ardına gizlenmiştir. Daha önce izlediği ay bile şu an ona hiçbir şey anımsatmamaktadır (s:22) hatta ölümle odadaki diğerlerine benzeyecek olmasından nefret etmektedir. Ölümü düşünmese de eşyaların silikleşmesi, bedenini hissedememesi, zamanın geçişini fark edememesi… ile
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
13
aslında adım adım ölüm psikolojisini yaşamaktadır. Sabah arkadaşları kurşuna dizildikten bir saat sonra bir kez daha sorguya götürüldüğünde, sırf Falanjistlerle alay etmek için Gris’in yerini kafasından uydurur İbbieta. Roman Gris’in hayatını korumak için ölmüyordur o, başkasının hayatına karşılık kendi hayatını -o kişi kendisinden üstün olduğu için de- feda etmiyordur. Çünkü onun için “Hiçbir hayatın önemi yoktu”r (s:35); amacı, duvarın önüne dizilerek insanların öldürülmesine karşı oluşudur. İdealist bir karşı-duruştur onunki. Ancak öyle garip bir şey olur ki; Gris, yerinin keşfedildiğini düşünerek eski yerini terk edip İbbieta’nın kafadan uydurduğu mezarlığa saklandığı için Falanjistler tarafından öldürülür. İbbieta kurşuna dizilmekten kurtulmuştur ve sebebini bilmemektedir, öğleden sonra Gris’in başına gelenleri başka bir mahkûmdan öğrenene değin. Öğrendiğinde de gözlerinde yaşlar kahkahalarla gülmeye başlar.
Yaşamın traji-komik sahnesi. Bir ilke için ölümü beklerken, bir alay için hayatın seninle alay etmesi. Daha büyük idealler için ölüme adım atarken, idealine sırt çevirmiş biri gibi yaşamaya mahkûm olmak. Varlığını, terk edeceğin seçimin; senin hatan yüzünden, dünyayı küçümsemen, onu alaya alman, başkalarından daha farklı olduğunu sanman yüzünden… yerle bir olması.
Duvar, kahraman anlatıcı bakış açısıyla -İbbieta’nın gözünden- sunulmuş. En başarılı yönü ise, kısacık bir hikâyede gözlerimizin önüne serilen karakter yaratımı. Duvar, bir metafor olarak kullanılarak, anlamsız bir ölüme mahkumiyetin simgesi olarak verilmiş. Ve bu anlamsızlığa başka herhangi birinin feda edilmemesi için birinin seçiminin traji-komik sunumu olarak karşımıza çıkan bir anlatı bu. Sonuç, beklenmedik ve şaşırtıcı. Tıpkı hayat gibi. Seçimlerimizle bir şey oluruz ama bazen yine seçimlerimizle başka bir şeye dönüşürüz. Sartre bunu çok güzel hatta ironik olarak okuruna sunmuş Duvar’da.
ODA
Sıradan hayatları olan insanların, toplumsal beklentinin önlerine sürdükleri şartları adım adım gerçekleştirirken, buna karşı çıkan ayrıkotlarını anlatan bir hikâye Oda. Hikâye, Janette ve Charles Darbedat, kızları Eve ve onun sevdiği adam Pierre arasında geçmektedir. Darbedatlar klasik Fransız ailesidir. Karı ve kocanın alışıldık tepkileriyle birbirinden uzaklaştığı, aynı seramoninin/rutinin her görüşte gerçekleştiği, kendi özellerinden çok, genel sorunların dile geldiği bir aile. Ne olduğu belirsiz bir hastalıkla odasına ve yatağa mahkûm Bayan Darbedat, sıkıcı hayatına anılarını düşünerek katlanmakta, kendisini “…bir cam kırığı gibi yaralayan…” kocasının sözlerini ve kızının tercihini anlatamamanın verdiği sıkıntıyla gittikçe hayatın canlılığından uzaklaşmaktadır. Bay Darbedat’ın derdi ise kızının bir psikolojik rahatsızlığı olan/şizofren Pierre ile yaşamasıdır. Kızını bundan vazgeçirememekte ve Pierre’in bir ruh hastanesine yatırılmasını kabul ettirememektedir. Eve, kendisine Agatha diyen, halüsinasyonlar gören birine aşıktır ve aslında ondan vazgeçebilecekken, -kendisini normal insanlardan farklı gördüğü ve onlarla bir saat bile yaşayamayacağına inandığı için “…duvarın öte yanında yaşamaya ihtiyacı…” olduğuna inanan biridir- Pierre’den vazgeçmez. Duvarla kastettiği; kişiler arasında ve kişilerle toplum ve sosyal hayatın gerekleri arasındaki engeldir ve o, duvarın diğer tarafında da onu isteyen birilerinin olmadığına inanmaktadır. Pierre’in deliliğine normalin üstünde olma anlamı yüklediği gibi, kendi konumunu da farklılık/özellik kazandırmaktadır. Pierre’le bir şizofrenin dünyası verilirken, ona bakan Eve’le de onun için feda edecekleriyle kendine seçtiği hayatın sıkıntısı dile getirilmektedir.
Tekdüzelik ve anomali. Standart bir aile ve standartın, normalin, olağanın dışına çıkmaya çalışan bir bireyin seçiminin dile getirilişi ve bu verilirken, şizofren bir insanın bakış açısından dünyanın gözler önüne serilişi. Merkezine bireyi, anomaliyi ve normali alan, Tanrısal bakış açısıyla yazılmış bir hikâye.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
14
HEROSTRATOS
Toplumdan ve insanlardan nefret eden, mizantrop, hastalıklı, yabancılaşmış bir karakter, Paul Hilbert anlatılır Herostratos adlı hikâyede. Anlatıcı, kahramandır yani Paul.
Altıncı katın balkonundan insanlara kuşbakışı bakan, onların ayakta olma durumuyla alay eden, olaylara karşı tepkisizleşmiş ve yabancılaşmış, toplumu düşman olarak gören, bu yüzden kendisine gidip bir tabanca alan, tabancayla korkularından kurtulup güçlü olma saplantısına kapılan, emretmeyi seven, herkesi şaşırtmak isteyen ve bu yüzden sokakta birkaç kişiyi öldürmeyi göze alan, cinayet hayalleriyle tatmin olan, yıkıma inanan, 33 yaşında, her işi yarım bırakmış bir karakterdir Paul Hilbert.
Toplumun içindeki bir başka anomalidir. İçinde olduğu toplumdan ve insanlardan nefret eden, onların varlığının önemli olmadığını hatta zaten ölü oldukları için tekrar öldürmenin önemli olmadığını düşünen bir karakterdir.
Yıkımdır onu çeken ve bir arkadaşından Herostratos’un öyküsünü duyduktan sonra kısa, dokunaklı bir hayatın ama herkes tarafından tanınan biri olacağının hayali içine girer:
…Masse araya girdi.
“Ben sizin kahramanınızı anladım,” dedi bana. “Adı Herostratos. Tanınmış biri olmak istiyordu; bunun için dünyanın yedi harikasından biri olan Efes Tapınağı’nı yakmaktan başka bir şey bulamadı.”
“Ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?”
“Pek anımsamıyorum,” diye itiraf etti, “sanıyorum adı bilinmiyor.”
“Sahi mi? Herostratos’un adını anımsıyorsunuz ama? Görüyorsunuz ki pek de yanlış hesap yapmamış.” (s:86) …Öleli iki bin yıldan fazla olmuştu, yaptığı işse siyah bir elmas gibi parıldayıp duruyordu derken Paul, şiddetli ve kısa bir alevle dünyayı aydınlatma hayalleriyle yaşadığı toplumdan, işinden, insanlardan iyice uzaklaşmaya başlar.
Beş kişiyi vuracaktır ve bunun sebebini 102 yazara gönderdiği 102 mektupta şöyle açıklar:
“…yarım düzinesini hemen şimdi öldürebilirim. Belki kendi kendinize sorarsınız: Neden yalnızca yarım düzine diye? Çünkü tabancam altı mermi alıyor.” Birini de kendisine saklamaktadır, eğer yakalanırsa kendisini vuracaktır.
Suça meyilli bu karakter incelenirken, suçun insana olan etkileri de verilir hikâyede. Cinayet öncesi ve sonrası, artık insan aynı insan değildir. İşleyeceği cinayet, onun insanî iğrençliğini yerle bir edecektir. Bu suçla “Bir suç, onu işleyenin yaşamını ikiye böler.” dediği gibi, önce suçunu işleyecek, hayatını ikiye bölecek; sonra bunun zevkini ve ezici ağırlığını hissedecek ve ardından intihar edecektir. Oysa Paul, suçunu işlememişken bile suç deliliğinin varlığıyla -henüz kullanmadığı tabancası- korku yaşamakta, odasına kendisini hapsederek geçirdiği üç gün içinde kendisinden üçüncü kişi olarak bahsederek sadece topluma değil kendisine de yabancılaşmaktadır.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
15
Sonunda hayalini gerçekleştirip, insanlara ateş ettiğinde bir hata yaparak yanlış yola girer ve bir tuvalete gizlenir. Kendisini öldürmek istese de bunu gerçekleştiremez ve tuvaletin kapısını açar.
Ne yaptığı işten zevk alabilmiş, ne de planlarını doğru uygulayabilmiştir. Artık hayatının ikinci yarısındadır, yaptığını hafifletmeye çalışan savunma mekanizmalarıyla. Siyah bir elmas gibi parıldayamamış, şiddetli ve kısa bir alevle dünyayı aydınlatamamıştır Paul Hilbert.
ÖZEL YAŞAM
Lulu ve iktidarsız kocası Henri’nin ilişkilerine Tanrısal bakış açısıyla, kısa bir bakış Özel Yaşam adlı hikâye.
Lulu ilginç bir karakter. Henri’nin kendisine olan sevgisini değerlendirirken her zamanki bakış açımızdan daha farklı düşünen biri:
“Beni seviyor, bağırsaklarımı sevmiyor, bir cam kavanoz içinde ona apandisitimi gösterseler tanımazdı… insanın birini her şeyiyle, yemek borusuyla, karaciğeriyle, bağırsağıyla sevebilmesi gerekir. Bekli de insan onları alışmadığından sevmiyor; onları da ellerimiz ve kollarımız gibi görseydik belki de severdik…” İlginç takıntıları vardır Lulu’nun, insanların onları görmediği zamanlarda kendisine bir şeyler yapacağından hoşlanmadığı için, sırtının olmasından hoşlanmaz. Henri uyurken onu başka erkeklerle karşılaştırır. Arkadaşı Rirette’e yakınlık duyar ama söylediklerini bir şey sanmasından dolayı canı da sıkılır. Kılsız erkeklerden hoşlanır. Bedene yönelik iğreti duygusu yaşar. Seksten uzak durarak cinsel yaşamın olmadığı bir hayat diler, hekimin ifadesine göre de firijittir, yinede de alfa tipi erkeklerden hoşlanır. Sonunda Henri’yi bırakıp başka bir adamla/Pierre gidecekken bu kararından da vazgeçer ve Nice’ye Texierlerle gitme kararı alır ve gider.
Yaşam, Lulu’ya göre onu Henri’den uzaklaştıran bir dalgadır ve hayatı şöyle tarif eder:
“Sizi sürükleyen dalgadır, yaşam bu; ne yargılanabilir, ne anlaşılabilir, bırak gitsin demekten başka yapacak bir şey yok.” Aslında bu dalga dediği karar, kendi seçimidir ve Henri’den ayrılırken babasının tabutu üstüne atılan ilk toprak gibi bir ayrılık acısı hissetse de bu kararından vazgeçmez.
Lulu, elindekiler kendisine yetmeyen ve ne yapacağını bilemeyen, sevse de sevgisini korumak yerine kendi hayatının içinde sürüklenmeyi seçen bir karakter. Farklı evet, tıpkı Sartre’ın diğer karakterleri gibi, toplumun içinde göze çarpmayan, iç dünyası, alışkanlıkları, seçimleriyle ayrıkotu olan bir başka karakter.
BİR YÖNETİCİNİN ÇOCUKLUĞU
Lucien Fleurier, kız çocuğu gibi yetiştirilen bir erkek çocuğu. İlginç bir çocuk Lucien: … olma oyununu seven ve her şeye şüpheyle yaklaşan, büyüklerinin tepkisine göre kafasında iyi-kötü kavramları oluşturan, büyüdükçe görünmez olduğuna inanmaya başlayan… Sonraları bu görünmezlik onda “Ben kimim?” sorusuna neden olacak ve varlığını sorgulamaya başlayacaktır. Hikâyenin neredeyse tamamına yayılan bu düşünce-hikâyenin leitmotifi-, Lucien’in bütün edimlerinin, ahlâki sorgulama ve yönelişlerinin temelini oluşturacaktır. Bu varlık yolculuğunda, yahut hiçliğinin keşfinde, aşama aşama şu eserlerle yola çıkar: Werther (Genç Werther’in Acıları[2] ile Goethe); Sainte-Helene’in Anıları; Psikanalize Giriş, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi (Freud); Illuminations (Arthur Rimbaud);
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
16
Maldoror’un Şarkıları[3](Comte de Lautréamont); Marquis de Sade’nin kitapları; Action Française(siyasi gazete); Colette Baudoche (Maurice Barres); Gurbetçiler (Andre Lemordant)…
Kendisini şöyle tarif eder: “Oidipus kompleksiyle başladım, sonra sadiko-anal oldum, şimdi de eşcinsel oldum, nerede duracağım acaba?” Hakikaten orada durmaz, “Benim sağlam bir ahlâkım var.” diye tekrarlayarak içinde bulunduğu durumdan uzaklaşır, eşcinselliğinden nefret eder ve bu nefreti bambaşka bir alana kaydırır. Yahudi nefretine. Tüm bu ilerleyişte aslında kendinin kim olduğundan çok başkalarının gözünde kim olduğu, nasıl göründüğü, değerli olup olmadığı… derdindedir. Başkalarının gözünde saygın, değerli, sözü dinlenen biri olmayı istemektedir. Bir yönetici nasıl olmalıysa öyle olacaktır, hayatının anlamı bu olmuştur. Fransa Fransızlarındır, diye nida atan bir milliyetçilikten ırkçılığa kayar. Hatta fikri planda kalmaz bu yeni düşünce, bunu şiddete de çevirir. Irkçılığa kayarken, arkadaşlarının onu yargılamak yerine ona ses çıkarmamaları onun kendi haklılığının ispatı olarak göründüğü için, yaptıklarında kendisini haklı çıkarmaya başlar. En son geldiği beni şudur: Yahudilere katlanamayan biri.
Nefretini kutsamaya bile başlar Lucien, kendisine saygısı artar durdurulmadığı ve hatası yüzüne vurulmadığı için. Bambaşka biridir artık. Egosantrik bir merkezde, kendisinin hakları olduğuna inanan ama başkalarının da aynı haklara sahip olduğunu görmeyen yeni biri. Kendi ifadesiyle: ”Fransızlar arasında bir yönetici, bir erkek, bir önder!”
Kendisini hayvanlara yahut nesnelere benzeterek betimleyen, ‘kimim ben’ sorusunu ‘neyim ben’e çeviren, daha düne kadar siyasetle uğraşmayan, kendini tanımlama çabasında olan bir gencin trajik çöküşü. Başkalarının gözünden kendisine bakarak, kendisine hayranlığı artan, kendisine saygıyı başkalarını ezerek ifade eden, kendini beğenme ve yüceltme ile hiçliğini kim’le değil ‘ne’ ile tanımlayan yeni Lucien, yahut bir yöneticinin prototipi Lucien.
Sistir Lucien, boşluğun ardındaki sis kendisidir ve o, bu sisin ardından kendisini, tüm o kendini tanıma yolculuğunun sonunda, işte böyle tanımlandırır. “Lucien, yani ben! Yahudilere katlanamayan biri!” İlginç olansa, Lucien’i bu noktaya getirenin kendisi, yani yaptığı seçimler olması. Her adımını kendi tercihleriyle atan Lucien, oidipus kompleksinden, sadiko-anala, oradan eşcinselliğe, oradan heteroseksüelliğe ve nihayetinde nefret söylemli bir ırkçılığa uzanan bir “ben” inşa eder. İnşa ettiği ben’ine aşık olacak kadar da kendisini kutsar ve beğenir.
Sartre, bu beş hikâyeyle, hepsi birbirinden ilginç, farklı, toplumun görünmeyen yüzünün yansısı olan karakterlerle, ayrıkotu dediğimiz ama hepimizin içinde onlardan bir parça onlardan olan kişileriyle, anomalilerimize, tercihlerimize, varlık inşamıza, benliğe, aileye, topluma, insana… değinmiş. Bu hikâyeler; başarılı betimlemeler, ayrıntıları yakalamadaki ustalık, kısa ama derin hikâyelerindeki karakter yaratma başarısı ile dikkati çekiyor. Okur olarak bu karakterlerin dünyasına girerken ilginç şekilde onları yargılamadan, sadece iç dünyalarındaki nedenler ve nasıllarla bu insanlara yaklaşıyorsunuz, onları ve dünyalarını tahlil ediyorsunuz. Karakterin dünyasını öğreniyorsunuz; sonuç, istemediğiniz bir nokta olsa bile -Lucien’deki gibi- bunun ciddi bir analizin yansıması olduğunu fark ediyorsunuz.
Özetle denebilir ki, bu hikâyeler sadece Sartre’ın varoluş felsefesinin özeti değil; -ki denen şey hep bu- aynı zamanda Sartre’ın insan ve topluma dair objektif/nesnel gözlemlerinin, analizlerinin, ayrıntıları yakalamadaki başarısını edebi bir şekilde ortaya koymasının da ifadesidir.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
17
[1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Jean-Paul_Sartre
[2] http://tr.wikipedia.org/wiki/Gen%C3%A7_Werther%E2%80%99in_Ac%C4%B1lar%C4%B1_%28kitap%29
[3] http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=1039
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
18
Manevî Enerji - Energie Spirituelle (Henri Bergson)
Mehmet Yılmaz
Evet… Türkçemize “Manevî Enerji” diye çevirebiliriz(1) bu şahane kitabın başlığını. Ne anlatıyor peki?
Akıl… İnsan… Evrim… Hayat… Şuur … Beden… Ruh… Madde ve Mânâ gibi “derin” konulardaki tefekkürlerin derlendiği bir eser(2) söz konusu. Derinlere dalıyor ama büyük düşünür Bergson her zamanki gibi çok büyük bir zerafet ile bugün hâlâ “moda” olan bazı fikir akımlarını alt-üst etmeyi de ihmal etmiyor geçerken: İnsan aklının Hakikat’i araştırmada yetersiz olduğunu söyleyen Kant’ın kritik felsefesi, Hakikat’i algılardan, deney ve gözlemden ibaret sayan Auguste Comte pozitivizmi, Darwin ve Spencer‘in mekanik evrimciliği…
Kanaatimce Pozitivizm’i yeterince eleştirdik Bir pozitivizm eleştirisi isimli kitabımızda. Evrim senaryolarının felsefeye devşirilmesiyle ortaya çıkan siyasî/ahlâkî duruşları ise Maymunist imanla nereye kadar? adlı ortak çalışmada okurlarımızla birlikte irdeledik.
Bu sebeple Bergson’un Manevî Enerji isimli kitabını tanıtırken özellikle Kant’ın “kritikleri” üzerine söylediklerinden bahsetmek istiyorum. Aslında bu kitap bir altın madeni gibi, belki 10-15 değişik yazı yazmak gerekir ama bir yerden başlayalım yine de…
Bildiğiniz gibi Immanuel Kant’ın çalışmaları arasında isimleri “Kritik der …” diye başlayan üç eser adeta düşünürün adıyla özdeşleşmiştir:
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
19
Saf Aklın Eleştirisi, 1781 (Kritik der reinen Vernunft) Pratik Aklın Eleştirisi , 1788 (Kritik der praktischen Vernunft) Yargı Kabiliyetinin Eleştirisi, 1790 (Kritik der Urteilkraft)
Tabi “kritik” ya da “eleştiri” deyince günlük hayattaki karşılıklarını değil Kantçı anlamlarını düşünmek gerekir. Zira:
“…Kant kapısı ve penceresi olmayan betonarme bir bina gibi. Elinize kazma, kürek, darbeli matkap ne varsa alın da gelin. Kant’ı çözebilmek için fihrist tarzı ufak bir defter tutabilirsiniz. Kantça-insanca bir sözlük yazmanız gerekiyor kendiniz için. Kelimeleri o çağdaki anlamlarında değil etimolojik kökenlerine göre kullanıyor. Meselâ kritik dediği şey eleştiri değil varoluş koşullarını ve ilkelerini anlama çabası. Amacı eleştirmek değil arkeoloji yapmak. Bu sebeple çevirmenler Kant’ın üç büyük eserini “…-nin eleştirisi” diye degil de sırasıyla “akıl nedir? ahlâk nedir? Güzellik nedir?” şeklinde çevirselerdi Türkçe okuyacak olanlara büyük iyilik yapmış olurlardı. Kant’ın çıkış noktası hiç de hafife alınmaması gereken şu üç soruyla özetlenebilir: Neyi bilebilirim? Neyi yapmalıyım? Neyi umud edebilirim? (=? hangi umuda müsade var?)
Bir başka zorluk ise her üç eleştirisinde ortak ve çok soyut kavramlar bulunması. Her üç Kritik’i birden (paralel olarak) okuyan birinin anlayabileceği bazı şeyler var ki bunları tek tek okuyanların anladıklarının toplamından fazla. Meselâ “mutlak kötü” ve “köksel kötü” kavramları üzerine yazdığı denemelerden kötünün bir insan özelliği olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Kötü iyiye bir direniş, bir atalet, iyinin eksikliği gibi sunuluyor. Bu vizyon elinizde olmadan Pratik Aklın Eleştirisi‘ni anlamak zorlaşabilir. Kant yıllar boyunca aynı “proje” için ter dökmüş, tutarlılık kaygısı onu örneklerden ve genellemelerden alı koymuş. Bunu hiç bir zaman akıldan çıkarmamak gerekir. …”(Bkz. Güzellik Matkabı Zekâ Duvarını Deler mi?)
İşte Bergson Manevî Enerji’nin ilk bölümünü teşkil eden Şuur ve Hayat adlı kısıma bu eleştirel yaklaşımı eleştirerek başlar:
“Felsefenin amacı her insanın kendine sorduğu hayatî sorulara yanıt aramaktır: Kimiz biz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Normalde bu sorunlar ve aradığımız cevaplarla bizim aramızda bir şey yok, onlarla yüz yüzeyiz. Ama fazla sistematik bir düşünür sorunlarla bizim aramıza yeni sorunlar sokuyor:
“Bir şey aramadan önce onu nasıl arayacağınızı bilmeniz gerekmez mi? Düşünmenin, bilmenin ve eleştirmenin ne olduğunu bilin ki bunları kullanarak temel felsefî sorulara yanıt arayın.”
Böyle vaktinden önce doğmuş bir sorgulama insandaki ilerleme arzusunu baltalayabilir. Yola çıkmadan önce bütün engelleri saptama ve çözüm arama gayreti yerine sadece ilerlesek engel sandığımız bir çok şeyin birer serap gibi dağılıp gittiğine tanık olacağız.
Hakikat’in doğal karmaşıklığı/dinamikliği yerine kendi ihdas ettikleri ve kontrolleri altında olan kavramların basitliğini görüyorlar bu filozoflar. Hakikat’i tecrübe etmek yerine kendi prizmalarından, pencerelerinden gözlüyorlar. Böyle sistemci yaklaşımların avantajları var tabi: Sahiplerinin gururlarını okşuyor, işlerini kolaylaştırıyor ve mutlak bilgiye eriştiği vehmini oluşturuyor onlarda.”
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
20
Evet… Kant gibi felsefî sistemler mi yoksa Bergson gibi Hakikat’i tecrübe etmeye yarayan “sezgi” mi? Batı felsefesinin bu iki büyük isimi arasında hakemlik yapmaya kalkmak elbette yersiz. Ama yine de kişisel bir tercihim var ve size Fizikçilerin Zaman’ından bir ipucu bırakarak tanıtım yazısını noktalamak istiyorum:
“…Ama bu tanımlar bile Zaman’ı içerir veya Zaman’ın halihazırda var olduğu kabulünden hareketle yapılmıştır. Bu sebeple yukarıdaki tanımların birer metafor olduğunu ve Zaman’ı bütün olarak tarif edemediklerini de söylemek gerekir.
Kanaatimce bu çaresizlikten bizi kurtarabilecek tek kişi Ludwig Wittgenstein olabilir:
“Kelimelerin anlamları bizim dışımızda ve bizden bağımsız bir güç tarafından verilmez ki onların gerçek anlamları üzerine bilimsel araştırmalar yapılabilsin. Bir kelimenin anlamı ona kullanan kişinin verdiği anlamdır”.
Demek ki kelimelerin anlamları onları kullanma şeklimizden başka bir şey değil. Bir kelimenin “arkasında” kesin bir gerçeklik olduğundan emin olamayız. Bir kelimenin gerçek anlamını ya da sakladığı anlamları sorgulamak yersizdir…”
Dipnotlar
(1) Sanat’ın amacı ve Henri Bergson: Sanat’ta Ayrıntı(9) isimli makalede spirit/psüke/nefes/üflemek/ruh kavramı üzerine iki not düşmüştüm. Fransızcadaki « sprituelle » kelimesini çevirirken benimsediğim bakış açısı neden “sprituelle ” kelimesinin “manevî” ” diye çevildiğini de açıklıyor: Bu metinde “Ruh” kelimesi daha çok İslâm’daki nefs gibi değerlendirilmeli. Bergson’un Fransızca metninde kullandığı “âme” hem ruh hem de nefs yerine kullanılır. Ruh ve nefs kelimeleri gerek batı aleminde gerekse İslâm alimlerince kaleme alınmış kimi eserlerde Yunanca İncillerdeki veya İbranice Eski Ahit’teki karşılıklarının (ψυχή psüke, - nefes) tercümesi olarak kullanılıyor. Nefs genellikle canlı kalmamızı sağlayan hayvanî dürtüleri, yaşamsal ihtiyaçları ifade ederken ruh İnsan’ın Ahiret’e dönük olan, dünyada bulunduğu müddetçe gurbet hissi duyan yanını ifade eder. (ALLAH’ın “Ruh’undan üflediği… “) Fransızca’da “sens-” kökünden türetilen kelimeler hem anlam, hem mânâ, hem hissiyat (5 duyu) hem de yön anlamına gelebilir. Metinde Bergson bu kelimeleri nispeten net, açık bir anlamda kullanıyor. Yine de Fransızca orjinalindeki güzelliği Türkçe’ye aktarmak mümkün olmadı. (Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin ifade ettiği üzere mânâ ALLAH’a kavuşmaya, Vuslat’a ermeye mani olan Ben’liği sıyıran, Ben’i Kendim’den ayıran şeydir.)
(2) Bu konularda çeşitli vesilelerle verdiği konferans bildirilerinden oluşan kitap Birmingham Üniversitesi‘ndeki bir konferansta sunulan Şuur ve Hayat (1911) ile başlıyor, Cenevre Felsefe Kongresi‘nde sunulan Beyin ve Düşünce (1904 ) ile son buluyor. Metnin orijinali 131 sayfalık bir WORD dosyası halinde buradan ücretsiz olarak indirilebilir. Bir çok kitabın ücretsiz olarak sunulduğu bu siteyi dikkatle incelemenizi tavsiye ederim.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
21
Nefesler (Ganiyy-i Muhtefî)
Mehmet Yılmaz
Ekmek yapmaya merak sarmıştık bir zaman. Ama öyle ekmek makinasıyla filan değil. Kendimiz, elle yoğuracaktık hamuru. Sanayi mayası da kullanmayacaktık. Araştırdık, ekşi maya yapmayı öğrendik. Hani şu eski kadınların komşudan ya da mahallenin fırıncısından aldığı maya. Daha neler öğrendik. Kepekli un kolay kabarmıyordu. Tuz ekmeğin rengini koyultuyor, şeker kabuğunu kalınlaştırıyordu. Ekmek yaparken içine İlim katılması mecburiydi!
Hamuru kardıktan sonra dinlendirmek ve sonra yeniden karmak gerekliydi. Fırına koymadan da beklemek gerekiyordu. Beklemek… beklemek ve yine … beklemek … Beklemek çok ama çok zordu. Hamurun hızlı kabarması ve ekmeğin hızlı pişmesi için yollar bulduk. Ama hız daha doğrusu Zaman eksikliği kalitenin düşmanıydı. Sürülen toprak tohumu bekliyordu. Tohum yağmuru bekliyordu ve sonra güneşi. Sonra biçilmeyi bekliyordu. Murada ermiş buğday (yani un) çokça Zaman içeriyordu. Bunun için hızlı yapılan ekmek de güzel olmuyordu. Yani Zaman ekmeğin muhtevasıydı. Un, tuz, su kadar vazgeçilmezdi Zaman. Ekmek yaparken içine Zaman katılması mecburiydi!
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
22
Sonunda başardık. İki arkadaş o son ekmeği fırından çıkardığımız günü hiç unutmadık. Evin içini enfes bir koku dolduruyordu. O kadar uğraşmış, o kadar emek vermiştik ki ekmeği tutmaya kıyamıyorduk. Yeni doğmuş bir bebeği kucaklar gibi havluya sardık. Ekmeğin soğumakta olan kabuğu çıt çıt..çıt… diye çok hoş bir ses çıkarıyordu. Kulağımızı yaklaştırıp dinledik ekmeğimizi. Tam kitaplarda tarif edildiği gibiydi. Kabuğun rengi mükemmeldi. Pişmeden önce üzerine un serpip jiletle yardığımız kısımlar şişmiş, kabaran yerlerdeki hava kabarcıkları sertleşmişti.
Ürkek dokunuşlarla okşadık ekmeği. Arkadaşımın yüzünde adeta şefkât ifadesi vardı. Güzelliğine bakmaya doyamıyorduk. Bebeğine bakan bir anne-baba gibiydik. Kahkahalarla güldük halimize. Gözlerimizden yaş gelmişti. Ekmek yaparken içine Aşk katılması da mecburiydi! Aşk’sız ekmek yapılmıyordu.
Soğuduktan sonra birer parça kopardık ve tadına baktık. Tam istediğimiz gibi ekşi bir lezzeti vardı. Daha önce yaptığımız “yenilebilir” ekmekleri ev halkına tattırmaya uğraşırdık. İsterdik ki “çok güzel olmuş” desinler, emeğimizin karşılığını “ötekinin” dudaklarına asmıştık çünkü. Ama bu kez öyle olmadı. Çünkü mutluyduk. Eski ekmeklerin nispî başarısı bizi tatmin ediyordu, “alkış” arıyorduk, “yeniden, yeniden” diyorduk. Ama bu kez farklıydı. Bu kez mutluyduk. muRaDımıza ermiştik. Buğdayın ekilmesinden, sulanmasından, ezilip un edilmesinden bizim “bebeğimize” uzanan gayret ağacı meyvasını vermişti. Ekmek müKeMmeL idi. Biz ekmeği yapmıştık, ekmek bizi terbiye etmişti. İlim’in, Zaman’ın ve Aşk’ın, bir başka deyişle Mânâ’nın Madde’ye girmesine, sokulmasına tanık olmuştuk. Ah keşke Descartes yanımızda olsaydı da görseydi bu mucizeyi!
Leibniz’in “Monadologie” adlı o minicik kitabını okuduğunuzda kocaman bir incir ağacının tepesinde ballı incirleri yiyormuş gibi hissedersiniz kendinizi. Kocaman ağaç ve o minicik incirler… Ne tezat. Koskoca Leibniz ve o 25 sayfalık Monadologie. Ne tezat. Leibniz’in annesinin doğum sancıları, okula gidişi, matematikle, bilimle, diplomasiyle ve daha bir çok şeyle doldurduğu hayatı… Bütün bunlar Monadoloji’yi yazmak içindi. 25 sayfa. Ama ne 25 sayfa! Belki de ALLAH’ın Leibniz’i yaratma sebebiydi bu 25 sayfa?
ALLAH bir şeyi yarattığı zaman müKeMmeL yaratır. Bu mükemmellik aslında bir çok şeyin tecellisidir ama aynı zamanda O’nun muRaDının bir işaretidir… akıl (=göz) sahiplerine tabi. Meselâ kar tanesi mükemmeldir. Elinizin sıcaklığına direnecek kudreti yoktur. Ama kar taneliği konusunda olgunlaşmış, kemale ermiştir. Deniz kabuğu da mükemmeldir. Onu kırabilirsiniz ama mükemmel olduğu gerçeğini değiştiremezsiniz. Böceklerin gözü ve dikkat etmeden bakıp geçtiğimiz daha bir çok şey mükemmeldir Tabiat’ta.
Leibniz’in Monadologie’si gibi meselâ El-munkizu Min-ad-dalâl (Hz Gazâlî) vardır. Tabi büyük bir alimin hayat ağacı bir çok meyva verebilir. Er-Risâletü’t-tevhîd , Mişkat-ül Envar da Gazâlî Hazretleri’nin bize miras bıraktığı birer bal damlasıdır. Yine “minnacık”, yine devasa! Zaten o kadar bilgiyi o kadarcık sayfaya kim sığdırabilir başka?
Bazen bu “sığdırma” daha da muCiZevî haller alabilir, aklımızı iyice aCiZ bırakabilir. Meselâ resim sanatını kullanarak gözü yetkin biçimde kullanma yollarını aradığımız Derin Göz kitabını hatırlayın. Bütün bu kitapta anlatılanların TEK bir şiirin mısralarına sığması mümkün müdür?
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
23
Aynaya baktığında görmektesin kendini.
Lâkin, bu idrâk sırlar vehminin de fendini.
Ayna içine nasıl ediyorsun ki rihlet?
Sen misin aynadaki tecellî? Bir tahlîl et!
İki boyutlu ancak, fehmeyle ki, gördüğün;
Sense üç boyutlusun. Burda, işte, kördüğüm!
Sağ elini kullansan, aynadaki solaktır.
Bunun sırrı aynanın sırrına muallâktır.
Şu hâlde bu tecellî aynın değildir senin.
Ama gayrın da değil! İdrâk et, derin derin!
İşte sana bir misâl, mantıka da aykırı;
Zîrâ, bir şey: bir şeyin ya aynıdır, ya gayrı!
Akl-ı Meâş’a göre yoktur bir üçüncü hâl.
Bu örneğin fehmi de bu Akl’a göre muhâl.
İşte Hak da bu Kevn’i Kendi’ne seçti mir’ât.
Bu aynada seyretti tecellîsini kat kat.
Bu kapsamda mahlûkat aynı olamaz Hak‘kın.
Ama gayrı da değil! Rab‘bim, şu işe bakın!
İnce bir idrâktir bu. Sakın kaymasın ayak!
“Panteizm”e düşmeden fehmedilsin bu siyâk.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
24
Kevn Hak‘kın aynasıdır, nereye bakarsan bak!
İnsanı ârif kılan bu sibaktır, bu sibak!
Veya ”ben kimdir?” sorusuna yanıt aradığımız Zaman ışığında Ben’lik meselesi kaç mısrada anlatılabilir?
Bir parçacık balmumu: özel kokusu olan,
Yumuşakça ve sarı, hem kolayca yoğrulan
Bir cisimdir ki sonlu, sınırlı hacma mâlik;
Onu emrâza karşı eczâ da kılmış Hâlik.
İyice cıvıklaşır ısıtırsan sen bunu,
Hacmı artar, aklaşır rengi de enikonu.
Görünüş de değişir değişince tüm a’râz;
Ama, hüviyyet için, bu aslā olmaz maraz.
O, hüviyyeti mahfûz, gene bir balmumudur.
Biraz daha ısıtsan bir sıvı eder südûr.
Buharlaşır, daha çok ısıtsan: sıvı kalmaz.
Buhar hâlinde bile hüviyyet tâdil olmaz.
Buna benzer bir misâl için düşün insanı!
Yaşlansa, hasta olsa ya da azalsa kanı,
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
25
Ameliyât da olsa, hattâ taşısa protez,
İnsanlığı değişmez! Elhak, muhkemdir bu tez!
Şu hâlde a’râz ile hüviyyet ayrı şeymiş.
A’râzın gizlediği hüviyyeti kim bilmiş?
Bir şeyin a’râzı çok ama hüviyyeti bir!
Bunu idrâk etmeli olmadan mütekebbir.
Mâdem ki bu a’râzın ardında hüviyyet var,
Ve a’râz perdeleri olmakta sana duvar,
Bir kere de sormalı: “Görünen bu âlemin
Nedir ki hüviyyeti ve dayandığı zemin?
Evet… Bu hafta dikkatinizi çekmek istediğim kitabın adı Nefesler. Ganiyy-i Muhtefî Hazretleri‘nin irfanla, hikmetle, irşad ile geçen ömrünün, mütevazı bir ömür ağacının altın meyvaları. Sadece akıl (=göz) sahipleri için. Ruhuna el-Fatiha.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
26
İbn Arabi’nin Fususundaki Anahtar Kavramlar (Toshihiko Izutsu)
Mehmet Yılmaz
“…Biri M.Ö. VI. yüzyılda Çin’de diğeri M.S. XII-XIII. yüzyılda İspanya’da doğmuş, aralarında yaklaşık 18 yüzyıllık bir zaman aralığı ve yaşadıkları yerler itibâriyle de yaklaşık 9000 km’den fazla bir uzaklık bulunan, biri Çince diğeri Arapça konuşan bu iki insânın biribirlerini, Varlık Âlemi’nin yapısı hakkında aynı şeyleri beyân edecek şekilde etkilemiş olduğunu iddia etmek bir maymunun bilgisayar klâvyesinin başına geçip de bir çırpıda Mehmed Âkif’in bütün Safâhat’ını aynı sıra içinde eksiksiz ve hatâsız yazabilmesi kadar muhâldir… ”
Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre (Söz konusu eseri indirmek için)
Toshihiko Izutsu’nun A Comparative Study of The Key Philosophical Concepts in Sufism and Taoism / Ibn ‘Arabî and Lao-Tzû, Chuang Tzû başlıklı iki cildlik kitabının birinci cildi 1966, ikinci cildi ise 1967 yılında Tokyo’da “Keio Kültür ve Dil Araştırmaları Enstitüsü” tarafından yayınlanmıştır. Bu kitabın varlığından 1967 yılında haberdar olmuş ve aynı yıl Japonya’dan getirtmiştim.
Toshihiko Izutsu bu kitabında bir yandan Muhyiddin İbn Arabî’nin Fusûsü-l Hikem isimli eseri ile Kâşânî’nin bunun hakkındaki tefsîrini, diğer yandan da Lao-Tzû’nun Tao Tê Çing (ya da Batı’daki
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
27
bilinen okunuşuyla Tao Tö King) isimli eseriyle Çuang Tzû’nun bunun hakkındaki tefsîrine dayanarak her iki felsefî sistemdeki anahtar-kavramların önce bir semantik analizini yapmaktadır.
Bir kelimenin semantik değerlerinin, yâni kelimenin etimolojik lûgat mânâsının üzerine zaman içinde eklenmiş olan yeni anlamların ya da vuku bulmuş olan anlam kaymalarının tesbiti demek olan semantik analiz, kelimelerin kullanıldıkları yerde hangi anlamla yüklü olarak neye delâlet ettiklerinin araştırılması, ya da eski deyimiyle “kelimelerin medlûllerinin teşhis ve tesbiti” demektir.
Eserin 1. cildi İbn Arabî’nin Ontolojisi (Varlık Bilgisi) ve 2. cildi de Lao-Tzû ve Çuang Tzû’nun Felsefî Dünyâ Görüşü’ne tahsîs edilmiştir. Yazar İbn Arabî’nin felsefesindeki anahtar-kavramlar ile Lao-Tzû’nun felsefesindeki anahtar-kavramların semantik değerlerini (yâni medlûllerini) tesbit ettikten sonra:
1) bu kavramlar arasında bire-bir bir tekâbüliyetin var olduğunu,
2) her iki sistemin de ortaya koymuş olduğu ontolojinin Varlık Âlemi’nin bir silsile-i merâtibe (hiyerarşi’ye) dayalı katmanlı bir yapı ihtivâ ettiği bir ontoloji olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
Biri M.Ö. VI. yüzyılda Çin’de diğeri M.S. XII-XIII. yüzyılda İspanya’da doğmuş, aralarında yaklaşık 18 yüzyıllık bir zaman aralığı ve yaşadıkları yerler itibâriyle de yaklaşık 9000 km’den fazla bir uzaklık bulunan, biri Çince diğeri Arapça konuşan bu iki insânın biribirlerini, Varlık Âlemi’nin yapısı hakkında aynı şeyleri beyân edecek şekilde etkilemiş olduğunu iddia etmek bir maymunun bilgisayar klâvyesinin başına geçip de bir çırpıda Mehmed Âkif’in bütün Safâhat’ını aynı sıra içinde eksiksiz ve hatâsız yazabilmesi kadar muhâldir.
Kanaatimce Prof. Izutsu’nun bu araştırması, Cenâb-ı Hakk’ın (hangi zamanda, hangi iklimde ve hangi îtikadın mensûbu olarak yaşamış olmasının hiç önemi olmaksızın) seçtiği müstesnâ insânların gönüllerine, Varlık Âlemi’nin esrârını farklı boyalarla boyanmış olsa bile, aynı şekilde ilhâm ettiğini çok bâriz bir şekilde ortaya koyan kıymetli bir çalışmadır.
Aslında Prof. Izutsu kolay ve akıcı bir ingilizce kullanmaktadır. Bu bakımdan tercüme herhangi bir güçlük arzetmiş değildir. Bununla beraber konuya yabancı olanların bâzı noktaları daha iyi anlamaları ve teknik deyimlerle ünsiyet kesbedebilmeleri için metinde parantezler içinde de açıklayıcı notlar vardır; bunlar italik olarak dizilmişlerdir.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
28
Zafer Yahut Hiç (Mustafa Kutlu)
Suzan Başarslan
Tepeköy, hayattan kaçanların, hayata tutunamayanların… sığınağı ama amaç, kaçmaktan çok, yeni bir başlangıç yapmak. Hayatın köşesinde kırık yaşayanların kırıklarını, kırgınlıklarını tamir etme çabasının ifadesi, kimindeyse bir ümit, parlak bir kariyer… yeni bir başlangıç, varoluş, eskiyi yeniye kalbetme, devşirme mücadelesi…
Bürokrasinin hantallığının gölgesinde kurulan Tepeköy’ün aşk üçgeni: Bulut, Oya, Ferit. Ve realizm, bunu aşk üçgeninden -Oya, Bulut, Bulut’un oğlunun/Kerem’in bu uzun hikâyenin sonunda bir silahlı çatışmada ölmesi ile- ayrılık/yokluk/ölüm tekgenine, bire indirecek kadar acımasız. Geriye hiçbir pembeliğin kalmadığı; sadece avunmanın, yıkıntıların, eksikliğin ve tamamlanamamanın kaldığı gerçek dünya. Rüyaların dahi anlamsızlaştığı, gerçekleşmediği bir gerçeklik, onlardaki umudu dahi alan acımasızlık, belki bir kara mizah.
Sade, akıcı, günlük dil. Darbımesellerle, şarkı sözleriyle, şiirlerle verilen duygusal devinimler. Kimi yerde metinlerarası göndermeler; bir rüyada karşımıza çıkan Giyom Tell masalı ile iki annenin bir bebeği paylaşamadığı anekdot (158-159); hatta bunun ifade edilişi, bildiğinizi biliyorum ey okur, ama rüya bu, ben de şaşkınım’ın kahramanın ağzından verilişi…
Birbirinden ilginç Anadolu insanı: Okumuşundan okumamışına, cahilinden bilgesine, ahlaklısından ahlaksızına, akıllısından delisine, cesurundan korkağına… her renk. Tepeköy, küçük bir Türkiye, hatta
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
29
daha spesifik ifade edersek, küçük İstanbul. Şehirleşme, şehirleşememe, aksayan hantal bürokrasi, güç savaşı, halk, beklentiler ama beklenemeyenler…
Adım adım örülen bir trajedi. Sohbet eder tarzda verilen cümleler, yer yer sıcacık mizahi betimlemeler. Halk bilgeliğinin öğüt şeklinde satırlar arasından verilişi. Bir nevi hikmet geleneğinin sözlü gelenekle değil ama yazıyla devam ettirilişi. Karşılıklı ve karşılıksız aşklar, merhametle sarılan sevgiler, huzurlu ve huzursuz aileler ve tıpkı hayatın kendisi gibi öykü/hayat biterken hala eskisi gibi duran sorunlar, dertler, eksiklikler, insanlar, hayat… devam eden hayat…
Trajedinin adım adım sızışı öykünün içine; ama aşk için değil, sevdiklerini korumak için. İşte tam da bu noktada, yapıtın arkasında Abdülhak Hamit Tarhan’ın Eşber adlı manzum piyesinin özeti okuru yanıltır. Beklenen trajedi aşktan kaynaklanmalıdır ama tam tersi olur. Hayat kendisi trajedinin kaynağıdır ve sebepler birleşerek sizi aşktan, aşk acısından, kazanma hırsından uzağa atarak, insani taraflarınızın seçtiği yoldan hayatın hiç ummadığınız tarafına savurur. Geriye ne aşk kalır, ne onun mücadelesi, ne de ideallerle inşa edilmeye çalışılan yeni kentin derdi-tasası, yani yeni bir başlangıcın adımları.
İlahi/Tanrısal bakış açısıyla sunulan, bir uzun hikâye. Bir başka Kutlu klâsiği. Bireyin ve toplumun içinde olduğu ama daha çok topluma bakışın sunulduğu bir geleneksel-modern anlatı.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
30
Türklüğü ölçmek (Nazan Maksudyan)
Mehmet Yılmaz
Edirne’den Ardahan’a Türkiye Cumhuriyeti’nin toprakları devletin tasarrufundadır. Ya biz, bu toprakların üzerinde doğmuş olan insanlar? Kanımız? Vücudumuz? Etimiz ve kemiklerimiz? Dedelerimizin kemikleri ve doğacak çocuklarımızın vücutları kime aittir?
İlkokulda bağıra bağıra söylediğimiz o yemini hatırlayın:
“Varlığım Türk varlığına armağan olsun!”
Hafife alınacak bir lâf değil, “varlığım”. Devlete verdiğimiz bu açık çekin kimler tarafından, ne gibi projeler için kullanılabileceğini düşündünüz mü hiç?
Avrupa milliyetçiliği Türkiye’ye nasıl bulaştı?
Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum sancıları çektiği 1925-1939 yılları arasında dünyanın en saygın(!) devletleri ırkçı, milliyetçi ulus-devletlerdi: Fransa, Almanya, İtalya… Asker doğan milletler, üstün(!) ırklar, kafatası ölçmeler, karışık, “bozuk” ırkların, melezlerin aşağılanması bu dönemin standartları, normalleriydi. Saygın devletler kültürel farklılıklarla değil homojenlikle, tekdüzelikle övünüyorlardı.
İnsanların böyle tek tip oluşu ülkenin iç huzurunun ve uluslararası yükselişinin de garantisiydi resmî ideolojilere göre. Halk, millet, ulus… İnsan Putsal ve Kutsal Devlet’in şeyiydi. Şeyleştirilen, tektipleştirilmiş insanlar barış zamanında işçi, savaşta askerdi. Devlete mutlakiyet atfeden faşizmdi bu. Mussolini’nin dediği gibi “her şey devlet için vardır, devletin dışında hiç bir şeyin kıymeti yoktur!” (Bkz. Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu)
Bilimin sistematik biçimde siyasî propagandaya alet edildiği meselâ Almanya gibi ülkelerde üstün(!) Alman ırkı suç işlemiş olamazdı. Eğer Almanya’da hırsızlık, cinayet, tecavüz varsa bunlar Yahudiler, Romanlar veya melezler olmalıydı. Pozitivizmin determinist arayışlarının neticesiydi bu ırkçılık.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
31
Modern insan artık iyi-kötü karşısında hür seçim yapamazdı, kaliteli(!) ırklardan gelen insanlar iyiliğe ve başarıya mecburdu, mahkûmdu. Aşağılık(!) ırklar içinse bunun tam tersiydi! Bunun için Avrupalı sömürgeci zenciyi, çekik gözlüyü öldürüp ülkesindeki altını, gümüşü, pamuğu gasp etmekten rahatsızlık duymadı. Asya’ya, Afrika’ya, Güney Amerika’ya uygarlık(!) götüren beyaz adam, bilimde, savaşta, sanatta başarıya ve üstünlüğe mecburdu.
İyi-kötü ayrımı yapma kabiliyetini ve iyiyi seçme gücünü etimize, kemiğimize bağlayan bu teoriler şiddet üretti ve üretmeye devam ediyor. Bütün insanlık tarihinin en kanlı yıllarının özelikle Japon, Alman ve İtalyan ırkçılığının tavan yaptığı İkinci Dünya savaşı dönemi olması gözden kaçmamalı. Aslında Amerika Birleşik Devletleri de bu ırkçı rüzgârlardan nasibini aldı. Dünya barışı için bir tehdit unsuru olan ABD ordusu, Amerikan milliyetçiliği ve silah endüstrisi bu ırkçı zemin üzere eklemlenmiştir. (Bkz. Amerika Tedavi Edilebilir mi?)
Kısaca özetlediğimiz bu tarihi süreçte Türkiye’nin resmî ideolojisi halkın gerçek yapısına, kültürel renklerine, ülkenin ihtiyaçlarına göre değil uygar(!) Batı’nın 1930′daki standartlarına göre inşa edildi.
Mustafa Kemal Paşa ve genel olarak yönetime hakim olan insanlar Osmanlı’nın çöküşünü, Avrupa’nın yükselişini yaşamış, “gururu yaralı” askerlerdi çoğunlukla. Osmanlı okullarında eğitim görmüşlerdi ama Almanya ve/veya Fransa’ya büyük hayranlık duyuyorlardı. Bu askerlerin sosyoloji, ekonomi, siyaset gibi konularda derin bilgisi yoktu. Batıyı anlamaktan aciz, gerçekleri idrakten yoksun, teknik ve askerî üstünlük karşısında sadece hayrandılar. Haliyle Avrupa’nın en görünen, en somut yönlerini alıp Türkiye insanına dayatacaklardı. Orduda bu işler böyle oluyordu. Sivil hayatta neden olmasındı? O halde asker bir millet yaratılmalıydı. Halkın iyiliği için halka rağmen böyle olacaktı.
Avrupa’ya rağmen Avrupalıyız!
Avrupa, Japonya ve Amerika on milyonlarca masum insanı öldürdükten sonra ırkçılığın yanlış bir şey olduğunu anladılar ve özellikle Avrupa devletleri bu hastalığı resmî ideolojilerden çıkarma gayretine girdiler. Bugün Avrupa’da hâlâ bir çok haksızlık yapılsa da ırkçılığa karşı ciddi bir tavır olduğunu gözleyebiliriz. Gelişmiş devletler meşruluklarını hukuktan, demokrasiden, halka verilen hizmetlerden almaya çalışıyorlar.
2000′li yılların Avrupa’sı insan hakları sözleşmesiyle, ırkçılığı frenleme uğruna basın özgürlüğünü dahi kısıtlayabilen hatta siyasî parti kapatabilen bir Avrupa. Elbette yabancı işçilere karşı saldırılar ve kurumsal haksızlıklar var ama 1930′ların Avrupa’sıyla tam bir tezat teşkil ediyor bugünkü manzara.
Oysa İkinci Dünya Savaşı’nın çalkantıları ve iç sorunlar sebebiyle “bizim” Türkiye içine kapandı. 1930′ların faşist Avrupa’sı örnek alınarak kurulan Türk ulus-devleti Avrupalı örnekleri gibi reformlara tabi tutulmadı. “Vatandaş Türkçe konuş, Ne mutlu ‘Türküm’ diyene, Türkiye Türklerindir” gibi gaz
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
32
vermeler milli eğitim ve ordu gibi beyin yıkama merkezlerince zihinlerimize kazınmaya devam ediyor. Bugün Türkiye Cumhuriyeti 1930 model bir Avrupa devletidir bir çok yönüyle.
Yani Kürtlerin ana dil eğitimi, üniversitede başörtüsü yasağı, Hırant Dink cinayeti, Ermeni soykırımı gibi konularda yasakları müdafaa edenler Avrupa’ya karşı yine Avrupa’yı savunuyorlar… 1930′ların Faşist Avrupa’sını. Hitler’in, Mussolini’nin, toplama kamplarının, fişlemelerin Avrupa’sını…
Atatürk kafatasçılık yaptı mı?
Doğru cevap: Siz okuyup karar verin. Ne okuyun?… Nazan Maksudyan’ın “Türklüğü ölçmek” adlı kitabını elbette! Maksudyan siyasetbilim, uluslar arası ilişkiler ve tarih alanlarında faaliyet gösteren bir akademisyen. Yazar bilimin siyasî propagandaya alet edilmesini öyle güzel gözler önüne seriyor ki. Türkçü propagandaya, Türk milliyetçiliğine zemin hazırlamak için çıkarılan bir Türk Antropoloji dergisi var. Dergide yok yok! Kafatası krokileri, el, burun vb organlar ölçülerek SAFKAN Türkün nasıl saptanacağı, “Başbuğ Atatürk’ün” fotoğrafları…
1930′lar geride kaldı ama delinin kuyuya attığı taş misali milliyetçilik hâlâ başa belâ. Bugün yine Ermeni ya da Kürt olmak kolay değil Türkiye’de. Kâh halk tarafından kâh devlet tarafından bir haksızlığa uğrayabiliyorsunuz. Çünkü 1930′ların Türkiye’sinde inşa edilen bazı şeyler hâlâ dimdik ayakta.
Yazar Maksudyan akademisyenliğin gerektirdiği ciddiyet ölçüsünde kitapta verilen bilgilerin referanslarını hatta bazı krokilerin kopyalarını da sunmuş. En çarpıcı olanlar “üstün Türk ırkının” tarif edildiği çizimler ve rakamlar. Elektrik çarpmış gibi oluyorsunuz. Açıkçası ilk okuduğumda böyle bir kitabın yasaklanMAmasına şaşırmıstım. Aslında Nazilerin yaptığını pek âlâ Türk devleti de yapabilirdi. Sadece teknik yetersizlik buna engel olmuş diye düşündüm. Zaten Dersim katliamı ve Tansu Çiller döneminde OHAL bölgesinde işlenen suçlar bile milliyetçiliğin; kafatasçılığın varabileceği noktaları tahmin etmek için yeterli değil mi?
Kitapta gülerek okuduğum ama aslında ağlanacak çok şey var. Meselâ: Dünyadaki bütün dillerin Türkçe’den
türediğini iddia eden Güneş dil teorisi (sf.
66) Bilimsel mutlakiyet ve pragmatizm (sf. 72) Pazarda domates seçer gibi örneklenen, eşantiyon seçilen yüzlerce insan (sf. 94) Kaliteli(!) Türklerin göz kapağı, burun ve kafatası şemaları (sf. 122)
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
33
Türk kafalarını ötekilerden ayırmak için kafa kemiklerinin eklemlenme farkları (sf. 138) Hangi şehirlerin Türk özelliği taşımadığını (katledilebilir?) listeleyen raporlar (sf. 170)
Filmin sonunu söylemeyeyim. Kitabı alın, okuyun. Bugün Türkiye’de hâlâ bir çok haksızlığın sürmesine sebep olan, ülkemize enerji kaybettiren sorunların arka planını anlamak için oldukça faydalı bir kitap. Derin Düşünce okurları için ise MUTLAKA OKUNMASI GEREKEN bir kitap.
Not: Yıllardır çok kaliteli kitapları ve çevirileri Türkçeye kazandıran, özgün içerik üreterek Türk fikir hayatını destekleyen Metis yayınlarını saygıyla selamlıyorum.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
34
Sis (Miguel de Unamuno)
Suzan Başarslan
Sis / La Niebla[1]
“Bize ne ad verirlerse adımız odur. Homeros zamanında insanların ve nesnelerin ikişer adı vardı: birisi insanların taktıkları ad, öteki de tanrıların verdikleri ad. Tanrı beni nasıl adlandıracak?”[2]
Miguel De Unamuno (1864-1936), İspanyol bir yazardır. 20.yy olan yaşadığı dönemde önce diktatör Rivera ardından da Franco’ya tavır alması yüzünden hayatı sürgünde ve ev hapsinde geçmiştir. Şiir (Poesias), deneme, hikâye ve romanları (Niebla/ Sis, Abel Sanchez/Bir Tutkunun Öyküsü, Tres novelas ejemplares y un prólogo, La tía Tula, La novela de don Sandalio, Jugador de ajedrez, Un pobre hombre rico/Yaman Adam, San Manuel Bueno, Mártir/ Ermiş ve Kurban) vardır. Felsefeyle (Del sentimiento trágico de la vida, 1913 / Yaşamın Trajik Duygusu) de uğraşmıştır[3]. Özellikle varoluşçuluk üzerinde durmuştur.
Sis, 1914 yılında yayımlanmış bir romandır. [4]
Eser Victor Goti’nin önsözüyle başlar. Goti; Don Miguel Unamuno’nun Agusto Perez’in gizemli ölümünü anlattığı kitabına önsöz yazmasını istemesi üzerine, bu önsözü yazar. Perez’in özelliği Hamletvari bir şüpheyle varlığından şüphe etmesidir. Bu kısımda kitaplara önsözün neden yazıldığı, novela[5] veya nivola tanımı, Unamuno’nun gazetede çıkan yazılarına gelen yazılar, yazım kurallarında ve üslubunda yaptıklarını kabul etmeyenler, Unamuno’nun mizaha ve Cervantes’e bakışı, varlığa ait düşünceleri, pornografiye olumsuz bakışı, erotizm metafizik ilişkisi, dindarlık ve savaşçı olma arasındaki ilişki…den bahsedilmektedir.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
35
Önsöz’ün ardından bir Son-Önsöz kısmı gelir ki burada da Unamuno, Victor Goti’ye cevaplar vermektedir. Burada giriş kısımda ilginç bir cümle dikkatinizi çeker. Unamuno şöyle der: “Önsöz yazarım Victor Goti’nin kimi düşünceleriyle ilgili bir tartışmaya girmek isterdim, ama varoluşunun -Goti’nin varoluşu- gizemini bildiğim için, bu önsözde söylediklerinin bütün sorumluluğunu kendisine bırakmayı yeğliyorum.” Ve ilk soru işareti atılır romanda, Goti kimdir, gerçekten var mıdır yoksa kurmaca bir karakter midir? Cevabını da sadece yukarda söylediği gibi Unamuno bilmektedir. Bu kısım da okuyucu için ancak eser bittiğinde anlamlı hale gelmektedir. (Bu kısmı eseri okumadıysanız paragrafın sonuna kadar okumayın.) Eser tamamlandığında şu gerçekle karşılaşır okuyucu. Unamuno, romana kendisini kattığı gibi, roman kahramanını da -Victor- gerçek hayata aktarmıştır. Romanın gerçekliği Unamuno’nun romana girmesiyle soru işaretine neden olduğu gibi, gerçek hayatta da olmayan Victor’un yazdıkları bu hayatın gerçekliğine dair soru işaretine neden olmaktadır. Yani ilk defa sadece bir yazar kurguya müdahale etmekle kalmayıp kurmaca bir karakter de gerçek hayata müdahale etmiş, aramıza girmiştir. Romanın yazıldığı yılı düşünürse -1914- bu gerçekten de çok başarılı bir buluştur. Son-Önsöz’de yine eserin sonunda anlam kazanan cümleler şunlardır: “Dostum ve önsöz yazarım Goti’nin benim düşüncelerimi çok dikkatle ele alması gerekir, çünkü beni çok kızdırırsa, sonunda, dostu Perez’e (Perez’in de kurgu karakter olduğu ortaya çıkmaktadır.) yaptığımı ona da yaparım ve onu ölmeye terk ederim ya da doktorların yaptığı gibi öldürebilirim. Okurlarımın bildiği gibi doktorlar ikilem içindedirler: Ya hastayı öldürmekten korktukları için ölüme terk ederler ya da ölür kalır korkusuyla onları öldürürler. Ben de Goti’yi elimde ölüp kalırsa diye, ya öldürürüm ya da onu öldürmek zorunda kalmaktan korktuğum için ölmeye terk ederim.” Victor da Perez gibi roman kahramanı olduğu için yazar onu da öldürebilir, yani Victor’un varlığının sadece kurgu olduğu her iki biçimde de ortaya çıkacaktır. Yazar, kurmaca gerçekliği bozmuş, kurmacadaki bu bozumla kendi hayatındaki gerçeklik algısına gönderme yapmış ve onu sorgulamıştır. Çünkü, ” İster yaşamdan kitaplara olsun, ister kitaplardan konuşmalara, gerçeği bir alandan başka bir alana aktardık mı bir şeyler oluyor ve gerçekliği bozuluyor.”[6] Unamuno’nun da yaptığı tam olarak budur. Hatta bir adım daha öte gider Unamuno, bir başka roman karakterini kurmaca gerçekliğine sokar: Don Juan Tenorio. Tenorio, Tirso de Molina’nın “El Burlador de Sevilla” adlı yapıtının başkahramanıdır. Burada da kahramanını farklı bir gerçekliğin içine dahil etmiş olur. “… bir anlatıda, bir başka romandaki karakterin bir romana girişi ya da bir oyuna girişi, neredeyse bir gerçeklik işareti işlevi görmektedir. Rostand’ın Cyrana de Bergerac’ında ikinci perde sonundaki durumu buna örnek gösterilebilir. Kurmaca karakterler bir metinden ötekine göç edebildiklerinde, gerçek dünyada yurttaşlık hakkı elde etmiş ve onları yaratan anlatıdan bağımsız hale gelmiş olurlar.[7] Böylece Tenorio’ya gerçeklik vererek kendisini sorgulatmış olur.
Roman, Agusto yağmurlu bir günde yürüyüşe çıkışı ile başlar. Ancak kararsızdır, yaşamda yolculuk etmeyen, yaşamın çevresinde dolaşan bir kişidir o, bu yüzden bir köpeğin oradan geçmesini ve onun gittiği yöne gitmeyi kafasına koymuştur ama köpek yerine bir genç kız -anne ve babası olmayan, halası ve eniştesiyle yaşayan, piyano öğretmeni olan Donya Eugenia Domingo- geçer önünden ve Agusto’nun yolculuğu başlar. Yalnızca gözlerini hatırlayabildiği genç kıza aşık olur. Agusto Perez, annesi altı ay önce öldüğü için varsıl ailesinden kalan evde bir uşak (Domingo) ve aşçıyla (Liduvina) beraber yaşamaktadır. Evine döner dönmez Eugenia’ya mektup yazar. Mektubu vermeye gittiğinde
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
36
kapıcı kadından sevdiğinin taliplileri olduğunu öğrenir ve savaşma kararı alır. Ancak aşk, varlığıyla Eugenia’nın önündedir, aşkı düşünürken yanından geçen Eugenia’yı tanıyamayacak kadar kendi dünyasındadır ve aslında merkezinde kendisi vardır. Eugenia onun yaşamın sisinin sıkıntısına bulduğu yeni bir çözümdür. Amacı aşık olmaktır ve bu yüzden aşkı/Eugenia’yı değil onunla ilgili konuşmayı tercih eder. Eugenia’yla ilgili bilgi almaya her gittiğinde iç konuşmalarıyla hayata dair düşünceleri, anıları, yetişme tarzı… karşımıza çıkar. Yine bu yürüyüşlerde küçük bir köpek bulur ve adını Orfeo koyar. Bir gün şans eseri, Eugenia’nın oturduğu kattan kanarya kafesi düşer, Augusto kafesi yakalayarak Eugenia’nın evine adım atar ve neden evin çevresinde dolaştığını Eugenia’nın halasına (Ermelinda) ve eniştesine (Don Fermin) itiraf eder. Ancak Eugenia’nın Mauricio’su vardır ve aslında Eugenia, müzikten dahi nefret eden, onun kafasında hayal ettiği karakterin çok dışında bir insandır. Kendisi, Eugenia için ötekidir. Dertleşmek için gittiği Victor onun durumunu şöyle değerlendirir:
“Kuşkusuz sen ayrımında olmadan ne şuna ne buna, kadına, soyuta aşıktın; Eugenia’yı görünce, bu soyut somutlaştı ve kadın kadınlaştı ve sen ona aşık oldun ve şimdi onu bırakıp gitmeden, onda hemen hemen bütün kadınlara aşık oluyorsun ve karşı cinsin hepsine birden aşık oluyorsun. Şu halde soyuttan somuta, somuttan karşı cinse, kadından bir kadına ve bir kadından kadınlara geçtin.”
Augusto, Eugenia tarafından reddedilir ve bunu düşündükçe aslında onun bir simge olduğunu keşfeder: Aradığı şey, ruhtur. Ama aradığı ruhun istediği, o değildir. Onunla belirsizlikler içinde gitgeller yaşarken Rosario’ya/ütücü kıza bile aşık olduğunu düşünmeye başlar. Eugenia’ya evlilik teklifi yapar ve bu, Eugenia tarafından Augusto’nun parası için kabul edilir. Amaç para kopartmaktır ve daha da ileri giderek eski sevgilisine iş ayarlattırır. Düğüne üç gün kala Eugenia, Maurico ile kaçar. Victor’la konuşurlarken, Victor hayatı ile deney yapmasını tavsiye eder, yani intihar etmesini. Victor bu süreç zarfında hep nivola kahramanı olduğunun bilincindedir. Augusto da bunu kesinleştirmek için kendisini yazan yazarın evine gider ve (31. Bölümde) Unamuno’yla görüşür. Bu kısım çok ilginçtir, çünkü yazar ile kahramanı bir araya gelirler ve yazar tarafından Augusto’ya sadece bir kurgu karakter olduğu söylenir, yani varlığının gerçek olmadığı. Gerçeklik sorgulaması ile geçen diyaloglardan sonra roman kahramanının ölmesi ile Unamuno’nun ölümü arasında paralellik kurularak Unamuno’nun varlığı sorgulanırken; yazarın, kendisini romanın kurgusuna katmasıyla Augusto’nun varlığı sorgulanır. Augusto, varlığının hiçlik olduğu kuşkusuna kapıldıktan sonra birdenbire ölür (çok yemek yiyerek intihar etti olarak durum açıklanır) ve ölürken bunun bilincindedir. Augusto’nun ölümünden sonra Unamuno bir rüya görür ve rüyası beyaz bir sisle başlayıp, siyah bir sisle biter. Yazar, Augusto’yu yeniden canlandırma kararı almıştır ve sonra isterse yeniden intihar eder diyerek okuruna Augusto’yu canlandıracağını söyler ve hakikaten rüyada Augusto karşımıza çıkar, yeniden romana girmiş olur.
Sondeyiş’te bizli konuşma hakimdir ve bir nevi özet şeklinde olayların bitişi verilir. Orfeo bile bu bölümde düşüncesiyle romandadır ve efendisinin ölümüne dayanamayarak o da ölür.
Romanda işlenen kavramlar:
Romanda; yolculuk, nesnelerin anlamı, yaşam(ki sis anlamına gelir), mantık ve rastlantısallık, zaman, aşk, sıkıntı, aile, ölüm, yas, Esperanto ve dil, anarşizm, sonsuzluk ve gün, mülkiyet, düş, umut, düş
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
37
kırıklığı, anı, evlilik, ruh, romanların toplum üzerindeki tesiri, yaşlılık, filozoflar, bilim adamları, kadın, delilik, sinizm pornografi karşılaştırması, kuşku ve düşünme arasındaki bağlantı, aldatılma, yazar ve kurgu kahramanı, gerçeklik ve varolma, sanat… konularına değinilmiştir. 225 sayfalık bir roman için bu kadar kavrama değinilmiş olması eserin başarılı yönlerinden biridir.
Romanda işlenen kavramlardan bazıları:
Eser, Unamuno’ya göre, roman değil nivola’dır.Victor karakterinin nivola yazacağını ve bunu nasıl yapacağını Augusto’ya anlatması ile kurgusal gerçeklikten nivola’nın ne olduğu okura aktarılır. Burada kendisini eleştiren edebiyat eleştirmenlerine de bir gönderme vardır: “…evet, evet, nivola! Böylece türünün kurallarını çiğnediğimi hiç kimse söyleyemeyecek… Türü ben bulmuş oluyorum, bir türü bulmak, ona yeni bir ad takmaktan başka şey değildir ve kuralları istediğim gibi koyuyorum.”(s.106)
Gerçeklik sorgulanır romanda. Augusto, Orfeo’yla(köpeğiyle) konuşurken şöyle der: “Birçok kez Orfeo, var olmadığımı ve öteki insanların beni görmeyeceklerini sanarak sokaklarda dolaştığım olmuştur. Kimi zaman da beni, benim kendimi gördüğüm gibi görmediklerini düşlerdim.” (37) “Tek başına, tek başına, tek başına aynı uykuyu uyumak! Yalnız insanın uykusu bir kuruntudur, görüntüdür; iki insanın uykusu ise hakikattir, gerçektir. Gerçek dünya, hepimizin düşlediği uyku, ortak uyku değildir de nedir?” (S:71) Yine başka bir yerde, bir kez daha romanın gerçekliği Augusto’ya sorgulatılır: “Peki benim yaşamım, novela mı, nivola mı, yoksa başka bir şey mi? Benim başımdan geçen ve benim çevremdeki insanların başından geçenler gerçek mi, kurgu mu? (ki bunu bir kurgu kahramanı soruyordur, SNB) bütün bunlar Tanrı’nın ya da uyanır uyanmaz buharlaşan bir başka varlığın düşü olmasın? Bunun için mi ona dua ediyoruz, onu uyutmak ve düş görmesini sağlamak için, ona şarkılar, ilahiler söylüyoruz? Bütün dinlerde yapılan ibadetler, Tanrı’nın düşünü sürdürmesi ve uyanmaması ve bizim de düş görmemizi sağlaması için değil mi?” (s.106-107)
Zaman hakkında kahraman Augusto şunları söyler: “Olan oldu. Peki yarın ne olacak. Yarın Tanrı’nın günü. Peki dün kimindi? Kimindi dün? Ah dün, güçlülerin hazinesi! Kutsal dün, her günkü sisimizin özü!” (s:14) yine Agusto köpeği Orfeo ile konuşurken bir Hamletvari bir sahne okuyucunun gözlerinin önüne serilir: “…Her yeni saatte, önceki saatlerin beni ittiği düşüncesine kapılıyorum, geleceği hiç bilemedim. Ve onu sezinlemeye başladığım şu an, geçmişe dönecekmişim gibi geliyor bana… Geçip giden bu günler… bu gün, geçen bu sonsuz gün, iç sıkıntısının sisinde kayıp gidiyor. Bugün dün gibi, yarın bugün gibi. Bak Orfeo, babamın şu küllükte bıraktığı küle bak… Bu sonsuzluğun, Orfeo, korkunç sonsuzluğun ortaya çıkması. İnsan tek başına kalınca ve gözlerini geleceğe kapayınca, sonsuzluğun o korkunç uçurumu ortaya çıkıyor. Sonsuzluk gelecek değil. Biz ölünce, ölüm bize çevremizde yarım daire çizdirtiyor, o zaman geriye, geçmişe, geçip bitmiş olana doğru yürümeye başlıyoruz. Ve böylece yazgımızın yumağını çöze çöze, bize hazırladığı bir sonsuzluk asla var olmadığı için, hiç ulaşamadan hiçliğe doğru yürüyerek gidiyor, gidiyoruz. Yaşantımızın bu akıntısı altında, onun içinde, ters yönden gelen başka bir akıntı var; burada, dünden yarına gidiyoruz, orada yarından düne gidiliyor. Bir anda hem örülüyor hem çözülüyor. Ve arada bir öteki dünyadan, bizim dünyamızın içinden esintiler, buharlar ve hatta gizemli gürültüler bize kadar geliyor. Tarihin derinlikleri bir karşı-tarihtir, izlediği tarihin ters yönünde bir süreç. Yer altı ırmağı denizden kaynağa gider.” (s:38)
Sıkıntı için şunları söyler: “Hemen hemen hepimiz bilinçsizce sıkılıyoruz. Sıkıntı yaşamın temeli; oyunları, eğlenceleri, romanları ve aşkı bulan sıkıntıdır. Yaşamın sisi, tatlı bir sıkıntı, ekşimtırak bir likör damlatıyor. Bütün bu günlük ve anlamsız olaylar; vakit geçirdiğimiz, yaşamı uzattığımız bütün bu tatlı söyleşiler dünya tatlısı sıkıntıdan başka nedir ki?” (s:21)
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
38
Romanda mülkiyete ait görüşler Eugenia’nın anarşist eniştesi Don Fermin tarafından şöyle dile getirilir: “Zamanı gelecek, bütün toplumsal uzlaşmacılıklar ortadan kalkacak. Özel mülkiyetlerdeki çitlerin ve duvarların hırsız dediklerimiz için yalnızca biraz özendirici olduklarından eminim, aslında hırsız olanlar ötekilerdir, mal sahipleridir. Çitsiz, duvarsız olan, herkesin erişebileceği mülkiyetten daha güvenli mülkiyet yoktur. İnsan iyi olarak doğar, doğal olarak iyidir; toplum onu bozar, yoldan çıkarır…” (S:62) Ayrıca burada insanın varlığına yönelik “insanın iyi olarak doğması” açıklama da vardır.
Erkeğin gözünden kadını tasnif eder Augusto, buna göre kadınlar, imgleme ve kafaya hitap eden kadınlar(Eugenia); yüreğe hitap eden kadınlar(Rosaria) ve mideye hitap eden kadınlar(Liduvina) olarak üç türdür. Birinci kısımdakiler zeka ve düşün’e; ikinciler duygu ve duyumsama’ya, üçüncüdekiler ise istenç ve sevme’ye hitap etmektedir. Ruhun üç yetisine zeka, duyumsama ve sevmeye tekabül ederler ve yapıt, kadın’dan kadın kavramına kayar bu kısımlarda.
Romanın teknik incelemesi:
Romandaki letif-motif “Eugenia, Eugenia, Eugenia, benim Eugenia’m, yaşamımın amacı, sisler arasında iki yıldızın tatlı ışıltısı, savaşacağız?”cümlesidir. Savaş, yeryüzündeki yaşantıdır ve Eugenia’da kazanılması gereken bir savaştır yani yaşamın amacıdır. Diğer leitmotiflerse, “Yazgının yolları gizemlidir.” cümlesidir, yani kesinliksizlik ve belirsizlik; ve nivola kelimesidir.
Romanda bakış açısı tanrısal bakış açısı gibi görünse de anlatıcı kişi kimi zaman romanın akışına kendi düşünce ve izlenimlerini de aktarmıştır. Eugenia’nın sevgilisi Maurico ile yaptığı diyalog esnasında anlatıcı kişi araya girerek şunları der: “Zavallı kız, açıkça ayrımına varmadan, müziğin sonsuz bir hazırlanma, hiçbir zaman erişilemeyecek bir amaca hazırlanma, hiç bitmeyen bir sonsuz başlangıç olduğunu belli belirsiz duyumsuyordu.” (51) Hatta burada sadece araya girmekle kalmaz anlatıcı kişi, kahramanın ne hissettiğini bilmediği bir duygunun tarifini vererek kahramanını silikleştirir. Victor ile Augusto’nun diyaloglarından birinde (s:167) yazar, okura seslenir ve romanın kahramanlarının şüphelendiği gerçeği ve okurun da fark ettiğini fark ettiğinden belki, romana birkez daha müdahale eder. Bu, romanda teknik bir kusurdur ama Unamuno’nun yazdığı roman değil, kurallarını kendisinin belirlediği bir nivola’dır. Ve şöyle der yazar: “Augusto ile Victor bir nivolesk söyleşiyi yaparlarken ey okur, senin elinde tuttuğun bu romanın yazarı olan ben, roman kişilerimin beni savunduklarını ve davranışlarımı haklı göstermeye çalıştıklarını görünce, gizemlice gülüyorum ve kendi kendime şöyle diyordum: Bu mutsuz insanlar, benim onlarla yapmakta olduğum şeyi haklı göstermekten başka bir şey yapmadıklarını düşünmekten ne denli uzaktalar. Böylece bir insan, haklı çıkmak için nedenler aradığı zaman aslında Tanrı’yı haklı çıkarmaktan başka bir şey yapmaz. Ben de bu zavallı iki nivolesk şeytanın tanrısıyım.” Romanın 31. Bölümünde kahraman/ben anlatıcıya geçilir ki, burada konuşan kişi artık tamamen yazardır. Bu bölümde Augusto ile Unamuno’nun diyalogları vardır. Tanrısıyla buluşan nivola kahramanı. Sondeyiş’te bizli anlatıma geçen yazar, bu bölümün sonunda tekrar ilahi bakış açısına döner. Bu kadar teknik kusuru bilerek seçtiyse yazar- ki bunu nivola olarak adlandırır- gerçekten tamamen pervasız yazmaktadır.
Romanda La Celestina ile Fernando de Rojas’ın, Tragicomedia de Calixto y Melibea yapıtına; Gran Galeoto ile Jose Echegaray’ın aynı adlı dramına; Othello ile Shakespeare’e; Gil Blas ile Alain-René Lesage‘e, İlahi Komedya ile Dante’ye; Eneida/Aeneis ile Virgillius’a; Renan’ın Jouarre’li Rahibe’sine… metinlerarası göndermeler vardır. Portekiz efsanesi, Sokrat’ın öleceği günden bir anekdot, Buridan’ın eşeği benzetmesiyle Jean Buridan’ın deneyine gönderme, Pindaros’un cümlesi, Descartes’in düşünüyorum öyleyse varım’ı, özdeyişler ve şiir, telgraf, İbni Sina’nın fikirleri… de aktarılmaktadır.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
39
Nivola ile karşılaşan okur, ilk defa yeni bir kelime ve bunun tanımı ile karşılaştığında anlatıcı kişinin 150. Sayfada bahsettiği Homeros örneğiyle, okuru apax(ilk kez rastlanan sözcük ya da herhangi bir dil olgusu) hakkında bilgilendirir ve okurun bu durumu tanımlamasına da imkan sağlar. Nivola, bir apax’tır çünkü.
Eserdeki en önemli buluşsa, roman kahramanı ile yazarın buluşturulmaları ve gerçekliğe ve varoluşa yönelik sorgulamalardır ki, sis kelimesinin tanımı ve yazarın amacını açıkladığı cümleler yazarın gerçekleştirmek istediği şeylerdir. Sis, hayat, yaşamın küçük olayları, sorun, sıkıntı, üzüntü, karışıklık… anlamlarına gelmektedir. Ve yazar romandaki amacını Victor’un bir diyalogunda şu cümlelerle açıklar : “Karıştırmak gerek. Özellikle karıştırmak, her şeyi karıştırmak. Uykuyu uyanıklıkla, düşü gerçekle, özgünü sahteyle karıştırmak; bütün her şeyi tek bir siste karıştırmak. Sis romanıyla yazar gerçeklikle kurmacayı, gerçek kişiyle kurmaca kişinin hayatlarını, uyku ile uyanıklığı… karıştırmış ve hepsini, dediği gibi bu romanda bir araya getirmiştir.
Unamuno’yu, 1998′de Cemil Meriç’i okurken, “Yalnızlık, kutsal yalnızlık.” cümlesiyle tanıdım ama ancak, yıllar sonra 2010′da okuma şansına kavuştum. Nasıl gülmenin ve ağlamanın, konuşmanın ve susmanın… bir vakti varsa, kitapların da bir vakti var. O vakit gelmeden de güzel yüzlerini ve içlerini göstermiyorlar/açmıyorlar. Bize düşen de o vaktin gelmesini beklemek oluyor; elbette vakti gelmiş olan kitaplarla, gelecek olanı bekleyerek.
[1] Miguel De Unamuno, La Niebla, Çev. Yıldız Ersoy Canpolat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006.
[2] Miguel De Unamuno, La Niebla, Çev. Yıldız Ersoy Canpolat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s:9.
[3] http://www.felsefeekibi.com/site/default.asp?PG=1914
[4] “Büyük bir evde uşağı ve aşçısı ile yaşayan, zengin, kimsesiz, genç bir adamdır Augusto. Yegane dostu Victor ile satranç oynamaktan başka neredeyse hiçbir uğraşısı yoktur. Ta ki günlerden bir gün, her zamanki gibi amaçsızca evden çıktığında, sisler içinde önünden süzülüp giden güzel bir kadın siluetinin ardına takılana kadar. Bu karşılaşma bütün hayatını değiştirir; Augusto aşık olmuştur. O güne kadar kadınları doğru dürüst tanımazken, kendine tekrarlaya tekrarlaya büyüttüğü bu aşk sayesinde önüne çıkan tüm kadınlara karşı aşkla dolar. Nasıl tuzaklı bir “sis”in içinde dolaştığını, küçük köpeğinden başka çevresindeki herkesin rol aldığı bir oyunun “aldanan”I olduğunu çok geç fark edecektir.” (http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=69574om)
[5] Unamuno’nun eserlerinin eleştirmenler tarafından roman sayılmaması üzerine Unamuno’nun eserlerine verdiği isim.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
40
[6] Forster E.M., Roman Sanatı, çev.Ünal Aytür, Adam Yayınları, İstanbul, 1985, s.150.
[7] Eco Umberto, Anlatı Ormanında Altı Gezinti, çev.Kemal Atalay, Can Yayınları, İstanbul, 1995,s.142-143.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
41
Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği (Serdar Kaya)
Mehmet Yılmaz
Kemalizmin tarih sahnesinden silinmeye yüz tuttuğu şu günlerde bizi yeni sorunlar bekliyor. Neden? Çünkü Türkiye’deki fanatik Kemalistleri ya da milliyetçi solcuları eleştirirken sürekli içine düşülen bir hata var. Özellikle MÜTEYEDDİN / İSLÂMCI /MÜSLÜMAN gençlerin yakasını bırakmayan bir saplantı bu: Osmanlı fetişizmi. “En uzağa biz gittik, en çabuk da biz döndük, en güzel saksafonu Osmanlılar çalardı” şeklinde özetlenebilecek bu kolektif kibir nereden geliyor?
Sanırım bir beyin yıkama süreci ve bunun doğurduğu aşağılık kompleksinden. Ne yazık ki bu fikrî hastalıktan muzdarip Müslüman gençler de dünyayı “biz ve ötekiler = iyiler ve kötüler” gözlüğünden okuyor. Daha doğrusu bu isli, sisli, pis puslu gözlükten baktıkları için tıpkı Kemalistler ve Ulusalcı solcular gibi hiç bir şey anlamıyorlar etraflarını çeviren dünyadan. Çirkin Cumhuriyet ve Mânâ’sız Maneviyat makalesinde anlattığımız gibi akıllar ve vicdanlar hâlâ uykuda. Çiçekler, Gönüller, Bahçeliler, ve Pamukoğlular hâlâ pistte kıvırmaktalar.
Derin Düşünce Sitesinde yorum yazan, makale gönderen herkesin MUTLAKA okuması gereken bir kitaptan bahsedeceğim bu hafta. Daha önce kitaptaki bilgilerin küçük bir kısmı Derin Sular sitesinde yazı dizisi olarak yayınlanmıştı. Sağolsun Serdar Kaya bu bilgileri zenginleştirerek, örneklerle açarak kitap haline getirdi.
Bu kitap neden önemli? Çünkü insanlar kadın, erkek, Türk, Ermeni, Hristiyan, Müslüman, ateist olsalar da ta içlerinde (içimizde) bazı mekanizmalar var. Sosyal psikolojinin konusu olan bazı “kırmızı düğmelere” gerektiği gibi basılırsa en masum insanları bile birer katil, birer işkenceci yapmak mümkün. (Bkz. Kötü insan nasıl üretilir? Ve O Gün Bebek Nasıl Katil Oldu?)
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
42
Nedir bu düğmeler? Hangi mekanizmaları nasıl faaliyete geçiriyorlar? Nasıl korunabiliriz ve ülkemizi nasıl koruyabiliriz bunlardan? Makbul vatandaş tahayyülünden Millî eğitime, basına, hükümetlere… Toplum Mühendisliği nasıl işliyor?
Kitap matbaadan çıkmış ve 24 Mayıs Pazartesi gününden itibaren Ankara’dan başlanarak kitabevlerine dağıtılmaya başlanmış. Idefix ve Kitap Yurdu başta olmak üzere pek çok siteden de kitabı sipariş etmek mümkün. Beklemek istemeyenler için Pandora‘nın aynı gün teslim opsiyonu da var.
İşin güzel tarafı Serdar Kaya kitabı “kapatmıyor” açık bırakıyor. Çok sayıda insanın okuyup katkıda bulunması halinde yeni çalışmalara vesile olabilecek bir tartışma zemini olabilir:
“Yazı dizisi 16,000 kelime civarındaydı. Kitap ise 52,000 kelime seviyesinde. Ancak ilk 16,000 kelimelik kısmın da önemli bir bölümünü ya kitaptan çıkardım ya da yeniden yazdım. Onuncu bölüm gibi çoğunluğu itibariyle değişmeden kalan bölümler epey az. Gerek detaylandırmalarda gerekse konu çalışmalarında mümkün mertebe bugüne kadar sitede değinmediğim örnekler kullanmaya da çalıştığımdan neticede “yeni” bir çalışma ortaya çıkmış oldu. · Kitabı okuduktan sonra “Kitabın ötesi” sayfasına tavsiye linkler göndererek katkıda bulunabilirsiniz. · Yazı dizisini aradan iki üç yıl geçtikten sonra bir kitap projesi çerçevesinde geliştirmek üzere yeniden ele aldığımda metnin pek çok eksiğini tamamlamam gerektiğini fark ettim. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda da birinci baskıdaki metnin kimi yerlerini değiştirmek ve geliştirmek isteyeceğim. Bu nedenle, sitenin kontak formunu doldurarak tavsiyelerinizi, göreceğiniz hataları ve olumlu olumsuz eleştirilerinizi paylaşırsanız çok sevinirim. (Aksi yönde bir talepte bulunmamanız durumunda eleştirilerinizi - isminizin tamamını vermeden - ne dediler? sayfasında paylaşabilirim.)“
Serdar Kaya Tasfiye dergisinden Beytullah Emrah Önce’nin kitap ile ilgili sorularını cevaplamış, Derginin Eylül-Ekim sayısında yayınlanacak olan bu çok faydalı röportaja şuradan ulaşabilirsiniz.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
43
Acemi bir yazarın ilk romanı: Dağların Adamı Barnabo (Dino Buzatti)
Suzan Başarslan
Her yazar okur için farklı bir yolculuktur ve her yazar farklı bir yolculuk yapar. Kimi tek bir romanla[1] o’dur; kimi yıllarca süren bir arayışın sonunda o olur. Dino Buzzati[2] yıllarca süren yolculuğuyla, arayışıyla adını kabul ettiren yazarlardan biridir. Tatar Çölü’yle önce Fransa’da sonra da yirmi dile çevrilerek tüm dünyada tanınan ve hala baskısı yapılan bir romanın[3] sahibidir Buzzati. Tatar Çölü; roman tekniği, üslubu, iki düzlemle ilerleyen kurgusu, betimlemeleri, kazandırdığı Drago karakteri ile gerçekten ölümsüz romanlar arasında özel bir yere sahiptir.
Buzzati’nin ilk romanı, üzerinde iki yıl çalıştığı, birkaç kez düzeltme yaptığı ve -hala kusurlu bulduğu- 1933 yılında basılan Dağların Adamı Barnabo adlı romanıdır. Bu romanın özelliği, -romanın içinde değil tam tersine dışında- tüm kusurlarına rağmen, bir yazarın başlangıç noktası hakkında okuyucuya çok şey anlatmasıdır.
Dağların Adamı Barnabo’nun konusu; yol yapımı için kullanılması gereken cephaneliği korumakla görevli olan orman bekçilerinin haydutlara karşı cephaneliği yıllar boyunca korumaları’dır. Del Corre, Berton ve Barnabo roman içinde karşılaşılan roman kişileridir. Ama karakterden çok tip olarak karşımıza çıkarlar. Derinliğine ruhsal betimlemeye girilmez. Sadece Barnabo’nun başına gelenlerden onun kahraman olma hayalini, korkularını, edilgenliğini çıkarımsarız.
Silahlı çatışmaya girmeyip kovulan, beş yıl çiftçilik yaptıktan sonra San Nicola’ya dönen ve eskiden ormancı olarak çalışırken dönüşünde sadece, cephaneliğin gereksizliği anlaşıldığı için kapatılmasıyla boş kalan ormancı evine bekçilik yapmaya başlayan Barnabo. Döndüğünde hala yaşadığı utancı telafi etme arzusu ve tam bunu telafi edeceği an geldiğinde, haydutların da kendisi gibi yaşlandığını, artık koruyacak hiçbir şey kalmadığını ve hayalinin anlamsızlığını fark eden Barnabo… hayallerini kaybeder,
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
44
kariyerini kaybeder, sosyal statüsünü kaybeder, ümitsizdir, başarısızlığa uğrayan her birimiz kadar ümitsiz…
Buzzati romanlarında roman kişileri, her yerde karşımıza çıkan kişilerdir ve romanların bir diğer özelliği de budur ama burada bu özellik ham olarak karşımıza çıkar. Dıştan gözlem olduğu için -yer yer kahramanın ağzından konuşmalar ve monologlar olsa da- karakter yaratma ve karakter tahlili konusunda zayıf kalır roman. Barnabo, derinlemesine işlenmemiştir ama Drago’nun ön-habercisidir de bir yandan.
Roman teknik kusurlarla doludur. Günlük dil, kimi yerde özentisiz bir şekilde karşımıza çıkar. Eserin girişinde Del Colle’nin anlattığı yavan hikayeler düşük cümlelerle verilir. Anlatıcı kişi olayların içindedir, gözlemci bakış açısı gibi görünse de kimi yerlerde kahraman anlatıcı bakış açısına geçişler olduğundan ikisi arasında düzensiz geçişler akıcılığı bozar. Kimi yerde okuyucuya dahi seslenen bir anlatıcı ile karşı karşıyadır okuyucu. Betimlemeler çok da başarılı değildir. Zamanda geri dönüşler ise ciddi anlamda başarısızdır.
Teknik anlamda başarısız olan bu romanın içeriğine baktığımızda, Tatar Çölü yazarının işlediği konuların ham halleriyle karşılaşırız. Mardenlerin evinin çürümesiyle, hayata bakış açısının, gidememenin, takılı kalmanın, edimsizliğin ve edilgenliğin işaretini verir okuyucusuna Buzzati. Bunu Barnabo’nun haydutlarla çatışma hayali kurarken çatışmadan kaçması, işinden kovulması, hep bu utancı telafi etme hayali kurması ve yıllar sonra bunun anlamsızlığını fark etmesi ile de pekiştirir.
Barnabo’nun Del Corre’nin ölümüne üzülmemesi, ”hayatının işte böyle… evinin yakınında ve sonsuz hikâyelerle son bulması” hele ki kimsenin anlayamayacağı “hayallerle” son bulmasını daha iyi kabul etmesi, cenazede farklı kaygıların ortaya çıkması ile yabancılaşma’ya dair -çok da belirgin olmayan- bir ipucu verir.
İşe yaramayan bir cephaneliği beklemek, korumak, onun için ölmek, büyük zafer kazanmak… amacının anlamsızlığının fark edilmesi ama bir şekilde işsiz kalmamak, bir değişikliğin beklentisiyle her şeyin farklı, daha iyi olacağına inanmak gibi sebeplerle bu “bekleyiş”, bu “farkına varış” yıllara yayılır ki Buzzati romanlarında zaman dilimi çok uzun yılları kapsamaktadır. Bu romanda da Barnabo’nun San Nicola’yı terk ettikten sonra geri dönüşüne kadar geçen süre dahi beş yıldır.
Dağa yönelik yazarın duyduğu sevgi ve özlem özellikle betimlemelerde kendisini göstermektedir ki bundan sonraki romanlarında da bu sevgiyi mutlaka işlemiştir yazar.
Romanda yaralı karga, olacak olan şeylerin habercisi olarak karşımıza çıkar. Kimi yerde kötü bir olayın, kimi yerde özlemin, kimi yerde ayrılığın işaretidir. Özellikle Tatar Çölü’nde bu işlevi rüyalar yoluyla ortaya koymayı tercih etmiştir yazar. Hayata dair özellikle günlük yaşantımıza dair tespitler de yer alıyor romanda ki bu, yazarın ayrıntıları yakalama başarısını işareti olarak karşımıza çıkar.[4]
Büyük zafer kazanma hayali, beklentisi, bekleyişin uzaması, hayalin gerçekleşmemesi, hayal kırıklığı, hayalin anlamsızlığı…ve teslimiyet. Buzzati romanlarında karşımıza çıkan bu konular, bu romanda Barnabo’nun hayatı ile vücut bulur.
“Her şey zaman içerisinde yok olacaktı; aptalca utancı, karga, Bersaglio kasabası, Berton’un yola çıkışı… her sabah güneş dağları aydınlatacaktı. Sonbahar gelecek, kar yağacak, sonra da ilkbahar şarkıları söyleyecekti…” [5]
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
45
Ve hayalin bitişi:
“İşte Barnabo geri dönüyor. Az önce dağlarda bir nevi büyü bozuldu. Dağlar artık tamamen yalnız kaldı; ne haydutlar ne cinler… Bunların hepsi bitti. Yavaş adımlarıyla ormanın arasından ilerliyor…”[6] “Tüm yeryüzünde hayat kesintisiz geçmeye devam ediyor.” [7] Hayatın kabulü. Hayallerle harcanan ve uzun bekleyişlerle geçirilen edilgen bir hayatın sonunda olduğu gibi kabul edilmesi… Bu noktada çoğumuzun kişisel hikayesi aslında bu roman. Hepimizin değil ama.
Şu bir gerçek ki, bu romandan Tatar Çölü’ne kadar olan dönemde yazar kendisini gerçekten her anlamda -üslup, biçim, içerik- geliştirmiş. Yazar “Gerçekten çok uzun ve yorucu bir çalışma oldu. Bugün baktığımda bir-iki kusur buluyorum; ama benim için özellikle zor olan, bir dil arayışıydı. Yazmanın ne demek olduğunu bu şekilde anladım. Asla yayımlamayacağını düşünerek yazdığım tek kitap oldu.” der.
Uzun bir yolculuğun başındaki romandır Dağların Adamı Barnabo. Size bir okur olarak bir yazarın yolculuğunu, yazma uğraşısının zorluğunu, vazgeçmemeyi, başlangıçların hayallerdeki gibi kolay ve mükemmel olmadığını anlattığı gibi, hayatın zahmetli tarafının ve bu zahmete katlananların aldıkları yolu da gösterir.
Her kahraman yazardan bir parçadır, bazen zıttı bazen aynısı. Drago ya da Barnabo’da yazara dair çok şey buluruz ama yazarın tüm bu yazma sürecinde aldığı yola baktığımızda, yazarın kahramanları Drago ya da Barnabo gibi olmadığını da anlarız.
Bu roman, hele de Tatar Çölü’nü okuduysanız, size çok tat vermeyebilir. Ama bu roman, yazmanın aslında ne kadar zahmetli ve kıskanç olduğunu kabul ediyorsanız size bir okur olarak çok şey anlatacaktır.
Başta da söylendiği gibi, her yazar okur için farklı bir yolculuktur ve her yazar farklı bir yolculuk yapar. Kimi tek bir romanla o’dur; kimi yıllarca süren bir arayışın sonunda o olur. Dağların Adamı Barnabo ile Tatar Çölü’nü art arda okuduğunuzda “o” olmanın bir yazar için hiç de kolay olmadığını fark edeceksiniz.
Ve fark etmek okurun payıdır.
[1] http://kitapzamani.zaman.com.tr/kitapzamani/newsDetail_getNewsById.action?sectionId=99&newsId=1340
[2] http://tr.wikipedia.org/wiki/Dino_Buzzati
[3] http://www.derindusunce.org/2010/05/07/tatar-colu-dino-buzzati/
[4] Dağların Adamı Barnabo, sayfa 100.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
46
[5] Dağların Adamı Barnabo, sayfa 147.
[6] Dağların Adamı Barnabo, sayfa 148.
[7] Dağların Adamı Barnabo, sayfa 149.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
47
Türk ordusu neden (artık) darbe yapamıyor? (Darbe Tekniği - Curzio Malaparte)
Mehmet Yılmaz
Hiç bir yeri işgâl edemeyecek kadar beceriksiz ordular kendi ülkelerini işgâl edip ganimet toplarlar. Budur darbe. Geniş çaplı bir silahlı soygundur. Bu kanlı soygunu başarabilmek için de ülke içinde ve dışında her güçle suç ortaklığı yapar darbeciler. Fakat darbe bile yapamayacak kadar beceriksiz ordular ne yaparlar? Sarıkız? Ayışığı?
Uzun zamandır bahsetmek istediğim kitaplardan biri Darbe tekniği (1) :
“Bu kitaptan nefret ediyorum. Bütün kalbimle nefret ediyorum. Bana şöhret getirdi. Adına şöhret dediğimiz o değersiz şeyin kaynağı olan bu kitap aynı zamanda bütün dertlerimin de kaynağı oldu. Aylarca hapiste kaldım. Polisten eziyet ve taciz gördüm. Arkadaşlarımın ihanetine uğradım….”
Böyle diyor Malaparte kendi kitabı hakkında. İyi ama neden bu kadar çok belayı üzerine çekti? Ne yazıyor bu kitapta? Kanaatimce yazarın suçu(!) fazla açık sözlü, fazla tarafsız ve fazla öğretici olması: “Modern bir devlet nasıl ele geçirilir ve muhtemel bir darbe girişimine karşı hükümet nasıl korunur?” Kitabın konusu bu. Ne bir ideoloji, ne sınıf kavgası, ne üstün ırk, ne kapitalizm, ne emperyalizm.
İşte tam da bu yüzden bu minnacık kitap bizi ilgilendiriyor. Türkiye’de olup bitenlere, başbakan asmalara, başarısız darbelere, andıçlara, Gülen Cemaatinin devlete, özellikle de polise “sızmasına” ışık tutuyor.
Kitabın yazarı Curzio Malaparte (ki gerçek adı Kurt Erich Suckert) İtalya’nın Toskana bölgesinde Alman bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Malaparte’nin hayatı (1898-1957) adeta düşmüş bir uçağın kara kutusu gibi. 1900′lerin Avrupa’sının ulus-devlet kavgasının tam göbeğinde yaşıyor yazar. Etnik farkların, ulusal sınırların, faşizmin kan gölüne çevirdiği bu yıllar Malaparte’yi ve düşüncelerini
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
48
savuruyor ordan oraya: Toskanalılar arasında büyüyor, 16 yaşında Fransız ordusuna katılıyor, bir de madalya kazanıyor. 1918 baharında kimyasal silahlarla akciğeri sakatlanıyor. Diplomaside kısa bir durak, Versailles Barış konferansına katılıyor. 1921′de İtalya’ya dönerek Faşist Parti’ye (Partito Nazionale Fascista) katılıyor. Sosyalist fikirlerine ve askerî cesaretine aldandığı Mussolini ile “kapışması” gecikmiyor… Hikâye uzun. Ama Malaparte hep doğru yerde ve doğru zamanda bulunuyor. “Modern” devletlerdeki başarılı ve başarısız hükümet darbelerini gölge gibi izliyor yazarımız: Polonya, Fransa, İtalya, Almanya…
Tabi “modern devlet” derken 1930′lerdeki modernliği anlamak gerek. Demiryolları, telgraf ve fabrikalarla, işçisi, mühendisiyle endüstrileşmiş “modern” devletler söz konusu. Endüstrileşme çok büyük önem taşıyor zira dev bir makineye dönüşmüş olan bu ülkelerde halkın “karnının doyması” tarım toplumlarına kıyasla çok daha merkezî bir yapı sayesinde gerçekleşiyor. Bürokrasi, devletin demir yolları, devletin postası, devletin ordusu… 1930′lardaki “olgunlaşma” ile doruk noktasına varan Avrupa tarzı ulus-devlet modeli özünde dönemin teknolojisiyle de doğrudan ilişkili. Milyonlarca işçiyi bir günde askere çeviren makineli tüfek ve top, Büyük birlikleri eşgüdüm içinde hareket ettirmeyi sağlayan tren ve telgraf, “Ulus bilinci” denen propagandanın önünü açan matbaa ve ulusal gazeteler, Azınlık dilleri yasaklanırken ulusal dillerin zorunlu olması, Zorunlu askerlik, Grev yapan işçilerin öldürülmesi…
Bütün bunlar bir kaç asıra yayılan ve iki dünya savaşıyla neticelenen bir fikrî ve vicdanî dekorun parçaları. Ne yazık ki Türkiye’ye de bulaştı bu “Frenk” hastalığı ve 1915 Ermeni katliamı, 1938 Dersim katliamı gibi faciaları mümkün kıldı. (İlgilenen okurlarımız “ Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu” isimli kitabımızda hem Avrupa açısından hem de Türkiye açısından detaylı bilgi bulabilirler)
Darbe nasıl yapılır?
1917 Devrimi’nin önde gelen isimlerinden biri Lev Troçki (Лев Давидович Троцкий). Bu kitabın da belki en önemli kişisi, anahtarı. Troçki’nin darbe teorisi çok net bir biçimde anlatılıyor kitapta:
“Darbe politik değil teknik bir iştir. Sınırlı bir alanda, devletin hayatî organlarına dosdoğru ve sert bir şekilde vuracak teknisyenler gerekir. Dolayısıyla darbeyi mümkün kılmak sosyal ve politik çabalarla olmaz. Organizasyon, taktik ve teknik bilgi ister.”
Potemkin Zırhlısı gibi propaganda filmlerinin etkisindeki zihnimiz 1917 devrimini bir halk ayaklanması, geniş halk yığınlarının başarısı gibi görür ama Malaparte’nin gözünde hadise çok daha “teknik”. Troçki Moskova’yı küçük bölgelere ayırmış ve stratejik noktalar belirlemiştir. Tren garları, elektrik, gaz dağıtım merkezleri, telgraf büroları… Kısaca devletin işlemesini sağlayan her şey. Plan nispeten basittir. Bu stratejik noktaları ele geçirmek, devleti durdurmak, darbeyi yapan ekibin (kendini ispat etmek) istediği anda yeniden işletmek. Böylece “yeni hükümeti” halkın gözünde meşru, devrilen hükümeti ise beceriksiz ve hain göstermek. (Bilmiyorum Atatürk’ün İngilizler hesabına çalışmak istemesi ve Vahdettin’in “hainliği” ile ne derecede örtüşür?)
Moskova’da darbe hazırlıklarının kokusunu alan güvenlik güçleri elbette alarma geçmişler ama bürokrasi kendisinin vazgeçilmez olduğundan o kadar emin ki savunma hatları Troçki’nin stratejik
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
49
noktalarında kurulmuyor. Bunun yerine meclisi, bakanlar kurulunu, önemli yöneticileri vs korumaya çalışıyorlar. Yani devlet makinesi değil de devlet memurları koruma altında.
Sonuç malum. Ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Stalin bu dönemde Troçki’nin metodunu çok iyi gözlemliyor ve kendi başa geçtiği zaman böylesi “teknik” darbeleri durduracak önlemler koyuyor uygulamaya.
Aslında önemli ayrıntılar saymakla bitecek gibi değil. Kitabı okurken önemli gördüğüm yerlerin altını çizmeye başlamıştım ama bir zaman sonra hemen her satırı çizdiğimi fark ettim! Hitler, Mussolini, Napolyon gibi liderlerin hataları, zayıflıkları, devletleri kırılgan yapan özellikler, Avrupa’da amacına ulaşmış ve yarım kalmış darbelerin otopsileri… 200 sayfa okuyorsunuz ama kitabın neredeyse her sayfasından bir makale, bir tartışma konusu çıkar.
TSK neden artık darbe yapamıyor?
2010 yılındayız. 10 yılda bir düşman askeri görmeden kendi ülkesini işgal etmenin rehavetiyle uyuşmuş bir ordumuz var. Ama bu ordu artık darbe yapamıyor. “Yapacaam” diyor, muhtıra veriyor, gizli planlar yapıyor ama… yok. Neden?
Birincisi Türk Ordusu içinde darbeye karşı olan subaylar “kritik” bir sayıya ulaştı. Bu subaylar ellerinde tuttukları silahları kimin parasıyla aldıklarını biliyorlar ve maceracı, ahlâkî frenleri tutmayan meslektaşlarını frenliyorlar.
İkincisi polis teşkilatı içinde yine TSK’da olduğu gibi darbe karşıtı bir ekip var. Yanlış anlaşılmasın, bütün polislerin birer demokrasi abidesi olduğunu savunmuyorum. Ama yeterince önemli sayıda olmak üzere bir çok polis “darbe kokusunu” alıyor ve gerekeni yapıyor.
Üçüncüsü Türk basını eskisi gibi %100 postal yalayıcılardan oluşmuyor. Darbeci subayların kulaklarını tırmalayan “çatlak sesler” en olmadık yerlerden yükselebiliyor. Ayrıca günlük okuyucusu bir kaç yüz ila bir kaç bin arasında değişen ama sayıları on binleri bulan internet siteleri, tartışma forumları, arkadaşlık ağları kontrol edilemeyen ve okuyanların aynı zamanda yazar olduğu “anarşik” bir medya oluşturdu. Eskisi gibi bir manşetle savaş çıkarmak kolay değil. “Büyük” gazete ve köşe kapmış yazarlarının vurucu gücü çok azaldı.
Dördüncüsü Türkiye Troçki’nin “modern” devletine benzemiyor. Tarım toplumu, endüstri toplumu ve hizmet toplumu aşamasını aynı anda yaşıyor ülkemiz. Ekmeğini kazanmanın bu derecede renkli olabildiği bir ülkede halkın devletiyle olan ilişkisi de son derecede karmaşık. Dolayısıyla darbe yapmak ciddi bir stratejik zekâ istiyor ki internet sitesi fişlemekle, cami bombalamakla uğraşanların bu zekâ seviyesinin çok gerisinde olduklarını müşahede ediyoruz. Ergenekoncular kalifiye eleman sıkıntısı içindeler.
Beşincisi ve EN ÖNEMLİSİ dünya değişti. Troçki’nin teknik darbesini yapmak artık mümkün değil. Aslında teori yine doğru. Ama stratejik yerler eskisi gibi garlar, limanlar değil. “Küreselleşme” demeye alıştığımız ama özünde entegrasyon bulunan bir olgu var. Yani trenler, gemiler yine önemli ama bilgi ve para internet üzerinden ışık hızında hareket ediyor. Bu sebeple Türkiye büyüklüğündeki bir ülkede darbe yapmak için bankaları, yabancı borsaları, internet hizmet sağlayıcıları, uzaydaki haberleşme uydularını da kontrol altına almak gerek. Teorik olarak mümkün olan bu tür bir “küresel darbe” ancak
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
50
ABD’li bir ekip tarafından yapılabilir. Peki küresel hedefler için küresel imkânlar kullanılarak bir darbe yapmak gerçekten mümkün mü? Irak’ın işgali için bu ülkeye komşu bile olmayan Afganistan’da saklandığı iddia edilen bir teröristin(?) bahane edilmesi, Irak’a 160 bin askerin yollanması, ABD bütçesinden yüz milyarlarca dolar askerî harcama yapılması, Başlatılan korku kampanyasında Fox TV ve CNN‘nin aldığı rol, Irak işgalinden kazançlı çıkan firmaların siyasî bağlantıları…
Gibi faktörler dikkate alındığında Küresel darbeler dönemine girdiğimizi söylemek sanırım yanlış olmaz. Küresel darbelerin tıpkı ulusal darbeler gibi fikrî ve vicdanî bir zemine ihtiyacı vardır.Vicdanları uyutmak için “Biz iyiyiz ama ötekiler bizim kötülüğümüzü istiyor” demek ve dedirtmek gerek. Bugün için bu zeminin adresi Amerikan milliyetçiliğidir. Bu ülkenin saldırganlığının sebeplerini konu alan “Amerika Tedavi edilebilir mi?” adlı kitabımız ilgili okurlara Amerikan milliyetçiliği üzerine detaylı bilgi verecektir.
1° Bedir yayınevi 1969′da basmış. Varlık’tan yeni bir baskısının çıktığını duydum ama görmedim. Benim okuduğum Grasset’den çıkan fransızca baskısı. Kitabın orijinali italyancadır.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
51
İman ve Aksiyon (Necip Fazıl)
Kübra Nur Ayar
Necip Fazıl’ın İdeologya Örgüsü‘nü okuyordum. Zaman zaman, yabancılaştığımız dilimizin has kelimelerinden oluşan bir cümleyle karşılaşınca duruyor ve kendime şöyle soruyorum: bu cümleden ne anladın? Anlayıp anlamadığımı kafamda ölçüp biçerken aklıma bir misal ve bu misaldeki ince cevap geliyor:
Vaktin birinde Avrupalı Hristiyan bir vatandaş, televizyon kanallarını gezerken, uydu kanallarından birinde takılı kalır. O kanal bir Müslüman kanalıdır ve o anda yayınlanan programın konusu da Mevlana ve Mesnevi’sidir. Yayında Mesneviden bol bol beyitler okunur ve hristiyan izleyiciyi yayına bağlayan da işte bu noktadır. Dilini, dinini dahi bilmediği, daha önce duymadığı bu birkaç satır, kelimelerin dizilişindeki ahenkten olsa gerek bir hristiyanı etkileyebilmiştir. Neden bu kanalı izlediği sorulduğunda ise izleyicinin verdiği cevap ilginç ve düşündürücüdür: ‘anlamadık ama zevk aldık vesselam…’
Yıllar önce kitaplığın tozlu taraflarından bulup çıkarmıştım İdeologya Örgüsünü, yanılmıyorsam 1970li yıllara ait bir basımdı. Kitabın üst kısımlarını fareler kemirmiş olmalı, farklı şekiller çıkmıştı ortaya. Önce bir kapladım, sonra pek anlamayarak da olsa okumuştum kitabı. Şimdi o temel kitabın etrafında şekillenen diğer kitapları okuyarak ideali daha iyi kavramaya ve gençliğe hitabına muhatap olmaya çalışıyorum. Son olarak okuduğum ve inceleyeceğim kitabı İman ve Aksiyon, iki konferansının kitaplaştırılmış hali.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
52
“Bu konferanslar, büyük doğu idealinin ana kitabı olan İdeologyaÖrgüsü etrafında, bir meydan yerindeki saray çevresini kuşatıcı caddeler ve binalar gibi aynı idealin müşahhas planını hendeseleştiren, eşya ve hadiselere tatbikini nakışlandıran, zıt kutuplarını hedeflendiren ve yığınlara hitap şeklinde (dinamik) cephesini misallendiren 3 ciltlik bir kelam serisinin dördüncü kitabı…”
Diye başlıyor İman ve Aksiyon kitabı. Erzurum’da ve Kayseri’de yaptığı iki konferanstan oluşuyor. İlk bölümde, “Kardeşlerim!” diye hitap ettiği Erzurum halkına sesleniyor üstad.
Neden aksiyon kelimesini kullandığını ve bu sözün özünü açıklamış yazar konuşmasında. Lügat anlamıyla teşebbüs, hamle, şuurlu hareket’in karşılığı aksiyon. Fikrin, eşya ve hadiseler üzerinde nakşı, durağan değil sürekli hareket hali. Fransızca bir kelime olan aksiyon’un, Türkçe’de tam olarak karşılığı yok. Aynı ifadeyi vermek için lisanımıza yakın ve dinimizin de baş kelimelerinden biri olan amel’i kullanabiliriz ancak. Anlam üzerinde bu kadar durulmasının sebebi zannediyorum, kelime manasındaki hareketliliği, heyecanı ve dinamizmi bize aşılayabilmek. İslam alemi ve alimleri bir zamanlar ilimde, fende icatlar yaparken şimdi üretici olamayan toplumlar haline gelmesinin, bu durgunluğun sebebi aksiyon ruhunun kaybolması. Üşengeçlik ve boş durma hastalığı. Konferansın bir yerinde belirtiliyor yine ‘ Kur’an emirlerini yerine getirseydik, bugün füzeyi biz icad etmiş olacaktık.‘ Emre yüzümüzü dönseydik “boş kalınca hemen başka bir işe koyul” (inşirah s.-7) ayetini uygulasaydık en azından, bugün daha vasıflı insanlar ve toplumlar olabilirdik. Günümüzde en sözü geçen alim kimselere baktığımızda bile bir uzmanlık alanında yetkili olduğunu görürüz. Geçmiş dönemlerle karşılaştırırsak, İbn-i Sina’nın geometri, mantık, fıkıh, sarf, nahif, tıp ve doğabilim alanlarında, el-Harezmi’nin matematik, gökbilim ve coğrafya alanlarında uzman olduğunu hangimiz yabana atabilir? Birden fazla ilmin mensubu insanlar, aksiyon adamları… Biz bugün üniversitelerde bir bölümü bitirince oysa amel sahibi olduk sanıyoruz, boş durmaya zaman arıyoruz.
Aksiyon ruhu konuşmada sürekli geçiyor. Maddeden ziyade manadaki aksiyon üzerinde duruluyor. Verilen örneklerden birinde “mesela, bir makinenin keşfi, işine ve makinesine göre aksiyon olabilir de, hiçbir makinenin işi aksiyon olmaz” deniliyor. Gerçekten de bu misali ruhçuluğumuzun muhteşem bir hücceti olarak da kullanabiliriz. İşte keşfin önemi ve fenne verilen değer.
Teknolojide ve fende ilerlemek için diğer ülkeleri örnek almanın haddini aşıp hayranlık derecesine gelenler var. İnsanlık tarihinin bilgi birikimine ecdadının mirasından habersiz illa batı diye üsteleyip rol modelliği hayat önderliğiyle karıştırıyorlar. Necip Fazıl bu yanlışa Erzurum’dan en iyi cevabı veriyor: “bizde batı’yı gaye gösterenler, bir hastanede hademelik edip de köyde doktorluk yapmaya kalkan ukala cahillere benzerler.”
Şey’ler, verilen isimler hep Esma-ül Hüsna’dan tecelli edenlerdir aslında. Kitap boyunca geçen aksiyon kelimesi de Allah’ın “Fa’al” isminden alınan paydır. Ebedi ve ezeli fa’al olan kamil kudretin kamil işidir, aksiyon. Kitap bu bakımdan da “ya Fa’al” isminin mevkiini anlatıyor. Yine yazarın deyişiyle garp taklitçisinin asla göremeyeceği bu ahlak bize; mutlak aksiyoncu olan Allah ve hamle, hedef, azm sahibi olan peygamberlerden geliyor.
Kitapta bir de Kıbrıs ile alakalı bir anlatı var ki, Kıbrıs deyince harekatlardan, anlaşmalardan, politikadan önce akla gelmesi gereken ve dahi bu sorunların çözümünü barındıran. Muaviye devrinde sefere gidileceğini duyan doksan yaşındaki sahabi sefere katılmak ister. Oğulları, torunları karşı çıkar ama Kur’an’ı açar sahabi, cihada ait ayetleri görür. Silahlarını kuşanır, orduya ulaşır. Harekat, Kıbrıs’adır. Sahabi gemiye biner ve henüz yolculuk bitmeden şehit olur. Yedi gün kalır naşı gemide ve kokmaz. İslam ordusu Kıbrıs’a ilk şehidiyle beraber çıkar. Necip Fazıl buradan sonra diyor ki: “hani bir
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
53
aralık ‘Kıbrıs bizimdir, Türk’ündür!’ filan davaları?.. Kıbrıs bu mananındır! Bu manayı kim temsil ediyorsa onundur! (aksiyon) bu…”
Kitap böyle devam ediyor. Aksiyon konusunda başka çarpıcı örnekler de var. Garp taklitçilerine hitaben yine, “biraz daha beklersek, Garp, dönüp dolaşıp, -her şey İslamiyet’te, diye bize haber gönderecek, biz de ondan sonra, Müslümanlığı, -ne hazin!- anlayabileceğiz! “ diyor. İlerlemek için idrak noktasını, aksiyon ruhunu bu sözlerde kavramamız gerekiyor.
Birkaç fasılda tamamladığı Erzurum konferansını, aksiyon ruhunun, Türkiye’nin her tarafını Tortum Şelalesi gibi kamçılayacak bir mikyasa ermesi dileğiyle bitiriyor.
Kitabın diğer bölümü, özlediğimiz nesil konferansı, Kayseri’de yapılmış. Bu konuşmada daha çok zaman kavramı üzerinde duruluyor.
Başlarken deniliyor ki, hiçbir cins kafa gelmemiştir ki, Sokrates’ten Bergson’a kadar, zaman üzerinde cinnet buhranları çekmemiş olsun. Din ile alakalı kader ve kaza konusunu anlamak için de zaman üzerinde düşünmek gerekiyor. Allah’ın eşya ve madde üzerine attığı bir ağdır, zaman. Bu ağın içinde olmayan hiçbir şey yoktur. Her saniye, her an zamanın içinde, zamani. Işık hızı keşfedilse, aşılsa bile bu da zamani olur. Daha hızlı olmak mümkün ama zamanı aşmak mümkün değil.
Kitapta anlatıldığı gibi, dini gözle bakmaya başlayınca zamanı kavramak değilse bile, hisseder gibi oluyoruz. Ve yine denilmiş ki, bu hissiyatta derinleşmek bile Allah’ın büyük azameti önünde erimeye yeter.
Zaman mevzuundan sonra zaman ötesi bir boyutun kapısından, ölümden bahsediliyor. Pascal’dan bir alıntıyla yalnızlık vurgusu yapılıyor: “yapayalnız ölürüz”. Kitaptaki çarpıcı örnek ise şöyle; bütün insanlar diyor, anlaşıp aynı anda tetiği çekseler, bu hayal bir an tahakkuk etse ve herkes aynı anda ölse, yine herkes ayrı ayrı ve tek başına ölür. Filmlerdeki ayrılık sahnesi gibi dünyayı, sevgili bildiğimizi arkamızda bırakır ve yapayalnız ölürüz. Yalnız mü’min için ölüm korkulacak bir olay değildir. Hayatı gördüğümüz ölümler vardır örneğin.” burada, dünyada zaman içinde inlerken orada zaman üstü huzura ereceksin.” diyor yazar, müjde veriyor.
Konuşmanın devamında gençlikten, madde ile beraber ruh adalesi bakımından da genç olanlardan bahsediyor. İskender, Alparslan, Napolyon, tarihimizden Fatih, Yavuz, Kanuni’yi anlatıyor. Genç kalmakla alakalı, “hakiki genç, mustarip insandır” deniliyor. Genç adam öyle bir halde olmalı ki, bir davanın derdiyle dertlenmiş, yerinde duramayan, dinamik, aksiyon insanı… Hakiki genç, bir şeylerin ızdırabıyla rahat olmamalı, dert çekmeli.
Konferansın devamında aradığımız genç diye başlıyor ve madde madde özlediği nesli anlatıyor. Sadece başlıklarından bile yola çıkıp bünyemize aksiyon ruhu katabiliriz. Maddeler şöyle: aşk, üstün akıl ve sır idraki, nefs muhasebesi, eşya ve hadiselere tahakküm ve onları tasarruf mizacı, aksiyon ruhu, gözü karalık, fedakarlık ve disiplin, en derin merhamet içinde en keskin şiddet, başta samimiyet, her şubesiyle O’nun ahlakı, zarafet ve estetik, tek ümmet modeli olarak sahabiyi almak. Anlatılanların bir kez daha özetlenmesiyle bitiyor konferans.
Kitabın bir bölümünde denilmiş ki, ” (absent) diye bir kelime var Fransızcada… olup da burada olmayan, demek… mesela toplantımızda filan efendi yoktur ama, hakikatte vardır.”
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
54
Absent diye bir kelime varmış, böyle de hoş bir anlamı varmış… Ne yalan söyleyeyim ben bu yazıyı yazarken “Büyük Dava Adamı!, belki hakikatte buradasındır”, diyerek yazdım.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
55
Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna (Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri)
Mehmet Yılmaz
Birbirine aşk ile mi dolanmıştır o iki sağ el yoksa dua mı etmektedir? Neden iki sağ el? Bir aşk mümkün olsun diye iki elin iki farklı kişiye ait olduğu mu anlatılır yoksa tek bir sağ el aynada kendini mi seyretmektedir? Rodin müzesini gezen bir göz (=akıl) zannediyoruz “La Cathédrale“ isimli o heykeli unutamaz kolay kolay.
Başlangıçta sıradan insanların gözünde kocaman, şekilsiz bir taştı belki… Ama Rodin o mermere, maddeye baktığında bitmiş eserini, maddenin surete bürünmüş hâlini görüyordu… Bomboş bir tuval karşısında ressam da neticeyi, maksadını, muradını, eserinin kemale ermiş hâlini hayal eder.
Sanatçıların zâhirî “yaratma eylemi” aslında bu tasavvur halinde, hayal aleminde zaten “yaratılmış” olan bir şeyin maddî alemde de VAR edilmesidir. Bir başka deyişle MADDE yani mermer, tuval, boya veya şairin, yazarın kelimeleri işte bu mânânın surete bürünmesi, maddî alemde tecellî etmesidir.
Maddî ortam sanatçıdaki mânâların yansıdığı bir ayna olur. Aynadaki suret sanatçının anlattığı gerçeğin kendisi değildir. Ama o gerçekten ayrı da değildir. Surete bakarak perde arkasını yani gerçeği görmek için sanatçının lisanını, sanatındaki semboliği bilmek gerekir. Bu sembolik sanatçıya bağlıdır. Hayat hikâyesi, acıları, umutları, korkuları, kavgaları… Ayrıca eserin yapıldığı dönemi, sanatçıyı etkileyen fikirleri, tarihi olayları bilen kişinin gözü (yani aklı) sanatçının lisanına da hakim olur. Sadece akıllı (=gören) seyirciler lisanı kullanarak sanat eserine baktıklarından zahirden gerçeğe doğru gidebilirler.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
56
Aynanın ve yansımanın ne olduğunu bilen göz (yani akıl) baş aşağı duran bir cami gördüğünde bunun suda yansıyan bir akis olduğunu teşhis eder, başını yukarı kaldırır, gözünü (yani aklını) gerçeğe çevirir ve gerçek camiyi bulur. Aynanın ters çevirici yansıma lisanından gafil gözler ise baş aşağı duran camiye bakıp şaşırırlar.Başlarını ters çevirmek yoluyla gözlerini (=akıllarını) surete uydururlar. Şekilcidir bu yaklaşım, Hakikat’ten uzaklaşan boya-sanat’ın yoludur bu. Hedonistlerin, ırkçıların, pozitivistlerin buluştuğu meydana çıkar bu yol. Zira NE? sorusunu merkezden çıkarıp yerine NASIL? sorusunu koyar.
Kâinat ALLAH’ın “ol!” emriyle var olduğu için bütün varlıklar O’nun sözleridir. Bu bağlamda Kâinat’ın yaratıldığı Lisan’ın dışında bir gerçeklik olamaz. Haliyle iktisab al nu’ût yani O’nun sıfatlarıyla şereflenmek de bir bakıma bu “Lisan” ile alâka kurmak, Lisan-ı İlâhi’yi kesbetmek mânâsındadır.(*)
“Varlık bir harftir, sen onun mânâsısın” diyordu Şeyh ül Ekber Hazretleri. Sormadan edemiyoruz kendimize: Bu Lisan(**) ile yazılan Varlık harfinin mânâsına işaret eden aklî emareleri insan gözüyle (=aklıyla) görmek mümkün müdür?
« Cansız’dan Canlı’ya geçişte zahiren de olsa bir irade var. Çorak, Hayat’sız bir toprağa yağan ilk yağmur damlaları nasıl o toprağın içine işlerse Madde’ye öyle işliyor İRaDe. Hayatiyet dediğimiz şey baş harfi büyük yazılmak üzere bu İRaDe, Madde’ye canlılık veren. Sonsuzluğa erişme MuRaDını, ölüme direnme MuRaDını Madde’ye “sokan” bir İRaDe var. Madde’nin Madde olarak var oluşu bir iradenin neticesi olarak görülebilir. Ama “Canlı Madde” olan bitki ve hayvanlar bizzat o Madde’yi var eden İRaDe’nin minik gölgeleri, yansımaları. » (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…)
Kâinat’a bakarak Hakikat’i görmek için gözümüze yol açabilecek bir Kâinat lisanı var mıdır? Mısır hiyeroglifini ya da Hitit çivi yazısını ilk defa gören arkeologlar gibiyiz sanki. Elimizde bir dizi işaret var. Tıpkı Eski Mısır tapınaklarının duvarlarındaki kuş, timsah, insan ve bitki tasvirleri gibi. Bir maksadı olduğu belli bu işaretlerin. O maksadı anlamak için ise işaretlerin arkasında gözle görünmeyen / soyut / maNTıKsal / aklî bir şeyler aramak gerek. Eski Mısır lisanı (gramer, fonetik,…) ile birlikte bu lisanı konuşan toplumun tarihi, gelenekleri, dostları, düşmanları, korkuları, umutları…
“Kâinat’ın lisanını çözmek için bilgi bulabileceğimiz bir kaynak var mı?” diye sorulabilir. Bu konuda Kâinat’ı yaratan Sanatçı’dan ve O’nun Elçisi’nden (SAV) daha güvenilir bir kaynak düşünmek imkânsız doğal olarak:
“En güzel isimler Allah’ındır. O halde, O’na bu güzel isimlerle dua edin ve O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın….” (A’râf, 7/180; bk. Tâ-hâ, 20/8; Haşr, 59/24); “Allah’ın 99 ismi vardır. Bu isimleri ezberleyen (hıfz) kimse cennete girer.” (Buhârî, Deavat, 68. VII, 169); “Allâh’ın 99 ismi vardır. Bu isimleri sayan (ihsâ) kimse cennete girer.”(Müslim, Zikr, 6. III, 2062)
Peki ALLAH’ın isimlerini ezberleyip peş peşe saymak, daha doğrusu o isme tekâbül eden sesi dil ile, diş ile gırtlak ile çıkarmak yeterli mi? Eğer bu soruya “evet” diyebilseydik yani “zikir” (***) sadece bir
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
57
sesten ibaret olsaydı Müslüman makinalardan ve Müslüman binalardan da bahsetmek mümkün olabilirdi. Şuur olmadan Mânâ olmuyor. Mânâ olmadan da ne zikir, ne namaz ne insan…
Bunun için diyoruz ki göz ve kulak görme/işitme sürecinin özü değil de bir parça, bir uzantıdır. Benzer şekilde dil/diş/dudak gibi organlar da “zikir” sürecinde aklî birer uzantıdır. Esası değildir:
“Nasıl ki dil ile “ateş” demek dili yakmıyor, “su” demek harareti gidermiyor, “ekmek” demek karnı doyurmuyor, “kılıç” demek vücudu kesmiyorsa; aynı şekilde, sadece dille kelime-i tevhidi söylemek de kişiyi kötülüklerden (ALLAH’ın rızası dahilinde olmayan hallerden) alıkoymaz. *...+ Söz kabuk, mâna özdür. Söz sedef ise, mâna incidir. Öz olmayınca kabuğu neylersin. İncisi olmayan sedef neye yarar. Kelime-i tevhidin sözcükleri ve mânası, beden ile ruh gibidir. Ruhsuz beden bir işe yaramadığı gibi, kelime-i tevhid de mâna olmaksızın hiçbir fayda sağlamaz.“ (Er-Risâletü’t-tevhîd Hz. Gazâlî)
Bu gün tanıtacağımız kitabın tam adı Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna yani ALLAH’ın en güzel isimlerinin sırrının mânâsının keşfi.
Şeyh ül Ekber Hazretleri kitabın isminden başlayarak bazı hususları okurun nazarına veriyor. Neden keşif? Çünkü özgün bir fikrî eser, bir icad, bir üretim, bir inşa değil söz konusu olan, önceden var olan bir şeyin, bir sırrın keşfi. 99 isimi kapsadığı halde başlıkta çoğul olarak “sırlardan” değil de tekil olarak TEK BİR SIRDAN bahsedilmesi yine dikkate değer.
Nedir o sır? Bu sorunun cevabını İbn Arabî Hazretleri’nin bir başka eserinde, Tadbîrât İlâhiye‘de verdiğini görüyoruz. ALLAH’ın yeryüzündeki halifesi olarak yaratılan İnsan’ın bu maksada, bu kemale(?) erişmesi hakkında bilgi verirken şöyle diyor:
“Halife kendisine bu mertebeyi Emanet Eden’in vasıflarıyla bezenmeli, donanmalıdır. Öyle ki bu donanım onun eylemlerine, yaşantısına aksetmelidir. Bu vasıflarla donanma sürecinin mânâsını Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna‘da açıklamıştık.”
Esmâ-i Hüsna konusundaki eserleri incelemiş olan okuyucularımız şüphesiz fark etmişlerdir ki mevcut eserlerin çoğu mevzunun bir ya da iki yönü ile ele alırlar. Yani Esmâ-i Hüsna’yı Ta’alluk (alâka kurma, bağlanma), yahut Tahakkuk (gerçekleştirme), veyahut da Tahalluk (ahlâklanma) veçhelerinden sadece biri ya da ikisi üzerine odaklanırlar. Bu yazıda tanıtmaya gayret ettiğimiz Keşf al Mânâ bu üçünü de açıklaması bakımından zannediyoruz bir orijinallik arz ediyor. Şeyh ül Ekber Hazretleri’nin Marifet’i her bir isim için üç veçheden ele alması ve her bir isim için tek tek bu üç veçheyi nazarlara vermesi gözden kaçmamalı.
Keşf al Mânâ kitabında Marifet’e Ta’alluk,Tahakkuk ve Tahalluk veçhesinden aynı anda bakılması bir kaç sebeple önem arz ediyor ama teori ve pratiği birbirinden ayırmayan Hikmet ile ilgili kısımın altını çizmek isteriz.
İnsan eğer öğrendiklerinin etkisiyle davranışlarını değiştiriyorsa gerçek anlamda bir öğrenme sürecinden bahsedilebilir. Ama ya insan tersini yapıyorsa? Meselâ sigara içen bir doktor düşünün; ya da depremde yıkılma ihtimali olan evinden taşınmayan bir mühendis? ALLAH’a inanmış ama günahlardan uzak durmayan biri? Bu bilgilerle donandıkları halde bilgiyi eylemlerine yansıtmayanların hâli ne acayip. Sırtında kitap taşıyan bir eşeğe benzemiyorlar mı bu insanlar? İlimleriyle amel etmedikleri için, teori ile pratiği ayrı tuttukları için bilgi hamallığı yapıyorlar.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
58
”Bizim dünyamızda omlet yapma bilgisi bilinir, Güzel bir kadına(erkeğe) karşı aşk hissedilir ve ALLAH’a inanılır. İyi insan olunur, kötü insan olunur. Bilmek, Aşık olmak, İman etmek ve Olmak 4 ayrı fiildir. Oysa anladığım kadarıyla İslâm’da Bilgi, Aşk ve İman mertebelerinde ilerledikçe aynı körfeze açılan 3 ırmağın birbirine yaklaşmasına benzer bir durum çıkıyor ortaya. Siz inandıkça bildiklerinizi hissetmeye, hissettiklerinizi bilmeye, iman ettiklerinizi anlamaya başlıyorsunuz. Bilgi, Aşk ve İman karışarak AYNI-TEK(?) bir şeye dönüşüyor: OLMAK. Samimi bir gayret ile ALLAH’ın emrettiği gibi OLmaya çalıştıkça bazı bilgiler size doğru geliyor. Yani hiç bir kitap okumadan bazı şeyleri bilmeye başlıyorsunuz.” (Yeni başlayanlar için Mesnevî)
Keşf al Mânâ okunup bitirilebilecek bir kitap mıdır? Sanmıyoruz. Bazı kitaplar insanlara hayat boyu eşlik eder. Sırlarının kesafeti, ilimlerinin bereketi sebebiyle yaşantızın her anında, geçlikte, yaşlılıkta, bir doğumhanede ya da ölüm döşeğinde başka başka mânâlar keşfedersiniz.
Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinden bahsettiğim yazıyı bitirirken şöyle demiştik ki aynı sözler Keşf al Mânâ için de geçerli:
“Evet, Mesnevî’yi okuyup anlamak mümkün. Ama bitirmek? Mesnevî kanaatimce bir hayat projesi. Hayatımın değişik dönemlerinde elime aldığımda bulduklarım da değişiyor. Bir kaleidoskop gibi değişken, onunla kurduğum ilişki üzerinden bana beni yansıtıyor Mesnevî. Zannediyorum ki bu kitaptan öğrenilecek şeylerin hepsi kelimeye dökülebilir, objektif bilgiler değil. Aşk da İman da ilim öğrenmenin birer kanalı, penceresi. Haliyle Mesnevî ile onu okuyanlar arasında kurulacak öznel, sübjektif bir ilişki var.”
Dipnotlar
(*) Makalemizde eser hakkında verilen bilgiler bu eşsiz kitabı Fransızcaya kazandıran Pablo Beneito ve Nassim Motebassem’in takdim, dipnot vb katkılarından derlenmiştir. Bizim istifade ettiğimiz, Beyrut’ta hazırlanmış olan bu Fransızca-Arapça baskı çok faydalı, açıklayıcı takdimler, fihristler de içeriyor. İstanbul İslâm Eserleri Müzesi ve Beyazıt Kütüphanesi’deki el yazmalarından da istifade ederek hazırlanan baskıda orjinal eserden alınmış imajların (fotokopilerin) bulunmasının kitaba ayrı bir güzellik kattığını düşünüyoruz.
(**) Namaz kılan Müslümanla bir filmin senaryosu icabı namaz kılıyormuş gibi yapan aktör arasındaki mesafeyi idrak edebilen akıldır. Kâinat’a, Eser’e bakarak Sanatçı’yı görme potansiyeline sahip olan da akıldır (=gözdür). Bu madde-mânâ arasındaki mesafeyi idrak etmeye başlamak kanaatimce ilk önemli adım. Kâinat’ın Şiiri’nden (lisanından, semboliğinden) bahsetmiştik daha önceki görme-akıl ilişkisini ele alan bir yazımızda ve şöyle demiştik:
“*...+ Tabiat bilimleriyle ve analitik zekâ ile erişemeyeceğimiz ama başka türlü okuyabileceğimiz bir Hakikat var. Vehimlerimizden Gerçek’e, gerçeklerden Hakikat’e geçiş mümkün ama bu bir takım simgeler, rumuzlar ve metaforlar vasıtasıyla olabiliyor ancak. Bunun için “Kâinat Şiiri” diyorum. Bu Şiir’in kendine özgü bir sembol sistemi var ve Görmek-Anlamak fiillerinin birleşmesi (tevhidi?) bu sembol sisteminin bir parçası. [...] Hegel‘in Estetik yani sanat felsefesi adlı eserinde isabetle teşhis ettiği gibi:
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
59
“Sanat bu kusurlu ve dengesiz dünyanın yanıltıcı, aldatıcı şekillerinden görünenin içindeki Gerçeklik’i çekip alır… O gerçeklik zihnin keşfettiği üstün bir Hakikat ile donanır. Aldatıcı görüntülerin tersine Sanat günlük gerçeklikten daha üstün ve daha gerçek bir Hakikat içerir”
Çölde ve sıcak asfaltta su görür insan. Ama bu “su” aslında seraptır. Biri sıcak diğeri soğuk (=farklı yoğunluktaki) iki hava katmanının yan yana gelmesinden kaynaklanan bir yansımadır gerçekte. İnsan güneşe baktığında onu parmaklarının arasına alabileceğini görür. Ama gerçeğin böyle olmadığını da bilir. Çünkü GÖRMEK (=ANLAMAK) aklî bir işlevdir, et-göz sadece bu sistemin küçük bir parçasıdır. İşte çöldeki serapların peşinde susuzluktan ölmemek için “Kâinat Şiiri” üzerine düşünmek gerekir.
Bu yolla vehimlerden, zahirî (görünen) alemden Kâinat Şiiri sayesinde Gerçek’e yükseliriz. Bu sayede aklettiğimiz gerçeklerden de Hakikat’e geçiş yine “Kâinat Şiiri” yoluyla olur. Yoksa Akıl (=göz) kendini Yaratan’ı akledemiyorsa (görmüyorsa) neye yarar?”( Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur )
(***) ALLAH’ın isimlerinin anlaşılması, öğrenilmesi, bu mânâlar üzerinde tefekkür edilmesi veya isimlerin dua içinde zikredilmesi başka şeydir, nefs ile mücadele gayesiyle tesbih edilmesi bambaşka bir şeydir. Bu tesbihat insanların yalnız başlarına karar verip yapabileceği bir iş değildir. Meselâ geçim sıkıntısı içinde olan bir kişi “haydi ben her gün şu kadar EL-REZZAK çekeyim de rızkım artsın” derse avuç avuç antibiyotik, uyku ilacı, vitamin vs yutan bir insana benzer. Doktorlar bile muhtevasını, etkisini çok iyi bildikleri halde ilaçları değişik hastalara değişik dozlarda ve sürelerde verirler.Yaşı, cinsiyeti ve geçirdiği hastalıklar sebebiyle aynı ilaçlar farklı insanlar üzerinde çok farklı tesirler yapabilir. Bir kaç Esma-ı Hüsna kitabı okuyup kendi başına zikir yapmaya kalkışmak SON DERECEDE SAKINCALIDIR.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
60
Şiirler-Erdem Bayazıt
Kübra Nur Ayar
İki yıl kadar önce vefat haberiyle tanımıştım şairi. Gazetede haberin altına bir de şiirini eklemişlerdi. Kültür sayfasına şöyle bir göz atıp geçmeyi düşünürken o sayfanın aylarca duvarda asılı kalacağı, parlayan gözlerle defalarca okunacağı aklıma gelmemişti. Şiirin olduğu yeri kestim, o küpürü sararana kadar duvarda beklettim. Gittim geldim okudum şiiri. Başım sıkışınca okudum, mutlu olunca, hasta olunca okudum. Her gece yatmadan önce okudum. O satırlara çarpılmıştım ve anladığım kadarıyla benim kaybettiğim bir şeyi bulduğundan bahsediyordu şair.
“Buldum” şiiriydi beni çarpan. Yeryüzünden söz ediyordu, sevdiğinden, gözlerinden, bazı sözlerden ve ölümden. Şiirin sonu şöyleydi:
“ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”
Ölümden böylesine sevinçli bir hüzünle bahseden şairi ölümüyle tanımıştım bende. “Biliyorum sadece bir emanetsin” dediği dünyadan ayrıldığı vakitte. Geçtiğimiz günlerde başka bir şairin iki satırındaki mana, bana rahmetli Erdem Bayazıt’ı hatırlattı. Şöyle denilmişti: “utandırıyor artık hayatı gördüğüm her ölüm” Bana da hayatı hatırlatan ölümünü anarak şairin, utandım. Şiirlerini baştan okumaya başladım ve satır aralarında yeni manalar “buldum”.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
61
Çıkardığı üç şiir kitabını bir arada toplamış yayınevi, hacimce fazla olmayan ama içeriği bakımından oldukça kıymetli bir kitap. Modern zamanda yani bu ızdıraplı şehirde; inançsızlığın, erdemden uzak olmanın kederindeyken insan ruhunda çıkılan bir hicrettir onun şiirleri. Maddeden kaçış, şehre karşı bir başkaldırıştır. Beton yığınları arasında kurşuni renge aşina olmuş gözlerimizi kaldırıp bir kez gökyüzüne bakmamızdır onun amacı. “adamın göğe bakmayı unutması bu beni boğacak” demiştir bir keresinde. “nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme/ alıp başımı duvarlara çarpıyor bu yollar” satırlarıyla binalara önünden çekilmelerini söylemiştir.
Şehrin ölümü şiirinde de, şehrin elbisesinin çalındığından, duvarların ardında hiçbir sırrın kalmadığından bahsediyor şair. “göçen son kuşların sedef gagalarından dökülür/ şehir bir mahşer gibi içimizde ölür” satırlarıyla tamamlıyor şiirini.
Şehrin artık anlamsızlaşan yüzünü anlattığı şiirlerin ardından yüzlerinde şehirler taşıyan kimseler de anlatılıyor. Güneşçağ Savaşçıları’nda betimliyor böyle insanları; gözlerinde gök sancısı vardır diyor, “yüzleri Mekke ülkesi, gözleri Medine çeşmesi, elleri altınçağ mimarı” olmuştur onların. Altınçağı inşa eden ellere şiirlerini ithaf etmiş şair.
“ve yakıştırmasını bil üstüne ey ademoğlu/ usta bir makasla biçilen toprağı” sözlerinin geçtiği ölünün kıyıları adlı o müthiş şiiri M.Akif İnan’a ithaf olunmuş.
Birazdan gün doğacak adlı ümitvari şiiri de Nuri Pakdil’e diyerek yazmış. “Sizin bahçenizde büyüyecek, aşkın ve inancın güneş yüzlü çocuğu” diyerek bitirmiş o şiirini de.
İlk şiir kitabına ismini veren sebeb ey şiiri ise Fethi Gemuhluoğlu’nun aziz hatırasına adanmış. Sebepler âleminde yaşarken kader ve zaman üzerine düşünürken özellikle, hep kaçırdığımız bir noktayı anlatmış şair. Sebeb ey, demiş. “zamanın idrak incisi ses döner döner döner de, yönelir sebebe” demiş bir yerinde. Bugün anlaşılması zor bir nokta sebeb. Bazı kişisel gelişim kitaplarında örneğin sınava girecek bir öğrenci için o sınıftaki herkes senin için toplanmış, sırf sen sınava gir, bu soruları çöz diye, herkes senin için gelmiş, derler. Burada öğrencinin itildiği sebepler âleminden çok narsisizm belasına benziyor. İnsanları düşünüp olayları, durumları bir sürü mevzuyu akla getirip, bunların hepsi benim için oldu demek doğru değil. Benmerkezcilik, kendini üstün görme, bu bizi enaniyete iter. Şairin bahsettiği ve burada sebep gördüğü başka bir incelik var. Aynı örnek üzerinden düşünürsek, ben bu sınavı kazanacaktım, ders çalıştım ama çalışmasam da Allah buna kadirdir ben yine sınavı kazanırdım. Sebep olsun diye önümüze sınavlar, dersler konmuş, görünen bir kanıtı olmuş, demek lazım. İşte sebeb ey şiirinde bahsedilen sebebe yönelme hali bu. Hatta daha doğru bir düşüncede, bir vesileyse sınavı kazandım ama benim çalışmam yeterli değildi, O inayet etti de kazandım diye düşünülmeli. Bu örnekteki gibi hassasiyetleri kavramada şair başka bir alemden sebepler alemine sesleniyor, sebeb ey, diyor bunun için.
Ölümünü saygıyla andığım şair, şiirlerinde sürekli ölümü anıyor. Özellikle risaleler bölümündeki ölüm risalesinde ölmeyi bir güzel özetlemiş şair. Kalbe farklı durumlar nasip olunca eşyanın da dili çözülürmüş. Şair de öyle yapmış, saatin tik-tak sesini dinlemiş ama bir hakikati duymuş. “tekrarlayıp duruyor saat/ vakit de mahluktur/ vakit de mahluktur” Yine aynı derin gözle bakınca görmüş ki:
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
62
“bir de bir örümcek ağının ortasına düşmüş
bir sineğin titrek bacaklarında seyretmiştim ölümü”
“Ölümü sıkça anınız” emrine muhatap olmak, eşyaya bakıp hakikati görmek, bir fanide baki olanı seyretmek… “Ben görmediğime inanmam” demişti, Hz.Ali (r.a.). Ölümü görmek de sanırım böyle bir şey. Ölümü görünce ancak, öleceğine böylesine inanabilir insan. Bilmiyorum kendi ölümü üzerine yazan başka bir şair var mıdır ama Erdem Bayazıt “kendi ölümüme ait bir deneme” şiirinde bundan bahsediyor:
“bir gün öleceğim biliyorum
bunu her an ölür gibi biliyorum”
Bu bilme hali şüphesiz ki, herkes ölüyorsa ben de öleceğim gibi bir tümdengelim yönteminden çok farklı. Bir gün olup da öleceğini, herkes biliyor. Ölüm sonrası hayata inanan da inanmayan da, ölüm sebebiyle hayatı saçma olarak tanımlayan Albert Camus gibi felsefeciler de, ölmeden önce ölenler de… Demek ki bilmeden bilmeye fark var. Bu bilinç ve hayatın son bulacak olma gerçeği bizi son bulmayan hayatlara ulaştıracaksa ancak anlam ifade edebilir. Yine kitaptan bir ifadeyle: “biliyorum oruçlu doğar her insan, bir gün ölümün iftar sofrasına” gibi bir susamışlık hali ve aynı iftar sofrasındaki gibi nimetlere kavuşacağı anı beklemek, bu kavuşma anına ölüm demek, ölmeden önce ölenlerin işidir.
Bazı gerçeklerin farkına varan insanlara artık gündelik sınırlar dar gelir. Zaman bir başka zaman, mekan bir başka mekan olur onlar için. Bu sırrın kapılarından birini şair bize altmışlı yaşlarında ifade ederek, “şu zaman çıkmazında alıp beni bir altmış yaşa bağlıyorsunuz” demiş.
Kitaptan rastgele bir sayfa açtığımızda ölümden, kurtuluşu arayan insandan, maddeden kaçış manaya varıştan bahseden satırlar okumamız muhtemel. Risaleler kısmında ise tabiat, aşk, savaş, ölüm risaleleri var. Bunlar apayrı konular değil elbet; savaş risalesinde aşktan, tabiat risalesinde ölümden de bahsedilmiş.
Şairin beni fazlaca etkileyen bir şiiri de “sana, bana, vatanıma, ülkemin insanlarına dair” adlı şiiridir. Bu uzun ve destansı bir tarzda yazılan şiirinde şair, insanlar arasında bir gezintiye çıkıyor sanki. Evladını kaybeden annelerden, hastane koridorlarından, apartman odalarında büyüyen çocukların bilemeyeceğini baharlardan, yazdan, güzden, havalardan ve memleket havasından bahsediyor. Şiirin son bölümüne gelene kadar büyük bir kısmı “vatanıma ve ülkemin insanlarına dair” yazılmış satırlar. Okuyucu burada, başlıktaki “sana, bana dair” ifadesinin şiirin neresinde saklı olduğunu merak ediyor. Ve son satırlara geldiğimizde şiir öyle bağlanıyor ki tüm satırlar “sana ve bana dair” oluyor. Şöyle denilmiş:
bütün bunların üstüne
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
63
hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim
vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim
sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli
adın kurtuluştur ama söylememeliyim
can kuşum umudum canım sevgilim
Şiirin hepsini okumayan yalnız son satırları okuyan kimselerde zannediyorum aynı etkiyi bırakmaz bu satırlar. Bugün yazılan bazı şiirleri okuyoruz, yazan kişi artık kim için yazıyorsa onun adıyla başlıyor şiire, tüm satırlarda kendisini, onun hallerini anlatıyor. Ben öyle kimseleri az önce bahsettiğim şiirin yalnız son satırlarını okuyup aynı duyguyu almak isteyenlere benzetiyorum. Bir insan bir kimseyi yalnız ona baktığında görüyorsa, çevresinde olup biten diğer olayları o kimseden ayrı tutuyorsa, onun zatından birliğe varması, güzel bir şiir yazması da beklenemez. Ben de bu ayrımı en iyi Erdem Bayazıt’ın şiirinde yakaladım şimdiye kadar. Ve okuduğum başka yüzlerce satırda o son bölümdeki manayı bulamadım.
Ölüm hakkında “duymak kolay, anlatmak değil” diyen şairin anlattıklarından, ölümü biraz duyar gibi oluyoruz. Kitabında ölümü anlatmış, duymak vakti gelince de iki yıl kadar önce başka bir diyara göçmüş şair. Rahmet dileğiyle beraber, onun bana hayatı gösteren ölümünü anarak bir kez daha utanıyorum:
“ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”
3 ekim-trabzon
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
64
Genel Kurmay bu kitabı okusaydı hayatta olacaktın : Counterinsurgency Field Manual
Mehmet Yılmaz
Türk subayları bu kitabı okumuş olsalardı 30 veya 40 bin insan hayatta olabilirdi. Ne acı değil mi? Türkiye Cumhuriyeti gibi bir ülkede yaşamanın fiyatı bu. Merkezî yapı, ulus-devlet ideolojisi ve sivillere hesap vermeyen bir ordu. Gırtlağına kadar siyasete bulaşmış bir ordu. Hatta silahlı kuvvetlerin anayasa yapması, bunu halka SİLAH ZORUYLA dayatması.
”Bana ne bunlardan, zaten bu süslü kelimelerin yarısını bile anlamıyorum” diyenler biraz düşünmeliler. Hele kardeşleri, amca çocukları, evlâtları arasında terör yüzünden ölmüş insanlar varsa. Hele henüz teröre kurban gitmemiş gençler varsa etraflarında.
Bir tarafından canlı insan giren, diğer ucundan bayraklı tabut ve madalya çıkan bu terör makinesi bundan 30 veya 40 yıl önce durdurulabilirdi. Şayet bu insan kıyma makinesi o zaman dursaydı kaç kişinin hayatı kurtulurdu? Bir dakika düşünün kendi kendinize.
Neden bu kitap? Terör hakkında yazılmış binlerce kitap varken neden bu?
Bir kaç sebebi var. Birincisi “Counterinsurgency Field Manual” terör konusunda okuduğum en “teknik” ve en “soğuk” kitap. Bu soğukluğa, bu tekniğe ihtiyacımız var zira Türkiye’de basılan kitaplar ister istemez resmî ideolojinin gölgesinde. Bazen de şimdilerde moda olan Kürt Milliyetçiliğini eski moda(!) Türk Milliyetçiliği karşısına koyma gayretindeler.
Batı ülkelerinde basılan kitaplar ise terör deyince genellikle İslâmcı(!) terörü anlıyorlar. El-Kaide vs derken konunun özü güme gidiyor. Bask, Kuzey İrlanda bölgelerdeki ayrılıkçı terörü de sağlıklı biçimde analiz etmek kolay değil zira konuyu en iyi bilenler ister istemez “içeriden” insanlar. Tarafsız kalamıyorlar. Ahlâkî zeminde bir tartışma başlıyor: Terör mü yoksa bağımsızlık savaşı mı? Hayatı
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
65
tehlikede olan bir azınlık meşru müdafa yapamaz mı? Birleşmiş Milletler kriterleri, insan hakları beyannamesi derken siyasî kaygılar, yazarın tutkuları, korkuları, düş kırıklıkları yansıyor yazdıklarına.
Terör gibi binlerce insanın ölümüne sebep olan bir meseleyi ele almak zaten kimse için kolay değil. Ama çözüm istiyorsanız MESELE ile KENDİNİZ arasına bir mesafe koymalısınız. Kendini haklı ilân etmekle, komplo teorisi uydurmakla, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” demekle olmuyor, insanlar ölmeye devam ediyor, vatan bölünmeye doğru gidiyor.
İsyan Bastırma Teknikleri
“PKK… Ters giden nedir? Bundan sonra nereye?” isimli makalede kısaca bahsetmiştim bu kitaptan. Counterinsurgency Field Manual ‘ın 2006 baskısı var elimde. Ama Acrobat/PDF şeklinde internetten de indirilebilir. Kitabın övgüye değer bulduğumuz yanı yani soğuk ve teknik bir biçimde terör ile arasına mesafe koyabilmesi bir “manual” yani el kitabı olmasından kaynaklanıyor. Kitabın muhatabı sağcı, solcu, Kürt veya İslâmcı değil. Amerikan ordusunda görev yapan ve bir şekilde gayrı nizamî harp ile karşı karşıya kalan hemen herkesi ilgilendiriyor konu. Ama önce bir kaç anahtar kelimeye açıklık getirelim.
Son zamanlarda eski genel kurmay başkanımız İlker Başbuğ tarafından yanlış olarak (propagandanın eş anlamlısı şeklinde) kullanılan bir terim var, “asimetrik savaş“. Bu terim esasında “gayrı nizamî harp” teriminin karşılığı. Yani düzenli iki ordunun, üniforması, bayrağı, binaları vs belli olan iki silahlı gücün savaşması “nizamî”; bunun tersi gayrı nizamî. Ne demek? Asimetrik savaşta: 1) Savaşın başlangıç tarihi belli değil, 2) Savaşanlar gündüz çoban, gece terörist, 3) Bölge halkı düzenli ordunun ve devletin baskısı ile terör örgütü arasında eziliyor, 4) Bölgede paralel bir ekonomi oluşmuş ve teröristleri besliyor, 5) Terör örgütüne yardım eden komşu ülkeler ile resmen savaş hali yok. Diplomasi ve ticaret devam ediyor.
Balyozla sinek öldürmek
Bütün bu ögeler geleneksel savaş yöntemlerini etkisiz kılıyor ve asimetrik savaşa uygun yöntemleri gerektiriyor. Ülkemizdeki terörle mücadele dili, terimler ve kavramlar da bu çerçevede ele alınmalı elbette. Zira:
“PKK hakkında düşünmek ve konuşmak kolay değil Bir konuda insanların konuşarak çözüm arayabilmesi için anahtar kavramlara aynı adları vermiş olmaları yani ortak bir dile sahip olmaları gerek. Biz de öncelikle kelimelerin içinin neyle doldurulduğuna bakalım. Türk basını, güvenlik güçleri, yabancı basın ve PKK ‘nın kendisi aynı kavramlar için aynı kelimeleri kullanmıyor. Terörist, bölücü hareket, gerilla, ayaklanma, bağımsızlık savaşçısı, direnişçi, şehit. Bu kelimelerin bazısı dünya tarihindeki hatta dinimizdeki “haklı” mücadeleleri çağrıştırdığı için PKK’nın eylemlerine de retorik bir meşruiyet kazandırıyor. Gerilla bunlardan biri. PKK silahlı mensupları için bu kelimeyi kullanmayı tercih ediyor.
Gerilla aslında İspanyolca guerra (=savaş) kelimesinin küçültülmüşü, bir tür “savaşçık”. Napoleon’a karşı mücadele eden İspanyol direnişi sırasında ortaya çıkmış. Doğrudan çeviri yaparak Amerikan ve
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
66
İngiliz kaynakları da bu kavrama “small war” (küçük savaş) diyorlar sıklıkla. Anglo-Saxon kaynaklarda yakın anlamda kullanılan bir başka terim ise insurgency - counterinsurgency (isyan ve karşı isyan).
Aslında gerilla kelimesinin işaret ettiği önemli bir teknik bilgi var o da orantısız güçlerde karşıya gelmiş iki silahlı grup. Bu olduğu zaman zayıf olanın tek çaresi saklanmak ve vur-kaç taktiği ile büyük orduyu taciz etmek. Büyük ordu genellikle sırtını bir devlete dayadığı için küçük olanı “terörist” ilân ediyor. Küçük olan ise “ezilen-mazlum” kimliğini seve seve kabul ederek “dev bir orduya kafa tutan bir avuç kahraman” rolüne bürünüyor.“(PKK… Ters giden nedir? Bundan sonra nereye?)
Counterinsurgency Field Manual işte bu kavramlara ile arasına gerekli mesafeyi koyabilmiş nadir eserlerden. Başlığından itibaren “isyan” bastırmayı hedef alan bir doktrin sunuluyor. Elbette Amerikan ordusunun giriştiği harekâtların isyan bastırmak değil düpedüz işgal olduğu söylenebilir. Örneğin Irak’taki durumda elbette direnişçilere “isyancı” veya “terörist” denemez. Ama yazının başından beri belli ettiğimiz gibi bu makaledeki amacımız teknik bir analiz, zaten aşikâr olanı ahlâken sorgulamak değil.
Bu bağlamda gerek Irak’ta gerekse Türkiye’deki terörle mücadele sürecinde düzenli bir ordu var. Orduya hükmettiği varsayılan bir devlet ile bütçesi, komutanı, üsleri, tankları ve toplarıyla silahlı bir güç. Karşısında neredeyse görünmez bir ordu: Sivil giysiler içinde dolaşan, hatta maaşlı olarak şu veya bu kurumda çalışan ama zaman zaman isyan/terör/direniş hareketinde rol alan insanlar.
Bir başka ortak yön ise doğrudan savaşan terörist/direnişçi sayısından çok daha fazla gözcü, yiyecek vb sağlayan yada en azından “susan, göz yuman” bir grup insan bulunması.
Böyle bir savaşta düzenli ordu balyozla sinek öldürmeye çalışan birine benzer:
“Teröre karşı düzenli birlikleri kullanmak son derece hatalıdır, çünkü ordular terörle mücadeleye göre dizayn edilmemişlerdir. Eğer terör örgütleri ülkeyi rahatsız eden bir sivrisinekse, ordular bir ‘balyoz’a benzer. Balyozunuz ne kadar ağır olursa ‘sivrisinek’i yakalamak o kadar zor olacaktır. Sinek bir yere konacak, siz hızla balyozu kaldırıp duvara indireceksiniz. Bir süre sonra bakacaksınız ki sivrisinek uçmaya devam ediyor, fakat duvarlar yıkık dökük olmuş. Üstelik sizde sivrisinek kovalayacak, yani terörle mücadele edilecek hal kalmamış. Onca ağır bir nesneyi kaldırıp indirdiğiniz için incinen, kırılan, ya da çıkan uzuvlarınız da cabası. Bu nedenle terör örgütleri orduların terörle mücadelenin içinde olmasına bayılırlar. Tam da istedikleri şeydir. Tam da dişlerine göre bir hedeftir. Havada sallanan balyozun tepelerine inme olasılığı sıfıra yakındır. Onlar balyozu değil, onu tutan eli ısırırlar. Balyozu tutan el sinirlendikçe daha bir sert saldırmaya, kendisini perişan etmeye başlar. Oysa sivrisineğe karşı doğru mücadele aracı balyoz değil, sinekliktir, sinek kovucu tablettir veya sinek ilacıdır. Bunlar hem daha hafiftir, hem de daha esnek. Eli yormaz, çevreye zararı daha azdır.” (PKK… Ters giden nedir? Bundan sonra nereye?)
Peki çare nedir?
Sadece Counterinsurgency Field Manual yazılırken değil bütün Amerikan savaş nazariyesi oluşurken etkisi büyük olmuş bir Fransız subayından bahsetmeliyiz önce: David Galula (1919-1967). Başta Cezayir’in bağımsızlık savaşı olmak üzere Fransız ordusunun girdiği bir çok asimetrik savaşta rol almış bir subaydır Galula. Ancak diğer askerlerden farklı olarak terör/isyan/direniş ordularıyla yaşadığı tecrübelerini kitaplaştırmıştır. Bildiğim kadarıyla makale ve kitaplardan oluşan orijinal metinlerin çoğu İngilizcedir. En önemlileri:
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
67
Pacification in Algeria (İngilizce), Classics of the Counterinsurgency Era(İngilizce), Contre-insurrection : Théorie et pratique(Fransızca),
Gerçekten de İngiliz ve Amerikan ordularının komuta kademeleri Fransa’da neredeyse hiç tanınmayan bu Fransızı el üstünde tutarlar hâlâ. Meselâ Irak ve Afganistan’daki Amerikan işgal kuvvetlerinin komutanlarından David Petraeus “O isyan bastırma stratejilerinin Clausewitz’idir” demiştir David Galula için.
Evet, “çare nedir?” diye sorarak başladık bu bölüme. Çare en başta ağir merkezî emir-komuta zinciri yerine esnek, bireysel inisyatife dayalı komuta mekanizması koyabilmektir. Tıpkı 19cu yüzyıl devletlerinin ağır bürokratik yapıları gibi o dönemde son şeklini alan düzenli ordular da esnek değildir ve 21ci yüzyılın asimetrik savaşları karşısında çaresizdirler. Peki bu esnek yapı nasıl kurulabilir? Counterinsurgency Field Manual sayfalarında David Galula’dan yapılmış bir alıntıyla cevap verelim:
“Eğer bir organizasyonu oluşturan insanlar aynı zihin yapısına sahip iseler ve eğer her birim aynı karar-davranış kalıbına *orijinal metinde "pattern"+ göre hareket ederse mesele çözülmüş demektir. Tutarlı, herkesçe kabul görmüş ve iyi anlaşılmış bir doktrin de bunu amaçlamaz mı zaten? Doktrin dediğimiz şey bütün çabaların aynı yönde yoğunlaştırılması meselesine uygulama bazında verilmiş bir cevaptır”
Türkiye’nin ve özellikle de bugüne dek Kürt Politikası üretmede tek merkez olan Genel Kurmay’ın en büyük hatası askerî harekâtları bir araç değil bir amaç olarak görmesidir. Yıllardır bir düşman ordusuyla savaşır gibi “öteki” tarafa kayıp verdiren, bununla övünen ve “ölü ele geçen terörist” sayısını başarı göstergesi sayan bir Genel Kurmay’ın kurbanıyız ne yazık ki. Oysa öldürülen her insanın yerine Türkiye Cumhuriyetinden nefret eden 5-6 insan geçmiyor mu? Her “terörist leşi” bize 5-6 yeni terörist olarak dönmüyor mu?
İnsan öldürerek terörün bitebileceğini düşünen okurlara aşağıdaki yazıları tavsiye ediyorum: Terörist evlatlarımız ve Anzak leşlerimiz(!) Son terörist eceliyle mi ölecek? PKK’lıları affetmek
Şu halde sivil güçler ordunun hizmetinde değil ordu sivil güçlerin hizmetinde olmalı değil mi? Yine Counterinsurgency Field Manual sayfalarında David Galula’dan yapılmış bir alıntıyla son noktayı koyalım:
Temel düşünce şudur ki; askerî harekât siyasî harekâtın memurudur. Temel amacı siyasî aktörler ile sivil halkın birlikte çalışabilmesi için asgarî güvenliği sağlamaktır.”
Counterinsurgency Field Manual okurken neredeyse her sayfasında Türk Genel Kurmayı’nın Kürt Politikasında yaptığı hatalı bir uygulamayı görüyorsunuz. “Sakın şöyle yapmayın yoksa halkın desteğini kaybedersiniz” tarzı bir çok uyarı var. Yazık ki bizim Genel Kurmayımız ne kendi hatalarından ne de başka ülkelerin tarihinden ders almıyor.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
68
Son bir soru: Amerikan ordusu bu kitaptan ne kadar istifade ediyor? Irak ve Afganistan’daki durum nasıl yorumlanmalı? Bu konudaki görüşlerimizi Amerika Tedavi Edilebilir mi? isimli kitapta bulabilirsiniz.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
69
Er-Risâletü’t-tevhîd (Hz. Gazâlî)
Mehmet Yılmaz
Bir kitabın fiatı içindeki bilgilerin kıymetiyle orantılı olsaydı Gazâlî Hazretleri’nin yazdığı 30 sayfalık Er-Risâletü’t-tevhîd‘i satın almaya kimsenin gücü yetmezdi sanırım:
“Nasıl ki dil ile “ateş” demek dili yakmıyor, “su” demek harareti gidermiyor, “ekmek” demek karnı doyurmuyor, “kılıç” demek vücudu kesmiyorsa; aynı şekilde, sadece dille kelime-i tevhidi söylemek de kişiyi kötülüklerden (ALLAH’ın rızası dahilinde olmayan hallerden) alıkoymaz. *...+ Söz kabuk, mâna özdür. Söz sedef ise, mâna incidir. Öz olmayınca kabuğu neylersin. İncisi olmayan sedef neye yarar. Kelime-i tevhidin sözcükleri ve mânası, beden ile ruh gibidir. Ruhsuz beden bir işe yaramadığı gibi, kelime-i tevhid de mâna olmaksızın hiçbir fayda sağlamaz.”
Bir bardak çay fiatına, Semerkand yayınlarından çıkmış, 2.5 TL! Ama internette ücretsiz paylaşan siteler de var. Ne anlatıyor bu kitap?
Hüccettü’l-İslâm’ın eserlerinin hepsindeki “çekirdek” mânâ var bir kere. Din’in aklî yanı, yönü, kısmı en az naklî kısmı kadar büyük ve en az o kadar önemli. Ezbere kabul edilen değil tersine akledilen ama aynı zamanda haz edilen, kalp ile zevkine varılan bir şeydir… baş harfi büyük yazılmak üzere “Din”. Bunu öğreniyoruz bu merhametli öğretmenden.
Hz Gazâlî çokça övülmüş ve değişik ünvanlara layık görülmüştür. Eğer bana düşseydi ona bir ünvan daha tasavvur etmek, içinde “merhamet” geçen bir ifade arardım. Merhametli Alim veya şefkatli öğretmen gibi bir şey. Neden?
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
70
Hani yeni bir ilaç kullanırsınız da öksürüğünüz pat diye geçer, hemen komşunuza, iş arkadaşlarınıza söylemek istersiniz. Neredeyse nöbet tutarsınız “bir hasta gelse de şu bilgim ona şifa olsa” diye. İşte bu duygu adeta elle tutulur, gözle görülür Hz Gazâlî’nin kitaplarında. ALLAH’a “yaklaştıkça” O’nun sıfatlarının tecellisi olan, O’nun güzellikleriyle şereflenen bu büyük zâtlarda bu merhameti görmez miyiz her zaman? Meselâ Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinde?
İstanbul’a son geldiğimde beni çok mutlu eden bir şey oldu. Derin Düşünce’de Hz Gazâlî’nin kitaplarını tanıtan eski yazılarımı okumuş bir kaç gençle tanıştım. “Bu yazılarınızı okuduktan sonra merak ettik, gittik kitapların hepsini aldık, kütüphaneye dizdik” dediler. Böylece kendi hesabıma düşen hizmeti yapmış olduğumu düşündüm. Bu büyük alimlerin yerine konuşmak, onların ilimlerini anlatmaya çalışmak ne haddimize? Ama bu güzel kitaplar (ilaçlar) dükkânların raflarında kalmasın istiyorum. Bu güzel genç okuyucularda bu isteği uyandırabilmiş olmak, bayrağı onlara aktarmak beni gerçekten mutlu etti.
İlim ne kadar muazzam, ne kadar faydalı olursa olsun ancak insanlar ondan istifade ettiği ölçüde yaşar. Biz insanlar bu ilime sahip çıkmalıyız ve zihinlerimizde, vicdanlarımızda yeşertmeliyiz. İlim konuşmak, aramızda tartışmak, büyük alimleri anmak ve onların verdikleri bilgileri yaşantımıza aktarmak… İlimi yaşatmak derken kasdettiğim bu.
İslâm alemi olarak büyük bir hazinenin mirasçılarıyız. Evimizin bahçesine küp küp altınlar gömülüyken açlıktan ölmemiz yakışık almaz değil mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı isimli kitabımızda detaylı biçimde tartıştığımız gibi coğrafyamızın büyük sorunları var. Ve bu sorunların büyük kısmı da ilime uzak duruşumuzdan kaynaklanıyor:
“Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi?“
Peki ilim derken neyi kasdediyoruz? Fizik? Kimya? Sosyoloji? Siyaset Felsefesi? Kanaatimce bunların hepsi önemli, gerekli. Ancak ilim şayet insanlar için varsa önce İnsan’ı bilmek daha doğrusu İnsan’ın kendi kendini bilmesi gerekiyor. Kâinat’ın ve kendisinin varoluş sebebini bilmeyen bir insanın diğer konulardaki bilgisi ona faydalı olabilir mi? İslâm’ın bilgeliği bize böylesi bir bilişin ilim değil ancak bilgi hamallığı olduğunu ögretiyor. Sırtında kitap taşıyan bir eşeğe o kitapların faydası ne kadar olabilir?
Er-Risâletü’t-tevhîd‘in Kalple Nefis Arasındaki İnce Fark adlı bölümünden öğrenelim cevabı ve yazımızı bu derin mânâ ile bitirelim:
“… “Allah şüphesiz Allah yolunda savaşarak öldüren ve öldürülen müminlerin nefislerini ve mallarını cennete karşılık satın almıştır” (Tevbe 9/111) âyetinde “kalbin” değil de “nefsin” satın alınması dikkati şayandır. Zira kalp yaratılmış olan hiçbir şeye köle olmaz. Mevcudattan hiçbir şey onu çalamaz. Çünkü kalp Hak’tan gayrisiyle ünsiyet kurmaz, Allah’ın zikrinden başka bir şeyle tatmin
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
71
olmaz. Kalp bu konumu itibariyle alınıp satılamayan, Allah’tan başkasına boyun eğmeyen hür bir kimseye benzer.
Nefis ise böyle değildir. O, şehvanî şeylerle tatmin olur. Zevk ve lezzetlere olan meyli sebebiyle onların esiri olur. Esirin ise alım-satımı caizdir.
Bu anlatılanlar şeriat kabının zahirinden taşan birkaç damla, zahirî ilmin bazı kırıntılarıdır. Bilindiği üzere, sözün akışı vaktine göredir. Sen arındığın zaman sözün de arınır, sen bu-landığın an o da bulanır.
Nefis ve kalp meselesine şu şekilde de yaklaşılabilir: Kalp halkla değil Hak’la; nefis ise Hak’la değil halkla meşgul olduğu için, kalp yerine nefis satın alınmıştır.
Nefis kötü sıfatlar ve bayağı hasletler üzere yaratılmış olduğu için âfet bölgesi, muhalefet yurdudur. Kalp ise güzel sıfatlar ve iyi huylar üzere yaratılmış olduğundan itaat ve ibadet beldesi hüviyetindedir. İşte nefsin kötü vasıflarının iyi vasıflara, kalbî özelliklere inkılâp etmesi için nefis satın alınmıştır.
Nefis alım-satım kefesine konulup teslim işlemleri yapılınca, Allah Teâlâ nefsi hayra çağırmakla görevli bir meleği ona gönderir. Melek onu daimî surette hayra davet edip serden men eder. Bu hal aralarında bir dostluk kurulana kadar devam eder. Nefis vakur, boyun eğecek bir vaziyete gelince, melek ondan tüm kötü sıfatları alır ve onu güzel sıfatlarla donatır. Böylece o, küfür karanlığından iman aydınlığına, tüm kötü sıfatların zulmetinden iyi sıfatların nuruna ulaşır.
Nefis, küfür karanlığı ve onun vasıflarından kurtulup, muhalefet ve inadından vazgeçince, ilâhî emre boyun eğer; Allah Teâlâ da ondan razı olur.
Nefis bu vakur ve mutmain tavırlarıyla Allah’ın kulları arasına girer ve, “Ey nefs-i mutmainne! Rabbini razı edecek bir halde ve sen de rabbinden razı olacak bir vaziyette O’na dön. Kullarımın arasına ve cennetime gir!” (Fecr 89/27-30) âyetinin müjdesine mazhar olur. …”
Kitabın içindekiler bölümü şöyle:
İmam Gazâlî Önsöz Niyetine Birkaç Söz Mukaddime Kelime-i Tevhidin Mânası Kelime-i Tevhidin Meyvesi Kelime-i Tevhidin Hakkı Kelime-i Tevhidin Hâkimiyeti Kalple Nefis Arasındaki İnce Fark Hidayet Nurunun Misali Kelime-i Tevhidle Gelen Saadet Gerçek Sevgi İrade Nedir? Tevhid Nurunun Yansıması Evliyanın Makamları Kalpler O’nun Elindedir Yüce Allah’a Ait Sıfatların Hakikati
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
72
Ariflere Açılan Sırlar Bibliyografya
Dar Kapı (André Gide)
Suzan Başarslan
André Gide, Dar Kapı[1]
“Dar kapıdan girmeye çabalayınız. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır.” (İncil’den)
Andre Gide(1869-1951), 1947′de Nobel Edebiyat ödülünü almış Fransız bir yazardır. Batak, Kalpazanlar, Pastoral Senfoni, Dünya Nimetleri, Kadınlar Okulu, Dostoyevski yazarın diğer eserlerinden bazılarıdır. Dar Kapı 1909′da yayımlanmıştır.
Gide kendi hayatına ait kimi parçaları bu romanına yedirerek kendi dünyasındaki sorgulamalarını, aşk ve erdem hakkındaki görüşlerini okurun gözleri önüne sermekten çekinmemiştir. Gide-Madeleine aşkı, Jerome-Alissa aşkında gözler önüne serilmiştir. Tıpkı Jerome gibi o da küçük yaşta babasını kaybetmiş ve aşkla bağlandığı Madeleine romanda Alissa olarak karşımıza çıkmıştır. Hatta romandaki mektuplaşmalar Gide’yle Madeleine’in yazışmalarının romana aktarılmasıdır.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
73
Aşk, fedakârlık, aşkın dereceleri, erdem, yolculuk, inanç ve üslubu, ayrılık… bu aşk etrafında insanların sorgulamaları gereken kavramlar olarak karşımıza çıkar. Biz bir aşkı okurken aslında, insanın varlığına ilişkin bir sorgulamayı okumuş oluruz.
Jerome küçük yaşta(12 yaşında bile değilken) babasını kaybeder ve annesi ve Bayan Ashburton’la Luxembourg’da küçük bir dairede birlikte yaşamaya başlar. Zayıf yapılı bir çocuktur. Her yaz’ı, dayısı Bucolin’in Havre yakınlarındaki Fongueusemare’daki kır evlerinde geçirir. Kuzenleri Robert, Alissa ve Juliette, yengesi Lucile, dayısı, annesi ve Bayan Ashburton bu küçük dünyanın kahramanlarıdır. Babasının ölümünden sonraki gidişlerinde Jerome, Alissa’ya karşı içinde bazı duyguların değiştiğini fark eder: “Aşk ve merhametle doluydum; hayranlık, fedakârlık ve erdem duygularının belirsiz bir karışımıyla sarhoş gibiydim…” Havre’den Paris’e döndüklerinden kısa bir süre sonra yengesinin başka bir adamla kaçması üzerine geri dönerler ve kilisede karşılaşacakları kuzenleri içinde Jerome için önemli olan sadece Alissa’dır. Vaazda Peder Vautier vaaz konusu için Hz. İsa’nın şu sözlerini seçmiştir:
“Dar kapıdan girmeye çabalayınız.”
Vaaz devam ederken Jerome, kalabalıktan uzaklaşması gerektiğini, eğer kalabalıkla adım atarsa bu adımların onu Alissa’dan uzaklaştıracağını düşünürken şunu fark eder, Jerome’nin kapısı Alissa’dır. Ona ulaşmak için ondan uzaklaşarak kararını sınamak ister Jerome. Dar kapı Alissa’ya ulaşmak iken, dar kapıyı bulmak için Alissa’dan uzaklaşmayı seçer. Aşk için sevgiliden kaçmak, onun uzağına düşmek… bu, Jerome’nin aşkının ilk basamağıdır.
On dört yaşındadır ve aldığı Püriten eğitim onu “mutluluktan çok, onu elde etmek için harcayacağı sonsuz çabanın peşine düşürmüş; mutlulukla erdemi birbirine karıştırmasına” neden olmuştur. Burada çıkış noktası, “senin hayran olduğunu bildiğim şeye hayranlığımın nedeni, seni tam da orada yeniden bulabilmek” şeklinde Jerome tarafından sarf edilen ve Tanrı aşkının Alissa aşkına götüren yol olarak verilmesidir. Hatta şunları ekler Jerome, Alissa’ya:
“Seni orada bulacak olmasaydım, gökler umurumda olmazdı.”
Annesi vefat ettiğinde bile, onu sevmesine rağmen, Alissa’ya daha yakın olabileceği düşüncesi ile üzüntü duymaz. Sevdiği, her şeyin önündedir ve onu sevgiliye ulaştıracak her şey -bu, büyük bir üzüntünün yaşandığı ölüm olsa dahi- bir avantaj olarak kabul görür. Annesinin ölümünden sonraki yaz vaktini kuzenleriyle mutluluk içinde geçirir. O yaz Alissa bir rüya görür, rüyasında Jerome ölmüştür ve ona kavuşabilmek için çaba harcarken uyanır. Bu rüyanın tabirini, tekrar kavuşmaları için ikisinin de büyük bir çaba harcamaları gerektiği olarak yorumlar. Alissa’ya göre ölüm, “bütün hayat boyunca ayrı kalmışlar için” kavuşma anlamına gelmektedir.
Jerome lise birdedir ve Alissa’yla ilişkisi mektuplar üzerinden ilerlemektedir. Bu ayrılık sürecinde sevgilinin varlığını yanlarında duyumsarlar, ayrılıkta kavuşmayı yaşamaktadırlar ki bu, aşkta başka bir seviyeye geçtiklerinin göstergesidir. Özellikle Alissa’daki gelişme daha dikkat çekicidir çünkü o, her şeye seninle bakıyorum diyerek kendi varlığından çok, sevgilinin varlığını yaşamaktadır. Hatta mektubunda şunları yazar Jerome’ye:
“İnan bana, yanımda olduğunda, seni şimdikinden daha çok düşünmeyeceğim. Sana acı çektirmek istemezdim ama artık, yanımda olmanı dilemez oldum. Sana bir şey itiraf edeyim mi? Bu akşam geleceğini bilseydim… kaçardım.” Burada sadece sevgilinin yokluğunda onu bulmak yoktur, aynı
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
74
zamanda yokluğu, varlığa tercih etmek de vardır. Ayrılıkta kavuşmayı bulan aşkın diğer aşaması ise, sevgilisi olmadan baktığı her şeyi ondan çalıyormuş hissine kapılmasıdır. Alissa’nın tüm bu bekleyişteki üçüncü aşaması ise, artık sevdiği yanında olmadan dünyanın hiçbir anlamının kalmamasıdır. Dördüncü aşama sevgilisine kavuşacağı anın kendisini korkutmaya başlaması, beşinci aşama ise eğer sevgilisinin işini zorlaştıracaksa gelme işlemlerini daha sonraya almasıdır, yani fedakârlık.
Kavuştuklarındaysa, uzun süren ayrılığın ardından fark ettikleri “değişim” korkusuyla bir tutukluk yaşarlar. Konuşacak çok şey vardır ama bir türlü sessizliği dağıtamazlar. Alissa, tüm bu yazışmaların bir serap olduğunu ve her birinin aslında kendisi için yazdığını keşfeder. Ona göre bu; hayali bir aşk, akla dayanan bir şefkat ve bağlılık inadıdır. Uzaktayken onu daha çok sever ve bu yüzden Jerome’den ayrılmak ister. Jerome de Alissa’nın isteğine uyarak -mektuplar onları gerçeklikten uzaklaştırarak kavuştuklarında daha büyük bir yıkıma uğrattıklarından- mektuplaşmaktan vazgeçer. Uzunca bir süre sonra bir araya geldiklerinde, yavaşça birbirlerine alışmaya başlarlar. Alissa için erdem önemlidir, Jerome için Alissa.
Alissa günden güne derinleşen aşk burcundadır ve aşkın ayrılıkla saflaştığı safhaya ulaşmıştır. Şu kısım onun aşkındaki en önemli basamaktır:
“Hoşça kal dostum. Hiç inciput amor Dei (Tanrı sevgisi burada başlar). Ah! Seni ne kadar sevdiğimi hiç anlayabilecek misin?” Aşık olduğundan uzaklaştığın an’ın, asıl sevginin başladığı nokta olması. Maddeden manaya yükselişin ilk ciddi adımı.
Jerome için aşk, erdemleriyle birlikte onu sıradanlığın üstüne çıkartan bir araçken -buna ayrılık da dahil-, Alissa için erdem bir zorunluluktur, aşktan kaynaklanmaz ve onunla yücelmez. Bir iki kez daha yazışırlar ama artık mektuplaşmalar Alissa için eski değerini kaybetmiştir. Alissa artık farklı bir kişidir. Tanrı’ya adım atar ve Tanrı’nın kapısında hiç olma fikriyle O’na ulaşma yolundadır ve bu yeni aşk, Jerome için sorun olacaktır. Alissa dini kitaplar okumaya başlamıştır, değişmiştir ve Jerome bu yeni Alissa’da sevdiği hiçbir özellik bulamaz. Gerçek ayrılık şimdi başlamıştır, gidilen yol ve düşünceler tamamen ayrı yönleredir. Bu noktada Jerome, bağlandığının bir hayalet olduğunu düşünür, sevdiği Alissa gitmiştir artık ve onunla birlikte aşkı da. Bu aşkı kendisi yüceltmiş, erdem boyasıyla cilalamış, kendisine bir tanrıça yaratmıştır -tıpkı Halide Edip’in ‘Sen hayallerime giydirdiğim esvaptın.’ Demesi gibi- ve elinde kalan sadece yorgunluğudur. Ve Alissa Tanrı’yı seçtiği için onu küçümser ve onu orta seviyeye düşmekle itham eder!
Üç yıl sonra karşılaştıklarında Alissa ona -kendisinin verdiği- ametist haçı geri verir. Jerome son bir kez sarılır ona, ikna etmeye çalışır, ama Alissa ilahi aşka yükselmiştir. Jerome’yle ayrıldıklarından kısa bir süre sonra Alissa ölür “Yalnız yürümek için yeterince güçlü değil misin? Hepimiz Tanrı’ya tek başımıza ulaşmak zorundayız” diyen Alissa kendi dar kapısından geçerek Tanrı’ya ulaşır ve Jerome’nin geri almadığı haçla gömülür.
Bu bölümden sonra eser, Alissa’nın günlüğüne geçer ve anlatıcı bakış açısı da değişir. Olaylar Alissa tarafından aktarılır. Günlüğün başlangıcında üslup, Flaubert’in Vadideki Zambak adlı romanının havasını taşısa da sonradan değişir. Bu günlükle Alissa’nın aşkının maddi aşktan manevi aşka geçişinin tüm detaylarını okuruz.
Jerome’yle olamayacağını anladığında şunları söyler:
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
75
“Bize öğrettiğin yol Tanrım, dar bir yol, iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar.”
Günlük tamamen cümle cümle okunup her bir cümlenin ayrı bir tahlilinin yapılması gerektiği kadar derin anlamlarla yüklüdür. Ve okur olarak günlük, sizi sarsan cümlelerle doludur. Alissa’nın Tanrı’ya dua ederken söylediği:
“Kalbimin pazarlığını yapmak istemiyorum artık.”… cümlesi gibi.
Eser, günlüğün okunmasından sonra, Jerome’nin on yıl sonra Alissa’nın odasını ziyaretiyle son bulur.
Dar Kapı, sohbet havasında bir üsluba sahip. Olayların gelişimi -özellikle manevi değişimler- mektupla ve günlük aracılığıyla okuyucuya verilir. Kahraman anlatıcı bakış açısıyla-önce Jerome’nin sonra Alissa’nın- kaleme alınmıştır. Olayları yetişkin-Jerome anlatır bize, yıllar sonrasından yıllar öncesine olan bu bakışta aynı zamanda yaşanılan olay, duygu ve izlenimlerin kritiği de vardır. Her ne kadar yaşananları aktarsa da yetişkin-Jerome şunu itiraf eder bize, “Sözleri tam olarak bunlar mıydı? Bunu tam olarak doğrulayamam, çünkü söylediğim gibi aşkımla öylesine doluydum ki, onun bazı sözlerini ancak duyabiliyordum.” Eserde empresyonist tasvirler de -özellikle eserin sonunda Jerome’nin Alissa’nın odasında yaptığı tasvir-dikkati çekmektedir.
Eserde Goethe’den, Baudelaire’den, Racine’den, Shakespeare’den ve kimi farklı kaynaklardan(Internelle Consolacion) alıntılar(cümleler, şiirler, ilahiler…) vardır. Eserin içinde yazar ve şairlerin karşılaştırmaları (Leibiz, Shelley, Byron, Keats, Hugo, Baudelaire) vardır.
Alissa’da her nedense Mecnun’dan çok Leyla’dır. Cinsiyetleri yüzünden değil. Aşka olan yaklaşımlarından, seçtikleri rollerden. Sessizce büyüttükleri aşk, ölümle/kavuşmayla önce/önden giden olmaları, aşklarını sessizlikle/sessizlikte/sükutta yaşamaları… yüzünden. Mecnun’un mecnunluğu, Jerome’nin çevresine aktardığı aşkı, aşkın diğer yanındaysa aşığa duyulan özlemle büyüyen gerçek aşk. Belki aşkın dereceleri Mecnun ve Alissa’da benzer ama yaşayış şekli Alissa’yla Leyla’yı aynı düzleme getirmekte. Sanki bir Doğu masalı/ezgisi/mesnevisi okumuş/dinlemiş gibi oluyor insan bu romanda. Her nedense ilahi aşk, daha çok, Doğu’ya yakışıyor; onun sınırsız, kuralsız, şekilsiz yaşamına. Batı, tıpkı Jerome’nin verdiği tepkiyi veriyor çünkü ilahi aşka, onu küçümsüyor, seviyesini bilimin altına yerleştiriyor ama bir taraftan da onu özlemeye devam ediyor.
Jerome’nin dar kapısı Alissa’dır ve o kapıdan geçemez. Alissa’nın dar kapısı Tanrı’dır ve o kapıdan geçer. Kimi ferah yolu tercih eder, kimi dar kapı’yı ve bu kapı iki kişinin geçemeyeceği kadar dardır.
Bu kapıdan tek başına geçmeye ne kadar hazırız?
[1] Andre Gide, Dar Kapı, Çeviri:Buket Yılmaz, Timaş Yayınları, 2009, İstanbul.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
76
El-munkizu Min-ad-dalâl (Hz Gazâlî)
Mehmet Yılmaz
İskoçyalı düşünür David Hume gibi iflah olmaz bir şüpheci ile Aziz Augustinus gibi, felsefî sorgulamaları için Tanrı’dan özür dileyen bir din adamı aynı zihinde birleşirse ne olur? Felsefî bir Big Bang?
“Biz ALLAH rızası için ilim tahsiline başlamadık. Fakat ilim ALLAH rızası için olmaktan başka bir gayeyi kabul etmedi” (Hz Gazâlî)
Bazı kitaplar vardır, insan onları okurken aklını aCZ bırakan bir muCiZenin kıyısında durduğunu idrak edebilir. Kitabın sayfaları değildir ikiye açılan, Kızıldeniz’in yarılan sularıdır adeta! Çünkü böylesi kitaplar yazıldıkları asırların, coğrafyaların günlük/yerel gerçeklerini delip geçerler ve Hakikat’e dair bir şeylere dokunurlar. Adeta yazan âlim zamanda seyahat etmişçesine kitaptan önceki ve sonraki asırlarda da geçerli olan/olacak şeyler anlatır size. Bu âlimlerin kalemiyle yazıldığında Hakikat ile Gerçek zeytinyağı ve su gibi birbirinden ayrı durur. İnsan düşüncesi tıpkı Sanat gibi güçlü bir matkaba evrilir, belki de olgunlaşır, varoluş sebebine erişir:
“Sanat bu kusurlu ve dengesiz dünyanın yanıltıcı, aldatıcı şekillerinden görünenin içindeki Gerçeklik’i çekip alır… O gerçeklik zihnin keşfettiği üstün bir Hakikat ile donanır. Aldatıcı görüntülerin tersine Sanat günlük gerçeklikten daha üstün ve daha gerçek bir Hakikat içerir” (Hegel, Estetik veya sanat felsefesi [aestheticam sive philosophiam artis], 1820-1829)
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
77
Bu “Matkap” kitaplar insana heyecan, hayret ve ardından idrak kazandırır. Gazâlî Hazretleri’nin yazdığı El-munkizu Min-ad-dalâl adlı kitaptan bahsetmek istiyorum bu gün. Büyük âlimin kendini ve hayatındaki dönüm noktalarını anlattığı, kısmen otobiyografi sayılabilecek bir eser. Ancak bilimsel yöntemden felsefeye, nübüvvetten tasavvufa, aklın sınırlarından toplum fertlerinin ve alimlerin sorumluluklarına kadar bir çok konu tam 12′den vurmak suretiyle aktarılıyor. Belki 8-10 YTL’ye alabileceğiniz veya buradan ücretsiz olarak indirebileceğiniz bu kitap nasıl oluyor da 100′ü bile bulmayan sayfa sayısıyla başarıyor bu işi? Dedik ya, muCiZe kitap diye! Başkalarının binlerce sayfada anlat(a)MAdığı şeyler 100 sayfada toparlanmış. Konular ilginizi çekmese bile sırf pedagoji öğrenmek için okumaya değer …
Fransızların bir sözü var, “bilgi reçel gibidir, ne kadar az ise o kadar çok yaymak zorundasın”. Tam tersi de doğru: İnsan bir konuyu Hz Gazâlî kadar derinlemesine bilince böyle bir kaç sayfa içinde toparlama, “ışık hızında” öğretme kabiliyetine de erişiyor. Kendisi için ne kadar dua etsek az.
Kitapta önemli gördüğüm yerleri not etmeye başlamıştım ama neredeyse her sayfasında “önemli” bir şeyler bulduğum için uzun alıntılar yapmaya karar verdim. Aslında dediğim gibi incecik bir kitap. Yine de elimden geleni yapayım ve günümüze ışık tuttuğu için önemli bulduğum kısımları konularını belirterek aktarayım. Hem Türkiye’nin hem de genel olarak İslâm Alemi’nin iç hastalıklarına ışık tutan kısımlar şöyle:
Tasavvuf’a dair
“İyice anladım ki, tesavvuf ehli güzel hâllere sâhib ve kuru sözlerden uzakdırlar. Tesavvufda ilm yoluyla öğrenilmesi mümkin olan şeyleri tahsîl etdim. Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla, yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamışdı. Dînî ve aklî ilmleri iyice kavramak için, lâyıkıyla öğrendiğim ilm dalları ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahü teâlâya, Peygamberliğe ve âhıret gününe, şübhe götürmez, sağlam bir îmân kazandırmışdı. Îmânın esâsları belli bir delîl ile değil, bilâkis sayısız sebeblerle, karînelerle ve tecribelerle kalbime iyice yerleşmişdi. Şunu iyice anladım ki, âhıretde se’âdete kavuşmak için, takvâ üzere yaşamak, harâmlardan sakınmak, nefsi hevâ ve hevesinden men’ etmek tek çâredir. Bu işin başı da, bir gurûr ve aldanış yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, âhırete bağlanmak, bütün varlığı ile temâmen Allahü teâlâya yönelmek, kalbin dünyâdan alâkasını kesmekdir. Bu ise, ancak, maldan, makâmdan, yüksek gâyelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkin olur. Sonra, kendi vaziyyetimi tedkîk etdim. Gördüm ki, dünyâ meşgâlelerine dalmışım. Bu meşgâleler beni temâmen sarmış hâldedir. Yapdığım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetişdirmekdi. Bu işde de âhırete pek fâidesi olmayan, mühim olmıyan bir takım ilmlerle meşgûl olduğumu gördüm. Ders vermekdeki niyyetimi araşdırdım. Onun da Allah rızâsı için olmadığını, şân ve şöhret kazanmak, makâm ve mevki’ sâhibi olmak arzûsundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenârında olduğumu, hâlimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanâ’at getirdim.”
Müslümanların felsefeye, pozitif bilimlere, İslâm dışı kaynaklara karşı duydukları korku ve içe kapanma hakkında:
“İkinci musîbet, İslâm dîninde samîmî olan kimseler sebebiyle doğmuşdur. Bunlar, felsefecilere âid bütün ilmleri red etmeyi dîne hizmet saydılar. Böylece, onların bütün ilmlerini red edip, câhil olduklarını iddi’â etdiler. Hattâ onların güneş ve ay tutulması ile alâkalı sözlerini kabûl etmediler.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
78
Bu iddi’âların dîne muhâlif olduğunu söylediler. Câhillere yakışan bu iddi’âları, güneşin ve ayın tutulmasını kesin delîllerle bilen kimse işitince, kendi delîlinde şübheye düşmez. Fekat islâm dîninin kat’î delîlleri tanımadığını, câhillik üzerine kurulduğunu zan eder ve felsefeye karşı sevgisi artar. İslâmiyyetden yüz çevirir. Bu ilmleri red etmekle, islâmiyyete hizmet yapdıklarını zan edenlerin, din aleyhinde işledikleri cinâyet çok büyükdür. İslâmiyyetde bu ilmler hakkında müsbet ve menfî bir şey bildirilmemişdir. Bu ilmlerde de dînî mes’elelere dokunacak birşey yokdur.”
Niyet okuma, yaftalama, insanların sözüne veya ameline değil “ne olduğuna” bakma
“Hak olan ve bâtıl olan sözleri birbirinden ayırmadan hepsini red etmek, aklı za’îf olanların âdetidir. Böyle kimseler, hakkı kişi ile tanırlar, kişiyi hak ile değil. Akllı olan kimse, bu husûsda hazret-i Alînin “radıyallahü anh” şu sözüne uyar: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın.” O hâlde akllı kimse, önce doğruyu tanır, sonra söylenen söze bakar. O söz hak ise, kabûl eder. O sözü söyleyen, ister bozuk düşünceli, ister doğru düşünceli olsun. Hattâ akllı kimse, doğru olanı sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp, çıkarmaya çalışır. Çünki bilir ki, altının çıkdığı yer toprakdır. Bir sarrafın kendi bilgisine güveni olduğu müddetce, hâlis altını kalp *sahte+ paradan ayırmasının hiçbir zararı düşünülemez. Kalpazanla alış-verişde ancak köylü (sarraf olmayan) zarar görür. Sarrafa bir zarar gelmez. Deniz kıyısında dolaşmak, yüzme bilmeyenlere yasaklanır, mahâretli yüzücülere değil.”
Alimlerin hatalarından cahil halkı korumak için yöntemler
“Câhil kimselere şöyle demelidir: Âlim, ilminin âhıretde kendisine şefâ’atci olacağını kabûl ediyor. Zan ediyor ki, ilmi onu kurtaracakdır. Bu sebeble ilmine güvenip, amellerde gevşek davranıyor. Belki de ilmi aleyhine bir delîl olacakdır. Fekat o lehine olacağına güveniyor. Bu da mümkindir. O, ilmine güveniyor, ameli terk ediyor. Ya sen ey câhil, ona bakıp, ameli terk edersen, ilmin de olmadığına göre, kötü amelin sebebiyle helâk olursun. Sana şefâ’at edecek bir şeyin de yokdur.”
Nübüvvet’in Hakikat’i
“İnsanda en önce dokunma duyusu yaratılır. Bu duyu ile soğuğu, sıcağı, nemi, kuruyu, yumuşağı, katıyı ve benzerlerini idrâk eder. Bu duyu, renkleri ve sesleri kat’iyyen anlayamaz. Bunlar, dokunma duyusuna göre yok demekdir. Sonra insanda görme duyusu yaratılır. Bununla da renkleri, şeklleri anlar. Görme duyusuna âid âlem, duyu ile anlaşılabilen âlemlerin en genişidir. Dahâ sonra insanda, işitme duyusu yaratılır. Bununla sesleri, na’meleri işitir. Nihâyet insanda zevk, tatma duyusu yaratılır. Böylece duyu âleminin idrâk vâsıtaları olan duyu organları temâmlanır. Yedi yaşına yaklaşdığı zemân, temyîz gücü, ya’nî nesneleri birbirinden ayırma gücü yaratılır. Bu çağ, insan varlığının başka bir duruma girdiği çağdır. İnsan bu çağda, duyu organlarıyla anlaşılamayan şeyleri de anlar. İnsan, dahâ sonra başka bir duruma yükselir. Kendisinde akl yaratılır. İnsan akl ile, lüzûmlu, mümkin ve imkânsız olanları ayırır. Akl, temyîz ve his kuvvetlerinin, duyu organlarının anlayamadığı şeyleri anlar. Allahü teâlâ ba’zı seçdiği kullarında, akldan sonra, başka bir kuvvet dahâ yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak şeyler anlaşılır. Buna nübüvvet ya’nî Peygamberlik kuvveti denir. Temyiz kuvveti, akl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akl da, Peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunları n var olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilmemenin ifâdesi oluyor. Bunun gibi kör olarak dünyâya gelen kimse, renkleri, şeklleri hiç işitmese bunları bilmez. Varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rü’yâyı yaratdı. İnsan ilerde olacak şeyi, açıkca veyâ âlem-i misâldeki şekli ile ba’zı rü’yâda görmekdedir.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
79
Rü’yâyı bilmeyen birine, insan ölü gibi baygın hâle gelip, düşünce ve bütün hisleri gidince, aklın ermediği gayba âid şeyleri görüyor denilse inanmaz. Böyle şeyin olamayacağını isbâta kalkışarak, insan etrafını his kuvvetleri ile anlıyor. Bu kuvvetler bozulursa, birşey idrâk edemiyor. Hele hiç işlemedikleri, fe’al olmadıkları zemân hiçbir şeyi anlıyamaz der. Böyle bozuk mantık yürütür. Akl ile bilinen şeyleri his kuvvetleri anlıyamadıkları gibi, nübüvvet kuvveti ile bilinen şeyleri akl anlıyamıyor.
Peygamberlik kuvvetinin bulunduğunda şübhesi olanlar, bunun mümkin olmasında veyâ mümkin ise de, vâki’ olmasında şübhe ediyorlar. Bunun mevcûd ve vâki’ olması, mümkin olduğunu göstermekdedir. Bunun mevcûd olduğunu da, Peygamberlerin aklın ermediği bilgileri haber vermeleri göstermekdedir. Akl ile, hesâb ile, tecribe ile anlaşılamıyan bu bilgiler, ancak Allahü teâlânın ilhâm etmesi ile, ya’nî Peygamberlik kuvveti ile anlaşılmışdır. Peygamberlik kuvvetinin bundan başka özellikleri de vardır. Bir özelliğin benzeri olan rü’yâ, insanlarda bulunduğu için, biz de, misâl olarak bunu bildirdik. Başka özellikleri, tesavvuf yolunda çalışanlarda zevk yolu ile hâsıl olur. Peygamberde bulunup, sende bulunmıyan bir özelliği aslâ anlıyamazsın. Anlıyamayınca, onu nasıl tasdîk edebilirsin? Çünki tasdîk, anladıkdan sonra mümkindir. O özellik sende tesavvuf yolunun başlangıcında hâsıl olur. Hâsıl olan bu özelliğin mikdârı nisbetinde bir çeşid zevke kavuşursun. Bu zevke kıyâs ederek, benzeri sende hâsıl olmamış hâlleri tasdîk edersin. İşte tek başına bu özellik, nübüvvete îmân etmen için sana kâfîdir.“
Aklın önemi, sınırları, şüphe, ilim ve ilmî yöntem
“Gençliğimin ilk yıllarından beri, hakîkatleri kavramaya çok arzûlu olmam, yaratılışımdan gelen bir âdetimdir. Bu benim elimde değildir. Allahü teâlânın bana ihsân etdiği bir hâldir. Bu sâyede, i’tikâdda taklîdden kurtuldum. Çocukluğumda örf ve âdete dayanan akîdeden sıyrıldım. Çünki, hıristiyan çocuklarının hıristiyan, yehûdî çocuklarının yehûdî, müslimân çocuklarının da müslimân olduğunu gördüm. *...+ Asl yaratılışın hakîkatını ve anneyi, babayı, hocayı taklîd etmekle elde edilen akîdelerin, inançların esâsını araşdırmayı istedim. Bu taklîd ile inanmanın başlangıcı telkîn ile idi. Telkîn ile başlayan bu taklîdleri birbirinden ayırmak için, içime bir arzû düşdü. Hâlbuki bunların hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğu husûsunda ihtilâşar vardı. Bunu nasıl yapabilirim diye düşündüm. Dedim ki, benim asl arzûm, işlerin hakîkatini bilmekdir. O hâlde, önce ilmin hakîkatini bilmem lâzımdır. Öyleyse ilmin hakîkati nedir? Nihâyet ilmin hakîkati bana şöyle zâhir oldu. Yakîni sağlayan ilm öyle bir ilmdir ki, onunla bilinen şeyler açıkca anlaşılır. Aslâ şübhe kalmaz. O ilmde yanlışlık ve hatâ bulunmaz. Kalb böyle bir ihtimâle imkân bulamaz.
Hatâdan emîn olmak için, ilm öyle kuvvetli olmalıdır ki, birisi bu ilmin bâtıl olduğunu iddi’â etse, da’vâsının doğruluğunu isbât için taşı altın, değneği yılan hâline getirse, bu durum o ilme sâhib olan kimseyi aslâ şübheye düşürmez. Ben on sayısının üç sayısından büyük olduğunu bildiğim hâlde, birisi üç sayısı on sayısından büyükdür. Bu sözüme inanman için, değneği yılan hâline getireceğim dese, bunu yapsa, ben de görsem, bu sebeble bilgimde bir şübhe meydâna gelmez. Ancak o kimsenin bu işi nasıl yapdığına şaşarım.
Dahâ sonra anladım ki, bu şeklde kesin olarak bilmediğim ilme güvenilmez. Şek ve şübhe bulunan ilm, kesin ilm (ilm-i yakîn) değildir. Sonra bilgilerimi inceledim. Kendimde duyu organlarımla elde etdiğim, delîle muhtâc olmayan açık bilgilerden (on sayısı üç sayısından büyükdür gibi) başka güvenilecek kesin bilgi bulamadım. Ümîdsizliğe düşdüm. Kendi kendime dedim ki: Duyu organlarıyla anlaşılan ve açık olan bilgilerden başka müşkilleri çözecek başka bir vâsıta kalmadı. O hâlde önce bu bilgileri inceleyip, sağlamlık derecelerini anlamalıyım. Böylece duyu organlarına güvenim, açık bilinen bilgilerde yanılmakdan emîn oluşum ve taklîde dayanan eski bilgilerime güvenim gibi midir. Yoksa pek çok
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
80
kimsenin şübhe götüren ve isbâtı gerekdiren bilgileri gibi midir? Bunların hangisi olduğunu sağlam bir şeklde öğrenmem gerekirdi. Bu sebeble, duyu organlarıyla bilinen ve zarûriyât, ya’nî açıkca bilinen bilgiler üzerinde gâyet ciddî bir şeklde düşünmeye başladım. Kendimi bu bilgiler husûsunda şübheye düşürmenin mümkin olup, olmayacağını araşdırdım.
Duyu organları ile elde etdiğim bilgiler hakkında şübhelerim artıp, bunlarla da hatâ yapmanın mümkin olduğu kanâ’atine vardım. Devâmlı artan şübhelerim üzerine, kendi kendime dedim ki: Duyu organlarının en kuvvetlisi gözdür. Göz, gölgenin durduğuna, hiç hareket etmediğine hükm verir. Hâlbuki bir müddet tecrîbeden sonra, gölgenin hareket etdiği anlaşılır. Gölgenin hareketi fark edilecek şeklde olmayıp, yavaş yavaşdır. Öyle ki, hareketsiz kaldığı hiçbir an yokdur. Yine göz, yıldızları bir altın lira büyüklüğünde görür. Hâlbuki astronomi ve hendese ilmleri ile, o yıldızın, üzerinde yaşadığımız dünyâdan dahâ büyük olduğu anlaşılır. Göz yanıldığı gibi, diğer duyu organları da yanılır. Duyu organlarının kendi bilgilerine göre verdikleri hükmlerin yanlış olduğunu, akl, savunmaya imkân bırakmayacak şeklde gösterir. Bunun üzerine, artık duyu organlarına da güvenim sarsıldı. Son derece açık olan aklî ilmlerden başka bir şeye güvenim kalmadı. On sayısı, üç sayısından büyükdür. Bir şey hem var, hem yok ve bir şey hem hâdis, ya’nî sonradan var olan, hem de kadîm, başlangıcı olmayan olamaz. Her aklın tereddütsüz kabûl edeceği husûslarda olduğu gibi, aklî ilmlere güvenilir, dedim.
Buna cevâb olarak mahsûsât, ya’nî duyu organları dedi ki: Aklî ilmlere nasıl güvenebilirsin. Hâlbuki bundan önce duyu organlarına güveniyordun. Akl hâkimi geldi, bizim yanılabileceğimizi söyleyip, bizi yalanladı. Eğer akl olmasaydı, sen devâmlı olarak ve ısrârla bizi tasdîk edecekdin. Şimdi muhtemeldir ki, aklın da ötesinde bir başka hâkim vardır. O ortaya çıkarsa, aklın duyu organlarını yalanladığı gibi, o da aklın yanıldığını söyler. Aklın yanıldığını söyleyecek böyle bir hâkimi bilmemen, onun yok olduğunu göstermez.
Bu cevâb karşısında nefsim durakladı. Sonra, verdiği şübheyi kuvvetlendirmek için, şöyle dedi: Görmez misin ki, uykuda iken, rü’yâda ba’zı şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayâl ediyorsun. Onların hakîkat olduğunu kabûl ediyorsun. Uykuda iken, rü’yâda gördüklerin hakkında bir şübheye düşmüyorsun. Fekat uyanınca, rü’yâda inandığın şeylerin hiçbirinin aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp, inandığın bilgilerin, sâdece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş olmadığını nereden biliyorsun. Mümkindir ki, sende başka hâl meydâna gelir de, rü’yâda gördüğünü uyanınca kabûl etmediğin gibi, aklınla anladığı n şeylerin de aslı olmayan bir takım hayâller olduğunun farkına varırsın. Yâhud da, sana gelecek olan bu hâl, tesavvuf ehlinin hâli gibi olabilir.
Zîrâ, tesavvuf ehli, “Biz istigrak hâlinde *ma'nevî hâllere dalınca+, duyu organlarının te’sîrinden kurtulup, akl ile anlaşılamıyan hâlleri müşâhede ederiz (görürüz),” demişlerdir. Belki bu hâl ölüm hâli de olabilir. Zîrâ, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar) buyurdu. Kesin olarak bellidir ki, dünyâ hayâtı, âhırete nisbetle bir uyku gibidir. İnsan öldüğü zemân, dünyâda göremediği bir takı m şeyler ona zâhir olur.”
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
81
Tatar Çölü (Dino Buzzati)
Suzan Başarslan
Dino Buzzati, Tatar Çölü[1] (ll deserto dei Tartari)
Tatar Çölü İtalyan yazar Dino Buzzati’nin(1906-1972) üçüncü romanı. 1940′ta yazdığı bu roman “Le Desert des Tartares” adıyla Fransa’da yayımlandıktan sonra dünya çapında ünlü olmuş ve yirmi dile çevrilmiş bir “sorgulama” romanıdır.
Konusu Giovanni Drago adlı bir teğmenin ilk atandığı Bastiani Kalesi’ne gidişi, burada kalmak istemese bile zamanla alışkanlıkların rahatlığının etkisi ve Tatar Çölü’nün cazibesiyle bu kalede yıllarca kalmasıdır.
Drago Harp Akademisinden mezun olup da Bastiani Kalesi’ne atanmadan önce gerçek hayata başlayacağı anı beklerken, her yatılı okul öğrencisi gibi etüt akşamlarında sokaktan geçen insanların mutlu ve özgür olduklarına inanmaktadır. Göreve giderken hissettiği şey, mutluluğun onun hayatının dışında bir yerlerde olduğu ve kendisini yalnız, mutsuz hissettiğidir. Hayata ait en küçük detaylarda hep kendisini diğerleriyle karşılaştıran Drago kendi hayatını kayıp, yalnız, mutsuz, ağır olarak nitelendirmektedir. Bir türlü bulunamayan ve kimsenin pek de haberdar olmadığı yolculuğun ilk ve en önemli anı, Drago’nun kırk yaşlarındaki Yüzbaşı Ortiz’le karşılaşmasıdır. Bu, kendisini kaleye zincirleyecek sayısız bağlantının ilki olması açısından öneminin yanında bu kalenin ikinci sınıf bir kale olması ve önemsizliğinin vurgulanması ve Ortiz’in on sekiz yılı aşkın burada görev yapmasını ve alıştığı için sıkılmamasını ifade
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
82
etmesi bakımından da önemlidir. Bir nev’i Drago’nun ihtiyarlamış halidir ve bundan ikisinin de haberi yoktur. Kaleye geldiklerinde Drago, alıştığı yaşamdan çok uzak olduğu için meçhul bir dünyaya gelmiş gibi hissederken; Ortiz, on sekiz yıldır kalede yaşamasına rağmen alıştığı, bildik ve sessiz dünyasını sevinç ve hüzün iç içe, hayranlıkla seyretmektedir.
Drago başlangıçta hemen geri dönmek ister ancak hastalık gerekçesiyle gitmenin mesleğine zarar vermesinden çekinerek dört ay kaldıktan sonra gitmesinin uygun olduğuna karar verir. Kalede en çok merak ettiği şey Tatar Çölü’dür. Çölü izlerken Drago burayı daha önceden hatırladığını düşünür ya düşünde ya da söylencelerde ama alçak kayalıklardan oluşan vadi bir şekilde ruhunda yankılar uyandırır. İlk gecesinde tek bir insanoğlunun kendisini düşünmeyeceğini, herkesin meşguliyeti olduğunu ve herkesin kendisine ancak yettiğini kısacası, yalnız olduğunu hisseder; oysa bu duygudan öte hissettiği şey, önemsenmemedir. İlk gecenin derin sessizliği, kulaklarına ulaşan sarnıcın su sesine duyduğu öfke, kimsenin geçmeyeceği bir boğazı korumak için görev yapan yüzlerce adamın uyanık kalması düşüncesiyle kaleden gitmek istemek ister ve çok saçma bulduğu bir varsayımı dillendirir: “Ya yıllar ve yıllar boyunca burada durmak ve gençliğini burada, tek kişilik yatakta tüketmek zorunda kalırsa?”
Göreve başladığında ilk fark ettiği şey, bir gece önce geçici bir konuk olarak gezdiği bu yerde buranın ‘efendisi‘ olduğudur. Kalede her şey büyük bir titizlikle gerçekleştirilmektedir: Nöbetler, nöbet değişimleri, topların bakımı… Drago artık hafta sonları da kalede kalmakta, izne çıkmamaktadır. Eşyaları kaleye ulaştığında tıpkı kale gibi yeni bir sembolle karşılaşırız. Pelerin. Bu pelerin, Drago’nun ait olduğunu düşündüğü uzak dünyadır. Ve zamanla pelerini ilk ihtişamını kaybederek zaman içinde eskiyecek, parlaklığını yitirecektir.
Drago, alayın terzisi Prosdocimo’nun yanına uğradığında oradaki yaşlı bir terziyle, Prosdocimo hakkında şu konuşmayı yapar:
“On beş yıl teğmenim, on beş lanet olası yıldır burada ve hala o bilinen hikayeyi anlatıp duruyor: Ben geçici olarak buradayım, her an gidebilirim… Halbuki asla gidemeyecek… O, alay komutanı albay ve daha pek çoğu ölene değin burada kalacaklar; bu bir tür hastalık, dikkatli olun teğmenim, siz ki yenisiniz… İlk fırsatta gidin, onların çılgınlığına yakanızı kaptırmayın.”
Yaşlı terzinin bahsettiği çılgınlık ise Albay Filimore tarafından başlatılan -kalenin çok önemli olduğu ve bir gün çok büyük olaylar olacağı- sözleridir. Kaledeki tüm askerler, bir gün kahramanca bir yazgının beklentisi içinde sessizliğe gömülü yıllar geçirmektedirler bu yüzden. Sadece bu ümit için, bir gün çok önemli bir şey olabileceği ümidi için. Romanın vurgulamak istediği ise bu konuşmanın ardından Drago’nun düşüncelerinin verildiği satırlarda karşımıza çıkmaktadır:
“Onların talihleri, serüven, herkesin yaşamında en az bir kez çalan o mucize anı kuzeyden gelecekti. Zamanla gitgide belirsizleşen bu uzak olasılık uğruna koskoca yetişkin adamlar yaşamlarının en güzel bölümünü burada tüketiyorlardı… ya gerçekte bilincine varamadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.”
Yaşamın sonuna gelmiş olsa bile insanın beklemeye değmiş diyebileceği bir olaya/ana tanıklık etmek için kaledeki askerlerin yıllarını harcadıklarını fark etse de bu onun aynı sonu paylaşmasına engel olamaz. Bunun yanında kaleden gidenler de olur, Kont Max Lagorio gibi. O bile arkasına bakmadan giderken kendisinde takıntı halini alan kaleden ayrılabilmesine hayret etmektedir.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
83
Peki kale ne anlama geliyor tüm bu insanlar için? Kale, kale bir takıntı, beklenen serüvenin gerçekleşeceğine inanılan yer, gizli bir kibirin yansıması, umut, kahramanca bir yazgının beklentisini körükleyen… yer ve aslında kale, edilgence beklemenin, hayatı sana verilecek olduğunu sandığın önemsenmenin kilidini açacak olduğuna inandığın bir sürünceme, zamanın dingince akarken bildik şeylerden, yüzlerden, hareketlerden, eylemlerden, alışkanlıklardan oluşan kozasının güvenli hapishanesi, bir aldatmacanın süslü hayallerle cilalanmış ve kananı kendisine zincirleyen hediye paketi olarak sunuluşu, hiçbir şey yapamadığın, değiştiremediğin bir sistem… kale insanın kendisini adadığı hiçliğin sembolü, yitik bir adadır.
Ve Drago dört aydan sonra şehirle kaleyi karşılaştırdığında yazgısının görünmeyen kuzeyden yana olduğunu hissederek kaleden gidemeyeceğine karar verir, gitmeyeceğine değil, gidemeyeceğine. Gitme gücünü elinden almıştır kale. Aslında alışkanlıkların uyuşukluğu bağlamıştır Drago’yu, tıpkı çoğumuzun bir kale inşa edip dışarı çıkmaktan korktuğumuz ama bunun sebebini farklı farklı nedenlere bağlayıp oradan hiç çıkamayışımız gibi. Drago’nun nedenleri ise, kaleyi ilk gördüğünde gözüne görünen ihtişamı, sadece kahramanca bir yaklaşım değil aynı zamanda soylu ve iyi niyetli davranarak kendisini umduğundan üstün bir noktada bulmasıdır. Gerçek nedeni es geçer, onun yerine kuzeyden gelecek bir tehlikeyi, bir savaşı, ürkütücü haberlerin hayalini koyar. Zaman geçtikçe şehir, uzaktaki bir hayal olmakla kalmayıp bu hayalin konuşulmasının bile alışkanlık halini aldığı bir sistemin parçası haline gelir. Drago nöbet tutar, yemek yer, uyur, kitap okur, odasının her santimini tanıyacak kadar tüm bu bilinen dünyanın içinde zamanın geçişini anlamadan zaman geçirir ve her seferinde anlatıcı okura bir sonraki olayı haber verir, Drago’nun başına ne geleceğini.
İki yıl sonra Drago bir rüya görür ve rüyasında bile şunu hisseder, periler bile sıradan çocuklardan kaçıp varlıklı kişilerle ilgilenirler. Onlar pencerelerine bile bakmazlarken. Sonra rüyasındaki bu sarayın önünde duran tahtırevanın Angustina için geldiğini ve bu tahtırevanın yolcusunun geri dönemeyeceğini hisseder.
Daha sonraki günlerde kalede gerçekten ilginç bir olay yaşanır. Lazzari izinsiz kaleden uzaklaşıp bulduğu bir atla kaleye geri döndüğünde kendi arkadaşı, Arap lakaplı Matelli Giovanni tarafından giriş parolasını bilmediği için, yönetmeliklere uyma zorunluluğu yüzünden öldürülür. Matelli, kendisine lakabıyla seslenen arkadaşını vurarak öldürür. Tatarlar yüzünden inşa edilen kale, olmayan bir tehlike için yüzlerce asker ve tüm bu tehlike için kalede harcanan yıllar hatta ölümler. Nihayet bir gün, kuzeyden hareket eden bir karartı görünür, hayal, kuruntu, alışkanlık olan şey gerçeğe dönüşür ve bu, kalenin en önemli olayı olur. Rahatlarlar, boşuna beklemedikleri ve nihayet bir işe yarayacakları için. Ancak tam da hayaller yakınken hissedilen duygu onu karşılamaya cesaret edememek, yeniden hayal kırıklığına uğramamak için hiçbir harekete geçememek olur. Harekete geçtiklerinde durumun aslının Kuzey Devleti’ndeki askerlerin sınır çizgisini bekleyen askerlerinin dağlara doğru yönelmeleri olduğu anlaşılır. Kırk adam Yüzbaşı Monti’nin emrinde bu askerleri takip etmekle görevlendirilirler. Bu görev esnasında Angustina soğuktan ölür -ölümü rüya ve gerçeğin iç içe geçişiyle birlikte aktarılır- tıpkı Drago’nun rüyasında gördüğü şekilde ve cümlesini dahi tamamlayamadan… Çünkü insanoğlu bazen cümlesini tamamlayamadan çekip koparılır olduğu zaman ve mekandan. Kalede Drago’nun dördüncü yılıdır ve Angustina’dan kahraman olarak bahsedilmektedir.
İşte tam bu noktada şu fark edilir. Romanda tema olarak iki düzlem vardır ve bu iki düzlem romanı Kafkaesk romanların içine dahil eder.
Birincisi: Kale ve edilgen hayatlara sıkışıp kalmış (kendi kalelerini inşa etmiş) ve hayallere sığınmış insanlar.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
84
İkincisi: Bürokrasiye/sisteme takılı kalmış ve anlamsız da olsa bunu yerine getiren bürokrasinin/sistemin içindeki insanlar. Kural için arkadaşını öldürme ya da donarak ölümü görev esnasında olduğu için yüceltme/kahramanlaştırma ile, kendini devam ettiren ve varlığını koruyan bir sistemdir bu.
Dört sonra evine izne dönen Drago hayatın onsuz devam ettiğini ve eski hayatına yabancılaştığını hisseder ve yeniden yalnızlık ve önemsenmeme hissini yaşar. Zaman ve mekanın anne-oğul ilişkisinde ayırıcı bir ağ ördüğünü düşünür. Arkadaşı Maria’nın evine gider, burada da düş kırıklığı ve soğukluk yaşar. Bu sahnede dışarıdan gelen piyano sesi ile Drago’nun ruh hali anlatılır ve bu ruh, hüzünlüdür. Maria ile arasındaki eski sevginin bittiğini fark eder. Daha önceleri içinde olduğu bu dünyaya, sevgiye dışarıdan bakmaktadır artık. Kaleye dönmeden ayrılmak için dilekçe vermeye hazırlandığında kaledeki asker sayısının yarıya indirileceğini öğrenir. Annesinin zoruyla dilekçe verecek olmasına dışarıdan bir neden çıktığı için yani bahanesi hazır olduğu için dilekçe vermekten vazgeçer. Bu durum kendisine haksızlık olarak görünmekten çok, onu rahatlatan hoşnut bir durum olarak görünür. Kaleye geri dönüş yolunda bir gün hayalindeki kahraman kişi olacağını düşünürken ilk defa bir sorgulamanın içine girer: “Ya, gayet sıradan bir yazgıya sahip sıradan biri olarak yaratılmışsa?”
Dış dünyada kale artık önemini yitirmiş, sadece bir sınır boyunun boş kalmaması için varlığını koruyan bir yere dönüşmüştür, içinde hiçbir gizi olmayan, gülünç bir yapıdır artık Drago için de. Kaledeki herkes bu sıradanlığın, savaş beklentisinin yaşama anlam vermek için uydurulmuş gerekçeler olduğunu fark edip gitme telaşına düşerler, Ortiz hariç. Tüm bu süreçte Tatarlarla ilgili muhal bir korku zamanla inanılan bir tehlike kabul edilmiş sonra bu, hayata anlam veren bir amaç olarak kahramanlık hayalleriyle sürdürülerek sürgün gönüllü katlanılan bir duruma dönüştürülmüştür, ta ki artık bunu sürdürmenin anlamsızlığı yine sistem tarafından deklare edilene değin.
Yıllar geçtikçe, savaş lakırdıları arada bir, bir ümit ışığı olarak gündeme gelse de hiçbir şey olmadan tam on beş yıl geçtiğinde bir ay izin alan Yüzbaşı Drago, yirmi gününü kullanıp geri dönerken tıpkı kendisinin Ortiz’le karşılaştığı gibi yolda genç bir teğmenle (Teğmen Moro) karşılaşır. Kendisinin Ortiz’le yaşadığını bu sefer tam tersi bir rolde Moro’yla yaşar. Kırk yılı geride bırakmış, yazgısının düşüşe geçtiğini fark etmiş ve güzel hayalleri sönmüştür. Elli yaşına gelmeden nöbet görevini bırakır Drago’nun yüzünde kırışıklıklar, saçlarında grilikler vardır. Teğmen Moro onun gençliği gibidir. Yine de Drago, hala yaşamındaki güzel şeylerin henüz başlamadığı inancı içindedir. Elli dört yaşında karaciğer rahatsızlığına yakalanan Binbaşı Drago zayıflamaya başlar. Sonra tüm o hayallerine yeni bir ümit ekler: İyileşme ümidi. Tam da kalede hareket başladığında, düşman tehlikesiyle Kale alarma geçtiğinde Drago, yaşlılığı ve hastalığı yüzünden evine gönderilir.
Geldiği bir han odasında gerçek bir düşmanla karşılaşır, ölüm ve Drago Giovanni, üzerinde üniforması ile camdan dışarı yıldızları son bir kez görmek için bakar ve karanlık odanın içinde kimsenin kendisini görmeyeceğini bilmesine rağmen gülümser. Otuz yılını harcadığı kalede, tam da hayalleri kendisine ulaşacakken bir han odasında üniforması ve yalnız gülümsemesiyle ölümü bekleyen Drago Giovanni.
Tatar Çölü otuz yılı anlatan bir roman. Romanın mekanları şehir ve kale. Kalenin kuzeyi çöl. Issızlığın ortasında yılları harcayan binlerce insan. Drago’yu anlatırken, onun düşüncelerini ve bu düşüncelerdeki eksiklikleri, hataları da aktaran anlatıcı. Romanın kimi yerlerinde belki’li, belirsiz anlatımlar -belki’li, belirsiz anlatımlar anlatılan kişi/ zaman/ mekanın önemli olmadığını, önemli olanın yaşanılan anda hissedilen duygu ve düşünceler olduğunu göstermektedir-, kaleyle insana ve sisteme yönelik sorgulama…
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
85
Eğer Kafka okudunuzsa, Canetti ve Camus’u da okuma dünyanıza ekledinizse mutlaka Buzzati’nin Tatar Çölü’nü de bu dünyaya eklemelisiniz. Drago Giovanni, size sizi sorgulatacak bir karakter çünkü. Onu okurken kendi dünyanıza dönüp neyi beklediğinizi soracaksınız. Hemen mi başlarsınız, dört ay sonra mı, hayatınızın sonuna kadar mı beklersiniz ya da siz bilirsiniz.
Neyi bekler insanoğlu, alışkanlıkların bildik rahatlığını kaybetmemek için mi beklemeyi tercih eder, ya da geleceğini umduğu tek bir önemli anı, olayı, başarıyı, önemsenmeyi… yaşamak için mi beklemeye kendini mecbur eder?
Drago’yu okurken kendinizi okuyan okurlardansanız -benim gibi- sanırım bu kitabın sonunu bir kez daha okumalısınız, bir kez daha, bir kez daha…
Buzzati 1972′de ölmüş. Kimimiz doğmadan önce ya da doğduktan sonra… O İtalya’da biz Türkiye’de. Acaba tahmin edebilir miydi eseri yıllar sonra Türkçeye çevrilecek , Türkiye’de okunacak, hem de kendisi öldükten sonra? Ne tuhaf! Yazmak işte bu yüzden güzel. Önemli olan; yazarın, kimin okuduğunu bilmesi değil, bir gün, hiç bilmediği bir coğrafyada dahi okunabileceği ihtimalinin olması ve oradaki okurun eserin yazarını merak edeceğini bilmesi. Okur, merak eder çünkü.
[1] Tatar Çölü, Dino Buzzati, çeviren:Hülya Tufan, İletişim Yayınları, İstanbul.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
86
Dante ve İslam: Mirac kıssasından İlâhî Komedya’ya
Editörden
Dante ve büyük eseri için, yüzyıllar boyunca sayısız kitap ve makale yazılmış, ancak içlerinden biri, yarattığı şaşkınlık ve hatta öfke dalgasıyla, hepsini geride bırakmıştır: Miguel Asin Palacios’un La Escatologia Musulmana en la Divina Comedia’sı ya da Türkçe çevirisinin başlığıyla: Dante ve İslam. Yalnızca İtalyan edebiyatının değil, bütün bir Batı edebiyatının da başyapıtlarından biri olan İlahi Komedyaile, Mirac kıssası ve İbn Arabi’nin eserleri arasındaki çarpıcı benzerlik, Palaicos’a göre Dante’nin İslam kaynaklarından esinlendiği ve beslendiği anlamına geliyordu. Bu cüretkâr tez, Batı dünyasında ve özellikle Dante araştırmacıları arasında büyük bir sarsıntıya yol açtı ve çürütülmesi için sayısız çalışma yapıldı; ancak tartışmalar asla son bulmadı. Karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarının daha da olgunlaştığı günümüzdeyse, ibre Palacios’un tezinin doğruluğundan yana… Edebiyat tarihinin en ilginç tartışmalarından birini yaratan bu
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
87
önemli çalışma nihayet Türkçe’de! “Dante’nin yazdıklarında keşfetmiş olduğumuz, İslami kültüre yakınlık ifade eden sayısız belirti, Dante’nin zihninin İslami modellerin etkisine kapalı olmadığını, aksine onları özümsemeye yatkın olduğunu kanıtlamaktadır… modelle kopya arasındaki benzerliğe işaret eden olguları, modelin kopyadan önce var olduğunu ve ikisi arasında bir iletişimin varlığını kanıtladığımıza göre, taklidin gerçekten vuku bulduğu yönündeki tezimize ciddi bir itiraz yöneltilemez… Bundan böyle, İslami literatürün, Dante’nin şiirinin görkemli müjdecileri arasında hak ettiği onurlu yeri yadsımak da mümkün değildir.”
DANTE VE İSLAM - MİGUEL ASİN PALACİOS - OKUYAN US YAYINLARI Miguel Asin Palacios (1871-1944) İspanyol oryantalist Palacios, Saragossa’da papazlık yaparken Madrid Üniversitesi’nde Gazali üzerine doktorasını verdi ve aynı üniversitenin Arapça Kürsüsü’ne atanarak akademik kariyerine başladı. İbn Hazm, İbn Meserre, Gazali gibi isimler üzerine yaptığı çalışmalar ve yayımladığı metinler, kendisini sahanın önde gelen isimlerinden biri yaptı. Ancak adını bütün dünyaya duyuran eseri Dante ve İslam olmuştur.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
88
Hikmetler Kitabı (Hz Gazâlî)
Mehmet Yılmaz - Bütün bu yediklerimiz kaka ! - Evlâdım, öyle şey söylenir mi ? Hem sofradayız. - Hepsi kaka. İçtiğimiz su da çiş! - Güzel kızım, ALLAH’ın nimetleri bunlar, hamd ediyoruz.
Hem bak annen ne güzel pişirmiş, uğraşmış. - Evet ama sonunda … - Tamam da sen nasıl büyüyorsun? Vücudun gerekli olanı
alıyor, gereksizi atıyor. Yoksa boyun hep aynı kalırdı.
O zamanlar sanırım 4 yaşında olan ufak kızımla “terleten” mülakatlarımızdan birini daha yapıyorduk. Bütün söylediklerimize rağmen “evet ama sonra? Ya sonra? En sonunda?” deyip konuyu aynı yere getiriyordu. Israr etmedik.
Kalplerin Keşfi’nde Hz Gazâlî’nin aktardığı bir başka mülakatı okuyunca kızımın haklı olduğunu düşünmeye başladım:
“Ebu Hüreyre Hz. Peygamber’in şöyle dediğini rivayet etmektedir: ‘Ey Ebu Hureyre! Sana dünyanın tamamını, içindekilerle beraber göstereyim mi?’ Ben ‘Evet ey Allah’ın Rasûlü!’ dedim. Bunun üzerine elimden tuttu ve beni Medine’nin derelerinden birine götürdü. Baktım ki bir mezbelelik… O mezbelelikte insanların kafatasları, pislikleri, paçavra ve kemikleri vardı. Sonra bana şöyle dedi:Ey Ebu Hüreyre! Şu kafa tasları sizin harisliğiniz gibi (dünyaya karşı) harîs idiler. Sizin umduğunuz gibi umarlardı. Sonra onlar bugün derisiz kemik kesilmişler, sonra da toprak olmaya yüz tutmuşlar. Şu pislikler, yemeklerinin çeşitleriydi. Kazandıkları kaynaklardan kazandılar. Sonra karınlarına attılar. İşte öyle bir hale gelmiş ki insanlar onlardan korunup kaçıyor. Şu çürümüş paçavralar onların kılları ve elbiseleriydi. Öyle bir hale gelmiş ki esen rüzgârlar onları alt üst edecek derecede evirip çevirir. Şu
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
89
kemikler bineklerinin kemikleridir ki o bineklerin sırtında dünyanın dört bucağını gezerlerdi. Bu bakımdan dünya için ağlayan ağlasın.” (Dünyanın zemmi)
Bize haz veren, görüntüsüyle bile ağzımızı sulandıran lezzetli yemeklerin akıbetinin 3 saat sonra insanı tiksindirici ve hatta hasta edici bir maddeye dönüşmek olmasının da bir hikmeti vardı! Hz Gazâlî’nin yine Kalplerin Keşfi’nde buyurduğu gibi ölüm düşüncesi bir insanın dünya nimetlerine bağlılığı ölçüsünde ızdırap verici oluyordu…
Kâinat’ta olup biten her şeyin ve hatta olma şeklinin, hızının, yavaşlığının, güzelliğinin, çirkinliğinin, hoş veya pis kokmasının bir hikmeti var. Güney Amerika’da yaşayan bir sineğin bacağındaki kılların rengi? Onun da var bir hikmeti. Kâinat bir kitap. Karanlık, okumayı bilmeyenlerin cahilliğinden geliyor, Kitap’tan değil!
Hikmet… Hikmet… Hikmet… Bu kelime çok özel bir kelime. Bu kelime bir insanın hiç seyahat etmeden, hiç kitap okumadan, evinin penceresinden bakarak bulutlar, rüzgârın kıpırdattığı yapraklar ve kuşların uçuşu üzerine tefekkür ederek bir çok şeyi öğrenebileceğinin müjdesini taşıyor!
“Bazı eserler vardır, okuyup anlaşılmak için yazılmıştır. Bilgi verir. Ya da bildiklerinize yeni bir bakış açısı sağlar, yeni pencereler açar size. Başka bazı kitaplar vardır. Sanki bir mızrap, bir arşe olmak için yazılmıştır, çalar sizi. kitabın anlamı yazandan değil okuyandan kaynaklanır:
“Roman bir arşedir, sesi çıkaran kemanın gövdesidir. O gövde okuyucunun ruhudur.” (Stendhal, Henry Brulard’ın hayatı)
Kuşlar da kanaatimce Bir’lik gözüyle bakanlar için Stendhal’ın bahsettiği romanlar gibi bir arşe, bir mızrap görevi yapıyorlar. Ses bizden çıkıyor, bir kaç kanat çırpmada ağaçların, evlerin hatta dağların tepesine yükselebilen Kuş’un Mânâ’sı bizde saklı“( Bkz. Kuşların sırrı)
İslâm’ın bir kimlik, bir aidiyet ya da bir folklor, babadan geçen bir gelenek gibi yaşanması büyük bir tehlike ümmet için. Bu bağlamda Kimlik Müslümanı olmak ile Müslüman olmak arasında çok fark var. (Bkz. Akıl-Vahiy uyumu ve İman Kitabı - Gazâlî Hazretleri ) Dilimizde ve dudaklarımızdaki Kelime-i Tevhid’in kalbe, gözlere, bütün uzuvlara ulaşması, İslâm’ın eylemlerimizden bile önce içimize işlemesi gerçekten büyük önem teşkil ediyor. Haramdan sakınmak değil haramı istemeyecek noktaya gelmek… Bu bakımdan tefekküre çok büyük bir önem atfediyorum. Doç. Dr. Şadi Eren‘in sözleriyle açacak olursak, Tefekkür Nedir? İsimli yazısından:
“Kâinat, muazzam mânâların ifade edildiği muhteşem bir kitap; insan ise, bu kitabın en anlayışlı muhatabıdır. Bir arının çiçekten çiçeğe konup bal yapması gibi, insan dahi kâinat kitabının sayfalarında seyahat ederek, tefekkür balı yapar.
Tefekkür, varlıklara Allah namına bakmaktır. Şüphesiz, pencereye bakmakla pencereden bakmak bir değildir. Pencereye bakanlar lekeleri görür, pencereden bakanlar ise, güzellikleri seyrederler. Tefekkür, mevcudat pencerelerinden Allah’ın isim ve sıfatlarına nazar etmektir. Her bir varlık, Allah’tan bir mektuptur. Bayrak, bir bez olmanın ötesinde devleti sembolize eder; dalgalandığı yerlerin, o devlete ait olduğunu haykırır. Onun gibi, her bir varlık dahi, Allah’ın Rububiyet saltanatını ilan etmektedir.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
90
Yeryüzü ve semavattaki varlıkları tefekkür nazarıyla temaşa edenler, İlâhi sanatın mükemmelliği karşısında hayret secdesine varırlar. Kalplerindeki iman coşar, yakînleri ziyadeleşir. İnce tefekkür duygularına, hislerini de katabilirlerse, İlâhî sanatı seyir ve temaşadan, tarifin fevkinde bir zevk alırlar. “Her şey bana Seni hatırlatıyor” derler. “
Peki burada anlatılan coşkuya nasıl erişebiliriz? En başta ilmine, mertebelerine özendiğimiz alimlerin edebine, ahlâkına talip olarak. (Bkz. Yeni Başlayanlar İçin Mesnevî) Az veya çok, ama gücümüz yettiği kadar onlara benzemeye çalışarak. Belki ayaklar kayacak, belki gündüzleri 3 metre tırmanıp gece uyurken 1 metre geri kayan salyangoz gibi vakit ve enerji kaybedilecek. Ama nefsinizin sizi ASLA VE ASLA alıkoyamayacağı bir şey var: Büyük Cihad ile geçmiş bir ömür! “Gayret benden, netice ALLAH’tan” diyerek yola çıkan, haddini bilen kul en azından iki menzilden birincisine ulaşır, o da yolun kendisidir, bu garanti:
“Böyle cesaret kırıcı bir ortamda Müslümanın dinine dört elle sarılmaktan başka yolu yok zannederim. Zira cehd etmek bizim tasarrufumuzda ama neticeler değil. Özgürlük kulun haddini bilmesinde saklı. Her şeye başkaldıran insan değil dünyayı kabul eden ve kulluk mertebesine razı olan insan GERÇEKTEN özgürdür. İsyan eden ise resmî otoriteden önce tutkularının ve vehminin kölesidir diye düşünüyorum. Konfiçyüs’ün isabetle teslim ettiği gibi: “Ok ile hedefi vurmak istemek ne büyük bir kibir göstergesi, esas olan okun DOĞRU atılması değil midir?”…“(Karamsar Müslüman olur mu?)
Peki bu şekilde teslim olup yüz görümlüğünü verdikten sonra tefekkür ile kapıların açılmasını nasıl sağlayabiliriz? İşte bunun için Hikmetler Kitabı‘ndan bahsetmek istiyorum bu hafta. Kuşların sırrı isimli makalemi yazarken “Kuşların yaratılmasındaki Hikmetler” (sf. 79) isimli bölümden istifade etmiştim.
Öncelikle bu mükemmel tercümeyi yapan Halil Kendir’e hayır dualarımızı okuyalım. ALLAH kendisinden razı olsun. ilmini arttırsın. Nice hayırlı kitaplar çevirmesini ve yazmasını Nasib etsin. İslâm uygarlığının her alanda, bilimde, felsefede, hukukta, ticarette ve savaş meydanlarında yenilmezlik sancağını taşıdığı asırlarda tercümanlara ne büyük itibar gösterildiğini hatırlamak gerekir. Bazı Müslüman hükümdarlar tercümanların çevirdikleri kitapların ağırlığınca altın vermişler onlara. İlime önem vermeyen halkların, ümmetlerin diğerlerinin ayaklarının altında paspas olması da ayrı bir tefekkür konusu değil mi? Bu ilişkide de nice hikmetler saklı değil mi?
Artık Hikmetler Kitabı konusunda sözü Hz Gazâlî’ye bırakalım. Bu büyük zât şiir gibi güzel önsözü ile müstakbel okuyucuya söylenmesi gerekeni söylemiş zaten:
“Hamd ALLAH’a mahsustur. O nimetini kendisine yakınlaştıranların gönül bahçelerine yerleştirmiş ve bu üstünlüğü de kullarından sadece tefekkür edenlere özgü kılmıştır. Yarattıklarında tefekkür etmeyi ise sağlam gözlemlerde bulunup derin düşünen kullarının kalplerinde (en küçük bir şüphe bulunmayan) yakîn derecesinde bir imanın sapasağlam yerleşmesinin aracı kılmıştır. Bu kullar ALLAH’ın yarattıklarında tefekkür ederek O’ndan başka ilâh olmadığı, O’nun Bir olduğu gerçeğini idrak ederler. O’nun büyüklüğünü ve yüceliğini gözlemleyip O’nu bütün eksikliklerden uzak tutarlar. ALLAH her durumda işleri adalet ile yürütür ve bu kullar gözlemleri sonucu elde ettikleri deliller ile bu gerçeğin şahitleri olurlar. [...]
Ey Kardeş! ALLAH sana ariflerin başarısını nasib etsin ve sana hem dünya hem de din hayrını versin. Eksikliklerden uzak olan ALLAH’ı tanımaya çalışmak, yarattıklarına bakıp O’nun bûyüklüğünü düşünmek eserlerindeki insanı hayrete düşüren ve hayranlığa sevk eden hususlar üzerinde tefekkür
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
91
etmek, benzersiz ve örneksiz yaratmasını anlamaya gayret etmek, işte bütün bunlar yakîn derecesindeki imanın sağlamlaşmasının yollarıdır. [...]
Bu kitabı akıl sahiplerini uyandırıp akıllarını harekete geçirmek amacıyla Kur’an ayetlerinin büyük bir bölümünün işaret ettiği hikmetlerin ve nimetlerin farklı yönlerini tanıtmak için yazdım.
ALLAH aklı yaratmış, doğruya ulaşması için vahiyle onu kemale erdirmiş, ve akıl sahiplerine de yarattıklarını gözlemleyip incelemelerini ve eserlerindeki insanı hayrete düşürüp hayranlık uyandıracak üzerinde tefekkür etmelerini emretmiştir. Şu ayetlerde ifade edildiği gibi:
‘De ki göklerde ve yerde neler var? Bakın da ibret alın. (Yunus 101) Her canlı şeyi sudan yarattığımızı düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı? (Enbiya 30)’
*...+ Zaten kullarına vaad ettiği mutluluğa ulaşmanın ve nimetleri elde etmenin tek yolu da O’nu bilip tanımaktır. *...+ ALLAH’ın yarattıklarının tamamı sadece yarattıklarının birindeki hikmetleri söylemek için bir araya gelseler buna güçleri yetmezdi. Dolayısıyla yaratılmışların bu konudaki idrakleri ALLAH’ın onlara bahşettiği akıl ve anlayış ölçüsünde olur. ALLAH rahmeti ve cömertliği ile bize fayda vermesini isteyeceğimiz tek makamdır”
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
92
Albert Camus, Yabancı (L’Étranger)
Suzan Başarslan
(Romanın orijinal adı: L’Étranger)[1]
“Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum.”
Albert Camus’nun[2] yazdığı, 1942′de Fransa’da basılan, Saçma’yı(absurd) anlatırken tam da onun karşısında konumlanmış bir roman olan Yabancı’nın başlangıcı böyledir. Giriş cümlesiyle okur olarak donakalırsınız ve başına geleni, herhangi, sıradan, önemsiz bir olay gibi anlatan kahramanın cümlelerini okumaya devam edersiniz:
“İhtiyarlar Yurdundan bir telgraf aldım: ‘Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.’ Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü…”
“Anam/Annem/Anne/Valide…ölmüş bugün.” Vedat Günyol çevirisinde “Anam” geçse de, kimi çevirilerde diğer şekillerde de karşımıza çıkmaktadır bu cümle. Fransızca orjinali şu şekildedir: “Aujourd’hui, maman est morte. Ou peut-être hier, je ne sais pas. J’ai reçu un télégramme de l’asile : “Mère décédée. Enterrement demain. Sentiments distingués.” Cela ne veut rien dire. C’était peut-être hier…” [3]
İlk cümleyle doğrudan sunulan “yabancılaşma”, hayatta karşımıza çıkan her şeyin “saçma”lığı ve Meursault’un hayatının, bir başkasının ölümüne karşı hissettiği duygu/duygusuzluk yüzünden,
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
93
ummadığı bir noktaya gelmesidir işlenen konu. Meursault’un annesi ölmüştür ve onun ölümünü duyduğunda endişe ettiği şey, ölümün kendisi değil, bu durumdan hoşnut görünmeyen patronunun öbür gün yas elbisesini giydiğinde, başsağlığı dilememesinden pişman olacağı ve böylece annesinin ölümünü ispatlamış olacağıdır. Meursault İhtiyarlar Yurduna giderken her türlü ayrıntıyı, havanın sıcaklığını, benzin kokusunu, sızıp kalışını, karşılaştığı insanların görünüşlerini… tüm netliğiyle betimlemesi, soğuk kanlılığı, bundan öte kayıtsızlığı, yaşanan şeyin/ölümün günlük hayatın sıradan parçalarından biri gibi anlatması, sevgiyi ve ayrılığı sadece alışkanlıklara bağlaması, bencilliğine mantıklı nedenler bulması, tüm bu ölüm/cenaze merasimi esnasında ölümle yüzleşmesi gerekirken ölümden başka her türlü detayı hafızasında taşıyabilmesi ile farklı bir karakter olarak karşımıza çıkar. İlk cümle bizi sarsar ama Meursault’u tanımaya başladıkça ondan uzaklaşmaya başlarız.
İhtiyarlar Yurdu’nda kapıcıyla yaptığı diyalog dikkate değer bir gerçeği vurgular. Kapıcının kendisini yurttaki ihtiyarlardan biri kabul etmemesi ve onlardan, “ötekiler” ya da “ihtiyarlar” diye bahsetmesi. Meursault burada şunları düşünür: ” Oysa, onların bazıları kendinden daha yaşlı değildi. Ama, ne de olsa aynı şey sayılmazdı. Kendisi kapıcıydı ve bir bakıma, onlar üstünde birtakım haklara sahipti.” Hayatın her alanında bir ötekileştirme, aslında kendini yüceltme/üstün kılma fikri ile mevcuttur ve yazar; bu cümlelerle okura üstün olma fikrinin ötekileştirmeyi doğurduğunu söylerken, Meursault’un bu durumu sadece tuhaf olarak karşılaması ve başka bir tepki vermemesi ile Meursault’un karakteri hakkında bize daha çok bilgi verir.
Romandaki leitmotiv, Meursault’un “…bence bir” cümlesidir. Birçok cümlenin ardından gelen bu sözcüklerle Meursault’un hayatında bir şeyin olsa da olur, olmasa da olur şeklinde yaşanmasına tanıklık edilir. Tamamen tepkisizdir, edilgendir, hayatı uzaktan seyreder.
Annesinin cenazesinde ilginç bir deneyim yaşar Meursault. Görüntüler nettir ama sesler yoktur ve gerçeklik algısında bir bulanıklık yaşar, oradakilerin varlığına pek inanamaz ama fiziksel kaygıları yine baskın çıkar ve dışarıdaki dünyadan çok kendi yorgunluğuna, belinin ağrısına odaklanır, daha sonra da tüm detaylarıyla cenaze işlemlerini ve merasimini anlatır. Ve dönüş yolunda istediği tek şey; Meursault’un ifadeleriyle, kendini yatağına atıp on iki saat uyuyacağını düşündüğü zamanki sevinç’tir yani kendi yaşamına dönme arzusudur.
Döndüğünün ertesi günü denize gitmiş, Marie ile yüzmüş, filme gitmiş, onunla eğlenmiş, kendi dünyasında kendi rutinlerini gerçekleştirmiş, annesini gömmüş ve yine her şey eski tas eski hamam hayatına döneceği düşüncesiyle bir Pazar gününü daha harcamıştır. Marie ile ilişkisi tuhaf ama doğaldır. Maire’nin beni seviyor musun sorusuna: “Bu anlamsız bir şey, ama sanırım sevmiyorum.” diyerek cevap verir ya da bir duyguyu yaşarken, “kendimi mutlu hisseder gibi oldum.” diyerek hiçbir duyguyu tam anlamıyla hissetmeyen, ya “sanan” ya da “hisseder gibi olan” ama o duyguyu yaşamayan bir karakter olduğunu fark ederiz. Herhalde Marie’yi sevmiyordur ama Marie isterse onunla evlenebilir, evlilik ciddi bir şey değildir çünkü; ya da insan bir silahla ateş edebilir de edemez de, ikisi de birdir. Bir yere gidebilir de gitmeyebilir de… her şeye karşı tepkisi budur : “…bence bir…” Hiçbir şey ciddi değildir bu hayatta.
Sonra bir adam öldürür, hiçbir şey hissetmeden, nedeni de gökte kendisini terleten ve rahatsızlık veren güneştir. Tutuklanır, hapse atılır, kendisini bir oyunda gibi hisseder, birini kendi elleriyle öldürdüğünü elini birine uzatırken hatırlar, avukatına herkes gibi olduğunu tembellikten söylemez, sorgu yargıcının ona sorduğu ciddi sorulara değil de onun siz‘den sen‘e geçerek hitap etmesine takılır, pişmanlıktan çok bir çeşit sıkıntı yaşar, hapisteyken ilk başlarda zorlansa da bunu da aşmanın yolunu
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
94
bulur. Buradaki kayda değer en değerli fikir, cezalandırmanın felsefesini algılamış olmasıdır: Yoksun bırakma. Kimseye kötülüğü dokunmayan herhangi bir şeyi bile yapmaktan yoksun bırakma.
Zaman kavramında da sorgulama yaşar Meursault ve gün, hem uzun hem kısa olabilirken, hücresinde geçirdiği beş ay kendisine “yaşanan aynı gün” gibi gelir. Adliye sarayına geldiğinde ve mahkeme süreci başladığında kendisine gösterilen aşırı ilgiye şaşırır, gazeteler aracılığıyla kendi suçunun gündemde daha iyi şeyler olmadığı için gazetede haber olacağını öğrenir, mahkeme esnasında tüm olay gelir ve Meursault’un annesinin cenazesindeki davranışlarına dayanır ve o, ilk defa suçlu olduğunu anlar. Ve Meursault bir adamı öldürmekten çok, anasını gömdüğü için idama mahkum edilir. Tüm bu süreçte Meursault olayları sadece izler, edilgendir, tek kelime edemez. Söylemek ister ama söyleyebilecek tek şeyi yoktur. Aslında bu mahkeme esnasında savcının kullandığı şu ifadeler romanın olduğu kadar bizlerin de sorgulaması gereken bir sorundur:
“Hele, bu adamda rastlanan türde bir kalpsizlik, toplumu içine sürükleyecek bir uçurum halini alırsa!”
Aslında cezalandırılan cinayet değil, Meursault’un duygusuzluğudur. Tüm bu duygusuzluk cezalandırılırken, Meursault’un avukatının Meursault konuşuyormuş gibi, ben’li ifadeler kullanması, Meursault’un uzak tutulması, hiçe sayılması dikkati çeker. Meursault dışında kalanların baştan sona kadar aynı noktaya takılması -annesinin ölümüne verdiği tepkiye/tepkisizliğe- ve onu, işlediği cinayet için değil de sırf bu yüzden suçlu bulması biz okurları da olayların akışına romandaki bir karakter gibi dahil eder. Onu yargılayanlardan biri de biz oluruz. Bu mahkeme esnasında avukatın söylediği sözler üzerine de ne yaptığımızın farkına varır ve tüm bu saçma mahkeme esnasında ilk defa haklı bir eleştiri ile karşılaşırız:
“Bu adamı anasını gömdü diye mi, yoksa birini öldürdü diye mi suçlandırıyoruz, anlayalım!”. Okur olarak şöyle yanıt veririz: …bence bir (!)[4]
Fransız ulusu adına, bir meydanda Meursault’un başı kesilecektir. Fransız ulusu adına. Ölen kişi için değil. Yapılan hata yüzünden değil. Fransız ulusu adına. Yazar, bu tutkusuz, hissiz, edilgen adamı, kendisi dışında kalan her şeyi önemsizleştiren, absürdleştiren, onları hiçleştiren, gibi yaşayan bu adamı Fransız ulusu adına ölüme mahkum eder. Makine, kurallar ya da toplum Meursault’u cezalandırır ve Meursault ilk defa önemli olan şeyi keşfeder: Ölüm cezası.
Ölümle yüzleşen Meursault, ölümle hesaplaşır:
“Ama herkes bilir ki, hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız, insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü, her iki halde de, pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Sözün kısası, hiçbir şey böylesine açık değildi…”
Her şeyden emindir, isteklerinden, yaşadığından, ölümden… Tanrı’yı uzağına atmıştır. Papazla konuşurken ve kendi haklılığını ispatlamaya çalışırken ilk defa gibi olmayan, “tam” bir his yaşar: Öfke. Bu öfkeyi dindirdiğinde geriye hiçbir duygu kalmaz; ölümü kabullendiğinde, eski kayıtsızlığına, mutluluğuna geri döner, çünkü umut etmekten vazgeçer.
Roman bize yabancılaşmayı anlatır, saçmayı anlatır, toplumu uzağına itmiş bir adamı anlatır(toplumun uzağına ittiği bir adamı değil ki bu bir seçimdir) ve bu seçimi yüzünden toplum tarafından cezalandırılan bir adamı anlatır. Saçma kavramını/duygusunu işleyen felsefesinin temeline
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
95
insan ve yaşam sevgisi yerleştiren ve yaşamın yaşanmaya değer olduğu sonucuna ulaşmış bir yazar olarak Camus, sanki Meursault’un her şeyin anlamsız olduğunu özetleyen son anlarındaki düşüncelerine bir cevap verir ve saçma kavramını/duygusunu aşmak için şunları önerir:
“Saçma, yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek düşüncesiyle kalamaz insan. Çünkü her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını söylemek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak demektir. Ama yaşamak bile kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer verilmesi söz konusudur.”[5]
Özetle Camus, her şeyin anlamsız olduğunu söyleyen bir karakter yaratarak aslında bunu söylemenin/yazmanın bile bir anlamı olduğunu, yani anlamsızlığın olmadığını söylemektedir. Bu yüzden de Yabancı -üslubundaki akıcılık, sadelik, asla göze batmayan ve ilginç bir şekilde akıcılığını koruyan betimlemeleri, kahraman anlatıcı bakış açısı ile farklı bir karakterin dünyasını daha rahat izleyebilme, kısa ama içinde hayat, ölüm, ötekileştirme, toplum, adalet, öldürme, sevgi, alışkanlık, cezalandırma… kavramlarına ışık tutması gibi artılarının yanında- sadece bu yönüyle bile okunması gerekli romanlar arasındaki yerini almaktadır.
Sadece giriş cümlesi bile okunması için yeterli merak uyandırmıyor mu?
”Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum.”
Almak için
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
96
Bir elma, iki ayna (Taşkın Tuna)
Aisha Benghazi
-“Peki hepsi iyi güzel de biz Allah’ı nasıl arayacağız?” -“Sen insana ulaşmadan Allah’ı boşuna arıyorsun” dedi Rabia Hatun gülerek. -Biz senin bu düşüncelerini kolay kolay anlayamayacağız galiba -Haklısın, ama şu kafana iyice bir bak!Niye Allah onu yuvarlak yapmış dersin? -Bilmem sen söyle! -Başın yuvarlak çünkü eskiden beri alışageldiğin bütün köhne düşüncelerin yön değiştirsin diye! -Bizim kafamız bu kadar ince düşünceleri kavrayamıyor -Ne yapayım, maşrapan küçükse deryayı suçlamaya hakkın yok!Boş bir kafa şeytanın çalışma odasıdır.Çünkü kavrayamadığın şeyler senin değildir. Bir derviş içini çekerek söylendi: -Senin söylediğin bu konular çok derin!Nerede bizde bunları anlayacak feraset? -Dikkat et!Derin olan kuyu değil,kısa olan iptir!Eğer ırmakta su kalmamışsa, bu kanalın değil, kaynağın suçudur.Sen de kaynağını ara bul! Şimdiye kadar hiçbir soru sormayan sadece sessizce konuşulanları dinleyen dervişe Rabia hatun sordu: -Sen niçin konuşmuyorsun, niye sormuyorsun? Dervişten dudak bükmekten başka cevap alamayan Rabia Hatun alçak sesle söylendi:
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
97
-Sormaz ki bilsin,sorsa bilirdi!Bilmez ki sorsun,bilse sorardı! Bir derviş atıldı: -İyi ama Allah’ın isimlerinde bu kadar çokluk varken,biz”Vahdet” dediğimiz bir’liği nasıl anlayacağız? -Çokluk demek,kesret demektir.Bu kainat,kesret alemidir.Kesrette vahdeti bulasın ki,’ilmel yakın’ mertebesine ulaşabilesin.Bu şuna benzer.Evin penceresinden giren güneş ışığını düşün.Ne kadar çok pencere varsa o kadar da ışık var demektir.Bu sizi yanıltmasın.Aslında ışık bir tanedir, güneş de bir!Anlaşıldı mı?
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=76624&sa=57581748
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
98
Akıl-Vahiy uyumu ve İman Kitabı – Gazâlî Hazretleri
By Mehmet Yılmaz on Nis 5, 2010 in Akıl, Hz Gazâlî, Kitap Tanıtımı, Vahiy, İslam | Edit
“Ateşin haberini alan değil yanında oturan ısınır” (Gazâlî Hazretleri, Mişkat-ül Envar)
Uygarlıktan uzak yaşayan bir kabilede pislik ile bulaşan bir hastalık baş göstermiş. Gönüllü bir doktor köye ulaşmış, onlara sabun dağıtmış. Mikroplardan, bakterilerden bahsetmiş. Kabileyi yemekten önce, tuvaletten sonra sabun kullanmaya alıştırmış. Doktor şehre dönmüş, aradan yıllar geçmiş. Kabile mikropları unutmuş ve doktordan kalan sabunlara tapmaya başlamış.
* * *
Çoğumuz Müslüman ailelerin çocuğu olarak geldik dünyaya. Taklit yoluyla, babamız, annemiz yaptığı için, onlar kadar, onlar gibi Müslüman olduk. Diğer dinleri veya dinsizliği inceledikten sonra reddedip İslâm’ı seçmiş değiliz. Kimilerimiz nasibi derecesinde bir şeyleri idrak etti ve hayat tecrübeleri, akılları artarken imanları da kuvvetlendi. Şahsen bu “şanslı” ekipten değildim başlangıçta. Sorduğum sorulara cevap alamadıkça İslâm gözümde folklörleşti. Sabuna tapanlar gibi hissediyordum kendimi. Mutlaka yapılması gerekenler vardı, yasaklar vardı. Ama bunları birleştiren aklî bir zemin göremiyordum. Gitgide bir aidiyet, bir kimlik oldu İslâm benim için. “Bizim takım” oldu. Fenerbahçe’yi tutmak, filan müzik grubunu sevmek gibiydi bayramlaşmak meselâ. Sonra da iyice soğudum, dinin kapsamına giren ve girmeyen konular olarak hayatı bölüp parçalamaya başladım. Zaten bize verilen pozitivist eğitimin amacı da buydu. İslâm cenazeden cenazeye aklımıza gelen bir şey hâlini aldı. Kayıp yıllardı bunlar.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
99
ALLAH bana acımış ki daha sonraları karşıma Hakikî İslâm’ı anlatacak insanlar çıktı. Hamdolsun. Uzun tartışmalar, sorgulamalar, okumalar neticesinde kendimi Müslüman hissetmeye başlamıştım. Öğrendikçe susuzluğum arttı. Ben de içtim. O günlerden beri de değişen bir şey olmadı. Neden paylaştım bütün bunları? Bu hafta özel bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Gazâlî Hazretleri’nin İman Kitabı. Akıl-Din veya Din-Bilim çatışması(!) gibi Batı’dan ithal problemlerin Türkiye fikir hayatını kirletmesine karşı sağlam bir kalkan. Fakat daha da önemlisi benim gençliğimdeki gibi virajlı yollara girmiş arkadaşlara kestirme bir çıkış yolu:
“…Temel yaklaşım olarak, akılla ortaya konulan delillerin yalanlanmaması gerekir. Aynı şekilde akıl da dini yalanlamaz. Fakat akıl dinle ilgili bir yalanlama yoluna girmişse, bu ancak dinin ispatı alanında söz konusu olabilir. *...+ . Çünkü dini akılla biliriz. Hal böyle olunca akılla dini birbiriyle çelişen olgularmış gibi göstermenin hiç bir anlamı yoktur. Yalancı bir müzekkî (şahitlik yapacak kişi hakkında mahkemeye bilgi veren) ile şahidin doğru sözlü olduğu nasıl bilinebilir ki! Din bir çok konunun şahidi, akılda onun müzekkîsidir. Yani dinin düzenlediği meselelerin hakikatlerini ancak akılla biliyoruz…”( İman Kitabı, sayfa 83)
Daha önce yine Gazâlî Hazretleri’nin yazdığı Ahiret Kitabı‘ndan bahsetmiştim. Bu kitabın tercümesi de yine Ayhan Ak tarafından yapılmış. Ve o kadar güzel yapılmış ki asıl metni okuyormuş gibi oluyorsunuz. Bir kere daha ALLAH Ayhan Bey’den razı olsun diyorum. Bunca İslâm aliminin ömürlerini adayarak inşa ettikleri bir hazinenin mirasçılarıyız. Yetenekli ve gayretli tercümanlar sayesinde artık çok kolay okunabilen bu kitaplar 5-10 YTL gibi rakamlara satılıyor. İman Kitabı 90 sayfa. Bir iki gece vakit ayırmak yeterli. Öyle ağır bir felsefe kitabı filan değil. Her insanın zaman zaman aklını kurcalayabilecek sorgulamalar. Tabi cevaplarıyla!
Okuyanlar bilirler, Gazâlî Hazretleri’nin kendine has bir anlatım şekli vardır. En zor konuları bile kolayca anlaşılır hale getiren, bol örnekli açıklamalar yapar. Mütevazi bir dil kullanır. Okuyucusuna (öğrencisine) neredeyse acıyacak derecede şefkat gösteren bir öğretmen edasıyla verir dersini. Sizi ondan ayıran yüzyıllar ve kilometreler bir anda kapanıverir, o büyük zâtın dizinin dibinde oturuyormuş gibi hissedersiniz kendinizi. Lafı fazla uzatmayalım. Övülmeye layık insanların övülmeye ihtiyacı yoktur. İslâm alemini geri bırakan en büyük düşman cahillik. Siz de okuyun o halde ve okumamış olanlara anlatın. Hizmet için. ALLAH rızası için.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
100
Anneannem(Fethiye Çetin)
Aşağıdaki metni, beş vakit namazındaki anneannesinin aslında Türkleştirilmiş ve müslümanlaştırılmış bir Ermeni kızı olduğunu öğrenen Fethiye Çetin’in, 2004 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan “Anneannem” adlı kitabının 43 ila 46. sayfalarından alıntıladım.
“Anneannem”, Fethiye Çetin’in, anneannesinin geçmişi hakkındaki gerçeği öğrenmesinin ardından yaşadığı şaşkınlık sonrasında ondan 1915 ve sonrası hakkında öğrendiklerini aktardığı, anlaşılması son derece basit gerçeklikleri tasvir eden ve bu şekilde o dönemi ve çekilen acıları anlamayı kolaylaştıran önemli bir kitap. Aşağıda aktarılanların tamamı ailenin Ermeni Tehciri esnasında yaşadıklarından derlenmiş olup, pek çok yerde yaşanan benzeri hadiselerin bir tek köy özelindeki ifadesi gibidir. (S.K.)
* * * ANNEANNEM’den…
Heranuş, o yıl üçüncü sınıfı da başarıyla bitirmişti. Çok çabuk öğrenen ve sorumluluk sahibi bir çocuk olduğundan ev işlerinde annesine yardım etmekle kalmıyor kardeşleri ile ilgileniyor, onlarla oyunlar oynuyor, okulda öğrendiklerini onlara da öğretmeye çalışıyordu. Onun üzerine aldığı işler konusunda kimsenin gözü arkada kalmazdı.
Havaların ısındığı ekinlerin büyüdüğü günlerden bir gün, jandarma köyü bastı. Çok iyi Türkçe konuştuğu için o güne kadar vergi tahsildarlarıyla ve diğer yetkililerle köylüler adına ilişki kuran köy
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
101
muhtarı Nigoros Ağa, köy meydanında toplanan köylülerin gözü önünde öldürüldü. Daha sonra, köy meydanında toplanan yetişkin erkeklerin hepsi götürüldü. Jandarma erkekleri götürürken onları ikişer ikişer birbirlerine bağladı. Heranuş’un dedeleri, iki amcası, dayısı da götürülenler arasındaydı. Bu erkeklerin Palu’ya götürüldüğü söylendi. Ancak, gittikleri yerden bir daha dönmedikleri gibi akıbetleri hakkında kesin bir bilgi edinilemedi.
Artık sadece kadınlar ve çocuklardan oluşan köy ahalisi, bütün erkeklerin, yaşlı-genç demeden dipçiklenerek, tartaklanarak toplanıp götürülmesinin dehşetini uzun süre üzerlerinden atamadılar, evlere giremediler, işlerine dönemediler, köyün meydanında toplanıp olan biteni konuştular, ağlaştılar, bağrıştılar, ağıtlar yaktılar, yaşlılara sordular, tartıştılar. Kimse, erkeklerin nereye ve niçin götürüldüklerini, ne zaman döneceklerini bilmiyordu ancak rivayet muhtelifti.
Heranuş’un babaannesi diğerlerine, “Kaygılanmayın, her şey düzelir, gidenler geri gelir,” dedi ve devamla, “Siz o zaman çocuktunuz, çoğunuz bilmezsiniz, yirmi yıl önce de köylerimiz böyle basıldı, boşaltıldı. Hepimiz sürgün edildik,” diye açıkladı.
Başka bir kadın araya girdi. “Yollarda, dağlarda çok kişi öldü, dağlara gömdük.”
Babaanne devam etti:
“Aramızda ölenler oldu ama çoğumuz uzunca bir süre dağlarda yaşamayı başardık. Sonra bir gün köyümüze dönmemize izin verildi ve döndük.”
“Döndüğümüzde kiliselerimiz, okullarımız, evlerimiz yıkılmıştı, yakılmıştı.”
“Yıkılan, yakılan evlerimizin ve okullarımızın yeniden yapımı birkaç yılımızı aldı ama gördüğünüz gibi herbirini daha güzel daha sağlam inşa ettik,” dedi babaanne. Diğer yaşlı kadınlar ona katıldıklarını başlarını sallayarak belirttiler.
Genç kadınların çoğunluğu ise, babaanne kadar iyimser değildi. Bu saldırıların yirmi yıl öncekilere benzemediğini, toplayıp götürdükleri erkeklerin bir daha dönemeyeceklerini söylüyorlardı. Heranuş, babaannesinin söylediklerinin gerçek olması, dedesi, dayısı ve amcalarının geri dönmesi için bildiği bütün duaları sessizce mırıldanıyor, götürüldükleri dağları tahmin etmeye çalışıyordu. Köyün diğer çocukları gibi, bütün dikkatini konuşulanlara veriyor, olanları ve olacakları anlamaya çalışıyordu.
Kaynanasının sözünü ettiği sürgün olayını dokuz yaşında yaşamış olan Heranuş’un annesi İsguhi de, çocukluk deneyimlerine dayanarak yaklaşan tehlikenin öncekilerden farklı olduğunu öngörmüş olmalı ki, kız kardeşlerini topladı ve onlardan saçlarını kesmelerini, yüzlerini çirkinleştirmelerini, dikkati çekmeyecek kötü elbiseler giymelerini istedi.
En küçükleri olan Siranuş dışında diğerleri, beş örgüyle topladıkları saçlarını kestiler, ablalarının diğer isteklerini de yerine getirdiler. Siranuş, saçlarını kesmeyi de kötü giyinip suratını çirkinleştirmeyi de reddetti.
Erkeklerin götürüldüğü günün akşamında, köy birtakım adamlarca basıldı. Bu adamlar, köyün güzel, genç kızlarını, kadınlarını kaçırdılar. Kaçırılanlar arasında Siranuş da vardı. Siranuş ve diğer kaçırılanlardan ertesi gün ve öbür günler haber alınamadı. Görenler, Siranuş’u kaçıranların onu örüklerinden kavrayıp ellerine doladıklarını ve böylece sürüklediklerini söylediler.
Kitap tanıtan kitap (1)
www.derindusunce.org Fikir Platformu
102
İsguhi, jandarmaların komşu köylerden bazılarını, bu arada eltisinin köyünü de basmadıklarını, bu köylerin ahalisine bir şey yapılmadığını öğrenir öğrenmez üç çocuğunu, Heranuş’u, Horen’i ve Hırayr’i yanma alıp, eltisinin köyüne gitti. Ancak, çok geçmeden jandarma bu köye de geldi ve bu kez köyün kadın-erkek bütün ahalisini toplayıp Palu’ya götürdü. Palu’ya götürülenler arasında Heranuş, annesi ve iki kardeşi de vardı.
Palu’da kadın ve erkekleri ayırdılar. Kadınları kilisenin avlusuna soktular. Erkekler dışarda kaldı. Bir süre sonra dışarıdan canhıraş çığlıklar gelmeye başladı. Kilise avlusunun duvarları yüksek olduğundan içerdeki kadınlar ve çocuklar, dışarıda olanları göremiyorlardı, ancak korkudan kocaman olmuş gözbebekleri ile bakışları buluşuyor, buluşan bakışlar birbirine öylece takılı kalıyordu. Anneler, neneler, çocuklar, birbirlerine sokulmuş titriyorlardı. Avlu, titreşen yumak yığını gibiydi.
Diğer kardeşleri ile birlikte annesinin eteğinden ayrılmayan Heranuş, bir yandan korkuyor diğer yandan merakını da yenemiyordu. Bir genç kızın dışarıyı görebilmek için ötekinin omuzuna tırmandığını görünce, onların yanına gitti. Arkadaşının omuzuna basıp duvarın üstünden dışarıya bakan kız, aşağıya indikten epey sonra, gördüklerini söyleyebildi. Bu kızın ağzından duyduklarını Heranuş ömür boyu unutmayacaktı: “Erkeklerin boğazlarını kesiyorlar, sonra da nehre atıyorlar!”
Sesler kesildikten bir süre sonra iki kanatlı büyük kapı açıldı ve avludaki kalabalığı, iki sıra oluşturmuş jandarmalar arasmdan geçirip Palu dışına çıkardılar. Burada, köylerine dönmeleri için izin çıktığını, bu nedenle herkesin kendi köyüne dönmesi gerektiğini söylediler. Köye döndüklerinde, evlerinin yağmalandığını gördüler. Evleri, hiç vakit kaybetmeyen civardaki müslüman köylülerce yağmalanmış, yatak-yorganları dahi götürülmüştü.
Köye gelen kadınlar, erkeklerin yasını tutma lüksüne sahip olmadıkları gerçeğini anlayarak, aç karınlarını doyurmak için tarlalara, bahçelere koştular. Olgunlaşmış ekinlerin birkaç gün yemelerine yetecek kısmını elbirliği ile topladılar, damlarda dövüp bulgur yaptılar ve kaynatıp karınlarını doyurdular.
Bundan sonra yapacaklarını düşünmeye fırsatları olmadı. Çünkü jandarma tekrar köye geldi ve köyde kalan bütün nüfusun, yatalak kadınlar dahil olmak üzere sürgüne gönderileceğini söyledi ve hemen toplanmalarını emretti. İşte bundan sonra o uzun, acılı ölüm yürüyüşü başladı.
Çermik Hamambaşı’na geldiklerinde azalmışlardı. Küçülen kafile, orada mola verecek, ertesi gün yola devam edecekti. Küçük oğlu Hırayr’i bir bohça ile sırtına bağlayan İsguhi, yol boyu, arkalara düşmemek için adeta koşturarak yürüyor, diğer çocukları Heranuş ve Horen’i de ellerinden sımsıkı kavramış iki yanında sürüklercesine çekiştiriyordu. Yol boyunca pek çok çocuk ölmüştü ama o, çocuklarını buraya kadar sağ salim getirmeyi başarmıştı. Yorgunluktan, açlık ve susuzluktan adım atacak mecalleri kalmamıştı. Oldukları yere yığılıverdiler sonunda.
O sırada, etraflarını saran Çermikliler, ekmek ve su veriyorlar, karşılığında altın ve ziynet eşyası istiyorlardı. Oysa açlıktan avurtları çökmüş bu insanlar, bütün paralarını, altınlarını ve takılarını ölüm yolculuğunun daha ilk günlerinde yitirmişler ellerinde bir şey kalmamıştı.
Kaynak: Çetin, Fethiye. 2004. Anneannem. İstanbul: Metis. Satın almak için:
http://www.idefix.com/kitap/anneannem-fethiye-cetin/tanim.asp?sid=KMKDOOVJ831L6OT00VNP

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...