20 Nisan 2015

Riyazül nefs ve Tehzibil Ahlak ve Mualeceti Emrazil Kalb İmam-ı Gazâli


Riyazül nefs
Tehzibil Ahlak
Mualeceti Emrazil Kalb
İmam-ı Gazâli   
A) Giriş
Tedbiriyle işleri evirip çeviren, herşeyi yerli yerine koyan, herşeyin sûretini en güzel şekilde yapan, insanın sûretini en güzel şekilde süsleyen, şekil ve miktarında eksiklik ve fazlalıktan onu koruyan Allah'a hamdolsun! O Allah ki, ahlâkların güzelleştirilmesini kulun ictihad ve çalışmasına havale etmiştir. Kulu korkutmak ve sakındırmak sûretiyle ahlâkın güzelleştirilmesine teşvik etmiştir. O Allah ki, tevfîkiyle iyi kullarına ahlâkın temizlenmesini kolaylaştırmıştır. Zor ve çetin işleri kolaylaştırmakla onlara minnet etmiştir. Salât ve selâm Allah'ın kulu, peygamberi, habîbi, safîsi, müjdecisi ve uyarıcısı olan Hz. Peygamber'in üzerine olsun! O Peygamber ki, peygamberliğin nûrları onun alnının kıvrımları arasından pırıl pırıl parlardı. Hakkın hakîkati onun hayâlinden ve zâhirinden görünürdü. Salât ve se-lâm onun âline ve ashâbına olsun! O âl ü ashâb ki, İslâm'ın yüzünü küfrün zulmet ve karanlıklarından tertemiz etmişler, bâtılın maddesini kökünden kazımışlardır. Bâtılın ne azı, ne de çoğuyla kirlenmemişlerdir.

Bunlardan sonra bil ki, güzel ahlâk, peygamberlerin efendisinin sıfatıdır. Sıddîkların amelinin en faziletlisidir. Güzel ahlâk, imanın yarısıdır, muttakîlerin mücahedesinin meyvesidir. Âbidlerin riyâzetidir. Kötü ahlâk ise öldürücü zehirdir. Beyin dağıtıcı felâketler, mahvedici rezâletler, rabb'ul âlemîn'in komşuluğundan uzaklaştırıcı habâsetler ve sahibini şeytanların eline teslim eden dalâletlerdir. Allah'ın tutuşturulmuş ateşine -ki onun acısı kalplere işler- açılan kapılardır, güzel ahlâkın, kalpten nimet cennetlerine, Allah'ın komşuluğuna açılan kapılar olduğu gibi... Kötü ahlâk nefsin hastalığı ve kalbin marazıdır. Ancak maddî hastalıkla arasında şu fark vardır. Kötü ahlâk ebedî hayatı öldüren hastalıktır! Bu bakımdan sadece bedeni yok eden hastalıkla bu korkunç hastalığın arasındaki nisbet kıyas edilmeyecek kadar büyüktür. Bedenlerin hastalığında fâni hayatın elden çıkmasından başka bir zarar olmadığı halde, tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almak için doktorların hummalı çalışmaları devamlı bir şekilde olmuştur ve oluyor. O halde kalp hastalıklarının tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almaya inayet göstermek daha evlâ değil midir? Çünkü kalplerin hastalığında ebedî hayatın mahvolması sözkonusudur. Doktorluğun bu çeşidi her akıllı insan için öğrenilmesi farz olan birşeydir. Zira, maraz ve hastalıklardan kurtulmuş olan hiçbir kalp yoktur. Bu bakımdan eğer ihmal edilirlerse hastalıklar birikir, illetler yekdiğerini takip eder ve biri diğerine yardımcı olur, böylece katmerleşir. Bu takdirde kul onların teşhisinde sebeplerinin bilinmesinde engin bir sezişe muhtaç olur. Sonra onları tedavi ve ıslah etmek için çalışmaya ve didinmeye mecbur kalır.

Bu bakımdan onların tedavisi Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesiyle murad edilmiştir.

Nefsini yücelten iflah olmuştur. (Şems/9)

Bu tedaviyi ihmal etmek ise, Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîle-siyle kastolunmuştur:

Onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/10)

Biz bu kitapta kalp hastalıklarının birçok kısımlarına işaret edeceğiz. Kısa olarak onların tedavisi hakkındaki sözün keyfiyetine, hastalıkların hususi ilacının tafsilatına girmeksizin değineceğiz. Çünkü bu tafsilat, Mühlikât kısmının başka bölümlerinde gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz; ahlâkı güzelleştirmeye genel bir bakış ve yolunu hazırlamaktır. Biz burada bunu anlatacak ve daha iyi anlaşılması için de beden tedavisini örnek alacağız. Bunu da güzel ahlâkın fâziletini anlatmakla açığa kavuşturacak ve sonra güzel ahlâkın hakikatini beyan edecek, sonra güzel ahlâka götüren sebepleri anlatacak, sonra ahlâkın güzelleştirilmesine yarayan yolları ayrıntılı olarak anlatacağız. Sonra nefislerin riyâzetini, sonra kalp hastalığının bilinmesinin alâmetlerinin beyanını, sonra insanoğlunun nefsinin ayıplarını bilmesinde vesile olan yolların açıklamasını, sonra kalplerin tedavi yolunun ancak şehvetleri bırakmaya bağlı olduğu hakîkatinin naklî delillerinin açıklamasını, sonra güzel ahlâkın alâmetlerinin açıklamasını, sonra gelişmelerinin başlangıcında çocukların riyazetindeki yolun açıklamasını, sonra iradenin ve mücahedenin başlangıçlarının açıklamasını yapacağız. Bunlar bu kitabın maksad ve hedeflerini toplayan onbir kısımdan ibarettir.

B) Güzel Ahlâk ile Kötü Ahlâk'ın Hakikati

İnsanlar güzel ahlâkın hakikati hakkında ve ne olduğu hususunda oldukça fazla konuşmuşlardır. Buna rağmen onun hakikatini şerhetmeye bir türlü yanaşmamışlar, ancak onun ürünlerinden ve faydalarından bahsetmişlerdir. Sonra faydalarının da tamamını zikretmemişlerdir. Her biri güzel ahlâkın meyvelerinden kalbine geleni, zihninde hazır bulunanı zikretmiştir. Güzel ahlâkın tarifini zikretmeye bir türlü önem verip de açıklamaya yönelmemişlerdir. Güzel ahlâkın bütün meyvelerini kapsayıcı hakikatini, ayrıntılı, derli toplu bir şekilde anlatmamışlardır. Buna misâl olarak, Hasan Basrî'nin şu sözü gösterilebilir:
'Güzel ahlâk; güler yüzlülük, cömertlik ve insanları ezmemek demektir'.

Vâsıtî de şöyle demiştir: 'Güzel ahlâk hiç kimse ile çekişmemek ve hiç kimseyi çekiştirmemektir. Bu da Allah Teâlâ'yı iyi bilmekten ileri gelir'.

Şâh b. Şucca el-Kirmânî de şöyle demiştir: 'Güzel ahlâk, eziyet vermemek ve meşakkatleri yüklenmektir'.

Başkası da 'Güzel ahlâk, kişinin insanlara yakın olmasına rağmen onların arasında yabancı gibi olmasıdır' der.

Vâsıtî bir defasında da şöyle demiştir: 'Güzel ahlâk, genişlik ve darlıkta halkı razı etmeye çalışmaktır'.

Ebu Osman el-Mağribî şöyle demiştir: 'Güzel ahlâk, Allah'tan razı olmaktır'.

Sehl et-Tüsterî'den güzel ahlâkın ne olduğu soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Güzel ahlâkın en küçük derecesi meşakkatlere göğüs germek, karşılık beklememek, zâlime merhamet etmek, onun için af dilemek ve bütün insanlara (veya zâlime) karşı şefkatli olmaktır'.

Başka bir zaman da şöyle dedi: 'Güzel ahlâk rızık konusunda kaygılanmamak ve Allah'a güvenmektir. Allah Teâlâ'nın kuluna kefil olduğuna ve vereceğine inanmak, Allah'a itaat edip kendi-siyle Allah arasında ve insanlarla olan münasebetlerinde Allah'a isyan etmemektir'.

Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:' Güzel ahlâk üç haslettedir: Haramlardan sakınmak, helâli aramak, çoluk çocuğuna kısmadan normal nafakasını vermektir'.

Hallac-ı Mansur şöyle demiştir: 'Güzel ahlâk, hakkı araştırdıktan sonra halkın eziyetinin tesir etmemesidir'.

Ebu Said el-Harraz şöyle demiştir: 'Güzel ahlâk, senin Allah'tan başka bir maksadının olmamasıdır'.

Bu ve benzeri sözler pek çoktur. Bütün bunlar, güzel ahlâkın kendisini değil de meyvelerini anlatmak, semerelerini beyan etmektir. Sonra bu sözler bütün meyveleri de kapsamamaktadır. O halde güzel ahlâkın hakikatinden perdeyi kaldırmak, çeşitli sözleri nakletmekten daha evlâdır.

Halk (yaradılış ve sûret) ve hulk (ahlâk) beraberce kullanılan iki ibaredir. 'Filân adamın halk'ı ve hulk'u güzeldir' denir. Yani 'bâtın ve zâhiri güzeldir' demektir. Bu nedenle halk'tan zâhirî, hulk'tan da bâtınî sûret kastedilir. Bunun sebebi şudur: İnsan, gözle görülen bir beden ve basiretle görülen nefis ve ruhtan ibarettir. Bunların herbirinin bir heyet ve sûreti vardır. Bu heyet ve sûret, çirkin veya güzeldir. Bu bakımdan basiretle idrâk edilen nefis ve ruh, gözle idrâk edilen bedenden, kıymet bakımından daha büyüktür ve bunun içindir ki Allah Teâlâ, onu kendisine izâfe ederek değerini büyütmüştür. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Rabbin o vakit meleklere şöyle demişti: Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onun yaradılışını tamamlayıp da ta-rafımdan ruh verdiğim zaman hemen ona secdeye kapanın!
(Sad/71-72)

Böylece Allah Teâlâ, bedenin çamura mensup olduğuna, ruhun da âlemlerin rabbine mensup olduğuna dikkati çekmiştir. Burada ruh ve nefis'ten kasdedilen mânâ aynı şeydir. Bu bakımdan hulk, nefiste kararlaştırılmış bir heyetten ibarettir ki in-sanların fiilleri kolaylıkla o heyetten çıkar. Düşünce ve tefekküre ihtiyaç olmaksızın oradan neşet eder. Eğer o heyet, kendisinden şer'an ve aklen güzel fiiller çıkacak şekilde ise, ona güzel ahlâk ismi verilir. Eğer o heyetten çıkan fiiller çirkin ise, çıkış noktası olan o heyete kötü ahlâk adı verilir. Biz neden 'Ancak o nefiste ka-rarlaştırılmış bir heyettir' dedik? Çünkü ârızî bir sebepten dolayı arada sırada cömertlik yapan bir kimse için bu ahlâk, onun nefsinde karar kılmadıkça 'onun ahlâkı cömertliktir' denilmez! O cömert sayılmaz. Biz, fiillerin -düşünmeksizin- kolayca oradan çıkışını şart koştuk. Çünkü zoraki bir şekilde cömertlik yapan veya öfkelendiği anda zoraki bir şekilde düşünerek nefsini zapt u rapt altına alan bir kimse için 'Ruhunun ahlâkı cömertlik ve halîmliktir' denilmez.

Bu bakımdan burada dört şey vardır:
1.Çirkinin ve güzelin fiili
2.Bunlara muktedir olması
3.Bunları bilmesi
4.Nefsin bir heyetidir ki nefsi onun vasıtasıyla iki taraftan birisine meyleder ve onun vasıtasıyla iki taraftan birisine -güzellik veya çirkinliğe- müsait olur.

Hulk fiilden ibaret değildir. Çünkü nice şahıs vardır ki onun ahlâkı cömertliktir, fakat veremez. Ya malı yoktur veya herhangi bir engel mevcuttur ve bazen de ahlâkı cimrilik olur, buna rağmen verir. Bu verme ya riyadan dolayıdır veya herhangi bir iteleyici sebeptendir. Hulk kuvvetten de ibaret değildir. Çünkü kuvvetin vermeye ve vermemeye de nisbeti aynıdır. Her insan fıtraten, vermek ve vermemek üzere kudretli olduğu halde yaratılmıştır. Böyle yaratılması, ne cimrilik ahlâkını, ne de cömertlik ahlâkını gerektir-mez. Hulk aynı zamanda mârifetten de ibaret değildir. Çünkü mârifet hem güzele, hem de çirkine bir yön üzerine taallûk eder. Hulk dördüncü mânâdan ibarettir. O mânâ da nefisten vermeyi veya vermemeyi çıkartan heyet demektir. Bu bakımdan hulk, nefsin heyetinden ve onun bâtınî sûretinden ibarettir. Nasıl ki zâhirî sûretin güzelliği, mutlak mânâda burun, ağız ve yanak olmaksızın, sadece iki gözün güzelliğiyle tamamlanmıyorsa, zâhirin güzelliğinin tamamlanması için bütün bunların güzelliği gerekiyorsa, tıpkı bunun gibi iç âlemde de dört rükûn vardır. Ahlâk güzelliğinin tamamlanması için, bütün o rükûnların da güzel olması gerekir. Bu dört rükûn eşit olup mutedil ve birbirine uygun oldukları zaman, güzel ahlâk tamamlanmış olur. O rükünler de hilmin, gazabın, şehvetin ve bu üç kuvvet arasında adaletin kuvvetidir.

İlim kuvvetine gelince, onun güzellik ve elverişliliği; onunla sözlerde doğruluk ile yalanın, inançta hak ile bâtılın ve fiillerde güzel ile çirkinin arasını kolayca farketmek raddesine gelmesi demektir, Bu kuvvet elverişli olduğu zaman, ondan hikmet meyvesi elde edilir. Hikmet ise, güzel ahlâkın başıdır. Bu hikmet hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur;

Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiş demektir. (Bakara/229)

Gazap kuvvetine gelince, onun güzelliği demek, inkıbazı (tutulması) ve inbisatı (kabarması), Hikmet'in istediği çizgide gelişmesi demektir. Şehvet de böyledir. Onun güzellik ve elverişliliği hikmetin işaretinin doğrultusunda olmasıdır. Hikmet işaretinden, aklın ve ilâhî nizamın işaretini kastediyoruz.

Adalet kuvvetine gelince, aklın ve ilahî nizamın işareti altında şehvet ile gazabı zaptetmek demektir. Bu bakımdan aklın misâli, nasihatçi bir müsteşarın misâline benzer. Adl'in kuvveti, kudretin ta kendisidir. Onun misâli ise, aklın işaretine uyarak yürüyüp in-faz edenin misalidir.

Kendisinde infaz işaret edilen ise gazap'tır. Gazab'ın misâli av köpeğinin misâlidir. Av köpeği işarete göre koşacak veya duracak derecede kendisini eğiten birisine muhtaçtır. Nefsin, şehvetinin heyecanıyla hareket etmemesi için, böyle bir eğiticinin varlığı gereklidir. Şehvetin misâli ise, av peşinde koşturmak için binilen atın misâlidir. Bu at bazen talimli ve terbiyeli olur. Bazen de serkeş olur. Bu bakımdan bu hasletler kimde eşit ve normalse o mutlak mânada güzel ahlâklıdır, Bu hasletlerin bir kısmının normal, bir kısmının normal olmadığı kimse sadece o normal hasletlere göre güzel ahlâklı sayılır. Tıpkı fizikî yönden yüzünün bir kısmı güzel, bir kısmı güzel olmayan bir kimse gibi... Gazap'tan gelen kuvvetin güzellik ve itidali şecâat diye isimlendirilir. Eğer gazap kudreti, îtidal sınırını geçer ifrata meylederse, onun ismine tehevvür denilir. Eğer zâfiyet ve noksanlığı (tefrite) meylederse, onun ismine korkaklık denir. Eğer şehvet kuvveti fazlalık tarafına kayarsa, adı oburluk olur. Eksiklik tarafına kaydığı takdirde adı donukluk'tur. Dinen övülen kısmı ise bu iki derecenin ortasıdır. Fazilet de bu orta derecededir.

İfrat ve tefrit tarafları ise hem rezil, hem de kötüdür. Adalet yok olduğu zaman onun ne fazla, ne de eksik tarafları yoktur. Aksine onun zıddı ve tam karşıtı vardır ki o da zulümdür. Hikmet ise, kötü gayelerde kullanıldığı zaman onun ifrat derecesine habâset ve cerbeze adı verilir. Tefrit tarafına da ahmaklık denir. Bu iki tarafın arasındaki orta ve normal yön ise, hikmet ismiyle özellik kazanmıştır. Durum bu iken, ahlâkın esası dörttür:

1.Hikmet
2.Şecâat
3.iffet
4.Adalet

Hikmet'ten bizim gayemiz; nefsin bir durumudur ki nefis onun vasıtasıyla bütün ihtiyarî fiillerde doğruyu yanlıştan ayırır.

Adalet'ten gayemiz; nefsin bir durumu ve kuvvetidir ki, nefis onunla gazap ve şehvet kuvvetlerini idare edip onları hikmetin istediği istikamete sevkeder. Hikmetin işaretine göre, onları kışkırtır veya frenler.

Şecaat'ten gayemiz; gazap kuvvetini göndermekte ve durdurmakta akla itâat etmesidir.
İffet'ten gayemiz; aklın, şehvet kuvvetini ilahî nizamın edebiyle edeblendirmesidir. Bu bakımdan bu dört esasın mûtedil ve normal oluşundan bütün güzel ahlâklar doğup meydana gelmektedir.. Zira akıl kuvvetinin normal oluşundan 'güzel tedbir', 'çalışan zihin', 'kavrayıcı rey', 'isabetli zan', 'amellerin inceliklerine ve nefsin âfetlerinin gizliliklerine karşı uyanık bulunmak' durumları doğup meydana gelir.

Onun ifratından cerbeze, hile, kandırma ve dâhilik doğup meydana gelir, tefritinden ahmaklık, gammare (bönlük), saflık ve delilik çıkar. Gammare'den gayem; hayâlin selâmetiyle beraber, işlerde tecrübenin azlığı demektir. Zira insanoğlu birşeyde tecrübesiz, başka bir şeyde tecrübeli olabilir. Hamâkat ile delilik arasındaki fark ise şudur: Ahmak bir kimsenin hedefi doğrudur, fakat yürüdüğü yol yanlıştır. Bu bakımdan onun hedefe götüren yolda yürümesinde sahih bir düşüncesi yoktur. Mecnun bir kimse ise, o seçilmesi uygun olmayan bir şeyi seçer. Bu bakımdan onun seçişinin temeli bozuktur.

Şecâat ahlâkına gelince, ondan cömertlik, yardım, şehamet, nefsi kırmak, eziyetlere göğüs germek, hilm, sabırlı olmak, öfkeyi yutmak, vekar, sevgi ve benzerleri doğup meydana gelir. Bütün bunlar güzel ahlâklardır. Onun ifratı ise tehevvürdür. Tehevvür'den kibir, gurur, acele kızmak, ucub meydana gelir. Tefritine gelince, ondan rezalet, zillet, üzüntü, hasislik, nefsin küçüklüğü, farz olan hakkı yerine getirmekten kaçınmak gibi rezil ahlâklar meydana gelmektedir. İffetin ahlâkına gelince, iffetten cömertlik, hayâ, sabır, müsamaha, kanâat, verâ, letâfet (incelik), yardım, zariflik ve az tamahkârlık meydana gelmektedir.

Onun ifrat veya tefrite meyletmesine gelince, bundan harislik, oburluk, hayâsızlık, habaset, mubezzirlik, kusurluluk, riyâkârlık, mecnunluk, fuzulî meşguliyet, yağcılık, hased, başkasına isabet eden mu-sibetle sevinmek veya küfürbazlık, zenginlere yağcılık, fakirleri hakir görmek ve benzeri rezil ahlâklar doğup meydana gelir. Bu bakımdan, güzel ahlâkın temelleri bu dört fazilettir: Onlar da hikmet, şecâat, iffet ve adalettir. Diğerleri ise bunların dallarıdır.

Bu dört haslette kemâl derecesine, Hz. Peygamber'den başkası erişememiştir. Hz. Peygamber'den sonra insanlar bu hususta yakınlık ve uzaklıkta çeşitli derecelere ayrılırlar. Bu bakımdan bu ahlâkta Hz. Peygamber'e yaklaşan herkes Allah'a yakındır. Bu yakınlığı da Hz. Peygamber'e olan yakınlığı nisbetindedir. Kim bu ahlâkları kemâl derecesinde nefsinde toplamış olursa, halk arasında emrine itaat edilen ve bütün insanların müracaat kaynağı olan bir padişah olmaya hak kazanır. Herkes bütün fiille-rinde ona uyar ve uymalıdır. Bu ahlâkların tamamından uzaklaşan ve zıdlarıyla sıfatlanan bir kimseye gelince, o kimse memleketten ve insanlar arasından sürgün edilip çıkarılmaya müstehak olur. Çünkü böyle bir kimse Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış ve kovulmuş şeytana pek yaklaşmıştır. Bu bakımdan onu uzaklaştırmak uygun olur. Nitekim birincisinin Allah Teâlâ'ya mukarreb meleğe yakın olduğu gibi... Bu bakımdan birincisine uymak gereklidir ve ona yaklaşmak uygundur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) ancak güzel ahlâkı tamamlamak için nübüv-vet ile vazifelendirilmiştir. Nitekim kendilerinin de buyurdukları gibi...

Kur'an, mü'minlerin sıfatlarını sayarken bu ahlâklara işaret ederek şöyle buyurmuştur:

Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve peygamberine iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler sâdıkların ta kendileridir.
(Hucurât/15)

Bu bakımdan şeksiz ve şüphesiz Allah'a ve Hz. Peygamber'e iman, yakînin kuvveti, aklın meyvesi ve hikmetin zirvesidir. Malla mücâhede etmek, şehvet kuvvetini zapt u rapt altına almaya dönüşen cömertliktir. Nefisle mücâhede etmek, gazap kuvvetini normal sınırda ve aklın gereğine göre kullanmaya dönüşen şecaattir. Allah Teâlâ, ashâb ı kirâmı vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Kâfirlere karşı şiddetlidirler, aralarında merhametlidirler. (Feth/29)

Bu ilâhî hüküm, şiddet için bir yerin olduğuna, rahmet için de başka bir yerin olduğuna işarettir, Bu bakımdan her durumda şiddette kemâl olmadığı gibi, rahmette de kemâl yoktur. Aksine herbirinin yeri ayrı ayrıdır. İşte bu, ahlâkın güzelliğinin ve çirkinliğinin beyanıdır. Rükûnların, meyve ve dallarının bahsidir.

C) Riyazet Yoluyla Ahlâk'ın Değişmeyi Kabul Etmesi
Tembel bir kimseye mücahede etmek, nefsi riyazete çekmek, nefsini temizlemek ve ahlâkını güzelleştirmek ağır gelir. Nefsin bu hâlinin kusurluluğundan, eksikliğinden ve kötü müdahelesinden ileri geldiğini bir türlü kabul etmek istemez. Bu bakımdan bu kişi, ahlâkın değişmesinin düşünülemeyeceğini, tabiatların değişmez olduğunu iddia ederek iki delil ile bu iddiasını isbata kalkışır.

1. Ahlak bâtının sûretidir. Nitekim şeklin, zâhirin sûreti olduğu gibi,... O halde kişi, zahirî hilkati değiştirmeye güç yetiremez. Kısa boylu bir kimse kendisini uzun boylu yapamaz. Uzun boylu bir kimse de boyunu kısaltamaz. Çirkin bir kimse sûretini güzelleştirmeye muktedir değildir. Bâtınî çirkinlik de aynen öyledir.

2. Ulemâ 'Güzel ahlâk ancak şehvet ve öfkenin silinmesiyle mümkündür' demişlerdir. Oysa biz, uzun mücahede yapmak sûretiyle bunu denedik ve bildik ki bu, mizaç ve tabiatın isteğindendir. Hiçbir zaman insanoğlundan şehvet ve öfke ayrılmaz. Bu bakımdan insanoğlunun şehveti, nefsinden ayırmak için çalışması, faydasız bir şekilde vaktini boşa harcamaktır. Çünkü amaç, kalbin geçici zevk ve sefâlara dalmasını önlemektir. Bu ise, varlığı muhal bir şeydir.

Bu bakımdan cevap olarak deriz ki, ahlâklar değişmeyi kabul etmeseydi, nasihatlar, va'zlar ve edeblendirmeler bâtıl olup faydasız kalırdı! Hz. Peygamber (s.a) 'Ahlâkınızı güzelleştiriniz'36 buyurmazdı. Ahlâkın değişmemesi, Ademoğlu hakkında nasıl düşünülebilir? Oysa hayvanların huylarının bile değişmesi mümkündür. Zira doğan kuşu vahşetten yakınlaşmaya dönebilmektedir, Köpek, oburluğunu frenleyip avı sahibine bırakmaya alışmaktadır. At, serkeşlikten uysallık ve itaata geçmektedir. Bütün bunlar ahlâkların değiştirilmesidir. Bu konunun yüzünden perdeyi kaldıracak söz şudur:

Varlıklar, aslında ve tafsilinde insanların hiçbir dahli ve ihtiyarı olmayan kısımlara; gök, yıldızlar, bedenin iç ve dış ve âzâları, hayvanların diğer parçaları ve sonuç olarak kâmil bir şekilde var olanın, varlığından ve kemâlinden tamamen ayrılan şeyler ve eksik bir şekilde var olup şartı mevcut olduktan sonra kemâlin kabulü için kendisinde bir kabiliyet yaratılan kısımlara ayrılmaktadır. Bu ikinci kısmın şartı bazen kulun ihtiyarına bağlıdır.

Şöyle ki, hurma çekirdeği, bilfiil ne elma ve ne de hurmadır. Ancak insan müdahele edip, terbiye verdiği zaman, hurma olabilmesi mümkün olacak şekilde yaratılmıştır. Bu hurma çekirdeği terbiye edilse bile elma olmaz. Madem ki hurma çekirdeği, insanın müdahelesinden etkilenir, bazı durumları değil de bazılarını kabul eder, o halde öfke ve şehvet de böyledir. Biz onların silinmesini ve tamamen ortadan kaldırılmasını istediğimiz zaman, onları etkisiz bırakmak azminde olduğumuz an, buna asla bizim gücümüz yetmez ve yetmemiştir. Eğer onların uysallaştırılmasını, riyazet ve mücâhede sûretiyle itaat edecek şekle sokulmasını istesek, buna gücümüz yeter. Zaten biz bununla emrolunduk ve böyle yapmak bizim kurtuluşumuzun ve Allah'a varışımızın sebebi olur. Evet! Tabiatlar çeşitlidir, bazıları çabuk

terbiye kabul eder. Bazıları da geç kabul ederler. Tabiatların çeşitli oluşunun iki sebebi vardır.

I. Fıtratta bulunan kuvvet ve bu kuvvet var oldukça devam etmesidir. Zira şehvet, öfke, gururun kuvveti insanoğlunda mevcuttur. Fakat bunların en zor ve en geç terbiye olanı şehvet kuvvetidir.

Zira şehvet kuvveti, bütün kuvvetlerden daha önce varolan bir kuvvettir. Zira çocuğun yaratılışının başlangıcında şehvet yaratılır,sonra yedi yaşından itibaren de öfke kendisi için yaratılır. Bundan sonra temyiz ve ayırdetmek kuvveti kendisinde yaratılır.

II. İnsan kendisinde bulunan bir huyunu beğenir ve ona uygun davranışlarda bulunur ve bunlara devam ederse, o huy kendisinde iyice yerleşir ve onu söküp atmak zor olur. İnsanlar bu hususta dört mertebeye ayrılır:

Birinci Mertebe: Gaflette olan insandır ki hak ile bâtılı, güzel ile çirkini farketmez. Hatta yaratıldığı gibi kalmış, bütün inançlardan boş, lezzetlere tâbi olup şehveti de tamamlanmamıştır. Böyle bir kimse tedaviyi çabuk kabul eder. Bu sadece bir muallime, mürşide ve nefsinden onu hayra iteleyici bir kuvvete muhtaçtır ki onu mücahedeye sevketsin, böylece en yakın ve en kısa zamanda ahlâkı güzelleşsin!

İkinci Mertebe: Çirkini bilir, fakat sâlih amel yapmayı âdet edinmemiştir. Hatta kötü ameli kendisine süslü gösterilmiştir. Onu alışkanlık haline getirmiştir. Bütün bunlar şehvetlerine itaat edip, bildiği doğrudan yüz çevirdiği için olmuştur! Bu da şehvetin kendisine galebe çalmasından ileri gelmiştir. Fakat amelinde kusurlu olduğunu bilir. Bu kimsenin durumu, birincisinin durumundan daha zordur. Zira bunun vazifesi daha fazladır. Buna gereken vazife, önce nefsinde yerleşen fesadı söküp atmaktır. Sonra nefsinde salâh ve takvâ sıfatını yerleştirmektir. Fakat bu kimsenin her durumunda riyazete tâbi tutulmaya kabiliyeti vardır. Eğer ciddiyet ve samimiyetle yanaşmak istiyorsa, terbiyeye elverişlidir.

Üçüncü Mertebe: Çirkin ahlâkı hakkında, o ahlâklarla ahlâklanmanın vâcib ve güzel olduğuna inanmak, o ahlâkları hak ve güzel görmek ve onlar üzerinde ilerlemektir. Böyle bir kimse, tedavisi neredeyse mümkün olmayacak bir kimsedir. Bu kimsenin salâh ve takvâya yanaşma ihtimali çok zayıftır. Bunun sebebi ise, dalâlet ve sapıklığın sebeplerinin bu adamda birikmesidir.

Dördüncü Mertebe: Fazileti, bozuk düşüncenin temeli üze-rinde gelişmekle ve onunla amel etmeye alıştırılmakla beraber oburluğun çokluğunda ve nefisleri helâk etmesinde görmez. Böbürlenmesinin ve böyle yapmasının kıymetini artırdığını zanneder. Bu mertebe daha önce bahsi geçen mertebelerin hepsinden daha çetindir ve bunun hakkında şöyle denilmiştir:

İhtiyarı riyazete tâbi tutmak zahmet çekmektir. Kurdu terbiye etmeye çalışmak da azap vermektir!' Bu sınıflardan birincisi sadece câhildir. İkincisi câhil ve sapıktır. Üçüncüsü, câhil, sapık ve fâsıktır. Dördüncüsü, câhil, sapık, fâsık ve şerirdir. Onların delil olarak ileri sürdükleri diğer hayâle gelince, o hayal onların şu sözüdür: Âdemoğlu hayatta oldukça onun şehvet ve öfkesi kesilmez. Dünya sevgisi ve diğer sıfatları ortadan kalkmaz. Bu görüş, bir grubun yanılmasıdır. Bu grup zannetmiştir ki, mücahededen gaye bu sıfatları tamamen ortadan kaldırıp silmektir. Oysa bu sıfatların tamamen kaldırılması uzak bir ihtimaldir. Çünkü şehvet esasında bir fayda için yaratılmıştır. İnsanın yaratılışında şehvetin olması zarurîdir. Eğer yemek şehveti kesilirse, insanoğlu helak olur. Eğer cinsî ilişkinin şehveti kesilirse nesil son bulur. Eğer öfke tamamen ortadan kalkarsa, insan kendi nefsini helâk eden birşeye karşı koymaz ve helâk olur! Madeni ki şehvetin aslı kalıcıdır, o halde insanoğlunu şehvete götüren mal sevgisi de kalıcıdır. Öyle ki bu sevgi, onu mal edinmeye sevkeder. Oysa mücahededen gaye; bu sıfatları tamamen ortadan kaldırmak değildir. Aksine, bu sıfatları normale dönüştürmektir. İfrat ve tefritin ortasını bulmaktır. Öfke sıfatından gaye, korunmaktır. Kısacası kişinin kuvvetli olması, kuvvetiyle beraber aklına itaat etmesidir. Bunun için de Allah Teâlâ Feth sûresinin 29. ayetinde

Kâfirlere karşı şiddetli ve aralarında merhametlidirler' buyurmuştur. Dikkat edilirse, Allah Teâlâ müslümanları şiddetle vasıflandırmıştır. Oysa şiddet ancak öfkeden doğup meydana gelir. Eğer öfke tamamen ortadan kalkarsa, cihad, da kalkar. Acaba şehvet ve öfkenin tamamen ortadan kaldırılması nasıl kastedilebilir? Oysa peygamberler bile şehvet ve öfkeden tamamen sıyrılmamışlardır. Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Ben sadece bir beşerim. Beşerin öfkelendiği gibi öfkelenirim.37

Hz. Peygamber'in huzurunda hoşuna gitmeyen birşey konuşulduğu zaman, mübarek yanakları kıpkırmızı kesilecek derecede öfkelenirdi. Fakat hakikatten başkasını söylemezdi. Hz. Peygamber'in öfkesi, onu hakikatin çerçevesinden çıkarmazdı ve nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını bağışlıyanlar... (Âlu İmran/134)

Dikkat edilirse, Allah Teâlâ 'Öfkelerini kaybedenler' dememiştir. Bu bakımdan öfke ve şehveti normal sınırda tutmak, akla galip gelmeyecek şekilde onları terbiye etmek, hatta onları aklın himayesi altına almak, aklı onlara hâkim kılmak mümkündür. İşte ahlâkın değiştirilmesinden gaye budur. Çünkü çoğu zaman şehvet, insanoğlunu tahakküm altına alır. Öyle bir hâle getirir ki insanın aklı o şehvetin fuhşiyata dönüşmesini önleyemez. Fakat riyazet yapmak sûretiyle şehvet normal sınıra çekilebilir ve görülüyor ki böyle olmak mümkündür. Tecrübe ve müşahede buna delâlet etmektedir. Ahlâkta ifrat ve tefrit değil de normalin matlûb olduğuna delâlet eden delil şudur: Cömertlik, şer'an ve dinen övülen bir ahlâktır. Kaldı ki cömertlik, israf ile cimrilik arasında bir ahlâktır. Allah Teâlâ cömerti medh u sena ederek şöyle buyurmuştur:

Ve harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur.(Furkan/67)

Elini boynuna bağlama, büsbütün de onu açıp israf etme ki sonra kınanmış olursun ve eli boş, açıkta kalırsın!(İsrâ/29)

Böylece yemek şehvetinde de gaye, donukluk ve oburluk değil, normal hareket etmektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Ey Ademoğulları! Her namazınızda süslü elbisenizi giyin. Yeyin, için, israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez!(A'raf/31)

Onun beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler.(Feth/29) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

İşlerin en hayırlısı orta (mutedil) olanlarıdır.38

Bunun bir sırrı ve tahkiki vardır; kişinin saadeti, kalbinin dünya âleminin ârızlarından selâmet bulmasına bağlıdır.

Ancak selîm kalple Allah'a gelen müstesnadır. (Şuara/89)

Cimrilik dünya ârızlarındandır. İsraf da onun gibi dünya ârızlarındandır. Kalbin şartı, bunların ikisinden selim kalmasıdır. Yani mala iltifat edip onun dağıtılmasına veya tutulmasına haris olmamasıdır. Çünkü infak etmekte haris olan bir kimsenin kalbi infaka, malı tutmakta haris olan bir kimsenin kalbi de malı tutmaya meyleder. Bu bakımdan kalbin kemâli, bu iki vasıftan da uzaklaşmasıdır. Eğer bu mümkün olmazsa, her iki vasfın da bulunması gerekir. O da orta derecedir. Zira ılık su, ne sıcak ve ne de soğuktur, bunların arasında bir derecedir. Sanki sıcaklık vasfından da soğukluk vasfından da uzaktır. Böylece cömertlik de israf ile cimrilik arasındadır. Şecâat, korkaklık ile tehevvür arasındadır. İffet, oburluk ile donukluk arasındadır. Diğer ahlâklar da böyledir. Bu bakımdan işlerin ifrat ve tefrit tarafları kötüdür. İşte güzel olan da budur ve bu da mümkündür. Evet! İrşad edici şeyhe, müridine, öfkeyi tamamen çirkin göstermek, cimriliği kötülemek vâcib olur. Bu hususta ona ruhsat vermemesi lâzımdır. Çünkü mürşid, müridine burada en küçük bir ruhsat verdi mi,mürid onu kendisi için özür kabul ederek cimriliğini ve öfkesini devam ettirmekte kendisini mâzur görecektir. Kişi bunun esasını sökmesini kastedip bu hususta mübalağa gösterdiği zaman, onun hiddetinin kırılması mümkün olur. Normal şekle dönse bile, mürşid buna râzı olmamalı, tamamının yok olmasına çalışmalıdır ki istenilen sonuca varılabilsin! Bu bakımdan bu sır, mürid için keşfolunmaz. Çünkü bu yer, ahmak insanların böbürlenme yeridir. Zira ahmak kimse, nefsi hakkında zanneder ki öfkelenmesi haklıdır, mal tutması haktır

36) Ebu Bekir b. Lâl
37) Müslim
38) Beyhakî

Ç) Güzel Ahlâk'a Ulaştıran Sebepler

Anlaşıldı ki güzel ahlâk, akıl kuvvetinin îtidal ve normal derecesine, hikmet'in kemâline, öfke ve şehvet kuvvetinin normal olup akla ve şeriate itaat etmesine bağlıdır. Bu normallik, iki yönden meydana gelir.

1.İlâhî bir cömertlikle, fıtrî bir kemâlle hâsıl olur. Öyle ki insan, kâmil bir akıl ile doğar. Güzel ahlâklı olarak dünyaya gelir.Hatta şehvet ve gazabı da korunmuştur! Onun şehvet ve öfkesi,akla ve ilâhî nizama itaat edecek ve normal bir şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan bu kimse öğrenmeksizin âlim olur.
Öğrenmeden terbiyeli olur. Örneğin Hz. İsa (a.s), Hz. Yahya (a.s) ve bütün peygamberler böyledir. Tabiat ve yaratılışta gayret sûretiyle elde edilen bir şeyin bulunması uzak bir
ihtimal değildir. Nice çocuklar vardır ki doğru lehçeli, cömert, cesaretli olduğu halde yaratılmıştır ve bazen de bunun aksi olur. Arıcak bu vasıflar
alıştırma yoluyla ve güzel ahlâkla ahlâklanmış kimselerle oturup-kalkmak sûretiyle elde edilir.

2.Bu ahlâkları mücahede ve riyazet yoluyla elde etmektir. Bundan gayem, nefsi güzel ahlâkın istediği hareket ve fiillere zorlamaktır. Mesela cömertlik ahlâkını elde etmek isteyen bir kimse için yol cömertlik fiilini âdet haline getirmek için nefsini zorlayarak alıştırmaktır. Bu da malın verilmesi demektir. Daimî bir şekilde mal vererek bunu zoraki bir şekilde nefsine kabul ettirmeli ve bu hususta nefsiyle mücahede etmelidir. Ta ki bu, nefsi için tabiîleşip kolay hale gelinceye kadar... Böylece nefis, cömert olur.
Böylece nefsine tevazu ahlâkını kazandırmak isteyen bir kimse,nefsine kibir ve gurur galip geldiği halde şu yolda onu elde edebilir: Uzun bir müddet mütevazi kimselerin fiillerine devam etmeli ve bu devamlılık müddetince nefsiyle mücahede edip zoraki bir şekilde onu bu yöne sevketmelidir. Bu ahlâk, nefsin ahlâkı olup, onda tabiî bir şekil alıp, kolayca onda yerleşinceye kadar devam etmelidir. Şer'an ve dinen güzel ahlâkların tamamı bu yol ile elde edilir. Kişinin gayesi, kendisinden çıkan fiillerden zevk alması olmalıdır. Bu bakımdan verdiğinden dolayı, vermiş olduğu maldan zevk alan bir kimse cömert bir kimsedir. İstemeyerek veren bir kimse ise, cömert sayılmaz. Mütevâzi kimse ise, tevâzudan lezzet duyar. Dinî ahlâklar ancak nefis, güzel âdetlerin tamamını îtiyad haline getirince ve kötü fiillerin tamamını terkedince yerleşir. Güzel fiillere aşık olan ve onlardan zevk duyan bir kimsenin devam etmesi gibi bunlara devam etmedikçe ve aynı zamanda çirkin fiilleri kerih görüp onlardan elem duymadıkça, güzel ahlâk onun kalbinde yerleşmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Benim gözümün nûru, namazda kılındı.39

İbâdetlerin yapılması ve mahzurların terkedilmesi kerahet ve ağırlıkla beraber olursa, bu eksikliktir. Kul bununla saadetin kemâline erişemez. Mücâhede ile bunlara devam etmek hayırlıdır. Fakat hayırlı olması, terketmesine nisbetendir. İsteyerek yapmasına nisbeten değil... Bu sırra binaen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Bir de sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Gerçi bu ağır gelir. Fakat saygılı kimselere değil....39) Nesaî(Bakara/45) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Rıza halinde Allah'a ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa istemediğin birşeye sabretmekte çok hayır vardır.40

Güzel ahlâktan ötürü va'dedilen saadete ermek için bazen ibadetten lezzet almak, mâsiyeti hor görmek, bazen de tam aksini hissetmek yeterli değildir. Aksine daimî ve hayat boyunca böyle olmalıdır ki güzel ahlâktan ötürü va'dedilen saadete hakkıyla erilsin! Hayat uzadıkça fazilet daha yerleşir ve daha kemâle erer ve bu sırra binaendir ki Hz. Peygamber'e saadet sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur:

Saadet, Allah'a ibadette uzun ömürlü olmaktır.41

Bunun için de peygamberler ve velîler ölümü hoş görmemişlerdir. Çünkü dünya, âhiretin tarlasıdır. Hayatın uzamasıyla ibâdetler fazlalaşır, o nisbette de sevap çoğalır, nefsi de daha temiz olur. Ahlâk daha kuvvetlenir ve daha yerleşir, ibâdetlerin hedefi, kalbe tesir etmeleridir. Kalbe tesir etmeleri ise, ancak ibâdetlere devam etmekle mümkün olur. Bunlardan gaye, nefisten dünya sevgisini kesmek, Allah sevgisini yerleştirmektir. İnsanı öyle bir raddeye getirmektir ki Allah ile mülâki olmaktan, onun nezdinde, daha sevimli birşey olmamalıdır ve elindeki bütün imkânları kendisini Allah'a götüren yolda kullanmalıdır. İnsanın öfkesi ve şehveti insanın hizmetine verilen şeylerdendir. Bunların güzel kullanılması da ancak ilâhî nizam ve aklın terazisiyle ölçülmesine bağlıdır. Sonra onunla sevinmeli ve ondan lezzet almalıdır. Namazın gözün nuru olacak bir raddeye gelmesini, ibâdetin lezzet verici bir duruma ulaşmasını uzak sanmak uygun değildir. Çünkü âdet, nefiste bunlardan daha garip acaiplikleri istemektedir. Zira biz görürüz ki padişahlar ve servet sahipleri daimî üzüntüler içerisindedirler. Kumarcıyı görürüz ki, bazen kumarından ve içinde kıvrandığı çirkin fiilinden ötürü öyle bir ferahlık ve lezzet duyar ki halkın kumarsız sevinmesi bunun yanında az sayılır. Oysa kumar, çoğu zaman kişinin malını tamamen giderir, evini yıkar, kendisini müflis bırakır. Bununla beraber kişi kumarı sever ve ondan lezzet alır. Oysa bu, uzun zamandan beri kumara olan alışkanlığmdandır.

Güvercin ve kuşlarla oynayan da böyledir. Bazen bütün gün ayakta, güneşin hararetinde bekler. Oysa kuşlara, hareketlerine, uçuşlarına, gökte halka olmalarına karşı duyduğu sevgiden ötürü o zahmetin elemini hissetmez. Hatta biz, aldatıcı fâsığı görürüz ki kendisi her türlü eza ve cefaya karşı sabır göstermekle iftihar eder. Bu hareketinden dolayı asılmaya bile sabır göstermekle böbürlenir. Bütün bunlarla beraber o nefsiyle mağrurdur. Bunlara karşı sabırlı olmasıyla iftihar eder. Hatta bunu nefsine böbürlenme vesilesi yapar. İçlerinden bazılarını yaptığını veya başkasının yaptığını ikrar ve itiraf etmek için azaları parça parça kesildiği halde inkârcılıkta ısrar ettiğini, kendisine tatbik edilen eziyetlere perva etmediğini görürsün. Mükemmellik, erkeklik ve kahramanlık kabul ettiği bu metânetinden dolayı sevinir. İçindeki azaba rağmen durumları kendisi için göz aydınlığı ve böbürlenmesinin sebebi olmuş olur. Hatta kadınlara benzetmek için tüylerini yolmak, yüzünü süslemek ve kadınlarla karışmakta muhannes bir kimsenin halinden daha kötü ve daha çirkin bir hâl olmadığı halde, buna rağmen görürsün ki muhannes kişi, bu halinden ötürü bir sevinç içindedir. Muhanneslikte mâhir olduğundan dolayı böbürlenmekte, muhanneslikteki bu durumu ile iftihar etmektedir. Hatta padişah ve âlimler arasında birbirlerine karşı iftihar yarışması yapıldığı gibi, hacamatçılar ve süpürgecilerin arasında da sanatlarından dolayı iftihar yarışmasının yapıldığını görürsün. Bütün bunlar, daimî bir şekilde bir tarza devam etmenin ve bunu âdet edinmenin sonuçlarındandır. Uzun bir müddet devam etmek, oturup-kalktığı ve tanıdığı kimselerde bunu görmek, böyle yapmasına yol açar. Bu bakımdan madem ki nefis, âdetten ötürü bâtıldan lezzet alıp ona ve çirkin şeylere meylediyor, o halde bir müddet hakka döndürüldüğü takdirde ve hakka devam etmesi sağlandığı müddetçe nasıl haktan lezzet almayabilir? Nefsin o kötü işlere meyletmesi tabiatı gereğidir. Çamurun yenmesine meyletmeye benzer. Zira çamur yemek, âdetin neticesi olarak bazı insanlarda galip gelir. Fakat nefsin hikmete, Allah sevgisine ve Allah marifetine meyletmesi ise tıpkı yemeye ve içmeye meyletmesi gibidir. Bu ise kalp tabiatının gereğidir. Çünkü bu rabbânî bir emirdir. Nefsin şehvet isteklerine meyletmesi aslında garip ve tabiatına sonradan gelmiştir. Kalbin gıdası hikmet, mârifet ve Allah sevgisidir. Fakat nefis, kendisinde vâki olan bir hastalıktan dolayı, tabiatının isteğinden uzaklaşmıştır. Nitekim insan midesinde hastalık olur ve bundan dolayı mide, yemek ve içmeyi istemez. Oysa bunların ikisi de midenin yaşamasının sebepleridir. Bu bakımdan Allah'tan başka herhangi birşeyin sevgisine meyleden her kalp, meyletmesi nisbetinde hastadır. Ancak o şey Allah sevgisinde ona yardımcı olduğu için seviyorsa, bu takdirde durum değişir. Allah'ın dininin sevgisinde kendisine yardımcı olan birşeyi sevmek, kalpte bir hastalığın varlığına delâlet etmez.

O halde kesinlikle anlaşıldı ki, bu güzel ahlâkları riyazet yoluyla kazanmak mümkündür. Riyazet demek, kendisinden çıkan fiilleri başlangıçta zoraki bir şekilde, sonra da kendisine tâbi olsun diye işlemek demektir. Bu ise kalp ile âzâlar arasındaki ilginin şaşılacak hallerindendir. Bundan gayem nefis ve bedendir. Zira kalpte beliren her sıfat, eserini âzâlar üzerinde gösterir. Hatta âzâlar, ancak o sıfata uygun olarak hareket ederler. Âzâların yaptığı her fiilden bir eser kalbe yükselir. Oradaki iş, devir ve teselsüldür. Bu ise bir misâl ile bilinir. Yazmakta usta olmak isteyen bir kimse için, kâtib (hattat) olabilmek için nefsî bir sıfat vardır. El ile bir kâtibin yaptığını yapmaktan ve uzun bir müddet buna devam etmek-ten başka kendisinin bir yolu yoktur. Bu ise güzel yazıyı hikâye etmektir. Çünkü kâtibin yaptığı güzel yazıdır. Bu bakımdan kendisini zorlamak sûretiyle kendisini kâtibe benzetmeye çalışmalıdır. Sonra durmadan buna devam etmelidir ki bu, nefsinde sâbitleşmiş bir sıfat olsun! Bu bakımdan sonunda güzel yazı, tabiî olarak bundan ortaya çıkacaktır. Tıpkı başlangıçta zoraki bir şekilde kendisinden ortaya çıktığı gibi.,. O halde yazısını güzelleştiren kendisidir. Fakat başlangıçta bu iş zorlukla oldu. Ancak bu zorluktan kalbe bir eser yükseldi. Sonra o eser kalpten âzâya (ele) indi. İşte böylece kişi, tabiî olarak, güzel yazı yazmaya başladı. Böylece fakîh olmayı isteyen bir kimse için fakîhlerin yaptıklarını yapmaktan başka yol yoktur. Onların fiilleri ise, durmadan fıkhı tekrar etmek, bunun tekrarlanmasından kalbine fıkıh sıfatı yükselinceye kadar buna devam etmektir, böylece fakîh olur. Böylece, cömert, namuslu, halîm ve mütevazi olmak isteyen bir kimsenin de, bu karakterde bulunan kimselerin fiillerini zorlaya zorlaya yapması gerekir. Bu fiiller kendisi için tabiîleşinceye kadar buna devam etmelidir. Bu bakımdan bunun ilâcı ancak böyle yapmaktır. Nasıl ki fakîh olmayı isteyen bir kimse, bir gece de fakih olamadığı için ümitsiz olmuyorsa ve bir gece çalışıp tekrar etmekle bu mertebeye varamıyorsa, aynen bunun gibi nefsin tezkiyesine, mükemmel olmasına ve güzel amellerle süslenmesine talip olan bir kimse de bir günün ibâdetiyle bu hedefe varamaz ve bir günün isyanıyla da bundan mahrum olmaz.

Bu söylediklerimiz şu sözün mânâsıdır: Bir tek büyük günah, ebedî cezayı gerektirmez. Fakat tekrar etmeyi bir gün terketmek insanı benzerine çağırır, sonra azar azar bu çağırma devam eder. Öyle ki nefis, tembelliğe alışır, sonunda tahsili kökten terkeder ve böylece fıkhın fazileti elinden kaçar. Küçük günahlar da böyledir. Onların bir kısmı insanı başka kısınma çeker, sonunda saadetin temelini, ve imanın esasını yıkmak sûretiyle, elden kaçırıncaya kadar devam eder! Nasıl bir gece yapılan tekrarın tesiri, nefsin fıkhında hissedilmiyorsa, nefsin fıkhı tedric yoluyla bedenin gelişmesi, kâmetin uzaması gibi yavaş yavaş beliriyorsa, bir taatin tesiri de nefsin tezkiyesinde ve temizlenmesinde derhal tesirini göstermez. Fakat az bir taatı hakir görmek de uygun değildir. Çünkü taatin çoğu tesir eder. Taatin çoğu ise, azlarından meydana gelmiştir. Bu bakımdan her azın tesiri vardır. Hiçbir taat yoktur ki, gizli de olsa onun bir tesiri bulunmasın. Bu bakımdan kesinlikle onun sevabı vardır. Sevap ise tesir karşılığıdır. Günah da böyledir. Nice fakîh vardır ki, bir gün ve bir gecenin boş geçirilmesini pek önemsemezler ve böylece gün be gün nefsini daimî bir şekilde geciktirirler. Sonunda tabiatı, fıkhı kabul etmekten çıkar. Küçük günahları önemsemeyen, daimî bir şekilde nefsini tevbeden alıkoyan, ölümün ansızın gelip gırtlağına yapışmasına kadar veya günahların karanlığı kalbinin üzerinde birikip tevbe etmesi zorlaşıncaya kadar bekleyen bir kimsenin hükmü de böyledir. Zira az, insanı çoğa davet eder. Böylece kalp, şehvetlerin zincirleriyle bağlanmış olur. Bir daha da kalbi, şehvetlerin pençesinden kurtarmak mümkün olmaz. Tevbe kapısının kapanmasının mânâsı bu demektir. Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesiyle bu kasdedilmiştir:

Biz onların önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık; artık görmezler.(Yâsîn/9) Bu sırra binaen Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:

İman, kalpte beyaz bir nokta olarak görünür. İman arttıkça bu beyazlık da artar. Ne zaman ki kul, imanın kemâline varırsa, o zaman kalbin tamamı beyazlaşır. Münafıklık, kalpte siyah bir nokta olarak görünür. Münafıklık arttıkça o siyahlık da artar. Kul, tam bir münafık olduğu zaman kalbin tamamı kararır!

Bu bakımdan anlaşıldı ki güzel ahlâklar, bazen tabiat veya fıtratla, bazen de güzel fiillerin alışkanlık hâline getirilmesiyle ve bazen de güzel fiil sahiplerinin tanınması ve onlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Çünkü o güzel fiil sahipleri güzelliğin, salâh ve takvânın arkadaşlarıdır. Zira tabiat tabiattan hem şerri, hem de hayrı alır. Bu nedenle hakkında bu üç durumun gerçekleştiği -öğrenmek, âdet ve tabiat yönünden fazilet sahibi olan- bir kimsenin fazileti, faziletin zirvesi demektir. Rezil olan ve kötü arkadaşları bulunan, onlardan kötülüğü öğrenen, âdet edinilecek kadar şer sebeplerini kendisinde toplayan bir kimse ise, son derece Allah'tan uzaktır. Bu iki derece arasında bulunan bir kimse ise, bahsi geçen bu durumlardan bazılarının bulunduğu bir kimsedir. Bunların herbirinin yakınlık ve uzaklıkta, kişinin sıfat ve durumunun isteğine göre bir derecesi vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8)

Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.(Nahl/33)

39) Nesaî
40)Taberânî
41)Deylemî

D) Ahlâk'ı Güzelleştirmenin Yolları

Ahlak
Daha önce anlaşılmıştı ki ahlâkta îtidal, nefsin sıhhati demektir. İtidalden uzaklaşmak ise, bir hastalıktır. Tıpkı mizacta îtidalin bedenin sıhhati, itidalden sapmanın o mizaçta bir hastalık olduğu gibi... Bu bakımdan biz bedeni misâl olarak ele alıp deriz ki; kötü huyların giderilmesi, faziletlerin ve güzel ahlâkın kazanılması hususunda nefsin tedavisi, bedenin illetlerini kendisinden uzaklaştırmak, sıhhatini kazandırmak hususundaki tedavisine benzer.

Nasıl ki mizacın esasında, mûtedil olmak galip ise, mideye gıdalardan ve değişik durumlardan zarar geliyorsa, tıpkı bunun gibi çocuk da fıtraten sıhhatli ve mûtedil olarak doğup dünyaya gelir. Ancak annesi ve babası onu yahudi, hristiyan veya ateşperest yaparlar; yani alıştırmak ve öğretmek sûretiyle ona rezaletleri kazandırırlar! Nasıl ki beden, başlangıçta tam ve kâmil bir şekilde yaratılmıyorsa, ancak gıda ile terbiye edilip geliştiriliyor, yavaş yavaş kemâle doğru gidiyorsa, nefis de mükemmelliğe kabiliyetli olduğu halde, eksik olarak yaratılır.

Ancak terbiye, ahlâkın güzelleştirilmesi ve ilim ile gıdalandırmak sûretiyle mükemmelleştirilir. Eğer beden sıhhatliyse, doktorun vazifesi bu sıhhatli bedene, sıhhati koruyucu prensipleri gösterip, kanunları öğretmekse, beden hasta olduğu takdirde doktorun durumu ona sıhhati kazandırmaksa, tıpkı bunun gibi senin nefsin temiz ve saf ise, sana uygun düşen hareket o temizliği korumak için çalışmaktır. Onu daha fazla kuvvetlendirmek, daha fazla temizlemek için çalışmaktır. Eğer nefsin mükemmel, saf ve temiz değilse en uygunu, nefse saflık kazandırmak için çalışmandır. Nasıl ki bedenin mûtedil durumunu değiştiren ve hastalığı getiren illet, ancak zıddıyla tedavi olunuyorsa, eğer hastalık hararetten ise soğukla, eğer soğuktan ise hararetle tedavi edilir. Tıpkı bunun gibi, kalbin hastalığı olan rezaletin de tedavisi zıddıyladır. Bu bakımdan cahillik hastalığı, öğrenmekle tedavi olunur.

Cimrilik hastalığı cömertlikle, gurur hastalığı tevâzu ile, oburluk hastalığı zoraki bir şekilde yemeği kesmekle tedavi olunur. Nasıl ki ilacın acılığına ve iştahın çektiği şeylere sabretmenin şiddetine, hasta bedenleri tedavi etmek için katlanmak gerekiyorsa, tıpkı onun gibi hasta kal-bin tedavisi için de sabır ve mücâhedenin acılığına katlanmak lâzımdır. Hatta bu daha evlâdır. Çünkü insan bedenin hastalığından ölüm ile kurtulur. Kalbin hastalığı ise -Allah korusun-ölümden sonra da ebediyyen devam eden bir hastalıktır. Nasıl her soğuk, sebebi hararet olan her hastalığa elverişli değilse, ancak belli bir sınırda olduğu zaman elverişli oluyorsa, bu da şiddet, zayıflık, devamlılık veya devamsızlık, çokluk ve azlık ile değişir ve buna faydalı miktarı belirten bir (doz) lâzımdır. Çünkü eğer bunun ayarı (dozu) bilinmezse, fesad daha da artar. Aynen bunun gibi kötü huyların tedavisinde kullanılan zıt unsurlar için de bir ayar (doz) lâzımdır.

İlaçların ölçüsü (dozu), hastalığın durumundan öğrenildiği gibi, doktor da hastalığın hararetten veya soğuktan geldiğini bilmedikçe tedavi edemez. Eğer hastalık hararetten ise, onun derecesini bilmesi gerekir. Acaba zayıf mıdır, şiddetli midir? Bunu bildiği zaman, bu sefer bedenin durumunu dikkate alır. Hastanın sanatına, yaşına ve diğer durumlarına bakar. Sonra onlara göre tedavi eder. Tıpkı bunun gibi önder olan ve müridlerin nefislerini tedavi eden ve irşad isteyenlerin kalplerine ilaç veren şeyh de müridlere özel riyazetleri ve birtakım zorlukları tatbik etmeye kalkışmamalı, onların hastalık ve huylarını bilmedikçe özel bir yolla bu formülleri kendilerine tatbik etmemelidir. Nasıl doktor, bütün hastalıklara tek bir ilacı tatbik ettiğinde onların çoğunu öldürürse, şeyhin durumu da böyledir.

Eğer bütün müridlere, bir çeşit riyazet uygularsa, onları helâk eder ve kalplerini öldürür. Mürşid müridin hastalığını tedkik etmeli, onun halinin, yaşının, mizacının ve bünyesinin kaldırabileceği riyazeti güzelce düşünmelidir ve bunun üzerine uygulamasını yapmalıdır. Eğer mürid acemi ise, şeriatın sınırlarını bilmeyen bir cahilse, önce kendisine tahareti, namazı ve ibâdetlerin zâhirlerini öğretmelidir. Eğer mürid, haram bir malla meşgulse veya bir günah işliyorsa, herşeyden önce ona o günahı terketmeyi emretmelidir. Ne zaman ki müridin zâhiri, ibâdetlerle süslenir, zâhirî günahtan azaları temizlenirse, o vakit mürşid, du-rumun karinesiyle onun iç âlemine bakmalıdır ki kalbinin has-talıklarını ve ahlâkını sezebilsin. Eğer onun yanında zarurî ihti-yacından fazla bir mal görürse o malı kendisinden alıp hayır mü-esseselerine sarfetmelidir. Onun kalbini o fazla maldan boşaltmalıdır ki müridin kalbi o fazla mala iltifat etmesin! Eğer müridin kalbinde hamakat, gurur ve nefis izzetinin galip olduğunu görürse, ona çarşı ve pazarlarda dilenme emrini vermelidir ki nefsin izzetini, riyaset dâvasını kırmış olsun. Zira nefsin riyaset iddiası ancak zillet ile kırılır. Dilenmekten daha büyük bir zillet yoktur. Bu bakımdan mürşid, bir zaman için müride kibir ve gururu kırılıncaya kadar dilenmeye devam etmek teklifinde bulunmalıdır. Zira kibir, insanoğlunu öldürücü hastalıklardandır. Hamakat da böyledir.

Eğer mürşid müridin, beden ve elbise temizliğine fazla önem verdiğini görürse ve kalbinin de buna meyyal olduğunu müşâhede ederse, kalbin bununla sevindiğini, buna iltifat ettiğini hissederse, bu sefer, böyle bir müridi tuvalet temizlemekte, pis yerleri süpürmekte, mutfağın ve dumanlı yerlerin işlerini yapmakta çalıştırmalıdır ki temizlik hakkındaki hamâkatı giderilsin! Çünkü elbiselerini temizleyip süslenen ve süslü yamaları, renkli seccadeleri arayan kimseler ile bütün gün kendisini süsleyip püsleyen gelinler arasında hiçbir fark yoktur. Bu bakımdan insanın kendi nefsine ibâdet etmesiyle bir puta tapması arasında hiçbir fark yoktur. O halde kul ne zaman Allah'tan başkasına ibâdet ederse, Allah'tan perdelenir. Kim elbisesinin helâl ve temiz olması cihetinden kalbinin iltifat edeceği bir şekilde başka birşeyi gözetirse, bu kimse nefsiyle meşguldür. Riyazetin inceliklerindendir ki mürid, kendiliğinden hamâkatı terketmek veya başka bir sıfatı terketmek suretiyle müsamaha göstermediği ve onun zıddıyla amel etmeye yanaşmadığı zaman, en uygunu onu o kötü ahlâktan, ondan daha az kötü olan bir ahlâka nakletmesidir. Tıpkı kanı sidik ile yıkayan, sonra sidiği su ile yıkayan bir kimse gibi... Bu da su kanı gidermediği zaman caiz olur.

Nitekim çocuk, önce top oynamak, çelik çomak fırlatmak ve benzerini yapmak sûretiyle mektebe gitmeye teşvik edilir, sonra oyundan zînete ve güzel elbiselere nakledilir, ondan da riyaset ve makama teşvik edilir, ondan da ahirete teşvik edilir. Bu bakımdan mertebe ve makamı bırakmaya nefsi razı olmayan bir kimse, o makamdan günah yönünden daha hafif bir makama nakledilir. Diğer sıfatlar da böyledir ve böylece mürşid, obur olan müride oruç tutmayı ve az yemeyi emretmelidir. Sonra ona lezzetli yemekleri hazırlama zahmetine katılmasını emretmelidir. O lezzetli yemekleri ona değil, onun eliyle başkasına takdim ettirmelidir. Hazırladığı o güzel yemeklerden yememeli ki böylece nefsi kuvvet bulsun, sabretmeyi âdet edinip oburluğu kırılsın! Müridi genç iken evlenmeye iştiyaklı gördüğü, nafaka vermekten aciz olduğunu müşahede ettiği zaman müride oruç tutmayı emretmelidir. Müridin nefsinin oruç tutmakla terbiye edilmediğini görürse, bu sefer ona bir gece su ile iftar edip yemek yememek, başka bir gece de yemek yeyip su içmemek sûretiyle oruç tutmayı emretmelidir. Ona et yemeyi ve katığı, nefsi zelil oluncaya ve şehveti kırılıncaya kadar yasaklamalıdır. Bu bakımdan iradenin başlangıcında açlıktan daha başka bir tedavi formülü yoktur. Eğer müridde öfkenin galip olduğunu görürse, ona hilmi ve susmayı emretmelidir. Ahlâken kötü olan bir kimseyi ona musallat etmeli, ahlâken kötü olan bir kimsenin hizmetini kendisine vazife olarak vermelidir ve onun sertliklerine göğüs germek hususunda nefsi yetişinceye kadar bu vazifesi devam etmelidir.

Nitekim hikâye olunuyor ki bir zat, nefsini hilim sıfatına alıştırıp öfkenin şiddetini gidermeye çalışırdı. Halk arasında kendisine küfretmek için adam kiralardı. Nefsini sabretmeye zorlar, öfkesini yutmaya alıştırırdı. Hatta bu şekilde hilim onun için bir âdet oldu. Hilim hususunda öyle gelişti ki bu vadide onunla darb-ı mesel getiriliyordu. Bir zat da nefsinde korkaklık ve kalbin zafiyetini hissetti. Şecaat ahlâkını kazanmayı istediği için kış mevsiminde denizin dalgaları kabardığı anda denizde seyahate çıkıyordu. Hindistan âbidleri de ibâdetteki tembelliği bütün geceyi tek ayak üzerinde geçirmek suretiyle tedavi ederler. Şeyhlerden biri başlangıcında ibâdet yapmakta tembelleşiyordu. Bütün gece başının üzerinde dururdu ki nefis kendiliğinden ayak üzerinde durmaya razı olsun!

Bazıları da mal sevgisini bütün malını satmak ve denize atmak suretiyle tedavi etti.42
Çünkü malını satıp halka dağıtmakta cömertlik hamâkatına ve vermek suretiyle riyaya düşmekten korkuyordu. İşte bunlar birkaç misâldir. Sana kalplerin tedavi yolunu gösterirler. Bizim burada gayemiz her hastalığın ilacını zikretmek değildir. Zira bu husus, kitabımızın diğer kısımlarında gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz, bu husustaki umumî yolun, nefsin her isteğinin zıddını yapmak ve ona meyletmek olduğuna dikkati çekmektir. Allah Teâlâ bütün bunları aziz kitabında bir cümleyle şöyle ifade etmiştir:

Ama kim rabbinin divanında du(rup hesap ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den menetmişse, onun barınağı da cennettir.
(Nâziât/40-41)

Mücâhedede en mühim temel, azim göstermektir. Bu bakımdan kişi şehvetin terkine azmettiği zaman, onun sebepleri kendisine müyesser olmuş demektir ve bu da Allah Teâlâ'dan bir
iptila ve denemedir. O halde burada sabrederek devam etmesi uygundur. Çünkü kişi azmin terkini âdet edinirse, nefis buna alışır ve sonunda bozulur. Eğer kazara azim zaafa uğrarsa, en uygunu nefsin cezalandırılması bahsinde Muhasebe ve Murakabe bölümünde dediğimiz gibi nefsine bu hususta ceza vermesidir. Nefsini ceza vermekle korkutmadığı takdirde nefis ona galebe çalar, şehvetine uymayı güzel gösterir. Böylece riyazet ve çalışması tamamen bozulur.

42) Malı zâyi etmek İslâm'da yoktur. Ancak müellifin söylediği, bazı şahıslara mahsus bir istisnadır. Umumî bir düstur değildir.

E) Kalplerin Hastalıkları ve Sıhhate Kavuştuklarına Delâlet Eden Alâmetleri

Bedenin âzâlarının herbiri, kendisine mahsus bir fiil için yaratılmıştır. Onun hastalığı ancak kendisi için yaratıldığı fiili yapmamasıdır. Hasta olmaması için o fiil, kendisinden çıkmamalı veya bir nevi sallantı ile kendisinden çıkmalıdır. Bu bakımdan elin hastalığı, kendisine çalışmanın zor gelmesidir. Gözün hastalığı, görmenin kendisine zorlaşmasıdır. Kalbin hastalığı da yapması için yaratılmış olduğu fiilin yapılmasının kendisine zor gelmesidir. Bu fiil de ilim, hikmet, mârifet, Allah sevgisi, Allah'a ibâdet, Allah'ın zikrinden zevk duymak ve Allah'ın zikrini diğer şehvetlere tercih etmek ve bütün şehvetler ve âzâlarla Allah'ın zikrine yardım etmektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.(Zâriyât/56)

Bu bakımdan her âzâda bir fayda vardır. Kalbin faydası; hikmet ve mârifettir. İnsan nefsinin özelliği, hayvanlardan ayrılmasına sebep teşkil eden şeydir. Çünkü Âdemoğlu hayvanlardan yemek, cinsel güç, görme ve bunlara benzer özelliklerle ayrılmaz. Aksine eşyanın hakikatini bilmekle ayrılır. Eşyanın aslı, mûcidi ve onları eşya olarak yaratan Allah Teâlâ'dır. Bu bakımdan kişi herşeyi bilip Allah'ı bilmediği takdirde sanki hiçbir şey bilmiyor demektir. Mârifetin alâmeti sevgidir. O halde, Allah'ı bilen bir kimse Allah'ı sever. Muhabbetin alâmeti; dünyayı ve başka sevgilileri Allah'a tercih etmemektir.

De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden meskenler, size, Allah'tan, Rasûlü'nden ve onun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez,(Tevbe/24)

Bu bakımdan nezdinde Allah'tan daha sevimli birşey bulunan bir kimse hastadır. Nitekim çamur yemenin ekmek yemek ve su içmekten daha sevimli geldiği her midenin veya ekmek ve su isteğinin kaybolduğu her midenin hasta olduğu gibi... İşte hastalıkların alâmetleri bunlardır. Bu bakımdan Allah'ın dilediği hariç, bütün kalplerin hasta olduğu anlaşılmıştır. Ancak birtakım hastalıklar vardır ki sahipleri onları teşhis edememektedir. Kalbin hastalığı sahibi tarafından teşhis edilmeyen hastalıklardan olduğu için sahibi ondan gafil olur. Eğer biliyorsa ilacın acılığına sabretmek ona zor gelir. Çünkü ilacı, şehvetlere muhalefet etmektir. Bu ise ruhun zorluk çekmesi demektir. Eğer nefsinde tedaviye sabır göstermek kudreti görürse, ehil bir doktor bulamazsa, nefsini tedavi etmelidir. Çünkü doktorlar âlimlerdir. Maalesef onlara da hastalık galebe çalmaktadır. O halde hasta bir doktor pek az tedavisine bakar ve bunun için de bu hastalık daimî ve müzmin bir hastalık olmuştur. Bu ilim tamamen ortadan kalkmış, kalplerin tababeti tamamen inkâr edilmiştir. Halk dünya sevgisine, zâhirleri ibâdet, bâtınları âdet ve gösterişler olan amellerin sevgisine yönelmiştir. İşte bunlar hastalıkların esaslarının alâmetleridir.

Tedaviden sonra sıhhate kavuşmasının alâmetlerine gelince, onlar da şunlardır: Kişinin tedavi ettiği illete bakmasıdır. Eğer cimrilik hastalığını tedavi ediyorsa, bu hastalığın öldürücü ve Allah'tan uzaklaştırıcı bir hastalık olduğunu bilmelidir. Bunun tedavisi ancak mal vermek ve infak etmekle mümkün olur. Fakat kişi bazen malı israfçı olacak derecede verir. Bu sefer israf da has-talık olur, kişi tıpkı soğukluğu, hararet galebe çalıncaya kadar tedavi eden bir kimse durumuna düşer ki bu da hastalıktır. Aksine istenilen, hararet ile soğukluğun arasındaki îtidal dengesini elde etmektir. Cimrilik hastalığının tedavisinde de böylece israf ile cimrilik arasındaki normal durumu elde etmek gerekir ki ifrat ve tefrit taraflarından uzak olup orta yolun tam üzerinde bulunsun. Orta yolun ne olduğunu bilmek istiyorsan, kötü ahlâkın gerektirdiği fiile bak! Eğer o fiil, senin için daha kolay ve zıddından daha hoş geliyorsa bil ki o fiili gerektiren kötü ahlâk sende galiptir.

Mesela malın toplanması ve saklanması sence onu hak edene vermekten daha sevimli ve senin için daha kolay ise bil ki, sende galip olan cimrilik ahlâkıdır. O vakit malın verilmesine devam etmekte daha ileri git! Eğer müstehak olmayan bir kimseye vermek senin nezdinde hak ile tutmaktan daha sevimli ve kolay ise bil ki, sende israf sıfatı galiptir. O vakit malı yeniden elinde tutma durumuna dön! Böylece durmadan nefsini murakabe edip fiillerin yapılması ve neleri kapsadığıyla ahlâkının ne raddede olduğuna istidlâl ederek muttali ol!

Kalbinin mala duyduğu ilgisi kesilinceye, malın dağıtılmasına ve tutulmasına meyletmeyecek raddeye varıncaya kadar devam et. Öyle ki mal senin nezdinde su gibi olmalıdır. O malı ancak bir muhtacın ihtiyacı için tutmalı veya bir muhtacın ihtiyacına sarfetmelisin. Senin nezdinde vermek, vermemekten daha sevimli olmamalıdır. Böyle olan her kalp -özellikle bu makamdan- Allah'a sapasağlam gelmiş bulunması ve böyle bir kalbin diğer kötü ahlâklardan da selim olması gerekir ki dünya ile ilgili olan bir şeyle alâkası bulunmasın! Nefis, dünyadan alâka ve irtibatlarını kesmiş olduğu halde, dünyaya iltifat etmeksizin, onun sebeplerine iştirâki olmaksızın ölünceye kadar böyle olmalıdır. İşte bu anda nefis, mutmain olan bir nefsin dönüşüyle rabbine döner. Hem rabbinden râzı, hem de rabbi kendisinden râzıdır. Rabbinin peygamberler, sıddîklar, şehid ve sâlihlerden olan mukarreb (yaklaştırılmış) kullarına katılmış olur.

Bunlar da arkadaş olmak yönünden ne güzeldirler! İki taraf arasındaki hakikî itidalin bulunması gayet zor olduğundan hatta kıldan daha ince, kılıçtan daha keskin olduğundan, şüphesiz dünyada böyle dosdoğru yolun üzerinde olan bir kimse, ahirette de böyle bir köprünün üzerinden rahatlıkla geçebilir. İnsan taraflardan birisine meyletmeden, dosdoğru yoldan kaymaktan nâdiren kurtulabilir. Bu bakımdan kulun meyli hangi tarafta ise, kalbi mânen oraya bağlıdır ve bunun için de bir nevi azaptan ve ateş üzerinden geçmekten bir türlü kurtulamaz, çakan bir şimşek gibi geçse bile... Nitekim Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur:

İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtaracağız.(Meryem/71-72)

Yani dosdoğru yola yakınlıkları, uzaklıklarından daha fazla olan kimseleri kurtaracağız. İstikametinin çetin oluşundan dolayı her kula gereken günde onyedi defa "Ya rabbî! Bizi dosdoğru yola ilet!' duasında ısrar etmektir. Zira namazın her rek'atında Fatihayı okumak (Şâfiî'ye göre) farzdır.

Rivayete göre bir kişi rüyasında Hz. Peygamberi gördü, "Ya Rasûlallah! Sen 'Hûd suresi beni ihtiyarlattı' demişsin. Neden böyle söyledin?" diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Çünkü o sûrede 'Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!' (Hûd/112) ayeti vardır".

Dosdoğru yol üzerinde istikamet gayet zordur. Fakat istikametin hakikatine gücü yetmese dahi, onun yakınına varmak için var kuvvetiyle çalışmalıdır. O halde kurtuluş isteyen kişi ancak sâlih amellerle kurtulabilir. Sâlih ameller de ancak güzel ahlâktan meydana gelir. O halde her kul ahlâk ve huylarını tahkik etmeli, onları teker teker saymalı, gözden geçirmeli, tertip üzere onların teker teker tedavisiyle meşgul olmalıdır. Bu bakımdan biz, Allah Teâlâ'nın bizi mûttaki kullarından eylemesini niyaz ederiz.

F) İnsanın, Kusurlarını Bilmesinin Yolu

Allah Teâlâ bir kuluna hayrı irade ettiği zaman, ona nefsinin ayıplarını gösterir. Bu bakımdan basireti keskin bir kimseye ayıpları gizli kalmaz. Ayıpları bildiği zaman da tedavi etme imkânı olur. Fakat halkın çoğu nefislerinin ayıbını bilmekten câhildirler. Onlardan birini görürsün ki kardeşinin gözündeki çapağı görür de kendi gözündeki merteği görmez. O halde nefsinin ayıplarını bilmeyi isteyen bir kimse için dört yol vardır:

Birinci Yol: Nefsin ayıplarını bilen, âfetlerin gizliliklerine muttali olan ve basiret sahibi olan bir şeyhin huzurunda oturmalı, onu nefsine hâkim kılmalıdır. Nefisle yapılan mücâhedelerde onun işaretlerine tâbi olmalıdır. Bu şeyhle müridin durumu, öğretmenle talebenin durumu gibidir. Öğretmen ve şeyhi kendisine nefsinin ayıplarını ve tedavi yolunu öğretir. Bu zamanda böyle bir öğreticinin bulunması çok zordur.

İkinci Yol: Dosdoğru bir dost istemektir. Basiret sahibi, dindar bir dost... O dostu kendi üzerine gözetleyici tâyin etmelidir ki o dost, onun durum ve fiillerini kontrol etsin, ahlâk ve fiillerinden, zâhir ve bâtın ayıplarından hoş görmediklerine dikkatini çeksin! Din sahasının imamlarından olan büyükler ve akıllı kimseler böyle yaparlardı.

Hz. Ömer (r.a) derdi ki: 'Allah o kişiden razı olsun ki benin ayıbımı bana gösterir!' Ömer (r.a) Selman-ı Fârisî'den ayıplarını sorardı. Selman, Hz. Ömer'e geldiği zaman Hz. Ömer Selman'a 'Hoşuna gitmeyen ne gibi fiillerim sana nakledildi? ' dedi. Selman 'Ne olursun bu hususta bana birşey sorma' dedi. Ömer buna rağmen durmadan ısrar etti ve bunun üzerine Selman şöyle dedi:

-Benim kulağıma geldiğine göre, sen bir sofrada iki katık bulunduruyormuşsun. Senin iki elbisen varmış! Birisini gündüz,öbürünü de gece giyiyormuşsun!

-Senin kulağına bundan başka şeyler de geldi mi?

-Hayır!

-Ben bunların ikisinden de kurtuldum.

Hz. Ömer, Huzeyfe b. Yeman'a şöyle sordu: 'Sen Rasûlüllah'ın münâfıklar hakkında sırdaşısın. Acaba bende münâfıklık eserinden birşey görüyor musun?' Hz. Ömer, derecesinin yüksekliğine, kıymetinin azametine rağmen nefsine bu kadar ithamda bulunuyordu. Bu bakımdan aklen gelişen, rütbece büyük olan herkesin, nefsini takdir etmesi pek az, itham etmesi de pek fazladır. Fakat bu da pek nâdir görünür. Dostlara yağcılığı terkeden pek azdır.

Dostunun ayıbını söyleyen veya hasedi bırakan, gereken miktardan fazlasını söylemeyen pek azdır. Bu bakımdan senin dostların arasında hasedden sıyrılan veya ayıp olmayanı bir gareze binaen ayıp gören veya müdahene ederek bazı ayıplarını senden gizleyen kimseler vardır.

Dâvud et-Tâî halktan uzaklaştı. Kendisine denildi ki: 'Neden halkla beraber olmuyorsun?' Cevap olarak şöyle demiştir: 'Ayıbımı benden gizleyen kimseleri ne yapayım!'
Dindarların şehveti (zevki), başkasının uyarmasıyla ayıplarını görüp uyanmalarıdır. Bizim gibiler öyle bir duruma gelmişlerdir ki, en çok nefret ettiğimiz insanlar bize nasihat eden ve ayıbımızı bize bildiren kimselerdir. Bu durumumuz neredeyse imanımızın zâfiyetini haykıracak bir durumdur. Çünkü kötü ahlâk, yılan ve akrep gibidir. Eğer biri bizi, elbisemizin içerisinde akrep olduğu için uyarırsa, ona karşı minnettar olur, dediğiyle seviniriz ve o akrebi çıkarmaya çalışırız, öldürmeye gayret ederiz. Oysa akrebin felâketi sadece beden içindir. Elemi bir gün veya daha az bir müddet devam eder. Kötü ahlâkların felâketi ise, kalbin özünedir. Ölümden sonra da ebedî veya binlerce yıl devam etmesinden korkulur! Sonra biz, kötü ahlâkımız hususunda bizi uyaran bir kimseyi hoş görmez ve o kötü ahlâkı düzeltmeye gayret göstermeyiz. Aksine nasihata karşılık nasihatçının sözleri gibi sözler sarfetmekle meşgul olur, ona deriz ki: 'Sen de filan filan şeyleri yaptın!' Bu durumun, günahların çokluğunun bir meyvesi olarak ortaya çıkan kalbin katılığından gelmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün bunların esası, iman zafiyetidir. Bu bakımdan biz, Allah Teâlâ'nın bizi doğruya hidayet etmesini, ayıplarımızı bize göstermesini, bizi ayıplarımızı tedavi etmekle meşgul etmesini, ayıplarımız hususunda bizi uyarana teşekkür etmeye bizi muvaffak kılmasını, minnet ve faziletiyle temenni ve niyaz ederiz.

Üçüncü Yol: Nefsinin ayıpları veya marifeti hususunda düşmanlarının dilinden istifade etmektir. Zira düşman gözü, daima ayıpları açığa vurur. İnsan, ayıplarını haykıran düşmanından, kendisini öven, medh u senâsını yapan ve ayıplarını gizleyen yağcı bir dosttan daha fazla faydalanır. Ancak tabiat, düşmanı yalanlamak, söylediklerini hasede yormak üzere yaratılmıştır. Fakat basiret sahibi bir insan düşmanlarının sözünden faydalanmayı abes görmez. Zira onun kötü tarafları muhakkak düşmanlarının diliyle yayılır.

Dördüncü Yol: Halk ile oturup-kalkmasıdır. Halk arasında gördüğü kötülükleri nefsinde aramalı ve nefsinde de bu kötülüğün olduğu düşüncesiyle hareket edip onu silmelidir. Çünkü müslüman, müslümanın aynasıdır. Müslüman başkasının ayıplarından önce kendi ayıbını görür. Bilir ki tabiatlar, nefsin hevasına tâbi olmak hususunda birbirine yakındır. Emsal ve akranından herhangi birisinde bulunan bir sıfatın esası veya ondan daha büyüğü veya ondan bir parça mutlaka diğerinde de vardır. Bu bakımdan nefsini incelemeli, başkasında görüp de hoşuna gitmeyen sıfatlardan temizlemelidir. Bu şekilde edeplenmek yeter de artar bile. Çünkü eğer insanlar, başkasından görüp de hoşlanmadıkları şeyleri bırakırlarsa, artık başka bir edep vericiye muhtaç olmazlar.

Hz. İsa'ya (a.s) 'Sana kim edep öğretti?' denildiğinde, şöyle demiştir: 'Bana hiç kimse edep öğretmedi. Ancak câhilin cehaletini çirkin gördüm ve cehaletten sakındım, hepsi o kadar!'

Şimdiye kadar söylediklerimizin tümü ârif, zeki, nefsinin ayıplarını bilen, dinde şefkatli ve nasihatçi olan, nefsini temizledikten sonra Allah'ın diğer kullarının nefislerini temizlemek ve onlara nasihat etmekle meşgul olan bir şeyhe rastlamayan bir kimsenin çıkar yollarıdır. Bu bakımdan herhangi bir kimse yukarıda belirtilen nitelikte bulunan bir şeyhe rastlarsa, doktoru bulmuştur, ondan ayrılmasın. Onu hastalığından kurtaracak olan o doktordur. Onu, içinde bulunduğu helâktan ancak o doktor kurtarır!

G) Güzel Ahlâk'ın Fazileti ve Kötü Ahlâk'ın Zemmi Ayet ve Hadîsler

Allah Teâlâ, peygamberini ve habîbini, onu medh ve senâ ederek ve ona verdiği nimetlerini zikrederek şöyle buyurmuştur:

Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzeresin! (Kâlem/4)
Âişe validemiz de şöyle der:

Hz. Peygamber'in ahlâkı Kur'an'dı!1

Bir kişi Hz. Peygamber'e güzel ahlâkı sorduğunda, Hz. Peygamber ona cevap olarak şu ayeti okumuştur:

Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret ve cahillerden yüzçevir!
(A'raf/199)
Sonra da şöyle buyurmuştur:

Güzel ahlâk, seninle akrabalık bağlarını kesen akrabana sıla-i rahim yapmak, seni mahrum edene vermek ve sana zulmedeni affetmektir.

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim'.2

Kıyamet gününde herhangi bir kulun terazisine konan en ağır şey, takvası ve güzel ahlâktır.3

Bir zat gelerek Hz. Peygamber'e şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' Hz. Peygamber (s.a) 'Din güzel ahlâktır' diye cevap verdi. Aynı adam, Hz. Peygamber'in sağ tarafına geçerek 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' diye sordu. Hz. Peygamber 'Din güzel ahlâktır' dedi. Sonra aynı adam, Hz. Peygamber'in arkasına geçti ve 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' diye sordu. Hz. Peygamber 'Sen anlamaz mısın, din öfkelenmemendir' dedi.4
Bir ara Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şûm nedir?' diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Ahlâkın kötüsüdür'.5

Bir kişi, Hz. Peygamber'e gelerek şöyle dedi:
-Bana nasihat et!
-Nerede olursan ol, Allah'tan kork!
-Dahasını söyle ey Allah'ın Rasûlü!
-Günahının arkasından sevap işle ki o günahı silsin!
-Dahasını söyle ey Allah'ın Rasûlü!
-İnsanlarla iyi geçin.6

Hz. Peygamber 'Amellerin hangisi daha üstün ve faziletlidir?' diye sordu, sonra cevap olarak da 'Güzel ahlâk!' dedi

Başka bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur:

Kitabu Riyazet 'in-Nefs ve Tehzib'il-Ahlâk 141

Allah Teâlâ bir kulunun yaratılış ve ahlâkını o kulunu ateşe atmak için güzelleştirmemiştir. (Kulunun sûretini ve ahlâkını güzelleştirdiği takdirde onu ateşe yem yapmaz).7

Fudayl der ki: Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle denildi: 'Filan kadın gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Fakat buna rağmen kötü ahlâklıdır, diliyle komşularına eziyet verir'. Hz. Peygamber şöyle dedi:

O kadında hayır yoktur! O ateş ehlindendir.8: Ebu Derdâ der ki: Hz. Peygamber'den dinledim, şöyle buyurdu

Kıyamette insanoğlunun terazisine ilk konan şey, güzel ahlâk ve cömertliktir.9

Allah Teâlâ imanı yarattığı zaman, iman şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Beni kuvvetlendir'. Bu duasına binaen Allah Teâlâ onu güzel ahlâk ve cömertlikle takviye etti. Küfrü yarattığı zaman küfür de şöyle dedi: 'Yarab! Beni kuvvetlendir'. Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisini cimrilik ve kötü ahlâkla takviye etti.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki Allah Teâlâ bu dini kendi zatı için seçti. Sizin dininize ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Dikkat edin! Dininizi güzel ahlâk ve cömertlikle süsleyin.10

Güzel ahlâk, Allah Teâlâ'nın en büyük mahlûkudur. 11 Hz. Peygamber'e şöyle soruldu:

-Ey Allah'ın Rasülü! Mü'minlerin hangisi iman yönünden
daha faziletlidir?

-Ahlâkça en iyisi hangisi ise...12

Muhakkak ki, sizler halkı mallarınızla zengin kılamazsınız ve memnun edemezsiniz. Bu bakımdan onlara güler yüz ve güzel ahlâkla yardım ediniz.13

Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi, sâlih amelleri bozar.14

Cerir b. Abdullah Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Muhakkak sen öyle bir kişisin ki, Allah senin sûretini güzel yapmıştır. Bu bakımdan sen de ahlâkını güzelleştir.15

Berra b. Azib şöyle anlatır: 'Hz. Peygamber (s.a) yüz bakımından insanların en güzeli olduğu gibi, ahlâk bakımından da onların en güzeliydi'.10

Ebu Mes'ud Bedrî Hz. Peygamber'in duasında şöyle dediğini nakleder:

Ey Allahım! Sûretimi güzelleştirdin. Bu bakımdan ahlâkımı da güzelleştir.17
Abdullah b. Amr Hz. Peygamber'in şu duayı çokça okuduğunu rivayet eder:

Ey Allahım! Senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim.18 Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber'den şu hadîsi rivayet eder:

Mü'min bir kimsenin şerefi dinidir. Soyu sopu güzel ahlâkıdır. Mürüvveti ise aklıdır.19

Usâme b. Şerik şöyle anlatır: Bedeviler Hz. Peygamber'e şöyle sordular: 'Bir kula verilen en hayırlı şey nedir?' Hz. Peygamber (s.a) 'Güzel ahlâk' buyurdu.20

Muhakkak ki benim nezdimde en sevimliniz ve kıyamet gününde meclis bakımından bana en yakınınız ahlâkça en güzel olanlarınızdır.21

İbn Abbas Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Üç haslet vardır, onların üçü veya onlardan biri bir insanda yoksa, o insanın hiçbir ameline güvenmeyiniz: Kişiyi Allah'ın günahlarından meneden takva veya bir hilm ki, o hilm saldırgan bir kimseyi durdurur veya bir ahlâk ki kişi onunla insanlar arasında yaşayabilir.22

Hz. Peygamber'in namazın başlangıcındaki dualarından birisi şudur:

Ey Allahım! Beni ahlâkların en güzeline hidayet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidayet edersin. Benden huyların rezillerini uzaklaştır. Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak yoktur.23

Enes (r.a) der ki: Biz birgün Hz. Peygamber ile beraberdik Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Muhakkak ki güzel ahlâk, güneşin buzu eritmesi gibi, ha-tayı (günahı) eritir.24

Güzel ahlâk, kişinin saadetindendir.25

Meymenet güzel ahlâktır.26 Hz. Peygamber (s.a) Ebu Zer el-Gıfârî'ye şöyle demiştir:

Ey Ebu Zer! Tedbir gibi akıl, güzel ahlâk gibi soy ve sop yoktur!27

Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Ümmü Habîbe (r.a) Hz. Peygamber'e şöyle sordu:

-Kadının dünyada iki kocası olmuşsa, kadın da onlar da ölüp, üçü de cennete giderse, acaba bu kadın cennette hangi kocasına verilecektir?
-Dünyada iken kadının nezdinde hangisinin ahlâkı daha güzelse ona verilir. Ey Ümmü Habibe! Güzel ahlâk hem dünyanın ve hem de âhiretin hayrını gerektirir.28

Başarılı olan bir müslüman, güzel ahlâkının ve mertebesinin şerefi sayesinde muhakkak ki gündüz oruçlu, gece ibâdet eden bir kimsenin derecesini elde eder,29

Başka bir rivayette 'Sıcak günlerde susuz kalanın derecesini elde eder' buyurulmuştur.

Abdurrahman b. Semüre der ki: Biz Hz. Peygamber'in (s.a) yanında iken kendileri şöyle buyurdu:

Ben dün akşam acaip birşey gördüm. Ümmetimden biri diz çökerek oturmuştu. Onunla Allah arasında perde vardı. Bu esnada güzel ahlâkı geldi (perdeyi kaldırıp) onu Allah'ın huzuruna soktu!30

Enes (r.a) Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder:

Muhakkak ki kul, güzel ahlâkının sayesinde âhirette en büyük dereceye ulaşır, konakların en güzeline girer. Oysa ibâdette kendisi zayıftır.31

Rivayet ediliyor ki Hz.Ömer (r.a) Hz. Peygamber'in huzuruna girmek için izin istedi. O esnada Hz. Peygamber'in yanında, Hz. Peygamber ile konuşan ve çokça soru soran ve seslerini Hz. Peygamber'in sesinden daha fazla yükselten bir grup Kureyş kadını bulunuyordu. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in huzuruna girmek için izin istediği zaman, kadınlar aceleyle perde arkasına gittiler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in huzuruna girdiğinde Hz. Peygamber'in güldüğünü gördü ve 'Annem-babam sana feda olsun ya Rasûlullah! Niçin gülüyorsun?' diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

-Benim yanımda oturan şu kadınların haline hayret ediyorum. Senin sesini işitir işitmez acelece perde arkasına gittiler.32

Hz. Ömer 'Herkesten daha fazla senden korkmaları gerekiyordu' dedikten sonra yüzünü kadınlara çevirdi ve şöyle haykırdı:

-Ey nefislerinin düşmanları! Siz Peygamber'den korkmuyorsunuz da benden mi korkuyorsunuz?

-Evet, sen Hz. Peygamber'den daha katı ve az merhametlisin!

Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e şunları söyledi:
-Ey Hattab'ın oğlu! Dahası var! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, bir yolda yürüdüğünde

şeytan sana rastlarsa muhakkak yolunu değiştirir.33

Kötü ahlâk, affedilmez bir günahtır. Kötü zan ise, şerleri doğuran bir hatadır.34

Muhakkak ki kul, kötü ahlâkından ötürü cehennemin en alt kısmına varır (düşer).35

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri

Lokman Hakîm'in oğlu babasına şöyle sorar:
-Babacığım! İnsanın hangi hasleti daha hayırlıdır?
-Din!
-Hayırlı olan hasleti iki ise, hangileri olur?
-Din ile mal...
-Üç olursa?
-Din, mal, hayâ...
-Dört olursa?
-Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır...
-Beş olursa?
-Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir.
-Altı olursa?
-Ey oğlum! İnsanoğlunda, saydığım bu beş haslet birden bulunduğu zaman, o tertemiz ve muttakîdir. Allah'ın velisidir.
Şeytandan uzaktır.

Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Ahlâkı kötü olan, nefsini azaba verir'.
Enes b. Mâlik şöyle demiştir: 'Muhakkak kul güzel ahlâk sayesinde, âbid olmadığı halde cennetin en yüce derecesine varır. Kötü ahlâkı yüzünden de -âbid olduğu halde- cehennemin en aşağısına düşer!'

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Ahlâk'ın güzelliğinde rızıkların hazineleri vardır. Kötü ahlâklının misâli, kırılmış testi gibidir. Ne düzeltilebilir ve ne de gerisin geriye dönüp çamur olabilir!'

Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Güzel ahlâklı fâcir bir kimsenin benimle arkadaşlık yapması, bence kötü ahlâklı bir âbidin ar-kadaşlığından daha sevimlidir'.
İbn Mübarek, bir seferinde kötü ahlâklı bir kişi ile arkadaşlık yaptı. Onun eziyetlerine göğüs gererek onunla iyi geçindi, ondan ayrıldığı zaman ağladı. Kendisine 'Neden ağlıyorsun?' denince, 'Ona olan şefkatimden ağlıyorum. Ben ondan ayrıldığım halde onun kötü ahlâkı ondan ayrılmamaktadır' dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'Dört şey vardır ki, kulu derecelerin en yücesine vardırır, kulun ameli ve ilmi az olsa da... Onlar hilm, tevâzu, cömertlik ve güzel ahlâktır. Güzel ahlâk ise, imanın kemâlidir'.

Kettânî der ki: 'Tasavvuf ahlâk demektir. Bu bakımdan ahlâ-ken senden ileride bulunan bir kimse, Tasavvuf'ta da senden ileri-dir'.

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: İnsanlarla olan ilişkilerinizde güzel ahlâka sarılın. Fakat amellerinizle onlara muhalefet edin'.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Kötü ahlâk öyle bir kötülüktür ki onunla beraber çokça yapılan haseneler fayda vermez. Güzel ahlâk öyle bir hasenedir ki onunla beraber çokça yapılan günahlar zarar vermezler'.

İbn Abbas'a 'Kerem ne demektir?' diye sorulduğunda, şöyle demiştir: "Kerem o şeydir ki, Allah Teâlâ onu Kitab-ı Kerîm'inde beyan ederek şöyle buyurmuştur: 'Muhakkak sizin Allah nezdinde en kerîminiz ve şerefliniz takvaca en önde olanınızdır'. (Hucurât/13)"
Denildi ki: 'Haseb (soy, sop) ne demektir?' Şöyle dedi: 'Ahlâken sizin en güzeliniz, soy-sop yönünden en üstününüzdür'.

İbn Abbas şöyle demiştir: 'Her binanın bir temeli vardır. İslâm'ın temeli de güzel ahlâktır'.

Atâ (r.a) şöyle der: 'Yücelen bir kimse, ancak güzel ahlâkla yü-celmiştir. Hiç bir kimse -Hz. Peygamber müstesna- güzel ahlâkın kemâline tam mânâsıyla varmamıştır'. (Çünkü Allah Teâlâ: 'Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzeresin' (Kalem/4) buyurmuştur).
Bu bakımdan Allah nezdinde insanların en sevimlisi, güzel ahlâk ile Hz. Peygamber'in yolunu ve izini takip edenlerdir.

1)İbn Merduveyh
2)Hâkim, İmam Ahmed, Beyhakî
3)Ebû Dâvud, Tirmizî
4)Muhammed b. Nesr
5)İmam Ahmed
6)Tirmizî
7)Sohbet Âdâbı bölümünde geçmişti.
8)İmam Ahmed, Hâkim
9)Ebu Dâvud, Tirmizî, (bir benzerini)
10)Dârekutnî ve Harâitî
11)Taberânî
12)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, Hâkim
13)Bezzar, Ebu Yâ'lâ, Taberânî
14)İbn Hibban, Beyhakî
15)Harâitî
16)Harâitî
17)Harâitî
18)Harâitî
18) İbn Hibban, Hâkim, Beyhakî 20) İbn Mâce
25)Harâitî
26)Harâitî
27)İbn Mâce, İbn Hibban
28)Bezzar, Taberânî, Harâitî
29)İmam Ahmed
30)Harâitî
31)Taberânî, Harâitî
32)Müslim, Buhârî
33)Müslim, Buhârî
34)Taberânî
35) Harâitî

H) Kalplerin Hastalıklarının Tedavisinde Şehvetlerin Terkinin Çıkar Yol Olduğuna Dair Şer'î Deliller

Kalplerin Hastalıklarının Tedavisinde Şehvetlerin Terkinin Çıkar Yol Olduğuna Dair Şer'î Deliller ve Basiret Erbabının Naklî Delilleri ile Kalplerin Hastalığının Şehvetlere Tâbi Olmak Olduğu

İbret gözüyle bizim söylediklerimizi düşündüğün takdirde basiretin açılacaktır. Sana kalplerin, hastalıkları ve ilaçları, ilim ve yakîn nûru ile görünecektir. Eğer bundan âciz
isen, hiç olmazsa taklid edilmeye lâyık olan bir kimseye inanma ve tasdik etme fırsatını kaçırmamalısın. Çünkü ilmin derecesi olduğu gibi imanın da derecesi vardır. İlim imandan sonra gelir.

Size 'Kalkın!' denilince kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.(Mücâdele/11)

Bu bakımdan şehvetlere muhalefet etmenin Allah'a giden yegâne yol olduğunu tasdik eden, fakat sebebine ve sırrına muttali olmayan bir kimse, iman edenlerdendir. Ne zaman şehvetin daha önce zikrettiğimiz yardımcılarına muttali olursa, o vakit ilim sahiplerinden sayılır. Allah Teâlâ bu iki gruba da en iyiyi va'detmiştir. Buna iman etmeyi gerektiren ayetler, hadîsler ve âlimlerin sözleri ise sayılamayacak kadar çoktur!

Ayetler

Kim de rabbinin makamından korkmuş ve nefsini kötü he-veslerden alıkoymuşsa, onun barınağı da cennettir.(Nâziât/40-41)

Bunlar o kimselerdir ki Allah kalplerini takvâ için imtihan etmiştir.(Hucurât/3)

Ayetin 'o kalplerden şehvetlerin sevgisini çıkarmıştır' anlamına geldiği söylenmiştir.

Hadîsler
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü'min bir kimse beş şey arasında kıvranmaktadır: 1. Kendisini kıskanan bir mü'min, 2. Kendisine buğzeden bir münâfık, 3. Kendisiyle dövüşen bir kâfir, 4. Kendisini dalâlete götüren bir şeytan, 5. Kendisiyle çekişen bir nefis!43

İşte görüldüğü gibi Rasûlullah, nefsi, sahibiyle çekişen bir düşman olarak belirtmiştir. Bu bakımdan kişiye nefisle mücadele etmek farzdır.

Rivayet ediliyor ki, Allah Teâlâ Hz. Dâvud'a vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! Arkadaşlarını şehvetlerden sakındır; zira dünya şehvetleriyle ilgili bulunan kalpler benden perdelidir'.

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Görmediği bir va'd için hazır şehvetini terkedene cennet vardır!'
Peygamberimiz (s.a) cihaddan gelen bir kavme şöyle buyurmuştur:

'Sizlere merhaba! Siz küçük cihaddan büyük cihada döndü-nüz!' Denildi ki: 'Büyük cihad da neymiş?' Şöyle buyurdu: 'Nefisle cihad etmektir'.44

Mücâhid odur ki, Allah'a ibadetinde nefsiyle mücâhede eder.45

Eziyetini nefsinden uzaklaştır. Allah'a karşı olan günahta nefsinin hevâsıyla anlaşma! Aksi takdirde nefis, kıyamet gününde senin hakkında davacı olur. Bu takdirde senin bir kısmın diğer bir kısmına lânet okur. Eğer Allah seni affedip günahını örterse, o zaman başka!46

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri

Süfyan es-Sevrî şöyle der: 'Nefsimden daha katı birşey ile boğuşmadım. Bazen bana taraftar gözüküyor, bazen de aleyhime dönüyor!'

Ebu Abbas el-Mevsilî nefsine derdi ki: 'Ey nefis! Dünyada padişahların çocuklarıyla beraber nimetlenmiyorsun. Allah'ın kullarıyla beraber âhiret için de çalışmıyorsun. Sanki cennet ile cehennem arasında hapsedilmişsin. Ey nefis! Utanmaz mısın?'

Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Serkeş hayvan senin nefsinden daha fazla kuvvetli bir geme muhtaç değildir!'

Yahya b. Râzî şöyle demiştir: 'Nefsinle, riyazet kılıçlarıyla cihad et! Riyazet de dört şekilde yapılır: Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve insanların eziyetine tahammül göstermekle... Az yemek şehvetleri öldürür, az uyku iradenin durulmasını sağlar, az konuşma belâlardan kurtarır, eziyete göğüs germek ise, insanı hedefine götürür. Kul için, cefa anında hilim göstermekten, eziyet sırasında sabır göstermekten daha zahmetli bir durum sözkonusu değildir. Nefiste şehvetlerin ve günahların iradesi harekete geçtiği, fazla konuşma isteği kabardığı zaman, ona karşı az yemenin kılıçlarını, teheccüd ve az uykunun kınından çekip, sükût ve az konuşmanın erleriyle darbeler indirdiğin, zulüm ve intikamdan kesilinceye, diğer insanlar arasında emin olup, şehvetlerinin karanlığından berraklaşıp, âfetlerin tehlikelerinden kurtuluncaya kadar bu darbelere devam ettiğin takdirde nefis nâzik, nûranî, hafif ve rûhanî olur, hayırlar meydanında cevelân eder, taat ve ibâdet yollarında yürür, tıpkı meydanda koşan safkan at gibi, tıpkı bahçede gezintiye çıkan padişah gibi...'

Yine şöyle demiştir: İnsanın düşmanları üç sınıftır:
1. Dünyası
2. Şeytan
3. Nefsi

Dünyadan ancak zühd vasıtasıyla korunur ve sakınır. Şeytandan muhalefet etmek suretiyle, nefisten de şehvetleri terketmek suretiyle korunabilir'.

Hukemâdan biri şöyle demiştir: 'Bir kimsenin nefsi kendisine galebe çalar, onu istila ederse, o şehvetlerin kuyusunda esir olur, hevâsında hapsedilir. Elleri bağlı, şehvetlerin elinde zelil olur. Şehvetler onu istediği istikamete çeker. Onun kalbini faydalardan meneder'.

Câfer b. Humeyd şöyle demiştir: 'Âlimler, ve hekimler ittifak etmişler ki nimete ancak nimeti terketmek suretiyle varılabilir'.

Ebu Yahya el-Varrak şöyle demiştir: 'Azalarını şehvetlerle razı eden bir kimse, kesinlikle kalbine pişmanlıklar ağacını dikmiştir'.

Vuheyb b. Verd şöyle demiştir: 'Yavan ekmekten başka şeyler şehvettir'. Yine şöyle demiştir: 'Kim dünya şehvetlerini seviyorsa zillet için hazırlansın'.

Rivayet ediliyor ki, Mısır Azîzi'nin hanımı -Hz. Yusuf (a.s) yer-yüzünün hazinelerine sahip olduktan sonra- bir merasim gününde, yolunun kenarında oturarak, memleketin oniki bin ileri geleninin arasında binici olarak merasime iştirak eden Hz. Yusuf'a şöyle haykırdı: 'Padişahları günahtan ötürü köle yapan, köleleri de ibâdet ve taatlerinden ötürü padişah yapan Allah'ın şanı yücedir! Muhakkak ki hırs ve şehvet padişahları köle yapmıştır. Müfsidlerin cezası budur. Muhakkak ki sabır ve takvâ, köleyi padişah yapmıştır!' Buna karşılık olarak -Allah Teâlâ'nın haber verdiği gibi- Hz. Yusuf şöyle dedi:

Doğrusu kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, muhakkak ki Allah, muhsinlerin mükâfatını zayi etmez.(Yusuf/90)

Cüneyd-i Bağdâdî der ki: "Bir gece uyanıp virdlerimi yapmaya kalktım. Fakat daha önceki virdlerimden hissettiğim zevki bir türlü bulamadım. Uyumak istedim olmadı, oturdum. Bir türlü rahat edemedim. Sonra dışarı çıktım. Baktım ki bir kişi abasına bü-rünmüş, yolun kenarında uzanmakta... Beni farkettiği zaman şöyle dedi:
-Ey Ebu Kasım! Şu saatte mi bana gelecektin?
-Efendim! Daha önce bir randevumuz yoktu.
-Evet! Doğru söylüyorsun. Fakat ben Allah Teâlâ'dan diledim
ki benim için senin kalbini harekete getirsin.
-Senin duan kabul olundu. Söyle bakalım ihtiyacın nedir?
-Ne zaman nefsin hastalığı, nefis için ilaç olur?
-Nefis, hevâ ve isteğine muhalefet ettiği zaman...
Bu sefer kendi nefsine dönüp şöyle dedi: 'Ey nefsim! Dinle! Ben bu cevabı sana yedi defa verdiğim halde benden dinlemek isteme-din. İlle Cüneyd-i Bağdâdî'den dinleyeceğim dedin. İşte dinledin'. Sonra savuşup gitti ve kim olduğunu da bilemedim".

Yezîd Rakkaşî der ki: 'Dünyada iken soğuk suyu benden uzaklaştırın, bu takdirde umarım ki ahirette ondan mahrum olmam'.

Adamın biri, âdil halife Ömer b. Abdulaziz'e 'Ben ne zaman konuşayım?' dedi. Ömer şöyle dedi: 'Nefsin konuşmayı istediği zaman sus! Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: "Cennete müştak olan bir kimse mutlaka dünyada şehvetlerinden fedakârlık etmelidir".

Mâlik b. Dinar pazarda gezerken nefsinin çektiği birşey gördüğü zaman, ona şöyle hitap ediyordu: 'Sabret! Allah'a yemin ederim, bu şeyi nezdimde şerefli olduğun için sana yedirmiyorum'.

Âlim ve hakîmler ittifak ettiler ki ahiret saadetinin yolu, nefsi hevâsından alıkoymak ve şehvetlere muhalefet etmektedir. Bu bakımdan buna böylece inanmak farzdır.
Şehvetlerden terkedilen ve terkedilmeyen kısımların ayrıntılarının bilgisine gelince, bu ancak bizim daha önceden söylediklerimizi kavramak suretiyle elde edilir. Riyâzetin sırrı; kabirde olmayan bir şeyle nefsin ferahlaması, zaruret miktarıyla yetinmesidir. Bu bakımdan kişi yemek, evlenmek, elbise, mesken ve muhtaç olduğu herşeyde ihtiyaç miktarı ve zaruretin gerektirdiği oranla yetinmelidir. Çünkü kişi, bunların birinden zevk alırsa, ona alışır. Öldüğü zaman ondan dolayı dünyaya yeniden gelmeyi temenni eder. Oysa dünyaya yeniden gelmeyi, ancak ahiretten hiçbir şekilde nasibi olmayan bir kimse temenni eder. Bundan kurtuluş ancak kalbin Allah'ın marifeti, sevgisi, Allah hakkında düşünmesi ve Allah'a iltica ile meşgul olmasıyla mümkündür. Buna güç yetirmek de ancak Allah'ın inayetiyle olur. Dünyadan zikre mâni olan şeyleri uzaklaştırmak ile yetinmelidir. Bunun hakikatine kuvvet ve kudreti olmayan bir kimse, hiç olmazsa bu duruma gelmek için gayret gösterip yaklaşmalıdır. İnsanlar bu hu-susta dört gruba ayrılır:

1.Kalbi Allah'ın zikriyle müstağrak olmuş bir kişi. Yaşamın zarurî kısımları hariç, dünyaya hiç de iltifat etmez. Bu kişi sıddîklardandır. Bu mertebeye ancak uzun riyazetle ve uzun bir zaman şehvetlere sabretmekle varılabilir.

2.Dünyanın kalbini istilâ ettiği bir kişi. Öyle istilâ etmiş ki artık onun kalbinde Allah'ın zikrine yer kalmamıştır. Allah'ı, sadece nefsin hatırlaması kabilinden anar. Yâni kalbiyle değil, diliyle zikreder. Böyle bir kimse helâk olanlardandır.

3.Hem din, hem de dünya ile meşgul olan bir kişi. Fakat din kalbine galiptir. Bu kişi, muhakkak ateşe girer. Ancak ateşten çabuk kurtulur. Kurtuluşu, zikrin kalbine galip geldiği nisbette gerçekleşir.

4.Din ve dünya ile birlikte meşgul olan bir kişi. Fakat dünya onun kalbine daha galiptir. Bu kişinin ateşte kalması oldukça uzundur. Fakat sonunda ateşten çıkar. Çünkü onun kalbinde Allah'ın zikrinden bir kuvvet vardır. O kuvvet, zikri onun kalbinin
özüne yerleştirmiştir. Her ne kadar dünya zikri, bu kalpte daha galip ise de...
Ey Allahım, rezil olmaktan sana sığınıyorum. Çünkü sığınak ancak sensin!
Bazen kişi diyebilir ki 'Mübah şeylerden faydalanmak mübahtır. Durum böyleyken mübah şeylerden faydalanmak nasıl olur da Allah'tan uzaklaştırmaya sebep olur?'

Bu hayâl, zayıf bir hayâldir. Hatta dünya sevgisi her hatanın başıdır. Her hasenenin (sevabın) yanmasına sebeptir. İhtiyaç miktarından fazla olan mübah da dünyadandır ve bu, insanın Allah'tan uzaklaşmasına vesile olur. Bu husus Zemm'id-Dünya adlı bölümde sözkonusu edilecektir.

İbrahim Havvas der ki: "Bir ara Lukam dağında (Şam'ın en yüksek dağıdır. Âbid ve sâlihlerin sığınağı idi) bulunuyordum. Orada bir nar gördüm, canım çekti, ondan bir tane alıp parçaladım, ekşi olduğunu görünce bıraktım. Yere serilmiş bir kişi gördüm. Onun üzerinde eşek arıları toplanmışlardı. Ona 'Sana selâm olsun' dedim. O da 'Ey İbrahim! Sana da selâm olsun' diye karşılık verdi! Ona dedim ki: 'Sen benim İbrahim olduğumu nerden bildin?' Cevap olarak dedi ki: 'Allah'ı tanıyan bir kimseye hiçbir şey gizli kalmaz'. Ona dedim ki: 'Senin Allah ile hâlinin ve durumunun ne olduğunu görüyorum. Öyleyse neden Allah Teâlâ'nın seni şu eşek arılarından korumasını istemiyorsun?' Cevap olarak bana dedi ki: 'Ben de senin Allah ile hâlinin ne olduğunu görüyorum. Sen neden nara olan tutkundan seni korumasını kendisinden dilemedin? Çünkü nar yemenin elemini insan ahirette duyacaktır. Eşek arılarının ısırmasının elemini insan bu dünyada duyar'. Bu sözlerden sonra onu bırakıp gittim".

Sırrî es-Sakatî dedi ki: -Kırk seneden beri nefsim bir lokma ekmeği pekmeze daldırıp yemeyi arzu ediyor. Fakat bunu ona yedirmedim'.

Ahiret yoluna sülûk için kalbin ıslahı, ancak mübah şeylerden tıkabasa yemekten sakınmaya bağlıdır. Çünkü nefis, mübahların bir kısmından menedilmediği zaman, bu sefer mahzurlu ve haram şeylere yönelir. Bu bakımdan dilini gıybetten, fuzulî konuşmaktan korumak isteyen bir kimsenin Allah'ın zikrinden ve dinin önemli işlerinden başka konuşmamak için dilini zorlaması gerekir ki konuşma arzusu ölsün ve ancak hak ile konuşabilsin. Bu bakımdan böyle bir kimsenin sükût etmesi de konuşması da ibâdettir. Ne zaman ki göz, her güzel şeye bakmayı âdet edinirse helâl olmayanlara bakmaktan da korunamaz. Diğer şehvetler de böyledir. Çünkü insanoğlu helâli ne ile istiyorsa aynı şeyle haramı da ister. Bu bakımdan şehvet birdir. Oysa kula, şehveti haramdan menetmek farzdır. O halde kul şehvetlerin ancak zarurî kısmıyla yetinmeye nefsini alıştırmazsa, şehvetler ona galebe çalar. İşte bunlar mübahların âfetlerindendir. Bunun arkasında bundan daha büyük âfetler vardır. Şöyle ki, nefis dünyadan faydalanmakla sevinir, dünyaya meyleder. Çılgınca dünyaya dadanır. Dünya ile sarhoş olur ki sarhoşluğundan gözünü açamayan bir sarhoş gibi dünya ile ağzına kadar dolar. İşte dünya ile bu şekilde sevinmek, öldürücü bir zehirdir. Damarlara sirayet eder. İnsanın kalbinden korku ve üzüntüyü, ölümü hatırlamayı ve kıyametin dehşetlerini çıkarır. İşte kalbin ölümü bu demektir.

Öldükten sonra huzurumuzda hesap vereceklerini ummayıp da dünya hayatına razı ve onunla emniyet içinde olanlar ve ayetlerimizden gafil bulunanlar...(Yunus/7)

(Mekkeliler) dünya hayatı ile sevindiler. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı ancak bir yol azığıdır.(Ra'd/26)

Biliniz ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda bir övünme, mal ve evlât yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki, onun bitirdiği nebat, çiftçilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli bir azap, mü'minler için ise Allah'tan bir mağfiret ve bir rıza vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir.
(Hadîd/20)

Bütün bunlar dünyayı zemmetmektedir. Bu bakımdan biz Allah Teâlâ'dan, dünyadan uzak kalmayı isteriz. Kalp erbabının kuvvetlileri, dünyanın nimetleriyle kalplerini denemişler, kalple-rinin katılaştığını görmüşlerdir. Allah'ın zikrinden ve son günden etkilenmekten uzaklaştığını müşahede etmişlerdir. Bir de kalplerini üzüntü hâlinde denemişler, bu sefer kalplerini yumuşak, ince, berrak, zikirden etkilenecek kabiliyette görmüşler ve kurtuluşun üzüntüde, ferah ve sevginin sebeplerinden uzaklaşmakta olduğunu anlamışlardır. Bu bakımdan kalplerini dünya zevkle-rinden menetmişler. Kalplerini şehvetlerin helâl ve haramına sabretmeye alıştırmışlardır.

Yine bilmişler ki, şehvetin helâli hesaptır. Haramı ise ikab ve azaptır. Şüpheli kısımları ise itabdır. İtab ise, azabın bir türüdür.

Bu bakımdan kıyamet arasatında hesaba çekilen bir kimse muhakkak azaba uğrar. Bütün bunları bildikleri için nefislerini azaptan kurtardılar. Şehvetlerin esaretinden kurtulmak, Allah'ın zikrine alışıp ibâdetle meşgul olmak suretiyle hürriyete, dünya ve ahirette daimî mülke vardılar. Doğan kuşuna ne yapılıyorsa onlar nefislerine onu tatbik ettiler. Doğan kuşunun eğitilip, yırtıcılık ve vahşilikten kurtulması, sahibine itaat etmesi istendiği zaman, önce karanlık bir evde hapsedilir. Uçmaktan ümidi kesilinceye kadar gözleri bağlanır. Daha önce başı boş uçma alışkanlığını unutuncaya kadar bu durum devam eder. Sonra sahibine alışıncaya kadar yavaş yavaş et yedirilir... Öyle bir alışkanlık kazanır ki sahibi kendisini çağırdığı zaman derhal gelir. Ne zaman sahibinin sesini işitirse derhal dönüş yapar. İşte nefis de halvet ve uzlete çekilip alışkanlıklarından kurtulmadan Allah'a yakınlaşamaz. Halvette iken Allah'ı medh u senâ edip zikretmeye alıştırılır ki Allah'ın zikrine meyletme alışkanlığı, dünya ve diğer şehvetlerle olan alışkanlıklarının yerini alsın. Bu durum, başlangıçta müride gayet ağır gelir. Sonuçta ise, mürid tıpkı süt emen çocuk gibi zevk almaya başlar. Süte karşı şiddetle zaafı olduğu halde memeden kesilir. Oysa memeden kesildiği zaman, bir saat sabredemez, dehşetli bir şekilde ağlayıp üzülür. Süt yerine kendisine takdim edilen yemekten şiddetle kaçınır. Fakat sütten menedildiği zaman süte karşı sabretmekten dolayı yorgunluğu çoğalıp açlık kendisine galebe çaldığı zaman, zoraki bir şekilde yemeye başlar. Sonra yemek kendisine tabiîleşir. Eğer yemeye alıştıktan sonra meme verilirse kabul etmez, memeyi terkeder... Sütten tiksinir, yemeğe iyice alışır. Binek hayvanı da başlangıçta eğerden, gem ve binilmekten ürker. Zorla buna alıştırılır. Önce zincir ve kayışlar vasıtasıyla kabul etmekten kaçındığı eğere daha sonra alışır. Öyle ki eğer yerine konduğu zaman artık o hayvancağız, bağlamaksızın eğerin altında durur. Nefis de tıpkı bu şekilde kuşun ve binek hayvanının terbiye edildiği gibi terbiye edilir. Nefsin terbiye edilmesi, dünya nimetine bakmaktan, onlara alışıp sevinmekten menedilmesidir. Hatta ölümle elinden gidecek şeylerle sevinmekten menedilmesidir. Zira nefse denilmiştir ki, 'İstediğini sev, muhakkak ondan ayrılacaksın'. Bu bakımdan nefis birşeyi sevdiğinde, muhakkak o sevdiğinden ayrılacağını bildiği zaman, artık onun ayrılmasından dolayı üzülmez. Kalbini kendisinden ebediyyen ayrılmayacak şey ile meşgul eder. O da Allah'ın zikridir. Çünkü Allah'ın zikri kabirde de insana arkadaşlık yapar, ondan ayrılmaz.
Bütün bunlar önce birkaç gün sabretmekle tamamlanır. Zira ömür, ahiret hayatının müddetine nisbeten azdır. Sefer, sanat ve benzerlerini öğrenip bir sene veya uzun zaman faydalanmak için, bir ay zahmet çekmeye razı olmayan akıllı bir kimse göremezsin. İnsan ömrünün tamamı, âhiret hayatına nisbet edildiği zaman bir ayın, dünya ömrüne nisbeten azlığından daha az görünür. Bu bakımdan sabretmek ve mücahedede bulunmak lâzımdır. Gece yolculuk yapanlar sabah olduğu zaman, gece yolculuğundan memnun olurlar. Uykusuzluğun sersemliği de onlardan geçmiş olur.

Nitekim Hz. Ali (r.a) bunu böyle söylemiştir. Her insan için mücâhede ve riyazetin yolu durumlarının değişik olması nedeniyle değişik olur. Esası ise, herkesin sevinmesine vesile olan dünya sebeplerini terketmesidir. Bu bakımdan mal veya rütbe veya vaazının halk tarafından kabul edilmesi veya hüküm vermek, idarecilikte aziz olmakla veya ders okutmakla övünen bir kimseye, herşeyden önce övünmesine sebep olan şeyleri terketmesi gerekir. Çünkü kişi, bu vazifelerin birinden menedildiği takdirde ve kendisine 'her ne kadar sen bu işten menedildiysen de bundan ötürü ahiretteki sevabın azalmaz' denildiği zaman, eğer bunu hoş görmez, bundan dolayı üzülürse, şüphesiz ki böyle bir kimse dünya hayatıyla sevinmiş ve ona bel bağlamış kimselerdendir. Böyle yapması ise, kendisini helâk eder. Sonra kişi, sevinç sebeplerini terkettiği zaman halktan uzaklaşıp tek başına kalmalıdır. Kalbini murakabe etmeli ki kalbi Allah'ın zikrinden başka birşeyle meşgul olmasın, nefsinde beliren şehvet ve vesveseyi kontrol etmeli ki onun maddesini kökünden sökebilsin! Çünkü her vesvesenin bir sebebi vardır. O vesvese, ancak o sebebin ve ilginin kesilmesiyle kesilir. Kişi bu durumu hayatının sonuna kadar devam ettirmelidir. Çünkü cihadın sonu ancak ölümle biter

43)Ebubekir b. Lâl
44)Beyhakî
45)Tirmizî
46)Irâkî rivayeti bu ibare ile görmediğini kaydetmekte

I) Güzel Ahlâkın Alâmetleri

Her insan, nefsinin ayıplarının câhilidir. Ne zaman büyük günahları terkedinceye kadar nefsiyle az bir mücahedede bulunsa zanneder ki nefsini tertemiz yapmış, nefsi tertemiz olmuş, ahlâkı güzelleşmiş ve artık mücahede etmekten müstağnidir! Mâdem ki durum budur, o halde güzel ahlâkın alâmetini belirtmek gerekir. Çünkü güzel ahlâk, imanın ta kendisi, kötü ahlâk ise münâfıklığın ta kendisidir. Allah Teâlâ mü'min ve münafığın sıfatlarını Kur'an'da zikretmiştir. O sıfatların tamamı güzel veya kötü ahlâkın meyveleridir. O halde biz onlardan bir kısmını, güzel ahlâkın alâmeti bilinsin diye zikredelim.

Ayetler

Felaha ulaştı o mü'minler ki onlar, namazlarında huşû içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler ve onlar ırzlarını korurlar. Ancak eşleri, yahut câriyeleri hariç (bunlarla ilişkilerinden dolayı da) onlar kınanmazlar kim de bu helâlden başkasını ararsa, işte onlar haddi aşanlardır ve onlar emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler. Onlar namazlarını gereği üzerine devamlı kılarlar. İşte (Firdevs'e) vâris olacaklar onlardır.(Mü'minûn/1-10)

(...) Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır; o mü'minleri müjdeler(Tevbe/112)

Mü'minler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onlara Allah'ın ayetleri okunduğu zaman imanlarını artırır ve rablerine tevekkül ederler. Namazlarını kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan verirler. İşte gerçek mü'minler onlardır.(Enfal/2-4)

Rahman'ın o kulları ki yeryüzünde tevâzu ile yürürler. Cahiller kendilerine lâf attıkları zaman 'selâm' derler. Gecelerini rablerine secde ederek O'nun divanında durarak geçirirler:
'Rabbimiz cehennemin azabını bizden uzaklaştır, doğrusu onun azabı sürekli bir azaptır' derler. Orası ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir makamdır! Ve harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler; harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur ve onlar Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kam bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyamet günü onun için azap kat kat yapılır ve o azabın içinde hor ve hakir olacak kalır. Ancak tevbe edip inanan ve sâlih amel yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o makbul bir kimse olarak Allah'a döner. Onlar yalan ve boş laf (konuşanlar)a rastladıklarında vekar ile geçip giderler ve kendilerine rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı sağır ve kör davranmazlar ve 'Rabbimiz! Bize gözler sevinci eşler ve çocuklar lûtfet ve bizi korunanlara önder yap' derler. İşte onlar, sabretmelerine karşılık saraylarda ödüllendirilecekler ve orada bir sağlık dileği ve selâm ile karşılanacaklardır. Orada ebedî kalacaklardır. Ne güzel karargâh ve ne güzel makamdır orası! De ki: 'Duanız (ibadetiniz) olmadıktan sonra rabbim sizi ne yapsın? (size haber verdiklerimi) yalanladınız. Bu yüzden cezalandırılmanız gerekecektir'.(Furkan/63-77)

Bu bakımdan durumu kendisine mübhem ve müşkil olan bir kimse nefsini bu ayetlerin mihengine vursun. Bu sıfatların varlığı güzel ahlâkın alâmetidir. Bütün bu sıfatların yokluğu ise, kötü ahlâkın alâmetidir! Bir kısmının bulunması, bir kısmının bulunmaması ise, güzel ahlâkın bir kısmının varlığına bir kısmının yokluğuna delâlet eder. Bu bakımdan kişi, bu sıfatların olmayanlarını elde etmeye ve olanlarını da korumaya çalışmalıdır.

Hadîsler

Mü'min bir kimse, kendi nefsi için sevdiğini kardeşi için de sever.47

Rasûlullah (s.a), mü'mini birçok sıfatlarla nitelendirmiştir ve bütün o sıfatlarla güzel ahlâka işaret ederek şöyle buyurmuştur:

Kim Allah'a ve son güne iman ediyorsa, misafirine ikramda bulunsun.48

Kim Allah'a ve son güne inanıyorsa komşusuna ikramda bulunsun.49

Kim Allah'a ve son güne iman etmişse hayrı söylesin veya sussun.50

Hz. Peygamber, mü'minlerin sıfatlarının güzel ahlâk olduğunu söyleyerek şöyle buyurmuştur:

Mü'minlerin iman yönünden en kâmilleri ahlâk yönünden en güzel olanlarıdır.51

Mü'min bir kimseyi susmuş ve vakarlı gördüğünüz zaman ona yaklaşınız. Çünkü öyle bir mü'min hikmeti telkin eder.52

İşlediği hayır kendisini sevindiriyor, işlediği kötülük kendisini üzüyorsa, muhakkak o mü'mindir.53

Hiçbir müslümana, kardeşine eziyet verici bir bakışla bakması helâl değildir.54

Hiçbir müslüman için başka bir müslümanı korkutmak helâl değildir.55

Sohbet edip yanyana oturan iki kişi ancak Allah'ın emanetiyle bir araya gelip otururlar. Öyle ise onların birisine kardeşinin istemediği bir sırrını ifşa etmek helâl değildir.56

Âlimlerden biri güzel ahlâkın alâmetlerini şöyle belirtmiştir: 'Güzel ahlâk, kişinin çok hayâlı, eziyet vermeyen, sâlih, doğru sözlü, az konuşan, çok ibadet eden, az hata yapan kimse olmasıdır. Fuzulî konuşması pek az, hayır ve sılayı rahim yapar, vakarlı, çok sabırlı, çok şükredici, Allah'ın hükmüne râzı ve halîm olmasıdır. Şefkatli, iffetli, ince hisli olmasıdır. Lânet edici, küfürbaz, kovucu, gıybet yapıcı, aceleci, hasedci, cimri, gözüne ve diline sahip olma-yan değildir. Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için razı olur, Allah için öfkelenir. İşte güzel ahlâk budur. Hz. Peygamber'den (s.a) mü'minin ve münâfığın alâmeti sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki mü'min bir kimsenin himmeti namaz kılmak, oruç tutmak ve ibâdet yapmaktadır. Münâfık bir kimsenin himmeti hayvan gibi yemek ve içmektedir.57

Hâtim el-Esamm şöyle demiştir: 'Mü'min bir kimse düşünce ve ibret almakla meşguldür. Münâfık bir kimse ise, hırs ve uzun emelle meşguldür. Mü'min bir kimse Allah'tan başka herkesten ümidini kesmiştir. Münâfık bir kimse Allah'tan başka herşeyde ummaktadır. Mü'min bir kimse Allah'tan başka herşeyden emindir. Münafık bir kimse Allah'tan başka herşeyden korkar. Mü'min bir kimse dinini değil, malını fedâ eder. Münâfık bir kimse ise malını değil, dinini fedâ eder. Mü'min bir kimse güzellik yapar ağlar, münâfık bir kimse kötülük yaptığı halde güler. Mü'min bir kimse yalnızlığı sever. Münâfık ise halk ile karışmayı sever. Mü'min bir kimse tohumu eker, bitmemesinden korkar. Münâfık bir kimse tohumu söker, başağı umar. Mü'min bir kimse siyaset için emreder, yasaklar ve ıslah eder, münâfık bir kimse ise riyaset için emreder, yasaklar ve ifsâd eder!'

Güzel ahlâkın denenmesinde kullanılan en iyi sistem, eziyete karşı sabır göstermek, cefaya karşı göğüs germektir. Bir kimse başkasının kötü ahlâkından şikayet ederse, onun bu şikayet edişi, kendisinin kötü ahlâklı olduğuna delâlet eder. Çünkü güzel ahlâk, eziyeti sineye çekmektir.

Hz. Peygamber (s.a) bir ara beraberinde Enes b. Mâlik olduğu halde yürüyordu. Bir bedevî arkasından yetişti ve onu şiddetle geri çekti. O ara Hz. Peygamber'in sırtında necran ma'mûlü bir kürk vardı. Kürkün kenarları kaba ve sertti. Enes der ki: "Hz. Peygamber'in boynuna baktım, bedevinin şiddetli çekişinden dolayı kürkün kenarı etine iz yapmıştı.

Bedevî şöyle dedi:

Ey Muhammed! Senin nezdinde bulunan Allah'ın malından bana ver!
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) dönüp bedevinin yüzüne baktı. Güldükten sonra ona mal verilmesini emretti.58

Kureyşliler Hz. Peygamber'i fazlasıyla eziyet edip dövdükleri zaman, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ey Allahım! Kavmimi bağışla, onlar bilmiyorlar.

Denildi ki, Hz. Peygamber'in bu duası Uhud'da olmuştur ve bunun içindir ki Allah Teâlâ, Hz. Peygamber hakkında aşağıdaki ayeti inzâl ederek şöyle buyurmuştur:

Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin. (Kalem/4)

İbrahim b. Edhem bir gün sahraya çıktı, bir askerle karşılaştı. Asker kendisine 'Sen köle misin?' dedi. İbrahim 'Evet' dedi. Asker 'Mâmur yerler nerede?' dedi. İbrahim (kabristanı işaret ederek) 'İşte!' dedi. Asker 'Ben mâmur yerleri istiyorum!' deyince, İbrahim 'İşte mâmur yerler kabristandır' dedi. Onun bu sözü askeri oldukça kızdırdı. Asker onun başına kırbaçla vurdu ve kendisini gerisin geriye şehre çevirdi. Arkadaşları karşılayıp hâdiseyi sorunca, asker kendilerine İbrahim'in söylediklerini haber verdi. Onlar askere dediler ki: 'Bu, Edhem'in oğlu İbrahim'dir'. Bunun üzerine asker, atından inip el ve ayaklarını öperek kendisinden özür diledi. Sonra İbrahim'den 'Sen neden askere ben köleyim de-din?' diye soruldu. İbrahim "O benden 'sen kimin kölesisin' diye sormadı, 'sen köle misin' diye sordu. Ben de Allah'ın kölesi olduğum için 'evet' dedim. Fakat o benim başımı kırbaçlayınca ben Allah Teâlâ'dan kendisi için cennet istedim". Bunun üzerine kendisine şöyle soruldu: 'Nasıl olur? O sana zulmetti, sen ona cennet istiyorsun'. İbrahim 'Ben onun eliyle bana dokunan eziyetten ötürü mükâfât göreceğimi biliyorum. Bu bakımdan benim ondan nasibimin hayır olup da onun benden nasibinin şer olmasını istemedim!' dedi.

Ebu Osman Hayri59 bir ziyafete davet edildi. Davet eden zat onu deniyordu. Davet edenin evine vardığı zaman, kendisine 'Benim vaktim yoktur. Lütfen geri gidiniz' dedi. Bunun üzerine Ebu Osman geri döndü, biraz ilerledikten sonra davet eden ikinci bir defa onu çağırarak 'Hocam, gel!' dedi. Ebu Osman geri dönünce ilk söylediği gibi söyledi. Üçüncü bir defa onu çağırdı ve kendisine 'Vaktin icabı olarak geri dön, git!' dedi. Bunun üzerine Ebu Osman geri döndü... Kapıya vardığı zaman davetçi birinci sözünün benzerini tekrarladı. Bunun üzerine Ebu Osman tekrar döndü. Sonra dördüncü defa geldi ve yine davet sahibi onu geri çevirdi. Birkaç defa tekrar edinceye kadar böyle yaptı. Bütün bunlara rağmen Ebu Osman bozulmadı ve tınmadı. Bu durumu gören davet sahibi, Ebu Osman'ın ayaklarına kapanarak şöyle dedi: 'Hocam! Seni denemek istedim. Senin ahlâkın ne güzelmiş!' Buna karşı Ebu Osman şu cevabı verdi: 'Bende gördüğün bu ahlâk var ya, köpek ahlâkıdır. Çünkü köpeği çağırdığın zaman gelir, kovduğun zaman gider'.

Yine şöyle rivayet ediliyor: Birgün Nisabur'un bir çarşısından geçiyordu. Üzerine çarşıya bakan bir evden bir mangal dolusu kül döküldü. Bunun üzerine bineğinden indi, şükür secdesine ka-pandı. Sonra elbiselerinden külü silkti ve hiçbir şey söylemedi. Kendisine 'neden sen onlara çıkışmadın?' denildiği zaman dedi ki: 'Ateşe müstehak olan bir kimse kül ile kurtulursa kızmaya hakkı yoktur'.

Rivayet ediliyor ki Ali b. Mûsa er-Rıza'nın annesi siyah olduğundan dolayı rengi siyaha çalıyordu. Nisabur'da kapısında bir hamam vardı. Hamama girmek istediği zaman, hamamcı hamamı kendisi için boşaltıyordu. Bir gün hamama girdi. O girdikten sonra hamamcı kapıyı kilitledi. Bir kısım ihtiyaçlarını görmek için dışarı çıktığında bir köylü hamama gelip kapıyı açtı ve hamama girdi. Elbisesini çıkardı ve yıkanmaya gitti. Ali b. Mûsa er-Rıza'yı gördü. Siyah olduğundan dolayı hamamın hizmetçilerinden biri olduğunu zannetti ve ona 'Kalk! Bana su getir!' dedi. Bunun üzerine Ali (k.s) kalktı, onun bütün emirlerini yerine getirdi. Hamamcı geri dönünce köylünün elbiselerini gördü ve Ali b. Mûsa er-Rıza ile konuşmasını dinledi. Bunun üzerine korkarak hamamı terkedip kaçtı. İkisini hamamda başbaşa bıraktı. Ali (k.s) hamamdan çıkınca hamamcının nerede olduğunu sordu. Kendisine denildi ki: 'Cereyan eden hâdiseden korkup kaçtı'. Bunun üzerine Ali (k.s) 'Kaçması gerekmezdi. Günah, suyunu (menisini) siyah bir cariyenin rahmine dökenindir' dedi.

Rivayet ediliyor ki Ebu Abdullah el-Hayyat, dükkânının kapısında otururdu. Onun ateşperest bir arkadaşı vardı. O ateşperest, Ebu Abdullah'ı siftah ettiriyordu. Ebu Abdullah ona herhangi birşey diktiği zaman ateşperest, Ebu Abdullah'a kalp (sahte) paralar veriyordu. Ebu Abdullah da onun kalp paralarını olduğu gibi alır, paraların kalp olduğunu yüzüne vurmaz ve geri de çevirmezdi. Günün birinde Ebu Abdullah bir ihtiyacını karşılamaya gitti. Ateşperest gelip de kendisini göremeyince ücreti çırağa verdi. Dikilmek için bıraktığı elbiseleri istedi, verdiği para yine sahteydi. Çırak paraya baktığı zaman sahte olduğunu anlaya-rak, ateşpereste geri verdi. Ebu Abdullah geldiği zaman talebe kendisine hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Ebu Abdullah çırağa İyi bir iş yapmamışsın. O ateşperest bir seneden beri bana bu şekilde para veriyordu. Ben de buna karşı sabreder, kendisinden paraları alır, o paralarla başka bir müslümanı kandırmasın diye kuyuya atardım' dedi.

Yûsuf b. Esbât güzel ahlâkın alâmetlerinin on haslet olduğunu söylemiştir:
1.Arkadaşlarıyla az ihtilâf etmek,

2.İnsaflı olmak,

3.Arkadaşlarının ayıplarını aramaktan vazgeçmek,

4.Görünen günahları güzel mânâlara hamletmeye gayret göstermek,

5.Arkadaşlarının mâzeretlerini kabul etmek,

6.Arkadaşlarının eziyetlerine tahammül etmek,

7.Kendi nefsini kınamak,

8.Başkasının ayıplarını değil, kendi ayıbını öğrenmeye çalışmak,

9.Büyüğe ve küçüğe karşı güler yüzlü olmak,

10.İster kendisinden büyük, ister küçük olsun herkes ile yumuşak konuşmak.
Sehl'e güzel ahlâkın ne olduğu soruldu. 'Onun en azı eziyete göğüs germek, karşılık vermeyi bırakmak, zâlime rahmet istemek, af dilemek ve ona şefkat göstermektir' dedi.

Ahnef b. Kays'a 'Sen hilmi kimden öğrendin?' diye soruldu. 'Kays b. Âsım'dan öğrendim' dedi. 'Onun hilm derecesi nedir?' diye sorulunca, cevap olarak şöyle demiştir: "Bir ara evinde oturuyordu. Cariyesi, üzerinde kebap bulunan ve ateş dolu bir mangal getiriyordu. Mangal elinden Kays'ın küçük bir oğlunun üzerine düştü ve çocuk yanarak öldü. Bu manzara karşısında cariye dehşete kapıldı. Cariyeyi teskin etmek için 'Senin korkmana gerek yok. Seni Allah rızası için âzad ediyorum' dedi".Çocuklar Veysel Karanî'yi gördükleri zaman taşa tutarlardı. Veysel Karâni onlara 'Kardeşlerim! Eğer mutlaka bana taş ata-caksanız bari küçük taşları atın da bacaklarımı kanatıp da beni namaz kılmaktan alıkoymasın' derdi.
Adamın biri, Ahnef b. Kays'a sövdü. O cevap vermedi, adam onun arkasını takip edip küfretmeye devam ediyordu. Ahnef, ma-halleye yaklaştığı zaman durdu ve söven adama şöyle dedi: 'Eğer senin küfürlerin bitmediyse kalanları da söyle burada bitsin ki ka-bilenin cahilleri senin küfrettiğini duyup da sana eziyet vermesin-ler'.

Rivayet ediliyor ki Hz. Ali (r.a), bir köleyi çağırdı. Köle kendi-sine cevap vermedi. İkinci ve üçüncü defa çağırdı yine cevap ver-medi. Bunun üzerine kalkıp kölenin yanına geldi. Baktı ki köle, sırt üstü uzanmış yatıyor.
-Ey köle! Çağırdığımı duymuyor musun?

-Evet, duyuyorum.

-O halde neden bana cevap vermiyorsun?

-Senin ceza vermeyeceğinden emin olduğum için tembellik yaptım.

-O halde git! Sen Allah rızası için hürsün.

Bir kadın Mâlik b. Dinar'a 'Ey riyakâr!' diye bağırdı. Mâlik kadına şöyle dedi: 'Ey kadın! Basralıların kaybettiği ismimi sen buldun!'

Yahya b. Ziyad el-Hârisi'nin ahlâksız bir kölesi vardı, Yahya'ya 'Bu köleyi neden besliyorsun!?' diye sorulunca 'Ondan gördüklerime tahammül edip hilm sıfatını öğreneyim diye tutuyorum!' cevabını verdi.

İşte buraya kadar söylediklerimiz, riyazet sûretiyle uysallaştırılmış nefislerdir. Dolayısıyla bu nefislerin ahlâkları normalleşmiştir. İç âlemleri hile ve hasedden durulmuştur. Böylece Allah Teâlâ'nın takdirine rıza göstermek meyvesini vermeye başlamıştır. Bu ise, güzel ahlâkın en son zirvesidir. Çünkü Allah Teâlâ'nın takdirini hoş görmeyip ona rıza göstermeyen bir kimse, kötü ahlâkın en alt derecesine düşmüştür. İşte bahsi geçen bu kahramanların -söylediğimiz gibi- zâhirlerinde güzel ahlâkın alâmetleri belirmiştir. Bu bakımdan nefsinde bu alâmetleri göremeyen bir kimsenin, nefsine aldanması uygun değildir. Onu güzel ahlâklı sanması hiç de yerinde bir hareket değildir. Aksine böyle bir kimse için en uygunu riyazet ve mücahede ile meşgul olup nefsini güzel ahlâk derecesine çıkarmaktır. Çünkü güzel ahlâkın derecesi, yüce bir derecedir. Ona ancak mukarrebin ve sıddîklar ulaşmışlardır.

47)Müslim, Buhârî
48)Müslim, Buhârî
49)Müslim, Buhârî
50)Müslim, Buhârî
51)Daha Önce geçmişti.
52)İbn Mâce
53)İmam Ahmed, Taberânî, Hâkim
54)İbn Mübârek
55)Taberânî
56)Daha önce geçmişti.
57)Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir.
58)Müslim, Buhârî
59) Adı Sa'd b. İsmail'dir, Nişabur'da otururdu. Şâh el-Kirmânî ve Yahya b. Muaz er-Râzî ile arkadaşlık yapmıştır. H. 298 senesinde vefat etmiştir.

i) Gelişim Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi

Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp, kendisine nakşedilen herşeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya meyleder. Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve ahirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren ve öğreten de ortak olur. Eğer şerre alıştırılır, hayvanlar gibi ihmal edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim Allah Teâlâ (ce) şöyle buyurmuştur:

Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.(Tahrîm/6)

Madem ki edep, çocuğu dünya ateşinden koruyor, onu ahiret ateşinden koruması daha evlâdır. Çocuğun korunması; ona edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmek, kötü arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süs ve lüksü kendisine sevdirmemek demektir. Çünkü böyle olduğu takdirde büyüyünce bunların peşine düşmek sûretiyle hayatı zâyi olup, ebediyen helâk olur. Hatta başlangıçta onu gözetim altında tutmak, onu sâlih, dindar ve helâlyiyen bir kadının sütüyle ve dadılığı ile büyütmek daha uygun olur. Çünkü haramdan meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslendiği takdirde çocuğun çamuru necasetten yoğrulmuş olur. Böylece tabiatı pisliklere uygun olana meyleder! Çocukta erginlik alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce murakabe etmek gerekir. Bunun başlangıcı, hayânın başlangıçlarının belirmesidir. Çünkü çocuk, çekildiği ve utandığı zaman, bir kısım fiilleri terkettiği an, aklın nûru onun üzerinde doğmuştur ki, bir kısım şeyleri çirkin görür ve bir kısmına muhalefet eder. Çocuk öyle bir hâle gelmiştir ki, birtakım şeylerden utanmaktadır. Bu ise, Allah Teâlâ'nın çocuğa vermiş olduğu bir hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının normale döndüğünü, kalbinin saflığa kavuştuğunu gösterir... ve bu durum çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle onun edebine yardım etmelidir. Çocuğa ilk galebe çalan sıfat yemeğe karşı oburluktur. Bu bakımdan çocuğu bu hususta eğitmek gerekir. Mesela 'yemeği sağ elinle ye! Yemeğe başladığın zaman bismillâh de! Yemeği kendi, tarafına düşen kısmından ye! Arkadaşlarından önce yemeğe başlama! Gözünü dikerek yemeğe ve yemek yiyenlere bakma! Yemekte pek acele etme! Güzelce çiğne! Lokmaları arka arkaya atıştırma! Elini ve elbiseni kirletme!' diyerek edep kurallarını öğretmek gerekir.

Bazen yavan ekmek yemeye alıştırmalıdır ki çocuk katığın bulunmasını şart görmesin! Çocuğun yanında çok yemeyi kötülemelidir. Yani çok yiyen bir kimseyi hayvanlara benzetmeli ve böyle bir kimseyi çocuğun huzurunda küçümsemelidir. Yine çocuğun yanında edepli ve az yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemeğe düşkün olmamayı çocuğa öğretmelidir. Hangi yemek olursa olsun, kaba yemeklerle kanaat etmeyi çocuğa öğretmelidir. Çocuğa renkli ve ipekli değil de beyaz elbiseleri sevdirmelidir. Çocuğun yanında renkli elbiselerin ve ipeklilerin kadınlar ve kadınımsı erkekler için olduğunu söylemelidir. 'Gerçek erkekler ise, böyle elbiselerden sakınırlar' demelidir ve bunu defalarca çocuğun yanında tekrar etmelidir. Ebeveyni ne zaman çocuğun sırtında bir ipekli veya renkli elbise görürse o elbiseyi kötülemelidir. Zevke dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Pahalı elbiseler giymekten çocuğu muhafaza etmelidir, Çocuğun keyfine göre konuşan insanlarla oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu), ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir. Sonra çocuk Kur'an'ı ve bir kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve durumlarını öğrenmelidir ki kalbinde sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda aşktan ve aşk ehlinden bahseden şiirlerden ve gazellerden korunmalıdır. Edebin zerâfet ve tabiatın inceliğinden olduğunu iddia eden ediblerden uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir edebiyat çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir.

Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında bu fiilinden dolayı övmelidir. Eğer bazı durumlarda, çocuk bu yaptığına muhalefet ederse, göz yumulması uygun olur. Çocuğun perdesini yırtmamalı, ayıbını dışarıya vermemelidir. Ona, başkalarının da buna cesaret edeceğini belli etmemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman... Örtülmesi için gayret gösterildiği zaman, bu yöne daha da dikkat edilmelidir. Çünkü bunu çocuğa belli etmek, ona cesaret verir. Hatta sonunda çocuk böyle şeylerin açığa çıkmasından artık perva etmez olur. Böyle bir durumda bu fiil, ikinci bir defa çocuktan çıkacak olursa, gizlice çocuğu azarlamak ve bu fiilin çok büyük bir kabahat olduğunu söylemek uygun olur. Çocuğa 'Sakın böyle birşeye bir daha kalkışma, halk seni görür rezil olursun!' diyerek sakındırmalıdır. Fakat her zaman çocuğu azarlamak doğru olmaz. Çünkü çocuğa çokça azarlamak, azarlamanın tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğu babasıyla korkutmak ve bu şekilde çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır. Çocuğu gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevkeder. Çocuğu gece uykusundan menetmemelidir. Çocuğun âzâlarının katılaşıp bedeninin yağ tutmaması için yumuşacık yataklardan menetmelidir ki çocuk rahata alışmasın. Aksine çocuğu yatağın, elbisenin ve yemeğin az ve kaba olanına alıştırmalıdır. Çocuğun gizlice yaptığı herşeyden onu menetmelidir. Çünkü çocuk gizlice yaptığı birşeyi çirkin kabul ettiği için böyle yapar. Bu bakımdan çocuğu bundan menetmek, çirkin davranışları terketmeyi öğretmek demektir. Günün bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya, sportif faaliyetlerde bulunmaya alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret yerlerini açmamaya, normalin üzerinde hızlı yürümemeye, ellerini gevşek bırakmamaya, göğsünün üzerine koymaya çocuğu alıştırmalıdır. Çocuğu, ebeveyninin servetiyle veya yemeklerinin, elbiselerinin, kitaplarının, kalem veya divitinin bir kısmıyla, akran ve yaşıtlarına karşı böbürlenmekten menetmelidir. Çocuğuna, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı, tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi öğretmelidir. Eğer çocuk, ihtişam sahibi kimselerin evlâdı ise, çocuğun gözünde muhteşem görünen birşeyi başkasından almaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğa yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir.

Eğer çocuğun anababası fakir ise, çocuğuna tamahkârlığın, başkasından birşey almanın zillet olduğunu ve böyle yapmanın köpeklerin âdetinden olduğunu öğretmelidir. Çünkü köpek, bir lokma için beklemekte ve ona karşı kuyruk sallamaktadır! Kısacası çocuğuna altın ve gümüşün sevgisini, onlara karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü altın ve gümüş sevgisinin âfeti ve onlara karşı gösterilen tamahkârlık, çocuklar için zehirden daha zararlıdır. Hatta büyükler için de böyledir. Çocuğuna oturduğu yere tükürmemeyi, sümkürmemeyi ve başkasının huzurunda gerinmemeyi öğretmelidir. Başkasına sırtını çevirmemeyi, ayak ayak üstüne atmamayı, el ayasını çenesinin altına koymamayı, başını dirseğine dayamamayı öğretmelidir. Çünkü böyle yapmak, tembelliğin delilidir. Çocuğuna oturma şeklini öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğuna fazla konuşmanın kişinin hakirliğine ve hayâsızlığına delâlet ettiğini ve fazla konuşmanın düşük insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Esasında çocuğunu -ister doğru isterse yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle birşeye alışmasın. Çocuğunu arkadaşından önce konuşmaya başlamaktan menetmelidir. Ancak sorulan sorunun cevabı ve soru kadar konuşmaya alıştırmalıdır. Başkası konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hür-metle kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir. Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp, yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir. Çocuğunu fuzulî konuşmaktan, çirkin konuşmaktan, lânet etmek ve küfür etmekten menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakmdırmalıdır. Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder! Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan korunmalarıdır. Çocuğuna, öğretmeni tarafından dövüldüğü zaman fazla bağırmamasını ve başka bir arkadaşından bu hususta yardım istememesini öğretmesi gerekir. Hocasının dövmesine karşı sabretmeyi çocuğuna telkin etmeli ve böyle yapmanın erkekliğin alâmeti olduğunu, fazla bağırmanın köle ve kadınların âdeti olduğunu çocuğuna söylemelidir. Çocuk mektepten dönünce ona oyun oynayarak mektebin yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Fakat burada çocuğun oyun ile yorulmamasını gözetmelidir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve öğrenmeye mec-bur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır. Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, çeşitli hileli yolları denemeye mecbur olur.

Anne ve babanın çocuğa, öğretmene itaat etmeyi öğretmesi gerekir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda oynamamayı çocuğa telkin etmelidir. Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terketmesine göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı emretmelidir. Çocuğu ipeklinin her çeşidini giymekten ve altın kullanmaktan sakmdırmalıdır. Çocuğa muhtaç olduğu şer'î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan, haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çocuklarda çoğu zaman bulunan çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi mümkün olur. Çocuğa yemeklerin ilaç olduk-larını, onlardan maksadın insanın onlar vasıtasıyla Allah'ın iba-detine güç yetirmek olduğunu ve dünyanın temelsiz olup bâki ol-madığını, ölümün dünya nimetlerinin sonunu getireceğini, dünyanın istikrar yeri değil de geçit evi olduğunu, âhiretin geçici değil, daimî ev olduğunu, ölümün her saatte insanoğlunu beklediğini, akıllı bir kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu ve böyle bir kimsenin gittikçe

Allah nezdinde derecesinin büyüdüğünü ve böyle kimse için cennet nimetlerinin git-tikçe genişlediğini öğretmelidir, Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir şekilde kalır. Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa, ço-cuk oyuna alışır, çirkin konuşmaya, yemek, elbise, süs ve böbür-lenmeye alışır, onun kalbi artık hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi... Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak ya-ratılmıştır. Ancak ebeveyni onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak annesi-babası onu ya-hudi veya hristiyan veya ateşperest yapar.60

Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar'ın namazına bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan Allah'ı anıp hatırlamaz mısın?" Ben ona 'Nasıl hatırlayayım ve anayım?' diye sorunca şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: Allah benimledir. Allah beni görür. Allah şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve hem ahirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim. Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki:

"Ey Sehl! Allah'ın beraber olduğu, baktığı, şahid olduğu kimse
60) Müslim, Buhârî

Allah'a isyan eder mi? O halde günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde 'Himmetimin dağılmasından korkuyorum' dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi, sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur'an'ı öğrendim. Altı veya yedi yaşındayken Kur'an'ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum. İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra'ya göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim. Böylece Basra'ya geldim. Âlimlere meselemi sordum.

Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap vermeyince Abadan'da bulunan ve Ebu Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim... Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak gezdim. Sonra memleketim olan Tuster'e döndüm. Allah Teâlâ'nın dilediği zamana kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim".

Ahmed der ki: 'Sehl et-Tüsterî'nin ölüp Allah'a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim'.

60) Müslim, Buhârî

j) İradenin Şartları, Mücâhedenin Mukaddimeleri ve Müridi Yavaş Yavaş Riyazet Yoluna Sokmanın Beyanı

İradenin Şartları, Mücâhedenin Mukaddimeleri ve Müridi Yavaş Yavaş Riyazet Yoluna Sokmanın Beyanı

Kalbiyle yakîn derecesinde âhireti müşahede eden bir kimse, zarurî olarak âhiretin mahsulünü istemekte ve ona iştiyak göstermekte, âhiretin yollarına girmekte, âhirete nisbeten dünyanın nimet ve lezzetlerini hakir görmektedir. Çünkü yanında boncuk bulunan bir kimse, değerli bir cevheri gördüğü zaman, artık boncuğa karşı rağbet ve iştiyak duymaz, onu cevherle değiştirmek ister. Ahiret meyvesine tâlip olmayan bir kimse ise, Allah'a ve son güne iman etmediği için Allah ile mülâki olmaya da tâlip değildir.

Buradaki imandan gayem; dilin şehâdet kelimesini inanmaksızın ve ihlâssız olarak söylemesi değildir. Çünkü böyle söylemek, cevherin boncuktan daha üstün olduğunu tasdik eden, ancak cevherin hakikatini değil, sadece lâfzını bilen bir kimsenin sözüne benzer! Biri boncuğa rağbet ettiği zaman, onu bırakmak istemez. Cevhere karşı olan iştiyâkı pek fazla olmaz. Çünkü yolu bilmemek hedefe varmaktan insanı alıkoyar. Sülûkten meneden ise iradesizliktir. İradeden de meneden imansızlıktır! İmansızlığın sebebi ise, hatırlatıcı ve Allah'ı bilen, onun yoluna hidayet eden âlimlerin yokluğudur!

O âlimler ki dünyanın hakirliğine ve yıkılacağına dikkat çekerler, ahiret işinin önemini ve devamlılığını hatırlatırlar. Bu bakımdan halk gafildir, şehvetlerine dalmışlardır, uykularına oldukça batmışlardır. Din âlimleri içinde de onları uyandıran bir kimse yoktur. Eğer onlardan biri uyanırsa, bu sefer cehaletinden dolayı yol gitmekten âciz olur. Eğer âlimlerden yolun gösterilmesini isterse, onların nefislerinin hevasına uyup doğru yoldan ayrıldıklarını görecektir. Bu bakımdan iradenin zayıflığı ve yolun bilinmemesi, âlimlerin nefislerinin hevasına göre konuşmaları, Allah'ın yolunun sâliklerden boşalmasına sebep olmuştur. Ne zaman hedef perdeli, delil yok, hevâ galip ve talip de gafil ise, hedefe varmak zorlaşır. Bu takdirde şüphesiz yollar kullanılmaz olur. Eğer biri kendiliğinden uyanırsa veya başkası tarafından uyandırılırsa âhiret mahsulüne ve ticaretine karşı iradesi harekete geçerse, ilk başta yapması gereken birtakım şartların olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki kendisi için uyulması gereken bir örnek vardır, ona yapışması lâzımdır. Kalesi vardır, ona sığınması lâzımdır ki yolunu kesen düşmanlardan emin olabilsin. Boynunda birtakım vazifeler vardır. Yolculuk esnasında onlardan ayrılmaması gerekir. İrade için öne alınması gereken şartlar ise, kendisiyle halk arasında gerilen perdelerin kaldırılmasıdır. Çünkü halkın haktan mahrum olmasının sebebi perdelerin üstüste gelmesidir. Yol üzerine barikatların kurulmasıdır.

Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık; artık görmezler.
(Yâsîn/9) Mürid ile halk arasındaki barikat ve engel dört tanedir:

l.Mal
2.Rütbe
3.Taklid
4.Günah

Mal:

Mal perdesi, ancak kişinin mülkünden çıkıp, sadece zarurî miktarın elinde kalmasıyla kaldırılabilir. Kişinin elinde bir dirhem kalıp kalbi ona iltifat ettikçe, kişi onunla bağlı ve Allah'tan perdelenmiş demektir.
Rütbe
Rütbe perdesinin kaldırılması da rütbeden uzaklaşmak, tevâ-zuya bürünmek, namsızlığı ve şöhretsizliği, şöhret ve nâma tercih etmek, anılma sebeplerinden kaçmak, halkın kalbini nefret ettiren ve kendisini rahat bırakmalarını sağlayan amellerde bulunmakla mümkündür.

Taklid:

Taklid perdesi, mezhebler için gösterilen taassubun terkedilmesiyle ve 'Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah' kelimesine gönülden iman etmek suretiyle kaldırılır. Bu kelimenin doğruluğunu kanıtlamak için Allah'tan başka bütün ilahları aradan kaldırmaya dikkat etmelidir. İnsanoğlunun en büyük ilahı hevâsıdır. Kişi bu ilahları aradan kaldırdığı zaman, takliden almış olduğu itikadının hakikati kendisine görünür. İnsan bu hakikatleri mücadele yoluyla değil, mücahede yoluyla aramalıdır. Eğer inancına karşı olan taassubu kendisine galip gelirse, nefsinde bir genişlik kalmazsa, bu durum onun için bağlayıcı bir kayıt ve perde olur. Zira müridin belli bir mezhebe nisbeti, asla müridlik şartından değildir.

Günah:

Günah bir perdedir. Bu perdeyi ancak tevbe, zulmen alınanları terketmek, gerçek azm ile bir daha dönmemeye niyetlenmek, yaptıklarından pişman olmak, zulmen aldıklarını geri vermek ve hasımlarını razı etmek kaldırır. Çünkü tevbesi sıhhatli olmayan,büyük günahları terketmeyen ve buna rağmen keşif yoluyla dinin sırlarına vâkıf olmak isteyen bir kimse, tıpkı Arap dilini öğrenmeden önce Kur'an ve tefsirinin esrarına vâkıf olmak isteyen bir kimseye benzer. Çünkü önce Kur'an arapçası bilinmeli, sonra oradan Kur'an'ın sırlarına ulaşmaya çalışmalı, hem önce hem sonra şeriatın zâhirini yerine getirip, sonra onun derinliklerine ve sırlarına vâkıf olmaya çalışmalıdır. Kişi önce bu dört şartı yerine getirip, mal ve rütbeden uzaklaştığında âdeta temizlenip abdest alan ve namaz kılmaya elverişli hâle gelen bir kimse gibi olur. Bundan sonra da uyulacak bir imama muhtaçtır. İşte mürid de böyledir; kâmil bir şeyhe ve uyulacak bir üstada muhtaçtır ki o üstad onu doğru yola iletsin! Çünkü dinin yolu gayet gizli ve muğlaktır. Şeytanın yolları ise açık ve çoktur. Kendisini hakikate hidayet eden bir şeyhi ve üstadı olmayan bir kimseyi şeytan kendi yollarına çeker. Bu bakımdan delilsiz çölün helâk edici yollarına dalan bir kimse nefsini tehlikeye atmış ve helâk etmiştir!

Nefsini kendisi eğitmek isteyen bir kimse, kendiliğinden biten bir ağaca benzer. Böyle bir ağaç, bakıcısı olmadığı için pek çabuk kurur. Eğer bir müddet kalır, yaprak verirse de meyve vermez. Yani aşılanmadığı takdirde ya meyve vermez veya yabani meyve verir. Bu bakımdan adı geçen şartları yerine getirdikten sonra müridin elinden tutacak bir şeyhi olmalıdır. Mürid, tıpkı gözleri kör olan bir kimsenin nehrin kıyısında kendisine rehberlik edenin eline yapıştığı gibi, kâmil bir şeyhe yapışmalıdır. Bütün geleceğini ona teslim etmelidir. Hiçbir hususta ona muhalefet etmemelidir. Bilmelidir ki şeyhinin hatası, kendisinin isabet etmesinden daha faydalıdır. Bu bakımdan kişi, böyle bir şeyhi bulduğu zaman, o şeyhe, müridi korumak, sağlam bir kalenin içine almak, bütün yol kesicilerden korumak farz olur. Bu da dört şey ile mümkündür:

A.Halvete çekilmek
B.Sükût etmek
C.Aç kalmak
D.Uykusuz kalmak:

İşte bunlar, kişiyi yol kesicilerden koruyan kaledir. Çünkü müridin hedefi kalbinin ıslahıdır ki o kalp ile rabbini müşahede etsin ve o kalp ile rabbine (mânen) yakınlaşmaya elverişli olsun!

Açlık, kalbin kanını azaltır, kalbi bembeyaz yapar. Kan beyazlaşınca kalp nûrlanır. Açlık, kalbin yağlarını da eritir. Yağlar eriyince de kalp incelir. Kalbin incelmesi ise, mükaşefe ilminin anahtarıdır. Nitekim kalbin katılığının, perdelenme sebebi olduğu gibi... Kalbin kanı eksildiği zaman düşmanın yolu daralır. Çünkü düşmanın mecraları, şehvetlerle dolu bulunan damarlardır.

Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Ey Havârîler! Karınlarınızı aç bırakınız! Umulur ki kalpleriniz rabbinizi görür'.:

Sehl et-Tusterî şöyle demiştir: Abdal, ancak dört hasletle abdal olur:

1.Aç kalmak
2.Uykusuz kalmak
3.Sükût etmek
4.Halktan uzaklaşmak

Bu bakımdan aç kalmanın, kalbin aydınlanmasındaki faydası apaçık bir şeydir. Deneme buna şehâdet etmektedir. İki şehvetin kırılması bahsinde bu husustaki tedric yönünün beyanı gelecektir.:

Uykusuz kalmaya gelince, bu kalbi cilalar, tasfiye eder, nûrlandırır. Bu nûr, açlıktan ötürü kalpte oluşan berraklığa eklenir. Böylece kalp, pırıl pırıl parlayan bir yıldız ve berrak bir ayna gibi olur. Bu takdirde hakkın cemâli kalpte görünür. Âhiret derecele-rinin yüksekliği kalpte müşahede edilir. Dünyanın hakirliği ve âfetleri belirir. Böylece kişinin dünyadan el çekmesi ve âhirete yönelmesi tamamlanır. Uykusuzluk da açlığın neticesidir. Çünkü toklukla beraber uykusuzluk mümkün değildir. Uyku kalbi katılaştırır ve öldürür, ancak zaruret miktarında sakınca yoktur. Bu takdirde gayb esrârının keşfine sebep olur. 'Abdalların yemesi keyif için değil, mecburidir, uykuları galebedir, konuşmaları zarurîdir' denilmiştir. İbrahim Havvas şöyle demiştir: 'Yetmiş sıddîkîn görüşü, uykunun çokluğunun çok su içmekten ileri geldiği hususunda birleşmiştir'.
Susmaya gelince, bunu uzlete çekilmek kolaylaştırır. Fakat uzlete çekilen kişinin hiç olmazsa kendisine yemeğini, suyunu veren ve işlerini idare eden bir yakını vardır. Bu bakımdan zaruret miktarından fazla konuşmaması gerekir. Çünkü konuşmak kalbi meşgul eder. Kalplerin konuşmaya karşı oburluğu pek büyüktür. Zira kalp konuşmaya dalar. Zikir ve fikir için yalnız kalmak ona ağır gelir, konuşarak rahatlamak ister. Susmak ise aklı aşılar, verâ ile takvâyı öğretir.

Halvete gelince, onun faydası kendini meşgul eden şeylerden uzaklaşmak, kulak ve gözü zapt u rapt altına almaktır. Zira kulak ile göz, kalbin dehlizleridir. Kalp, bir havuz hükmündedir. Ona pis, bulanık ve kirli sular, duyu nehirlerinden akıp gelir. Riyazetin hedefi ise, o havuzu pis sulardan boşaltmak, orada biriken çamurlardan kurtarmaktır ki havuzun dibinden temiz su kaynayıp çıksın! Acaba nehirler durmadan havuza akarlarsa, kişi nasıl havuzun suyunu boşaltabilir? Oysa onun boşalttığından daha fazlası durmadan havuza akmaktadır. Bu bakımdan zaruret miktarı hariç, duyuları zaptu rapt altına almak gerekir. Bu ancak karanlık bir evde halvete çekilmekle tamamlanır. Eğer karanlık bir ev yoksa başını kucağına eğip bir cübbe veya geniş bir elbise ile örtünmeli-dir. Böyle bir durumda hakkın sesini işitir. Rubûbiyetin celâlini müşahede eder. Hz. Peygamber'e gelen nidanın, Hz. Peygamber bu haldeyken geldiğini bilmiyor musun?

Ey örtüsüne bürünen!(Müzzemmil/1)

Ey elbisesine bürünen!(Müddessir/1)

İşte bu dört derece kalkan ve kaledir ki kişiden yol kesicileri defedip ârızlarını bertaraf eder. Mürid bunu yaptığı zaman, bundan sonra yolun sülûkü ile meşgul olmalıdır. Yolun sülûkü de geçitleri geçmek suretiyle mümkün olur. Allah Teâlâ'nın yolunda, dünyaya iltifat etmenin sebebi olan kalp sıfatlarından başka bir geçit yoktur. O geçitlerin bir kısmı diğer kısmından daha zor ve tehlikelidir. Onları geçmekteki tertib şöyledir: Önce en kolay olanından başlamalıdır. O geçitler sıfatlardır. Bunlardan maksadım iradenin başlangıcında bertaraf ettiği alâkaların eserleridir. Yani mal, rütbe, dünya sevgisi, halka iltifat etmek, günahlara karşı istekli olmaktır. Bu bakımdan zâhirini bunlardan arındırdığı gibi iç âlemini de bunların eserlerinden boşaltması gerekir. Buradaki mücâhede uzun sürebilir. Bu mücâhede, durumların değişmesiyle değişir. Çünkü sıfatların çoğundan kurtulan şahıslar için mücâhede pek uzamaz. Biz daha önce mücâhedenin yolunun, şehvetlerin zıdlarını yapmak, müridin nefsine galip gelen her sıfatta hevâ-i nefse muhalefet etmek olduğunu söyledik. Bu bakımdan kişi, bu sıfatlardan kendiliğinden kurtulduğu veya mücâhede yoluyla bunları zayıflattığı zaman kalbinde de herhangi bir ilgi kalmaz. O zaman kalbini zikirle meşgul etmelidir. Zikri daimî bir şekilde kalbine yüklemeli ve kalbini zahirî virdlerin çokluğundan menetmelidir. Hatta sadece farzlarla ve revatıblarla yetinmelidir. Virdi de virdlerin özü ve semeresi olan tek bir vird olmalıdır. Yani kalbini Allah'tan başkasının zikrinden boşalttıktan sonra Allah'ın zikrine sevketmelidir. Kalp, başka şeylere iltifat etmedikçe zikirle meşgul edilmemelidir.

Şiblî, Hüserî'ye şöyle dedi: "Eğer bana geldiğin cum'adan öbür cum'aya kadar senin kalbine Allah'tan başka birşey gelirse, bana gelmen senin için haramdır'.
Bu tecerrüd, ancak iradenin doğruluğuyla ve Allah sevgisinin kalbe galip gelmesiyle elde edilir. Allah sevgisi kalbe öyle galip gelmelidir ki kişi âdeta tirtir titremeli, sevgilisinden başka hedefi olmayan aşık gibi olmalıdır. Böyle olursa, şeyh onu kendisine mahsus bir zâviyeye sokar, hizmetine helâl yemek verecek bir kimseyi tayin eder. Çünkü din yolunun esası helâl rızıktır ve böyle bir durumda iken şeyh ona zikirlerden birini telkin eder ki kalbini ve dilini o zikirle meşgul etsin! Oturup 'Allah, Allah' veya 'Sübhânallah, sübhânallah' demelidir veya şeyhin tensib ettiği kelimeleri tekrarlamalıdır. Dil hareketten düşünceye kadar bu zikirlere devam etmelidir. Kelime sanki dilin üzerinde hareket etmek-sizin çıkıncaya kadar devam etmelidir. Sonra bu duruma kelimenin eseri dilden düşünceye ve kalpte sadece kelimenin sûreti kalıncaya kadar devam etmelidir. Daha sonra nefsin harfler ve sûreti kalpten silinip manâsının hakikati kalbe yerleşinceye, kalpte hazır oluncaya ve kalbe galebe çalıncaya kadar devam etmelidir.

Böylece Allah'tan başka herşeyden vazgeçmiş olur. Çünkü kalp birşeyle meşgul olduğu zaman, ne olursa olsun onun haricindeki şeylerden boşalır. Bu bakımdan, kalp, Allah'ın zikriyle meşgul olduğunda -ki Allah'ın zikri de kalbin hedefidir- şeksiz ve şüphesiz Allah'tan başka herşeyden boşalır. O zaman kişiye düşen görev kalbin vesveselerini murakabe etmek, dünya ile ilgili hatıratların gerek geçmişteki durumları ve gerekse başkalarının durumunu hatırlatıcı şeylerle ilgili hallerini murakabe etmektir. Çünkü kalp, herhangi birşeyle meşgul olduğu zaman -velev az bir zaman olsun- bu meşguliyet sebebiyle, o az bir zamanın içinde bile zikirden boşalır, bu da eksikliktir. Bu bakımdan kişi bunu bertaraf etmeye çalışmalıdır. Bütün vesveseyi bertaraf ettiği ve nefsini bu kelimeye çevirdiği takdirde kelimenin yönünden vesveseler gelmeye başlar: 'Bu kelime nedir? Bizim Allah dememizin mânâsı nedir? Allah hangi mânâdan dolayı ilah olmuştur?' gibi... Bu vesveseler sırasında kalpte birtakım hâtırat başgösterir ve kalp için düşünce kapısını açar. Bazen de şeytanın vesveselerinden küfür ve bid'at olan şeyler kalbe hücum ederler; kişi bu gelen vesveseleri sevme-dikçe, onları kalpten söküp atmaya gayret gösterdikçe onlar kendisine zarar vermez.
Bu vesveseler, Allah Teâlâ'nın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği şeyler ve Allah hakkında düşünülür mü düşünülmez mi diye şüphe ettiği şeyler olmak üzere iki kısma ayrılır. Allah'ın münezzeh olduğunu kesinlikle bildiği kısma gelince, bunun böyle olduğunu bilir, fakat şeytan onun kalbine onu atıverir, hatırından geçirir. Bundan kurtulmanın şartı; bu vesveseye aldırmamak, Allah'ın zikrine sığınmak, vesveseyi bertaraf etmek için Allah'a yalvarmaktır.

Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın; çünkü O, işitendir bilendir. Allah'tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman (Allah'ı ve azabı) düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile!...(A'raf/200-201)

Allah hakkında caiz olup olmadığında şüphe ettiği kısma gelince, bunu şeyhine arzetmesi uygun olur. Hatta kalbinde bulduğu herşeyi gevşeklik, iştiyak, herhangi bir şeye iltifat ve iradedeki doğruluk gibi, her durumunu mürşidine arzetmeli, başkasından da gizlemelidir. Şeyhinden başkasını bunlara muttali etmemelidir. Sonra şeyhi hâline bakar, zekasını ve aklını dikkate alır, onu kendi haline bıraktığı ve düşünceyi ona emrettiği takdirde kendiliğinden uyanıp meselenin hakikatine vâkıf olacağını bilirse onu düşünceye havale etmesi ve daimî bir şekilde düşünmeyi kendisine emretmesi uygun olur. Onun kalbine hakîkati keşfeden bir nûr atılıncaya kadar düşünceye devam etmesini sağlamalıdır. Eğer böyle bir düşünceye güç yetiremeyeceğini biliyorsa, onu kesin inanca, kalbinin alabileceği va'z, zikir ve anlayışına yakın delillerle çekmeye çalışmalıdır. Şeyhin böyle bir müride karşı nazik davranması, iltifat etmesi gerekir. Çünkü bu yollar, yolların en tehlikelileri, bu yerler tehlikelerin çok olduğu yerlerdir. Nice mürid vardır ki riyazetle meşgul olmuş, bozuk bir hayâl gelip kendisine hâkim olmuş, bunu anlayamamış böylece önündeki yolu şaşırmış, boş şeylerle meşgul olmuş ve herşeyi helâl telâkki etme yoluna girmiştir! Bu ise büyük bir tehlikedir. Zikir için herşeyden uzaklaşan, kalbindeki meşgul edici alâkaları söküp atan bir kimse, bu gibi fikirlerden bir türlü kurtulamaz. Çünkü böyle bir kimse, tehlike gemisine binmiştir. Eğer sahile sağ ve selametle çıkarsa din padişahlarından olur. Eğer yanlışlık yaparsa helâk olur ve bu-nun içindir ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kocakarıların dinine yapışınız!61

Kocakarıların dini ise, imanın esasını ve taklid yoluyla zâhirî inancı kabullenmek ve sâlih amellerle meşgul olmaktır. Çünkü böyle bir imandan dönmekte çok tehlike vardır. Bu sırra binaen denilmiştir ki; 'Şeyh'e müridin durumunda hassas davranmak ve sezgi sahibi olmak farzdır'. Eğer mürid zeki değilse, sadece zâhirî inanca sahipse, onu zikir ve fikirle meşgul etmemelidir. Aksine kendisini zâhirî amel ve virdlerle meşgul etmelidir veya onu fikre dalanların hizmetinde çalıştırmalıdır ki onların bereketinden o da istifade etsin! Çünkü savaşmaktan âciz olan bir kimsenin en azından savaşçılara su dağıtması, onların hayvanlarına bakması gerekir ki kıyamet gününde -her ne kadar onların derecesine ulaşamasa da- onlarla beraber haşrolunup, onların bereketi kendisine dokunsun! Sonra kendisini zikre ve düşünceye vermiş müridi bu vazifeden ucub, riyâ, kendisine keşfolunan hâllerle ve kerâmetlerle sevinmek gibi birçok mâniler menetmektedir. Ne zaman bunlardan herhangi birine iltifat eder, nefsi onlarla meşgul olursa bir gevşeklik olur. Hatta bütün hayatı boyunca hâline dikkat etmesi gerekir. Tıpkı susamış ve bütün dünya denizleri ağzına dökülse dahi susuzluğu gitmeyecek bir kimsenin suya yapışması gibi.. Sermayesi halktan uzaklaşıp hakka gitmektir.

Seyyahlardan biri şöyle anlatır: Ben halktan ayrılmış bir kısım abdala şöyle dedim:

-Tahkike giden yol nedir?

-Dünyada sanki bir yolcu gibi davranmandır.

-Bana öyle bir amel öğret ki ben kalbimi devamlı bir şekilde Allah ile beraber göreyim.

-Halka bakma! Çünkü halka bakmak zulmettir.

-Halka bakmak mecburiyetindeyim.

-O halde onlarla iş yapma. Çünkü onlarla iş yapmak vahşettir.

-Onların arasında yaşıyorum. Onlarla iş yapmak mecburiyetindeyim.

-O halde onlara gönül verme. Çünkü onlara gönül vermekte felâket vardır.

-Acaba illet bu mudur?

-Sen gâfillere baktığın, câhillerin konuşmasını dinlediğin, tembellerle oturup-kalktığın halde kalbinin daimî bir şekilde Allah ile beraber olmasını istiyorsun! Bu, ebediyyen olmayacak bir şeydir.

Durum bu iken riyazetin son zirvesi; kişinin kalben daimî bir şekilde Allah ile beraber olmasıdır. Bu ise, kalbi Allah'tan başka herşeyden boşaltmakla mümkün olur. Kalp de ancak uzun bir mücâhede sonunda başka şeylerden boşalır. Ne zaman kişinin kalbi Allah ile beraber olursa, kişiye rubûbiyetin celâli görünür, hak tecelli eder, Allah'ın lâtifelerinden vasfedilmesi câiz olmayan şeyler ona görünür. Hatta vasıflandırmak asla bu şeyleri kapsayamaz. Müride bunlardan birşey inkişaf ettiği zaman, bu durumları silen en büyük tehlike bunları başkalarına anlatmaktır. Nefis burada bir zevk hisseder, o zevki de başka bir zevk tâkip eder! Bu takdirde o zevk, kendisini o mânâların keyfiyeti hakkında düşünmeye davet eder. O mânâları ifade eden lâfızları süslü püslü yapmaya, zikirlerini tertip etmeye, onları hikâyelerle, Kumandan alman delillerle ve kıssalarla süslemeye ve konuşma sanatını güzelleştirmeye sevkeder. Bütün bunları, insanlar kendisine meylet-sin diye yapar. Çoğu zaman şeytan kendisine 'Senin bu yaptığın Allah'dan gafil bulunan ölü kalplerin diriltilmesidir. Sen ancak Allah ile halk arasında vasıtasın. Halkı Allah'a davet ediyorsun. Senin burada herhangi bir kazancın yoktur' hayâlini verir(!) Konuşma yönünden ondan daha güzel, lâfız bakımından ondan daha zarif, halk tabakasının kalplerini etkilemek bakımından ondan daha kudretli birisi göründüğü zaman, şeytanın hilesi açığa çıkar. Çünkü -eğer kendisini harekete geçiren halk tarafından kabul edilme hissi ise- bu takdirde kişinin içinde hased akrebi harekete geçer. Eğer onu harekete geçiren hak ve Allah'ın kullarını Allah yoluna davet etmenin şevki ise, arkadaşının kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya atılmasına sevinir ve der ki: 'Kullarının isyanını engellemekte bana yardımcı olan bir arkadaşımla beni takviye eden Allah'a hamdolsun!'

Tıpkı sahipsiz bir ölüyü gördüğü zaman, onu gömmesi kendisine farz olan ve şer'an gömülmesinden sorumlu olan bir kimse gibi... Bu kimse, ölüyü bulduğu esnada kendisine yardım eden biri gelirse onun gelmesiyle sevinir, kendisine yardım edene hased et-mez. Gafil kimseler de kalben ölüdürler. Vâizler uyandırıcı ve dirilticidirler. Onların çok olması birbirlerini istirahat ettirmelerine ve yardımlaşmalarına vesile olur. Bu bakımdan bir vâizin, vâizlerin çokluğuyla sevinmesi uygun bir harekettir. Bu ise cidden pek nâdir bir durumdur. Bu bakımdan müridin bundan sakınması uygun olur. Çünkü bu desise, yolun kendisine açıldığı kimselere karşı şeytanın en büyük tuzaklarındandır. Zira dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek, insanoğlunda çok görülen bir niteliktir.

Ama siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (A'lâ/16)

Bundan sonra Allah Teâlâ şerrin tabiatlarda eski bir nitelik olduğunu beyan etmiştir ve bunun geçmiş kitaplarda da mevcut olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:

Bu ilk sahîfelerde de vardır. İbrahim'in ve Musa'nın sahîfe-lerinde!(A'lâ/18-19)

İşte tedrîcen Allah'ın mülakatına giden müridin riyazetinin ve terbiyesinin yolu budur!
Riyazetin her sıfattaki ayrıntısına gelince, eserin ilerdeki bölümlerinde bu husus gelecektir. Çünkü insanoğluna hâkim olan sıfatlar midesi, tenâsül uzvu ve dilidir. Ben bunlarla ilgili şehvetleri kastediyorum. Sonra şehvetleri korumak için asker gibi olan öfkeyi kastediyorum. Sonra insanoğlu midesinin ve tenâsül uzvunun şehvetini sevdiği ve onlarla yakınlaştığı zaman dünyayı sever. Buna da ancak mal ve mertebe ile ulaşır. Mal ve mertebe istediği zaman, dünyayı sever. Mal ve mertebe istediği zaman, kendisinde kibir, ucub ve riyaset sevgisi başgösterir. Bunlar verildiği zaman nefsi, isteyerek dünyayı terketmeye râzı olmaz. Dinin de ancak içinde riyaset olan kısmını alır. Böylece gurur kendisine galip gelir.

Bu kitabı takdim ettikten sonra, Mühlikât bölümünü sekiz kitap olarak -Allah'ın inayetiyle- tamamlamak bize zorunlu olmaktadır. O sekiz kitap da şunlardır:

1.Mide ve Tenâsül Uzvunun Şehvetini Kırmak
2.Dilin Âfetleri
3.Hased, Kin ve Öfkenin Kırılması
4.Dünyanın Kötülenmesi ve Hilelerinin Beyanı
5.Cimriliğin ve Mal Sevgisinin Kötülenmesi
6.Rütbe Sevgisi ve Riyanın Kötülenmesi
7.Ucub ve Kibirin Kötülenmesi
8.Gurur'un Yerleri

Bu helâk eden şeyleri zikretmek ve buradaki tedavi yolunu bildirmek sûretiyle -Allah'ın izniyle- bu bölümdeki hedefimize varmış oluruz. Birinci kitapta zikrettiklerimiz kalp sıfatlarının açıklanmasıydı. O kalp ki hem helâk edicilerin, hem de kurtarıcıların kaynağıdır. İkinci kitapta zikrettiklerimiz ise, ahlâkın temizlenmesi ve kalp hastalıklarının tedavi yoluna genel bir işarettir. Onların ayrıntıları ise -eğer Allah dilerse- gelecek bölümlerde zikredilecektir.

Nefsin riyâzetine ve ahlâkın güzelleştirilmesine ilişkin bu bölüm Allah'ın hamdi, yardımı ve hüsn-ü tevfîki ile burada tamam-lanmış oldu. Allah'ın izniyle bu bölümü, iki şehvetin kırılmasına dair bölüm takip edecektir.

Hamd, bir ve tek olan Allah'a mahsustur! Allah Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed'in, âlinin ve ashabının, yer ve gök ehlinden seçilmiş her kulunun üzerine rahmet deryalarını açsın! Tevfîk ancak Allah'tandır! Allah'a tevekkül eder ve sadece O'na dönerim!


61) İbn Tâhir et-Tezkire adlı kitabında 'Bu lâfız halk arasında kullanılmaktadır. Fakat ne sahih, ne de sakîm bir rivayette bunun aslına rastlamadım' der. Bazı eserlerde Hz. Ömer'in sözü olduğu kaydedilmektedir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...