AŞIK OLMANIN İNCELİKLERİ ÜZERİNE
Birisiyle tanıştığınızda, hatta tanışmayıp sadece gördüğünüzde, ilk intibanız onun “iyi” olduğu yönündeyse o sizin potansiyel maşukanızdır. Bu kişilerin niceliği-niteliği fark etmez, nerede tanıştığınız da aynı şekilde.
İşte etrafta yürüyen onca tanıdık arasından bir “iyi” zamanla sıyrılıp “çok iyi”ye doğru evrilirse o zaman abayı yakma yolunda ilerlersiniz. Acı ve uzun bir süreç. Ve zamanın göreceli olduğunu da ısrarla hatırlatmak isterim.
Bu hal genellikle mantıkdışı olduğu için belli bir yere oturtulamayan bir ilgi meydana gelir. Onunla ilgili her şeyi öğrenmek istersiniz. Belki hoşunuza giden birçok özelliğini öğrenir, beğenir, sonra hayranlar kahvehanesinde okey beklemeye başlarsınız. Sevmediğiniz özellikleri olsa bile bunlar kabul edilebilir kisvesi altında bilinçaltınızın engin karanlığına hapsedilir (ki daha sonra bunlar çıkartılıp ondan uzaklaşmak için özenle kullanılabilir), hoşunuza giden özellikleri abartılarak diğer özellikleriyle birleşip onun statüsünü yükseltir. Bazı durumlarda da hiçbir şey öğrenemezsiniz. Onun da bastığı ortak kaldırımların somutluğu, bir şeyler öğrenme çabanızdır elden gelen yalnızca. Bu bile duyguyu körükler. Bu aşamaya ulaşıldı mı kıskançlık da vücuda gelir.
Ottan boktan kıskanırsınız onu. Bunu belli edip etmeme tamamen karakterinizle alakalıdır. Fakat bu şerait oluştuğunda halet-i ruhiyeniz değişir. Ya içinize atıp dalgınlaşır, konuşamayıp durgunlaşır yahut yerinizde duramayıp mutluluk yapbozunu neşe parçacıklarıyla gün be gün örersiniz. Yakınlarınıza ondan bahseder, hatta bazen sadece ondan bahsedersiniz. Onun hayali sureti, yalnızken, zihninizde ete kemiğe büründüğünde hafiften boku yemeye başlamışsınız demektir.
Bu kısır döngü öyledir ki onu Aşık Olmakdüşündükçe daha çok görmek ister; göremedikçe daha da düşünürsünüz. Neticede alışkanlıklarınız bile değişir. Etrafınız bu değişimi fark eder ve film o zaman kopar. Çünkü artık gizliliği taşıyamayacak kadar büyütmüşsünüzdür içinizde. Mesele artık itiraftadır. Bu da sizi ürkütür. Bilirsiniz ki bu durumda dört farklı senaryo ile karşı karşıyasınızdır.
Birincisi,
cesaretinizi toplayıp söylersiniz.
Söylediğinizle kalırsınız çünkü o sizin gibi hissetmiyordur. Bok gibi kalırsınız ortada. Kötüye çalan haliniz bu sefer bir de moral bozukluğuyla daha da kötüleşir. Kendinizi ne kadar kısa sürede toplayabilirsiniz bilinmez ama bu redd-i şedid’in çileli bir sürece gebe olduğu aşikardır.
Ondan köşe bucak kaçarsınız. Böyle oldukça da hüzne boğulursunuz. Yemeniz, içmeniz, uykunuz; her şeyiniz değişir. Karakterinizi şekillendiren bir olay daha böylece meydana gelmiş olur ve geleceğinizdeki “siz” geçmişe el sallar.
İkincisi,
söylersiniz, o da benzer şeyler hissediyordur. Adı konulmamış birliktelikler, gezmeler, tozmalar, buluşmalar falan başlar. Eller, ayaklar, dudaklar fink atar. Bunun muhafazakarıyla mezhebi geniş olmak üzere iki farklı formu vardır, o yüzden tam bir kategorizasyon zordur, ama iki grup da hemen hemen aynı şeyi yapar farklı paltolar giyerek. Fakat zamanla fark edersiniz ki hayal ettiğiniz, gözünüzde büyüttüğünüz o kişi ile yanınızdaki kişi farklıdır.
Siz aslında farklı birisine aşık olmuşsunuzdur. Beden ile ruhun farkını orada anlayıp hüzne boğulursunuz. Oyun biter.
Üçüncüsü,
söylersiniz, o bir şey hissetmiyordur, ama siz de hani iyi birisinizdir, ne olacak bakalım diye size şans verilir, denersiniz. Aslında 1-0 mağlup başlamışsınızdır ama bunu savunma mekanizması gereği görmezden gelirsiniz. Bunun acısı sonradan çıkar. Siz aşık olup kör olurken, o sanki hiçbir şey olmamış gibi bunu umursamaz. İnce göndermelerinizi, manalandırmalarınızı, beklentilerinizi boşa çıkartır. En boktan durum budur. Çünkü onunlayken onsuzsunuzdur. Düdük çalalı çok olmuştur ama siz hala koşturuyorsunuzdur.
Dördüncüsü,
son tercih, onu gerçekten seversiniz, size acı verir ama asla söylemezsiniz. Onun ne düşündüğü ne bilirsiniz ne de öğrenmek istersiniz. Belki yanında birisi olduğu için bunu doğru bulmazsınız. Bastırmaya çalıştığınız bir merak her daim sizinle beraberdir, doğru, ama buna kulak asmazsınız. O zamanı, o mekanı bırakır ve zihninizdeki “O”nu her zaman yaşatırsınız. O vakit aşk daim olur.
Etkisi azalsa da kaim olur. Fakat hüzne bulanmış bir tutku olduğu için yine işin içinde bir bok vardır.
Tabi ki bir de anti-hal söz konusudur. Söylersiniz, o da karşılık verir. Meğer tam manasıyla aradığınız kişiymiş. Siz de aynı şekilde onun için. Tıpkı Türk Filmlerindeki gibi. Biraraya gelmeniz zor olsa da gerçekleşir. Bu müebbet saadetin arefesidir, ama böyle bir durum istisnadır.
Marjinal bir kesim dışında kimse onu tadamaz. Aslında bu masalın bu kadar kutsallaştırılması da sadece bu aşamanın çekiciliği yüzündendir.
Deneyenlerin tamamına yakınının yollarda takılıp telef olması, muazzam kalabalığı asla caydırmaz, nesilden nesile intikal ederek yeni kurbanların ruhlarında tezahür eder bu gaye.
Aşk’a gelince o, Kaf Dağı’na ulaşma çabasıdır.
Siz Anka’nızı ararsınız, ama onu bulmak imkansıza yakındır.
Ama zaten aşkı güzel yapan da onu aramanın güzelliği değil midir ki?
Beden nedir ki? Ruh ne?