Riyazül
nefs
Tehzibil Ahlak
Mualeceti Emrazil Kalb
İmam-ı Gazâli
A) Giriş
Tedbiriyle işleri evirip çeviren, herşeyi yerli yerine koyan, herşeyin sûretini
en güzel şekilde yapan, insanın sûretini en güzel şekilde süsleyen, şekil ve
miktarında eksiklik ve fazlalıktan onu koruyan Allah'a hamdolsun! O Allah ki,
ahlâkların güzelleştirilmesini kulun ictihad ve çalışmasına havale etmiştir.
Kulu korkutmak ve sakındırmak sûretiyle ahlâkın güzelleştirilmesine teşvik
etmiştir. O Allah ki, tevfîkiyle iyi kullarına ahlâkın temizlenmesini
kolaylaştırmıştır. Zor ve çetin işleri kolaylaştırmakla onlara minnet etmiştir.
Salât ve selâm Allah'ın kulu, peygamberi, habîbi, safîsi, müjdecisi ve
uyarıcısı olan Hz. Peygamber'in üzerine olsun! O Peygamber ki, peygamberliğin
nûrları onun alnının kıvrımları arasından pırıl pırıl parlardı. Hakkın hakîkati
onun hayâlinden ve zâhirinden görünürdü. Salât ve se-lâm onun âline ve ashâbına
olsun! O âl ü ashâb ki, İslâm'ın yüzünü küfrün zulmet ve karanlıklarından
tertemiz etmişler, bâtılın maddesini kökünden kazımışlardır. Bâtılın ne azı, ne
de çoğuyla kirlenmemişlerdir.
Bunlardan sonra bil ki, güzel ahlâk, peygamberlerin efendisinin sıfatıdır.
Sıddîkların amelinin en faziletlisidir. Güzel ahlâk, imanın yarısıdır,
muttakîlerin mücahedesinin meyvesidir. Âbidlerin riyâzetidir. Kötü ahlâk ise
öldürücü zehirdir. Beyin dağıtıcı felâketler, mahvedici rezâletler, rabb'ul
âlemîn'in komşuluğundan uzaklaştırıcı habâsetler ve sahibini şeytanların eline
teslim eden dalâletlerdir. Allah'ın tutuşturulmuş ateşine -ki onun acısı
kalplere işler- açılan kapılardır, güzel ahlâkın, kalpten nimet cennetlerine,
Allah'ın komşuluğuna açılan kapılar olduğu gibi... Kötü ahlâk nefsin hastalığı
ve kalbin marazıdır. Ancak maddî hastalıkla arasında şu fark vardır. Kötü ahlâk
ebedî hayatı öldüren hastalıktır! Bu bakımdan sadece bedeni yok eden hastalıkla
bu korkunç hastalığın arasındaki nisbet kıyas edilmeyecek kadar büyüktür.
Bedenlerin hastalığında fâni hayatın elden çıkmasından başka bir zarar olmadığı
halde, tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almak için doktorların hummalı
çalışmaları devamlı bir şekilde olmuştur ve oluyor. O halde kalp
hastalıklarının tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almaya inayet göstermek
daha evlâ değil midir? Çünkü kalplerin hastalığında ebedî hayatın mahvolması
sözkonusudur. Doktorluğun bu çeşidi her akıllı insan için öğrenilmesi farz olan
birşeydir. Zira, maraz ve hastalıklardan kurtulmuş olan hiçbir kalp yoktur. Bu
bakımdan eğer ihmal edilirlerse hastalıklar birikir, illetler yekdiğerini takip
eder ve biri diğerine yardımcı olur, böylece katmerleşir. Bu takdirde kul
onların teşhisinde sebeplerinin bilinmesinde engin bir sezişe muhtaç olur.
Sonra onları tedavi ve ıslah etmek için çalışmaya ve didinmeye mecbur kalır.
Bu bakımdan onların tedavisi Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesiyle murad
edilmiştir.
Nefsini yücelten iflah olmuştur. (Şems/9)
Bu tedaviyi ihmal etmek ise, Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîle-siyle
kastolunmuştur:
Onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/10)
Biz bu kitapta kalp hastalıklarının birçok kısımlarına işaret edeceğiz. Kısa
olarak onların tedavisi hakkındaki sözün keyfiyetine, hastalıkların hususi
ilacının tafsilatına girmeksizin değineceğiz. Çünkü bu tafsilat, Mühlikât
kısmının başka bölümlerinde gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz; ahlâkı
güzelleştirmeye genel bir bakış ve yolunu hazırlamaktır. Biz burada bunu
anlatacak ve daha iyi anlaşılması için de beden tedavisini örnek alacağız. Bunu
da güzel ahlâkın fâziletini anlatmakla açığa kavuşturacak ve sonra güzel
ahlâkın hakikatini beyan edecek, sonra güzel ahlâka götüren sebepleri
anlatacak, sonra ahlâkın güzelleştirilmesine yarayan yolları ayrıntılı olarak
anlatacağız. Sonra nefislerin riyâzetini, sonra kalp hastalığının bilinmesinin
alâmetlerinin beyanını, sonra insanoğlunun nefsinin ayıplarını bilmesinde
vesile olan yolların açıklamasını, sonra kalplerin tedavi yolunun ancak
şehvetleri bırakmaya bağlı olduğu hakîkatinin naklî delillerinin açıklamasını,
sonra güzel ahlâkın alâmetlerinin açıklamasını, sonra gelişmelerinin
başlangıcında çocukların riyazetindeki yolun açıklamasını, sonra iradenin ve
mücahedenin başlangıçlarının açıklamasını yapacağız. Bunlar bu kitabın maksad
ve hedeflerini toplayan onbir kısımdan ibarettir.
B) Güzel Ahlâk ile Kötü Ahlâk'ın Hakikati
İnsanlar güzel ahlâkın hakikati hakkında
ve ne olduğu hususunda oldukça fazla konuşmuşlardır. Buna rağmen onun
hakikatini şerhetmeye bir türlü yanaşmamışlar, ancak onun ürünlerinden ve
faydalarından bahsetmişlerdir. Sonra faydalarının da tamamını
zikretmemişlerdir. Her biri güzel ahlâkın meyvelerinden kalbine geleni,
zihninde hazır bulunanı zikretmiştir. Güzel ahlâkın tarifini zikretmeye bir
türlü önem verip de açıklamaya yönelmemişlerdir. Güzel ahlâkın bütün
meyvelerini kapsayıcı hakikatini, ayrıntılı, derli toplu bir şekilde anlatmamışlardır.
Buna misâl olarak, Hasan Basrî'nin şu sözü gösterilebilir:
'Güzel ahlâk; güler yüzlülük, cömertlik
ve insanları ezmemek demektir'.
Vâsıtî de şöyle demiştir: 'Güzel ahlâk
hiç kimse ile çekişmemek ve hiç kimseyi çekiştirmemektir. Bu da Allah Teâlâ'yı
iyi bilmekten ileri gelir'.
Şâh b. Şucca el-Kirmânî de şöyle
demiştir: 'Güzel ahlâk, eziyet vermemek ve meşakkatleri yüklenmektir'.
Başkası da 'Güzel ahlâk, kişinin
insanlara yakın olmasına rağmen onların arasında yabancı gibi olmasıdır' der.
Vâsıtî bir defasında da şöyle demiştir:
'Güzel ahlâk, genişlik ve darlıkta halkı razı etmeye çalışmaktır'.
Ebu Osman el-Mağribî şöyle demiştir:
'Güzel ahlâk, Allah'tan razı olmaktır'.
Sehl et-Tüsterî'den güzel ahlâkın ne
olduğu soruldu. Cevap olarak dedi ki: 'Güzel ahlâkın en küçük derecesi
meşakkatlere göğüs germek, karşılık beklememek, zâlime merhamet etmek, onun
için af dilemek ve bütün insanlara (veya zâlime) karşı şefkatli olmaktır'.
Başka bir zaman da şöyle dedi: 'Güzel
ahlâk rızık konusunda kaygılanmamak ve Allah'a güvenmektir. Allah Teâlâ'nın
kuluna kefil olduğuna ve vereceğine inanmak, Allah'a itaat edip kendi-siyle
Allah arasında ve insanlarla olan münasebetlerinde Allah'a isyan etmemektir'.
Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:' Güzel
ahlâk üç haslettedir: Haramlardan sakınmak, helâli aramak, çoluk çocuğuna
kısmadan normal nafakasını vermektir'.
Hallac-ı Mansur şöyle demiştir: 'Güzel
ahlâk, hakkı araştırdıktan sonra halkın eziyetinin tesir etmemesidir'.
Ebu Said el-Harraz şöyle demiştir:
'Güzel ahlâk, senin Allah'tan başka bir maksadının olmamasıdır'.
Bu ve benzeri sözler pek çoktur. Bütün
bunlar, güzel ahlâkın kendisini değil de meyvelerini anlatmak, semerelerini
beyan etmektir. Sonra bu sözler bütün meyveleri de kapsamamaktadır. O halde
güzel ahlâkın hakikatinden perdeyi kaldırmak, çeşitli sözleri nakletmekten daha
evlâdır.
Halk (yaradılış ve sûret) ve hulk
(ahlâk) beraberce kullanılan iki ibaredir. 'Filân adamın halk'ı ve hulk'u
güzeldir' denir. Yani 'bâtın ve zâhiri güzeldir' demektir. Bu nedenle halk'tan
zâhirî, hulk'tan da bâtınî sûret kastedilir. Bunun sebebi şudur: İnsan, gözle
görülen bir beden ve basiretle görülen nefis ve ruhtan ibarettir. Bunların
herbirinin bir heyet ve sûreti vardır. Bu heyet ve sûret, çirkin veya güzeldir.
Bu bakımdan basiretle idrâk edilen nefis ve ruh, gözle idrâk edilen bedenden,
kıymet bakımından daha büyüktür ve bunun içindir ki Allah Teâlâ, onu kendisine
izâfe ederek değerini büyütmüştür. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Rabbin o vakit meleklere şöyle demişti:
Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onun yaradılışını tamamlayıp da ta-rafımdan
ruh verdiğim zaman hemen ona secdeye kapanın!
(Sad/71-72)
Böylece Allah Teâlâ, bedenin çamura
mensup olduğuna, ruhun da âlemlerin rabbine mensup olduğuna dikkati çekmiştir.
Burada ruh ve nefis'ten kasdedilen mânâ aynı şeydir. Bu bakımdan hulk, nefiste
kararlaştırılmış bir heyetten ibarettir ki in-sanların fiilleri kolaylıkla o
heyetten çıkar. Düşünce ve tefekküre ihtiyaç olmaksızın oradan neşet eder. Eğer
o heyet, kendisinden şer'an ve aklen güzel fiiller çıkacak şekilde ise, ona
güzel ahlâk ismi verilir. Eğer o heyetten çıkan fiiller çirkin ise, çıkış
noktası olan o heyete kötü ahlâk adı verilir. Biz neden 'Ancak o nefiste
ka-rarlaştırılmış bir heyettir' dedik? Çünkü ârızî bir sebepten dolayı arada
sırada cömertlik yapan bir kimse için bu ahlâk, onun nefsinde karar kılmadıkça
'onun ahlâkı cömertliktir' denilmez! O cömert sayılmaz. Biz, fiillerin
-düşünmeksizin- kolayca oradan çıkışını şart koştuk. Çünkü zoraki bir şekilde
cömertlik yapan veya öfkelendiği anda zoraki bir şekilde düşünerek nefsini zapt
u rapt altına alan bir kimse için 'Ruhunun ahlâkı cömertlik ve halîmliktir'
denilmez.
Bu bakımdan burada dört şey vardır:
1.Çirkinin ve güzelin fiili
2.Bunlara muktedir olması
3.Bunları bilmesi
4.Nefsin bir heyetidir ki nefsi onun
vasıtasıyla iki taraftan birisine meyleder ve onun vasıtasıyla iki taraftan
birisine -güzellik veya çirkinliğe- müsait olur.
Hulk fiilden ibaret değildir. Çünkü nice
şahıs vardır ki onun ahlâkı cömertliktir, fakat veremez. Ya malı yoktur veya
herhangi bir engel mevcuttur ve bazen de ahlâkı cimrilik olur, buna rağmen
verir. Bu verme ya riyadan dolayıdır veya herhangi bir iteleyici sebeptendir.
Hulk kuvvetten de ibaret değildir. Çünkü kuvvetin vermeye ve vermemeye de
nisbeti aynıdır. Her insan fıtraten, vermek ve vermemek üzere kudretli olduğu
halde yaratılmıştır. Böyle yaratılması, ne cimrilik ahlâkını, ne de cömertlik
ahlâkını gerektir-mez. Hulk aynı zamanda mârifetten de ibaret değildir. Çünkü
mârifet hem güzele, hem de çirkine bir yön üzerine taallûk eder. Hulk dördüncü
mânâdan ibarettir. O mânâ da nefisten vermeyi veya vermemeyi çıkartan heyet
demektir. Bu bakımdan hulk, nefsin heyetinden ve onun bâtınî sûretinden
ibarettir. Nasıl ki zâhirî sûretin güzelliği, mutlak mânâda burun, ağız ve
yanak olmaksızın, sadece iki gözün güzelliğiyle tamamlanmıyorsa, zâhirin
güzelliğinin tamamlanması için bütün bunların güzelliği gerekiyorsa, tıpkı
bunun gibi iç âlemde de dört rükûn vardır. Ahlâk güzelliğinin tamamlanması için,
bütün o rükûnların da güzel olması gerekir. Bu dört rükûn eşit olup mutedil ve
birbirine uygun oldukları zaman, güzel ahlâk tamamlanmış olur. O rükünler de
hilmin, gazabın, şehvetin ve bu üç kuvvet arasında adaletin kuvvetidir.
İlim kuvvetine gelince, onun güzellik ve
elverişliliği; onunla sözlerde doğruluk ile yalanın, inançta hak ile bâtılın ve
fiillerde güzel ile çirkinin arasını kolayca farketmek raddesine gelmesi
demektir, Bu kuvvet elverişli olduğu zaman, ondan hikmet meyvesi elde edilir.
Hikmet ise, güzel ahlâkın başıdır. Bu hikmet hakkında Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur;
Kime hikmet verilirse ona çok hayır
verilmiş demektir. (Bakara/229)
Gazap kuvvetine gelince, onun güzelliği
demek, inkıbazı (tutulması) ve inbisatı (kabarması), Hikmet'in istediği çizgide
gelişmesi demektir. Şehvet de böyledir. Onun güzellik ve elverişliliği hikmetin
işaretinin doğrultusunda olmasıdır. Hikmet işaretinden, aklın ve ilâhî nizamın
işaretini kastediyoruz.
Adalet kuvvetine gelince, aklın ve ilahî
nizamın işareti altında şehvet ile gazabı zaptetmek demektir. Bu bakımdan aklın
misâli, nasihatçi bir müsteşarın misâline benzer. Adl'in kuvveti, kudretin ta
kendisidir. Onun misâli ise, aklın işaretine uyarak yürüyüp in-faz edenin
misalidir.
Kendisinde infaz işaret edilen ise
gazap'tır. Gazab'ın misâli av köpeğinin misâlidir. Av köpeği işarete göre
koşacak veya duracak derecede kendisini eğiten birisine muhtaçtır. Nefsin,
şehvetinin heyecanıyla hareket etmemesi için, böyle bir eğiticinin varlığı
gereklidir. Şehvetin misâli ise, av peşinde koşturmak için binilen atın
misâlidir. Bu at bazen talimli ve terbiyeli olur. Bazen de serkeş olur. Bu
bakımdan bu hasletler kimde eşit ve normalse o mutlak mânada güzel ahlâklıdır,
Bu hasletlerin bir kısmının normal, bir kısmının normal olmadığı kimse sadece o
normal hasletlere göre güzel ahlâklı sayılır. Tıpkı fizikî yönden yüzünün bir
kısmı güzel, bir kısmı güzel olmayan bir kimse gibi... Gazap'tan gelen kuvvetin
güzellik ve itidali şecâat diye isimlendirilir. Eğer gazap kudreti, îtidal
sınırını geçer ifrata meylederse, onun ismine tehevvür denilir. Eğer zâfiyet ve
noksanlığı (tefrite) meylederse, onun ismine korkaklık denir. Eğer şehvet
kuvveti fazlalık tarafına kayarsa, adı oburluk olur. Eksiklik tarafına kaydığı
takdirde adı donukluk'tur. Dinen övülen kısmı ise bu iki derecenin ortasıdır.
Fazilet de bu orta derecededir.
İfrat ve tefrit tarafları ise hem rezil,
hem de kötüdür. Adalet yok olduğu zaman onun ne fazla, ne de eksik tarafları
yoktur. Aksine onun zıddı ve tam karşıtı vardır ki o da zulümdür. Hikmet ise,
kötü gayelerde kullanıldığı zaman onun ifrat derecesine habâset ve cerbeze adı
verilir. Tefrit tarafına da ahmaklık denir. Bu iki tarafın arasındaki orta ve
normal yön ise, hikmet ismiyle özellik kazanmıştır. Durum bu iken, ahlâkın
esası dörttür:
1.Hikmet
2.Şecâat
3.iffet
4.Adalet
Hikmet'ten bizim gayemiz; nefsin bir
durumudur ki nefis onun vasıtasıyla bütün ihtiyarî fiillerde doğruyu yanlıştan
ayırır.
Adalet'ten gayemiz; nefsin bir durumu ve
kuvvetidir ki, nefis onunla gazap ve şehvet kuvvetlerini idare edip onları
hikmetin istediği istikamete sevkeder. Hikmetin işaretine göre, onları
kışkırtır veya frenler.
Şecaat'ten gayemiz; gazap kuvvetini
göndermekte ve durdurmakta akla itâat etmesidir.
İffet'ten gayemiz; aklın, şehvet
kuvvetini ilahî nizamın edebiyle edeblendirmesidir. Bu bakımdan bu dört esasın
mûtedil ve normal oluşundan bütün güzel ahlâklar doğup meydana gelmektedir..
Zira akıl kuvvetinin normal oluşundan 'güzel tedbir', 'çalışan zihin',
'kavrayıcı rey', 'isabetli zan', 'amellerin inceliklerine ve nefsin âfetlerinin
gizliliklerine karşı uyanık bulunmak' durumları doğup meydana gelir.
Onun ifratından cerbeze, hile, kandırma
ve dâhilik doğup meydana gelir, tefritinden ahmaklık, gammare (bönlük), saflık
ve delilik çıkar. Gammare'den gayem; hayâlin selâmetiyle beraber, işlerde
tecrübenin azlığı demektir. Zira insanoğlu birşeyde tecrübesiz, başka bir şeyde
tecrübeli olabilir. Hamâkat ile delilik arasındaki fark ise şudur: Ahmak bir
kimsenin hedefi doğrudur, fakat yürüdüğü yol yanlıştır. Bu bakımdan onun hedefe
götüren yolda yürümesinde sahih bir düşüncesi yoktur. Mecnun bir kimse ise, o
seçilmesi uygun olmayan bir şeyi seçer. Bu bakımdan onun seçişinin temeli
bozuktur.
Şecâat ahlâkına gelince, ondan
cömertlik, yardım, şehamet, nefsi kırmak, eziyetlere göğüs germek, hilm,
sabırlı olmak, öfkeyi yutmak, vekar, sevgi ve benzerleri doğup meydana gelir.
Bütün bunlar güzel ahlâklardır. Onun ifratı ise tehevvürdür. Tehevvür'den
kibir, gurur, acele kızmak, ucub meydana gelir. Tefritine gelince, ondan
rezalet, zillet, üzüntü, hasislik, nefsin küçüklüğü, farz olan hakkı yerine
getirmekten kaçınmak gibi rezil ahlâklar meydana gelmektedir. İffetin ahlâkına
gelince, iffetten cömertlik, hayâ, sabır, müsamaha, kanâat, verâ, letâfet
(incelik), yardım, zariflik ve az tamahkârlık meydana gelmektedir.
Onun ifrat veya tefrite meyletmesine
gelince, bundan harislik, oburluk, hayâsızlık, habaset, mubezzirlik,
kusurluluk, riyâkârlık, mecnunluk, fuzulî meşguliyet, yağcılık, hased, başkasına
isabet eden mu-sibetle sevinmek veya küfürbazlık, zenginlere yağcılık,
fakirleri hakir görmek ve benzeri rezil ahlâklar doğup meydana gelir. Bu
bakımdan, güzel ahlâkın temelleri bu dört fazilettir: Onlar da hikmet, şecâat,
iffet ve adalettir. Diğerleri ise bunların dallarıdır.
Bu dört haslette kemâl derecesine, Hz.
Peygamber'den başkası erişememiştir. Hz. Peygamber'den sonra insanlar bu
hususta yakınlık ve uzaklıkta çeşitli derecelere ayrılırlar. Bu bakımdan bu
ahlâkta Hz. Peygamber'e yaklaşan herkes Allah'a yakındır. Bu yakınlığı da Hz.
Peygamber'e olan yakınlığı nisbetindedir. Kim bu ahlâkları kemâl derecesinde
nefsinde toplamış olursa, halk arasında emrine itaat edilen ve bütün insanların
müracaat kaynağı olan bir padişah olmaya hak kazanır. Herkes bütün fiille-rinde
ona uyar ve uymalıdır. Bu ahlâkların tamamından uzaklaşan ve zıdlarıyla
sıfatlanan bir kimseye gelince, o kimse memleketten ve insanlar arasından
sürgün edilip çıkarılmaya müstehak olur. Çünkü böyle bir kimse Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırılmış ve kovulmuş şeytana pek yaklaşmıştır. Bu bakımdan
onu uzaklaştırmak uygun olur. Nitekim birincisinin Allah Teâlâ'ya mukarreb
meleğe yakın olduğu gibi... Bu bakımdan birincisine uymak gereklidir ve ona
yaklaşmak uygundur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) ancak güzel ahlâkı tamamlamak
için nübüv-vet ile vazifelendirilmiştir. Nitekim kendilerinin de buyurdukları
gibi...
Kur'an, mü'minlerin sıfatlarını sayarken
bu ahlâklara işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Mü'minler ancak o kimselerdir ki,
Allah'a ve peygamberine iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler ve Allah
yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler sâdıkların
ta kendileridir.
(Hucurât/15)
Bu bakımdan şeksiz ve şüphesiz Allah'a
ve Hz. Peygamber'e iman, yakînin kuvveti, aklın meyvesi ve hikmetin zirvesidir.
Malla mücâhede etmek, şehvet kuvvetini zapt u rapt altına almaya dönüşen
cömertliktir. Nefisle mücâhede etmek, gazap kuvvetini normal sınırda ve aklın
gereğine göre kullanmaya dönüşen şecaattir. Allah Teâlâ, ashâb ı kirâmı vasıflandırarak
şöyle buyurmuştur:
Kâfirlere karşı şiddetlidirler,
aralarında merhametlidirler. (Feth/29)
Bu ilâhî hüküm, şiddet için bir yerin
olduğuna, rahmet için de başka bir yerin olduğuna işarettir, Bu bakımdan her
durumda şiddette kemâl olmadığı gibi, rahmette de kemâl yoktur. Aksine
herbirinin yeri ayrı ayrıdır. İşte bu, ahlâkın güzelliğinin ve çirkinliğinin
beyanıdır. Rükûnların, meyve ve dallarının bahsidir.
C) Riyazet
Yoluyla Ahlâk'ın Değişmeyi Kabul Etmesi
Tembel bir kimseye mücahede etmek, nefsi
riyazete çekmek, nefsini temizlemek ve ahlâkını güzelleştirmek ağır gelir.
Nefsin bu hâlinin kusurluluğundan, eksikliğinden ve kötü müdahelesinden ileri
geldiğini bir türlü kabul etmek istemez. Bu bakımdan bu kişi, ahlâkın
değişmesinin düşünülemeyeceğini, tabiatların değişmez olduğunu iddia ederek iki
delil ile bu iddiasını isbata kalkışır.
1. Ahlak bâtının sûretidir. Nitekim
şeklin, zâhirin sûreti olduğu gibi,... O halde kişi, zahirî hilkati
değiştirmeye güç yetiremez. Kısa boylu bir kimse kendisini uzun boylu yapamaz.
Uzun boylu bir kimse de boyunu kısaltamaz. Çirkin bir kimse sûretini
güzelleştirmeye muktedir değildir. Bâtınî çirkinlik de aynen öyledir.
2. Ulemâ 'Güzel ahlâk ancak şehvet ve
öfkenin silinmesiyle mümkündür' demişlerdir. Oysa biz, uzun mücahede yapmak
sûretiyle bunu denedik ve bildik ki bu, mizaç ve tabiatın isteğindendir. Hiçbir
zaman insanoğlundan şehvet ve öfke ayrılmaz. Bu bakımdan insanoğlunun şehveti,
nefsinden ayırmak için çalışması, faydasız bir şekilde vaktini boşa
harcamaktır. Çünkü amaç, kalbin geçici zevk ve sefâlara dalmasını önlemektir.
Bu ise, varlığı muhal bir şeydir.
Bu bakımdan cevap olarak deriz ki,
ahlâklar değişmeyi kabul etmeseydi, nasihatlar, va'zlar ve edeblendirmeler
bâtıl olup faydasız kalırdı! Hz. Peygamber (s.a) 'Ahlâkınızı güzelleştiriniz'36
buyurmazdı. Ahlâkın değişmemesi, Ademoğlu hakkında nasıl düşünülebilir? Oysa
hayvanların huylarının bile değişmesi mümkündür. Zira doğan kuşu vahşetten
yakınlaşmaya dönebilmektedir, Köpek, oburluğunu frenleyip avı sahibine
bırakmaya alışmaktadır. At, serkeşlikten uysallık ve itaata geçmektedir. Bütün
bunlar ahlâkların değiştirilmesidir. Bu konunun yüzünden perdeyi kaldıracak söz
şudur:
Varlıklar, aslında ve tafsilinde
insanların hiçbir dahli ve ihtiyarı olmayan kısımlara; gök, yıldızlar, bedenin
iç ve dış ve âzâları, hayvanların diğer parçaları ve sonuç olarak kâmil bir
şekilde var olanın, varlığından ve kemâlinden tamamen ayrılan şeyler ve eksik
bir şekilde var olup şartı mevcut olduktan sonra kemâlin kabulü için kendisinde
bir kabiliyet yaratılan kısımlara ayrılmaktadır. Bu ikinci kısmın şartı bazen
kulun ihtiyarına bağlıdır.
Şöyle ki, hurma çekirdeği, bilfiil ne
elma ve ne de hurmadır. Ancak insan müdahele edip, terbiye verdiği zaman, hurma
olabilmesi mümkün olacak şekilde yaratılmıştır. Bu hurma çekirdeği terbiye
edilse bile elma olmaz. Madem ki hurma çekirdeği, insanın müdahelesinden
etkilenir, bazı durumları değil de bazılarını kabul eder, o halde öfke ve
şehvet de böyledir. Biz onların silinmesini ve tamamen ortadan kaldırılmasını
istediğimiz zaman, onları etkisiz bırakmak azminde olduğumuz an, buna asla
bizim gücümüz yetmez ve yetmemiştir. Eğer onların uysallaştırılmasını, riyazet
ve mücâhede sûretiyle itaat edecek şekle sokulmasını istesek, buna gücümüz
yeter. Zaten biz bununla emrolunduk ve böyle yapmak bizim kurtuluşumuzun ve
Allah'a varışımızın sebebi olur. Evet! Tabiatlar çeşitlidir, bazıları çabuk
terbiye kabul eder. Bazıları da geç
kabul ederler. Tabiatların çeşitli oluşunun iki sebebi vardır.
I. Fıtratta bulunan kuvvet ve bu kuvvet
var oldukça devam etmesidir. Zira şehvet, öfke, gururun kuvveti insanoğlunda
mevcuttur. Fakat bunların en zor ve en geç terbiye olanı şehvet kuvvetidir.
Zira şehvet kuvveti, bütün kuvvetlerden
daha önce varolan bir kuvvettir. Zira çocuğun yaratılışının başlangıcında
şehvet yaratılır,sonra yedi yaşından itibaren de öfke kendisi için yaratılır.
Bundan sonra temyiz ve ayırdetmek kuvveti kendisinde yaratılır.
II. İnsan kendisinde bulunan bir huyunu
beğenir ve ona uygun davranışlarda bulunur ve bunlara devam ederse, o huy
kendisinde iyice yerleşir ve onu söküp atmak zor olur. İnsanlar bu hususta dört
mertebeye ayrılır:
Birinci Mertebe: Gaflette olan insandır
ki hak ile bâtılı, güzel ile çirkini farketmez. Hatta yaratıldığı gibi kalmış,
bütün inançlardan boş, lezzetlere tâbi olup şehveti de tamamlanmamıştır. Böyle
bir kimse tedaviyi çabuk kabul eder. Bu sadece bir muallime, mürşide ve nefsinden
onu hayra iteleyici bir kuvvete muhtaçtır ki onu mücahedeye sevketsin, böylece
en yakın ve en kısa zamanda ahlâkı güzelleşsin!
İkinci Mertebe: Çirkini bilir, fakat
sâlih amel yapmayı âdet edinmemiştir. Hatta kötü ameli kendisine süslü
gösterilmiştir. Onu alışkanlık haline getirmiştir. Bütün bunlar şehvetlerine
itaat edip, bildiği doğrudan yüz çevirdiği için olmuştur! Bu da şehvetin
kendisine galebe çalmasından ileri gelmiştir. Fakat amelinde kusurlu olduğunu
bilir. Bu kimsenin durumu, birincisinin durumundan daha zordur. Zira bunun
vazifesi daha fazladır. Buna gereken vazife, önce nefsinde yerleşen fesadı
söküp atmaktır. Sonra nefsinde salâh ve takvâ sıfatını yerleştirmektir. Fakat
bu kimsenin her durumunda riyazete tâbi tutulmaya kabiliyeti vardır. Eğer
ciddiyet ve samimiyetle yanaşmak istiyorsa, terbiyeye elverişlidir.
Üçüncü Mertebe: Çirkin ahlâkı hakkında,
o ahlâklarla ahlâklanmanın vâcib ve güzel olduğuna inanmak, o ahlâkları hak ve
güzel görmek ve onlar üzerinde ilerlemektir. Böyle bir kimse, tedavisi
neredeyse mümkün olmayacak bir kimsedir. Bu kimsenin salâh ve takvâya yanaşma
ihtimali çok zayıftır. Bunun sebebi ise, dalâlet ve sapıklığın sebeplerinin bu
adamda birikmesidir.
Dördüncü Mertebe: Fazileti, bozuk
düşüncenin temeli üze-rinde gelişmekle ve onunla amel etmeye alıştırılmakla
beraber oburluğun çokluğunda ve nefisleri helâk etmesinde görmez.
Böbürlenmesinin ve böyle yapmasının kıymetini artırdığını zanneder. Bu mertebe
daha önce bahsi geçen mertebelerin hepsinden daha çetindir ve bunun hakkında
şöyle denilmiştir:
İhtiyarı riyazete tâbi tutmak zahmet
çekmektir. Kurdu terbiye etmeye çalışmak da azap vermektir!' Bu sınıflardan
birincisi sadece câhildir. İkincisi câhil ve sapıktır. Üçüncüsü, câhil, sapık
ve fâsıktır. Dördüncüsü, câhil, sapık, fâsık ve şerirdir. Onların delil olarak
ileri sürdükleri diğer hayâle gelince, o hayal onların şu sözüdür: Âdemoğlu
hayatta oldukça onun şehvet ve öfkesi kesilmez. Dünya sevgisi ve diğer
sıfatları ortadan kalkmaz. Bu görüş, bir grubun yanılmasıdır. Bu grup zannetmiştir
ki, mücahededen gaye bu sıfatları tamamen ortadan kaldırıp silmektir. Oysa bu
sıfatların tamamen kaldırılması uzak bir ihtimaldir. Çünkü şehvet esasında bir
fayda için yaratılmıştır. İnsanın yaratılışında şehvetin olması zarurîdir. Eğer
yemek şehveti kesilirse, insanoğlu helak olur. Eğer cinsî ilişkinin şehveti
kesilirse nesil son bulur. Eğer öfke tamamen ortadan kalkarsa, insan kendi
nefsini helâk eden birşeye karşı koymaz ve helâk olur! Madeni ki şehvetin aslı
kalıcıdır, o halde insanoğlunu şehvete götüren mal sevgisi de kalıcıdır. Öyle
ki bu sevgi, onu mal edinmeye sevkeder. Oysa mücahededen gaye; bu sıfatları
tamamen ortadan kaldırmak değildir. Aksine, bu sıfatları normale
dönüştürmektir. İfrat ve tefritin ortasını bulmaktır. Öfke sıfatından gaye,
korunmaktır. Kısacası kişinin kuvvetli olması, kuvvetiyle beraber aklına itaat
etmesidir. Bunun için de Allah Teâlâ Feth sûresinin 29. ayetinde
Kâfirlere karşı şiddetli ve aralarında
merhametlidirler' buyurmuştur. Dikkat edilirse, Allah Teâlâ müslümanları
şiddetle vasıflandırmıştır. Oysa şiddet ancak öfkeden doğup meydana gelir. Eğer
öfke tamamen ortadan kalkarsa, cihad, da kalkar. Acaba şehvet ve öfkenin
tamamen ortadan kaldırılması nasıl kastedilebilir? Oysa peygamberler bile
şehvet ve öfkeden tamamen sıyrılmamışlardır. Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
Ben sadece bir beşerim. Beşerin
öfkelendiği gibi öfkelenirim.37
Hz. Peygamber'in huzurunda hoşuna
gitmeyen birşey konuşulduğu zaman, mübarek yanakları kıpkırmızı kesilecek
derecede öfkelenirdi. Fakat hakikatten başkasını söylemezdi. Hz. Peygamber'in
öfkesi, onu hakikatin çerçevesinden çıkarmazdı ve nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
Öfkelerini yutanlar, insanların
kusurlarını bağışlıyanlar... (Âlu İmran/134)
Dikkat edilirse, Allah Teâlâ 'Öfkelerini
kaybedenler' dememiştir. Bu bakımdan öfke ve şehveti normal sınırda tutmak,
akla galip gelmeyecek şekilde onları terbiye etmek, hatta onları aklın himayesi
altına almak, aklı onlara hâkim kılmak mümkündür. İşte ahlâkın değiştirilmesinden
gaye budur. Çünkü çoğu zaman şehvet, insanoğlunu tahakküm altına alır. Öyle bir
hâle getirir ki insanın aklı o şehvetin fuhşiyata dönüşmesini önleyemez. Fakat
riyazet yapmak sûretiyle şehvet normal sınıra çekilebilir ve görülüyor ki böyle
olmak mümkündür. Tecrübe ve müşahede buna delâlet etmektedir. Ahlâkta ifrat ve
tefrit değil de normalin matlûb olduğuna delâlet eden delil şudur: Cömertlik,
şer'an ve dinen övülen bir ahlâktır. Kaldı ki cömertlik, israf ile cimrilik
arasında bir ahlâktır. Allah Teâlâ cömerti medh u sena ederek şöyle
buyurmuştur:
Ve harcadıkları zaman israf etmezler,
cimrilik de yapmazlar; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli
olur.(Furkan/67)
Elini boynuna bağlama, büsbütün de onu
açıp israf etme ki sonra kınanmış olursun ve eli boş, açıkta kalırsın!(İsrâ/29)
Böylece yemek şehvetinde de gaye,
donukluk ve oburluk değil, normal hareket etmektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
Ey Ademoğulları! Her namazınızda süslü
elbisenizi giyin. Yeyin, için, israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri
sevmez!(A'raf/31)
Onun beraberinde bulunanlar, kâfirlere
karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler.(Feth/29) Hz.
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
İşlerin en hayırlısı orta (mutedil)
olanlarıdır.38
Bunun bir sırrı ve tahkiki vardır;
kişinin saadeti, kalbinin dünya âleminin ârızlarından selâmet bulmasına
bağlıdır.
Ancak selîm kalple Allah'a gelen
müstesnadır. (Şuara/89)
Cimrilik dünya ârızlarındandır. İsraf da
onun gibi dünya ârızlarındandır. Kalbin şartı, bunların ikisinden selim
kalmasıdır. Yani mala iltifat edip onun dağıtılmasına veya tutulmasına haris
olmamasıdır. Çünkü infak etmekte haris olan bir kimsenin kalbi infaka, malı
tutmakta haris olan bir kimsenin kalbi de malı tutmaya meyleder. Bu bakımdan
kalbin kemâli, bu iki vasıftan da uzaklaşmasıdır. Eğer bu mümkün olmazsa, her
iki vasfın da bulunması gerekir. O da orta derecedir. Zira ılık su, ne sıcak ve
ne de soğuktur, bunların arasında bir derecedir. Sanki sıcaklık vasfından da
soğukluk vasfından da uzaktır. Böylece cömertlik de israf ile cimrilik
arasındadır. Şecâat, korkaklık ile tehevvür arasındadır. İffet, oburluk ile
donukluk arasındadır. Diğer ahlâklar da böyledir. Bu bakımdan işlerin ifrat ve
tefrit tarafları kötüdür. İşte güzel olan da budur ve bu da mümkündür. Evet!
İrşad edici şeyhe, müridine, öfkeyi tamamen çirkin göstermek, cimriliği
kötülemek vâcib olur. Bu hususta ona ruhsat vermemesi lâzımdır. Çünkü mürşid,
müridine burada en küçük bir ruhsat verdi mi,mürid onu kendisi için özür kabul
ederek cimriliğini ve öfkesini devam ettirmekte kendisini mâzur görecektir.
Kişi bunun esasını sökmesini kastedip bu hususta mübalağa gösterdiği zaman,
onun hiddetinin kırılması mümkün olur. Normal şekle dönse bile, mürşid buna
râzı olmamalı, tamamının yok olmasına çalışmalıdır ki istenilen sonuca
varılabilsin! Bu bakımdan bu sır, mürid için keşfolunmaz. Çünkü bu yer, ahmak
insanların böbürlenme yeridir. Zira ahmak kimse, nefsi hakkında zanneder ki
öfkelenmesi haklıdır, mal tutması haktır
36) Ebu Bekir b. Lâl
37) Müslim
38) Beyhakî
Ç) Güzel Ahlâk'a Ulaştıran Sebepler
Anlaşıldı ki güzel ahlâk, akıl
kuvvetinin îtidal ve normal derecesine, hikmet'in kemâline, öfke ve şehvet
kuvvetinin normal olup akla ve şeriate itaat etmesine bağlıdır. Bu normallik,
iki yönden meydana gelir.
1.İlâhî bir cömertlikle, fıtrî bir
kemâlle hâsıl olur. Öyle ki insan, kâmil bir akıl ile doğar. Güzel ahlâklı
olarak dünyaya gelir.Hatta şehvet ve gazabı da korunmuştur! Onun şehvet ve
öfkesi,akla ve ilâhî nizama itaat edecek ve normal bir şekilde yaratılmıştır.
Bu bakımdan bu kimse öğrenmeksizin âlim olur.
Öğrenmeden terbiyeli olur. Örneğin Hz.
İsa (a.s), Hz. Yahya (a.s) ve bütün peygamberler böyledir. Tabiat ve
yaratılışta gayret sûretiyle elde edilen bir şeyin bulunması uzak bir
ihtimal değildir. Nice çocuklar vardır
ki doğru lehçeli, cömert, cesaretli olduğu halde yaratılmıştır ve bazen de
bunun aksi olur. Arıcak bu vasıflar
alıştırma yoluyla ve güzel ahlâkla
ahlâklanmış kimselerle oturup-kalkmak sûretiyle elde edilir.
2.Bu ahlâkları mücahede ve riyazet
yoluyla elde etmektir. Bundan gayem, nefsi güzel ahlâkın istediği hareket ve
fiillere zorlamaktır. Mesela cömertlik ahlâkını elde etmek isteyen bir kimse
için yol cömertlik fiilini âdet haline getirmek için nefsini zorlayarak
alıştırmaktır. Bu da malın verilmesi demektir. Daimî bir şekilde mal vererek
bunu zoraki bir şekilde nefsine kabul ettirmeli ve bu hususta nefsiyle mücahede
etmelidir. Ta ki bu, nefsi için tabiîleşip kolay hale gelinceye kadar...
Böylece nefis, cömert olur.
Böylece nefsine tevazu ahlâkını
kazandırmak isteyen bir kimse,nefsine kibir ve gurur galip geldiği halde şu
yolda onu elde edebilir: Uzun bir müddet mütevazi kimselerin fiillerine devam
etmeli ve bu devamlılık müddetince nefsiyle mücahede edip zoraki bir şekilde
onu bu yöne sevketmelidir. Bu ahlâk, nefsin ahlâkı olup, onda tabiî bir şekil
alıp, kolayca onda yerleşinceye kadar devam etmelidir. Şer'an ve dinen güzel
ahlâkların tamamı bu yol ile elde edilir. Kişinin gayesi, kendisinden çıkan
fiillerden zevk alması olmalıdır. Bu bakımdan verdiğinden dolayı, vermiş olduğu
maldan zevk alan bir kimse cömert bir kimsedir. İstemeyerek veren bir kimse
ise, cömert sayılmaz. Mütevâzi kimse ise, tevâzudan lezzet duyar. Dinî ahlâklar
ancak nefis, güzel âdetlerin tamamını îtiyad haline getirince ve kötü fiillerin
tamamını terkedince yerleşir. Güzel fiillere aşık olan ve onlardan zevk duyan
bir kimsenin devam etmesi gibi bunlara devam etmedikçe ve aynı zamanda çirkin
fiilleri kerih görüp onlardan elem duymadıkça, güzel ahlâk onun kalbinde yerleşmez.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Benim gözümün nûru, namazda kılındı.39
İbâdetlerin yapılması ve mahzurların
terkedilmesi kerahet ve ağırlıkla beraber olursa, bu eksikliktir. Kul bununla
saadetin kemâline erişemez. Mücâhede ile bunlara devam etmek hayırlıdır. Fakat
hayırlı olması, terketmesine nisbetendir. İsteyerek yapmasına nisbeten değil...
Bu sırra binaen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bir de sabır ve namazla Allah'tan yardım
isteyin. Gerçi bu ağır gelir. Fakat saygılı kimselere değil....39)
Nesaî(Bakara/45) Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Rıza halinde Allah'a ibâdet et! Eğer
buna gücün yetmiyorsa istemediğin birşeye sabretmekte çok hayır vardır.40
Güzel ahlâktan ötürü va'dedilen saadete
ermek için bazen ibadetten lezzet almak, mâsiyeti hor görmek, bazen de tam
aksini hissetmek yeterli değildir. Aksine daimî ve hayat boyunca böyle
olmalıdır ki güzel ahlâktan ötürü va'dedilen saadete hakkıyla erilsin! Hayat
uzadıkça fazilet daha yerleşir ve daha kemâle erer ve bu sırra binaendir ki Hz.
Peygamber'e saadet sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur:
Saadet, Allah'a ibadette uzun ömürlü
olmaktır.41
Bunun için de peygamberler ve velîler
ölümü hoş görmemişlerdir. Çünkü dünya, âhiretin tarlasıdır. Hayatın uzamasıyla
ibâdetler fazlalaşır, o nisbette de sevap çoğalır, nefsi de daha temiz olur.
Ahlâk daha kuvvetlenir ve daha yerleşir, ibâdetlerin hedefi, kalbe tesir
etmeleridir. Kalbe tesir etmeleri ise, ancak ibâdetlere devam etmekle mümkün
olur. Bunlardan gaye, nefisten dünya sevgisini kesmek, Allah sevgisini
yerleştirmektir. İnsanı öyle bir raddeye getirmektir ki Allah ile mülâki
olmaktan, onun nezdinde, daha sevimli birşey olmamalıdır ve elindeki bütün
imkânları kendisini Allah'a götüren yolda kullanmalıdır. İnsanın öfkesi ve
şehveti insanın hizmetine verilen şeylerdendir. Bunların güzel kullanılması da
ancak ilâhî nizam ve aklın terazisiyle ölçülmesine bağlıdır. Sonra onunla
sevinmeli ve ondan lezzet almalıdır. Namazın gözün nuru olacak bir raddeye
gelmesini, ibâdetin lezzet verici bir duruma ulaşmasını uzak sanmak uygun
değildir. Çünkü âdet, nefiste bunlardan daha garip acaiplikleri istemektedir.
Zira biz görürüz ki padişahlar ve servet sahipleri daimî üzüntüler
içerisindedirler. Kumarcıyı görürüz ki, bazen kumarından ve içinde kıvrandığı
çirkin fiilinden ötürü öyle bir ferahlık ve lezzet duyar ki halkın kumarsız
sevinmesi bunun yanında az sayılır. Oysa kumar, çoğu zaman kişinin malını
tamamen giderir, evini yıkar, kendisini müflis bırakır. Bununla beraber kişi
kumarı sever ve ondan lezzet alır. Oysa bu, uzun zamandan beri kumara olan
alışkanlığmdandır.
Güvercin ve kuşlarla oynayan da
böyledir. Bazen bütün gün ayakta, güneşin hararetinde bekler. Oysa kuşlara,
hareketlerine, uçuşlarına, gökte halka olmalarına karşı duyduğu sevgiden ötürü
o zahmetin elemini hissetmez. Hatta biz, aldatıcı fâsığı görürüz ki kendisi her
türlü eza ve cefaya karşı sabır göstermekle iftihar eder. Bu hareketinden
dolayı asılmaya bile sabır göstermekle böbürlenir. Bütün bunlarla beraber o
nefsiyle mağrurdur. Bunlara karşı sabırlı olmasıyla iftihar eder. Hatta bunu
nefsine böbürlenme vesilesi yapar. İçlerinden bazılarını yaptığını veya
başkasının yaptığını ikrar ve itiraf etmek için azaları parça parça kesildiği
halde inkârcılıkta ısrar ettiğini, kendisine tatbik edilen eziyetlere perva
etmediğini görürsün. Mükemmellik, erkeklik ve kahramanlık kabul ettiği bu
metânetinden dolayı sevinir. İçindeki azaba rağmen durumları kendisi için göz
aydınlığı ve böbürlenmesinin sebebi olmuş olur. Hatta kadınlara benzetmek için
tüylerini yolmak, yüzünü süslemek ve kadınlarla karışmakta muhannes bir
kimsenin halinden daha kötü ve daha çirkin bir hâl olmadığı halde, buna rağmen
görürsün ki muhannes kişi, bu halinden ötürü bir sevinç içindedir.
Muhanneslikte mâhir olduğundan dolayı böbürlenmekte, muhanneslikteki bu durumu
ile iftihar etmektedir. Hatta padişah ve âlimler arasında birbirlerine karşı
iftihar yarışması yapıldığı gibi, hacamatçılar ve süpürgecilerin arasında da
sanatlarından dolayı iftihar yarışmasının yapıldığını görürsün. Bütün bunlar,
daimî bir şekilde bir tarza devam etmenin ve bunu âdet edinmenin
sonuçlarındandır. Uzun bir müddet devam etmek, oturup-kalktığı ve tanıdığı
kimselerde bunu görmek, böyle yapmasına yol açar. Bu bakımdan madem ki nefis,
âdetten ötürü bâtıldan lezzet alıp ona ve çirkin şeylere meylediyor, o halde
bir müddet hakka döndürüldüğü takdirde ve hakka devam etmesi sağlandığı
müddetçe nasıl haktan lezzet almayabilir? Nefsin o kötü işlere meyletmesi
tabiatı gereğidir. Çamurun yenmesine meyletmeye benzer. Zira çamur yemek,
âdetin neticesi olarak bazı insanlarda galip gelir. Fakat nefsin hikmete, Allah
sevgisine ve Allah marifetine meyletmesi ise tıpkı yemeye ve içmeye meyletmesi
gibidir. Bu ise kalp tabiatının gereğidir. Çünkü bu rabbânî bir emirdir. Nefsin
şehvet isteklerine meyletmesi aslında garip ve tabiatına sonradan gelmiştir.
Kalbin gıdası hikmet, mârifet ve Allah sevgisidir. Fakat nefis, kendisinde vâki
olan bir hastalıktan dolayı, tabiatının isteğinden uzaklaşmıştır. Nitekim insan
midesinde hastalık olur ve bundan dolayı mide, yemek ve içmeyi istemez. Oysa
bunların ikisi de midenin yaşamasının sebepleridir. Bu bakımdan Allah'tan başka
herhangi birşeyin sevgisine meyleden her kalp, meyletmesi nisbetinde hastadır.
Ancak o şey Allah sevgisinde ona yardımcı olduğu için seviyorsa, bu takdirde
durum değişir. Allah'ın dininin sevgisinde kendisine yardımcı olan birşeyi
sevmek, kalpte bir hastalığın varlığına delâlet etmez.
O halde kesinlikle anlaşıldı ki, bu
güzel ahlâkları riyazet yoluyla kazanmak mümkündür. Riyazet demek, kendisinden
çıkan fiilleri başlangıçta zoraki bir şekilde, sonra da kendisine tâbi olsun
diye işlemek demektir. Bu ise kalp ile âzâlar arasındaki ilginin şaşılacak
hallerindendir. Bundan gayem nefis ve bedendir. Zira kalpte beliren her sıfat, eserini
âzâlar üzerinde gösterir. Hatta âzâlar, ancak o sıfata uygun olarak hareket
ederler. Âzâların yaptığı her fiilden bir eser kalbe yükselir. Oradaki iş,
devir ve teselsüldür. Bu ise bir misâl ile bilinir. Yazmakta usta olmak isteyen
bir kimse için, kâtib (hattat) olabilmek için nefsî bir sıfat vardır. El ile
bir kâtibin yaptığını yapmaktan ve uzun bir müddet buna devam etmek-ten başka
kendisinin bir yolu yoktur. Bu ise güzel yazıyı hikâye etmektir. Çünkü kâtibin
yaptığı güzel yazıdır. Bu bakımdan kendisini zorlamak sûretiyle kendisini
kâtibe benzetmeye çalışmalıdır. Sonra durmadan buna devam etmelidir ki bu,
nefsinde sâbitleşmiş bir sıfat olsun! Bu bakımdan sonunda güzel yazı, tabiî
olarak bundan ortaya çıkacaktır. Tıpkı başlangıçta zoraki bir şekilde kendisinden
ortaya çıktığı gibi.,. O halde yazısını güzelleştiren kendisidir. Fakat
başlangıçta bu iş zorlukla oldu. Ancak bu zorluktan kalbe bir eser yükseldi.
Sonra o eser kalpten âzâya (ele) indi. İşte böylece kişi, tabiî olarak, güzel
yazı yazmaya başladı. Böylece fakîh olmayı isteyen bir kimse için fakîhlerin
yaptıklarını yapmaktan başka yol yoktur. Onların fiilleri ise, durmadan fıkhı
tekrar etmek, bunun tekrarlanmasından kalbine fıkıh sıfatı yükselinceye kadar
buna devam etmektir, böylece fakîh olur. Böylece, cömert, namuslu, halîm ve
mütevazi olmak isteyen bir kimsenin de, bu karakterde bulunan kimselerin
fiillerini zorlaya zorlaya yapması gerekir. Bu fiiller kendisi için
tabiîleşinceye kadar buna devam etmelidir. Bu bakımdan bunun ilâcı ancak böyle yapmaktır.
Nasıl ki fakîh olmayı isteyen bir kimse, bir gece de fakih olamadığı için
ümitsiz olmuyorsa ve bir gece çalışıp tekrar etmekle bu mertebeye varamıyorsa,
aynen bunun gibi nefsin tezkiyesine, mükemmel olmasına ve güzel amellerle
süslenmesine talip olan bir kimse de bir günün ibâdetiyle bu hedefe varamaz ve
bir günün isyanıyla da bundan mahrum olmaz.
Bu söylediklerimiz şu sözün mânâsıdır:
Bir tek büyük günah, ebedî cezayı gerektirmez. Fakat tekrar etmeyi bir gün
terketmek insanı benzerine çağırır, sonra azar azar bu çağırma devam eder. Öyle
ki nefis, tembelliğe alışır, sonunda tahsili kökten terkeder ve böylece fıkhın
fazileti elinden kaçar. Küçük günahlar da böyledir. Onların bir kısmı insanı
başka kısınma çeker, sonunda saadetin temelini, ve imanın esasını yıkmak
sûretiyle, elden kaçırıncaya kadar devam eder! Nasıl bir gece yapılan tekrarın
tesiri, nefsin fıkhında hissedilmiyorsa, nefsin fıkhı tedric yoluyla bedenin
gelişmesi, kâmetin uzaması gibi yavaş yavaş beliriyorsa, bir taatin tesiri de
nefsin tezkiyesinde ve temizlenmesinde derhal tesirini göstermez. Fakat az bir
taatı hakir görmek de uygun değildir. Çünkü taatin çoğu tesir eder. Taatin çoğu
ise, azlarından meydana gelmiştir. Bu bakımdan her azın tesiri vardır. Hiçbir
taat yoktur ki, gizli de olsa onun bir tesiri bulunmasın. Bu bakımdan
kesinlikle onun sevabı vardır. Sevap ise tesir karşılığıdır. Günah da böyledir.
Nice fakîh vardır ki, bir gün ve bir gecenin boş geçirilmesini pek önemsemezler
ve böylece gün be gün nefsini daimî bir şekilde geciktirirler. Sonunda tabiatı,
fıkhı kabul etmekten çıkar. Küçük günahları önemsemeyen, daimî bir şekilde
nefsini tevbeden alıkoyan, ölümün ansızın gelip gırtlağına yapışmasına kadar
veya günahların karanlığı kalbinin üzerinde birikip tevbe etmesi zorlaşıncaya
kadar bekleyen bir kimsenin hükmü de böyledir. Zira az, insanı çoğa davet eder.
Böylece kalp, şehvetlerin zincirleriyle bağlanmış olur. Bir daha da kalbi,
şehvetlerin pençesinden kurtarmak mümkün olmaz. Tevbe kapısının kapanmasının
mânâsı bu demektir. Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesiyle bu kasdedilmiştir:
Biz onların önlerine bir engel,
arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık; artık görmezler.(Yâsîn/9) Bu
sırra binaen Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:
İman, kalpte beyaz bir nokta olarak
görünür. İman arttıkça bu beyazlık da artar. Ne zaman ki kul, imanın kemâline
varırsa, o zaman kalbin tamamı beyazlaşır. Münafıklık, kalpte siyah bir nokta
olarak görünür. Münafıklık arttıkça o siyahlık da artar. Kul, tam bir münafık
olduğu zaman kalbin tamamı kararır!
Bu bakımdan anlaşıldı ki güzel ahlâklar,
bazen tabiat veya fıtratla, bazen de güzel fiillerin alışkanlık hâline
getirilmesiyle ve bazen de güzel fiil sahiplerinin tanınması ve onlarla
arkadaşlık etmekle elde edilir. Çünkü o güzel fiil sahipleri güzelliğin, salâh
ve takvânın arkadaşlarıdır. Zira tabiat tabiattan hem şerri, hem de hayrı alır.
Bu nedenle hakkında bu üç durumun gerçekleştiği -öğrenmek, âdet ve tabiat
yönünden fazilet sahibi olan- bir kimsenin fazileti, faziletin zirvesi
demektir. Rezil olan ve kötü arkadaşları bulunan, onlardan kötülüğü öğrenen,
âdet edinilecek kadar şer sebeplerini kendisinde toplayan bir kimse ise, son
derece Allah'tan uzaktır. Bu iki derece arasında bulunan bir kimse ise, bahsi
geçen bu durumlardan bazılarının bulunduğu bir kimsedir. Bunların herbirinin
yakınlık ve uzaklıkta, kişinin sıfat ve durumunun isteğine göre bir derecesi
vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kim zerre miktarı bir hayır işlerse,
onun mükâfatını görecek, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını
görecektir.(Zilzâl/7-8)
Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar
kendi kendilerine zulmettiler.(Nahl/33)
39) Nesaî
40)Taberânî
41)Deylemî
D) Ahlâk'ı Güzelleştirmenin Yolları
Ahlak
Daha önce anlaşılmıştı ki ahlâkta
îtidal, nefsin sıhhati demektir. İtidalden uzaklaşmak ise, bir hastalıktır.
Tıpkı mizacta îtidalin bedenin sıhhati, itidalden sapmanın o mizaçta bir
hastalık olduğu gibi... Bu bakımdan biz bedeni misâl olarak ele alıp deriz ki;
kötü huyların giderilmesi, faziletlerin ve güzel ahlâkın kazanılması hususunda
nefsin tedavisi, bedenin illetlerini kendisinden uzaklaştırmak, sıhhatini
kazandırmak hususundaki tedavisine benzer.
Nasıl ki mizacın esasında, mûtedil olmak
galip ise, mideye gıdalardan ve değişik durumlardan zarar geliyorsa, tıpkı
bunun gibi çocuk da fıtraten sıhhatli ve mûtedil olarak doğup dünyaya gelir.
Ancak annesi ve babası onu yahudi, hristiyan veya ateşperest yaparlar; yani
alıştırmak ve öğretmek sûretiyle ona rezaletleri kazandırırlar! Nasıl ki beden,
başlangıçta tam ve kâmil bir şekilde yaratılmıyorsa, ancak gıda ile terbiye
edilip geliştiriliyor, yavaş yavaş kemâle doğru gidiyorsa, nefis de
mükemmelliğe kabiliyetli olduğu halde, eksik olarak yaratılır.
Ancak terbiye, ahlâkın güzelleştirilmesi
ve ilim ile gıdalandırmak sûretiyle mükemmelleştirilir. Eğer beden sıhhatliyse,
doktorun vazifesi bu sıhhatli bedene, sıhhati koruyucu prensipleri gösterip,
kanunları öğretmekse, beden hasta olduğu takdirde doktorun durumu ona sıhhati
kazandırmaksa, tıpkı bunun gibi senin nefsin temiz ve saf ise, sana uygun düşen
hareket o temizliği korumak için çalışmaktır. Onu daha fazla kuvvetlendirmek,
daha fazla temizlemek için çalışmaktır. Eğer nefsin mükemmel, saf ve temiz
değilse en uygunu, nefse saflık kazandırmak için çalışmandır. Nasıl ki bedenin
mûtedil durumunu değiştiren ve hastalığı getiren illet, ancak zıddıyla tedavi
olunuyorsa, eğer hastalık hararetten ise soğukla, eğer soğuktan ise hararetle
tedavi edilir. Tıpkı bunun gibi, kalbin hastalığı olan rezaletin de tedavisi
zıddıyladır. Bu bakımdan cahillik hastalığı, öğrenmekle tedavi olunur.
Cimrilik hastalığı cömertlikle, gurur
hastalığı tevâzu ile, oburluk hastalığı zoraki bir şekilde yemeği kesmekle
tedavi olunur. Nasıl ki ilacın acılığına ve iştahın çektiği şeylere sabretmenin
şiddetine, hasta bedenleri tedavi etmek için katlanmak gerekiyorsa, tıpkı onun
gibi hasta kal-bin tedavisi için de sabır ve mücâhedenin acılığına katlanmak
lâzımdır. Hatta bu daha evlâdır. Çünkü insan bedenin hastalığından ölüm ile
kurtulur. Kalbin hastalığı ise -Allah korusun-ölümden sonra da ebediyyen devam
eden bir hastalıktır. Nasıl her soğuk, sebebi hararet olan her hastalığa
elverişli değilse, ancak belli bir sınırda olduğu zaman elverişli oluyorsa, bu
da şiddet, zayıflık, devamlılık veya devamsızlık, çokluk ve azlık ile değişir
ve buna faydalı miktarı belirten bir (doz) lâzımdır. Çünkü eğer bunun ayarı
(dozu) bilinmezse, fesad daha da artar. Aynen bunun gibi kötü huyların
tedavisinde kullanılan zıt unsurlar için de bir ayar (doz) lâzımdır.
İlaçların ölçüsü (dozu), hastalığın
durumundan öğrenildiği gibi, doktor da hastalığın hararetten veya soğuktan
geldiğini bilmedikçe tedavi edemez. Eğer hastalık hararetten ise, onun
derecesini bilmesi gerekir. Acaba zayıf mıdır, şiddetli midir? Bunu bildiği
zaman, bu sefer bedenin durumunu dikkate alır. Hastanın sanatına, yaşına ve
diğer durumlarına bakar. Sonra onlara göre tedavi eder. Tıpkı bunun gibi önder
olan ve müridlerin nefislerini tedavi eden ve irşad isteyenlerin kalplerine
ilaç veren şeyh de müridlere özel riyazetleri ve birtakım zorlukları tatbik
etmeye kalkışmamalı, onların hastalık ve huylarını bilmedikçe özel bir yolla bu
formülleri kendilerine tatbik etmemelidir. Nasıl doktor, bütün hastalıklara tek
bir ilacı tatbik ettiğinde onların çoğunu öldürürse, şeyhin durumu da böyledir.
Eğer bütün müridlere, bir çeşit riyazet
uygularsa, onları helâk eder ve kalplerini öldürür. Mürşid müridin hastalığını
tedkik etmeli, onun halinin, yaşının, mizacının ve bünyesinin kaldırabileceği
riyazeti güzelce düşünmelidir ve bunun üzerine uygulamasını yapmalıdır. Eğer
mürid acemi ise, şeriatın sınırlarını bilmeyen bir cahilse, önce kendisine
tahareti, namazı ve ibâdetlerin zâhirlerini öğretmelidir. Eğer mürid, haram bir
malla meşgulse veya bir günah işliyorsa, herşeyden önce ona o günahı terketmeyi
emretmelidir. Ne zaman ki müridin zâhiri, ibâdetlerle süslenir, zâhirî günahtan
azaları temizlenirse, o vakit mürşid, du-rumun karinesiyle onun iç âlemine
bakmalıdır ki kalbinin has-talıklarını ve ahlâkını sezebilsin. Eğer onun yanında
zarurî ihti-yacından fazla bir mal görürse o malı kendisinden alıp hayır
mü-esseselerine sarfetmelidir. Onun kalbini o fazla maldan boşaltmalıdır ki
müridin kalbi o fazla mala iltifat etmesin! Eğer müridin kalbinde hamakat,
gurur ve nefis izzetinin galip olduğunu görürse, ona çarşı ve pazarlarda
dilenme emrini vermelidir ki nefsin izzetini, riyaset dâvasını kırmış olsun.
Zira nefsin riyaset iddiası ancak zillet ile kırılır. Dilenmekten daha büyük
bir zillet yoktur. Bu bakımdan mürşid, bir zaman için müride kibir ve gururu
kırılıncaya kadar dilenmeye devam etmek teklifinde bulunmalıdır. Zira kibir,
insanoğlunu öldürücü hastalıklardandır. Hamakat da böyledir.
Eğer mürşid müridin, beden ve elbise
temizliğine fazla önem verdiğini görürse ve kalbinin de buna meyyal olduğunu
müşâhede ederse, kalbin bununla sevindiğini, buna iltifat ettiğini hissederse,
bu sefer, böyle bir müridi tuvalet temizlemekte, pis yerleri süpürmekte,
mutfağın ve dumanlı yerlerin işlerini yapmakta çalıştırmalıdır ki temizlik
hakkındaki hamâkatı giderilsin! Çünkü elbiselerini temizleyip süslenen ve süslü
yamaları, renkli seccadeleri arayan kimseler ile bütün gün kendisini süsleyip
püsleyen gelinler arasında hiçbir fark yoktur. Bu bakımdan insanın kendi
nefsine ibâdet etmesiyle bir puta tapması arasında hiçbir fark yoktur. O halde
kul ne zaman Allah'tan başkasına ibâdet ederse, Allah'tan perdelenir. Kim
elbisesinin helâl ve temiz olması cihetinden kalbinin iltifat edeceği bir
şekilde başka birşeyi gözetirse, bu kimse nefsiyle meşguldür. Riyazetin
inceliklerindendir ki mürid, kendiliğinden hamâkatı terketmek veya başka bir
sıfatı terketmek suretiyle müsamaha göstermediği ve onun zıddıyla amel etmeye
yanaşmadığı zaman, en uygunu onu o kötü ahlâktan, ondan daha az kötü olan bir
ahlâka nakletmesidir. Tıpkı kanı sidik ile yıkayan, sonra sidiği su ile yıkayan
bir kimse gibi... Bu da su kanı gidermediği zaman caiz olur.
Nitekim çocuk, önce top oynamak, çelik
çomak fırlatmak ve benzerini yapmak sûretiyle mektebe gitmeye teşvik edilir,
sonra oyundan zînete ve güzel elbiselere nakledilir, ondan da riyaset ve makama
teşvik edilir, ondan da ahirete teşvik edilir. Bu bakımdan mertebe ve makamı
bırakmaya nefsi razı olmayan bir kimse, o makamdan günah yönünden daha hafif
bir makama nakledilir. Diğer sıfatlar da böyledir ve böylece mürşid, obur olan
müride oruç tutmayı ve az yemeyi emretmelidir. Sonra ona lezzetli yemekleri
hazırlama zahmetine katılmasını emretmelidir. O lezzetli yemekleri ona değil,
onun eliyle başkasına takdim ettirmelidir. Hazırladığı o güzel yemeklerden
yememeli ki böylece nefsi kuvvet bulsun, sabretmeyi âdet edinip oburluğu
kırılsın! Müridi genç iken evlenmeye iştiyaklı gördüğü, nafaka vermekten aciz
olduğunu müşahede ettiği zaman müride oruç tutmayı emretmelidir. Müridin
nefsinin oruç tutmakla terbiye edilmediğini görürse, bu sefer ona bir gece su
ile iftar edip yemek yememek, başka bir gece de yemek yeyip su içmemek
sûretiyle oruç tutmayı emretmelidir. Ona et yemeyi ve katığı, nefsi zelil
oluncaya ve şehveti kırılıncaya kadar yasaklamalıdır. Bu bakımdan iradenin
başlangıcında açlıktan daha başka bir tedavi formülü yoktur. Eğer müridde
öfkenin galip olduğunu görürse, ona hilmi ve susmayı emretmelidir. Ahlâken kötü
olan bir kimseyi ona musallat etmeli, ahlâken kötü olan bir kimsenin hizmetini
kendisine vazife olarak vermelidir ve onun sertliklerine göğüs germek hususunda
nefsi yetişinceye kadar bu vazifesi devam etmelidir.
Nitekim hikâye olunuyor ki bir zat,
nefsini hilim sıfatına alıştırıp öfkenin şiddetini gidermeye çalışırdı. Halk
arasında kendisine küfretmek için adam kiralardı. Nefsini sabretmeye zorlar,
öfkesini yutmaya alıştırırdı. Hatta bu şekilde hilim onun için bir âdet oldu.
Hilim hususunda öyle gelişti ki bu vadide onunla darb-ı mesel getiriliyordu.
Bir zat da nefsinde korkaklık ve kalbin zafiyetini hissetti. Şecaat ahlâkını
kazanmayı istediği için kış mevsiminde denizin dalgaları kabardığı anda denizde
seyahate çıkıyordu. Hindistan âbidleri de ibâdetteki tembelliği bütün geceyi
tek ayak üzerinde geçirmek suretiyle tedavi ederler. Şeyhlerden biri
başlangıcında ibâdet yapmakta tembelleşiyordu. Bütün gece başının üzerinde
dururdu ki nefis kendiliğinden ayak üzerinde durmaya razı olsun!
Bazıları da mal sevgisini bütün malını
satmak ve denize atmak suretiyle tedavi etti.42
Çünkü malını satıp halka dağıtmakta
cömertlik hamâkatına ve vermek suretiyle riyaya düşmekten korkuyordu. İşte
bunlar birkaç misâldir. Sana kalplerin tedavi yolunu gösterirler. Bizim burada
gayemiz her hastalığın ilacını zikretmek değildir. Zira bu husus, kitabımızın diğer
kısımlarında gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz, bu husustaki umumî yolun,
nefsin her isteğinin zıddını yapmak ve ona meyletmek olduğuna dikkati
çekmektir. Allah Teâlâ bütün bunları aziz kitabında bir cümleyle şöyle ifade
etmiştir:
Ama kim rabbinin divanında du(rup hesap
ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den menetmişse, onun barınağı da
cennettir.
(Nâziât/40-41)
Mücâhedede en mühim temel, azim
göstermektir. Bu bakımdan kişi şehvetin terkine azmettiği zaman, onun sebepleri
kendisine müyesser olmuş demektir ve bu da Allah Teâlâ'dan bir
iptila ve denemedir. O halde burada
sabrederek devam etmesi uygundur. Çünkü kişi azmin terkini âdet edinirse, nefis
buna alışır ve sonunda bozulur. Eğer kazara azim zaafa uğrarsa, en uygunu
nefsin cezalandırılması bahsinde Muhasebe ve Murakabe bölümünde dediğimiz gibi
nefsine bu hususta ceza vermesidir. Nefsini ceza vermekle korkutmadığı takdirde
nefis ona galebe çalar, şehvetine uymayı güzel gösterir. Böylece riyazet ve
çalışması tamamen bozulur.
42) Malı zâyi etmek İslâm'da yoktur.
Ancak müellifin söylediği, bazı şahıslara mahsus bir istisnadır. Umumî bir
düstur değildir.
E) Kalplerin Hastalıkları ve Sıhhate Kavuştuklarına
Delâlet Eden Alâmetleri
Bedenin âzâlarının herbiri, kendisine
mahsus bir fiil için yaratılmıştır. Onun hastalığı ancak kendisi için
yaratıldığı fiili yapmamasıdır. Hasta olmaması için o fiil, kendisinden
çıkmamalı veya bir nevi sallantı ile kendisinden çıkmalıdır. Bu bakımdan elin
hastalığı, kendisine çalışmanın zor gelmesidir. Gözün hastalığı, görmenin
kendisine zorlaşmasıdır. Kalbin hastalığı da yapması için yaratılmış olduğu
fiilin yapılmasının kendisine zor gelmesidir. Bu fiil de ilim, hikmet, mârifet,
Allah sevgisi, Allah'a ibâdet, Allah'ın zikrinden zevk duymak ve Allah'ın zikrini
diğer şehvetlere tercih etmek ve bütün şehvetler ve âzâlarla Allah'ın zikrine
yardım etmektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Ben insanları ve cinleri, ancak bana
ibâdet etsinler diye yarattım.(Zâriyât/56)
Bu bakımdan her âzâda bir fayda vardır.
Kalbin faydası; hikmet ve mârifettir. İnsan nefsinin özelliği, hayvanlardan
ayrılmasına sebep teşkil eden şeydir. Çünkü Âdemoğlu hayvanlardan yemek, cinsel
güç, görme ve bunlara benzer özelliklerle ayrılmaz. Aksine eşyanın hakikatini
bilmekle ayrılır. Eşyanın aslı, mûcidi ve onları eşya olarak yaratan Allah
Teâlâ'dır. Bu bakımdan kişi herşeyi bilip Allah'ı bilmediği takdirde sanki
hiçbir şey bilmiyor demektir. Mârifetin alâmeti sevgidir. O halde, Allah'ı
bilen bir kimse Allah'ı sever. Muhabbetin alâmeti; dünyayı ve başka sevgilileri
Allah'a tercih etmemektir.
De ki: Babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, karılarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, geçersiz
olmasından korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden meskenler, size, Allah'tan,
Rasûlü'nden ve onun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri
(azabı) gelinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar topluluğunu hidayete
erdirmez,(Tevbe/24)
Bu bakımdan nezdinde Allah'tan daha
sevimli birşey bulunan bir kimse hastadır. Nitekim çamur yemenin ekmek yemek ve
su içmekten daha sevimli geldiği her midenin veya ekmek ve su isteğinin
kaybolduğu her midenin hasta olduğu gibi... İşte hastalıkların alâmetleri
bunlardır. Bu bakımdan Allah'ın dilediği hariç, bütün kalplerin hasta olduğu
anlaşılmıştır. Ancak birtakım hastalıklar vardır ki sahipleri onları teşhis
edememektedir. Kalbin hastalığı sahibi tarafından teşhis edilmeyen
hastalıklardan olduğu için sahibi ondan gafil olur. Eğer biliyorsa ilacın
acılığına sabretmek ona zor gelir. Çünkü ilacı, şehvetlere muhalefet etmektir.
Bu ise ruhun zorluk çekmesi demektir. Eğer nefsinde tedaviye sabır göstermek
kudreti görürse, ehil bir doktor bulamazsa, nefsini tedavi etmelidir. Çünkü
doktorlar âlimlerdir. Maalesef onlara da hastalık galebe çalmaktadır. O halde
hasta bir doktor pek az tedavisine bakar ve bunun için de bu hastalık daimî ve
müzmin bir hastalık olmuştur. Bu ilim tamamen ortadan kalkmış, kalplerin
tababeti tamamen inkâr edilmiştir. Halk dünya sevgisine, zâhirleri ibâdet,
bâtınları âdet ve gösterişler olan amellerin sevgisine yönelmiştir. İşte bunlar
hastalıkların esaslarının alâmetleridir.
Tedaviden sonra sıhhate kavuşmasının
alâmetlerine gelince, onlar da şunlardır: Kişinin tedavi ettiği illete
bakmasıdır. Eğer cimrilik hastalığını tedavi ediyorsa, bu hastalığın öldürücü
ve Allah'tan uzaklaştırıcı bir hastalık olduğunu bilmelidir. Bunun tedavisi
ancak mal vermek ve infak etmekle mümkün olur. Fakat kişi bazen malı israfçı
olacak derecede verir. Bu sefer israf da has-talık olur, kişi tıpkı soğukluğu,
hararet galebe çalıncaya kadar tedavi eden bir kimse durumuna düşer ki bu da
hastalıktır. Aksine istenilen, hararet ile soğukluğun arasındaki îtidal
dengesini elde etmektir. Cimrilik hastalığının tedavisinde de böylece israf ile
cimrilik arasındaki normal durumu elde etmek gerekir ki ifrat ve tefrit
taraflarından uzak olup orta yolun tam üzerinde bulunsun. Orta yolun ne
olduğunu bilmek istiyorsan, kötü ahlâkın gerektirdiği fiile bak! Eğer o fiil,
senin için daha kolay ve zıddından daha hoş geliyorsa bil ki o fiili gerektiren
kötü ahlâk sende galiptir.
Mesela malın toplanması ve saklanması
sence onu hak edene vermekten daha sevimli ve senin için daha kolay ise bil ki,
sende galip olan cimrilik ahlâkıdır. O vakit malın verilmesine devam etmekte
daha ileri git! Eğer müstehak olmayan bir kimseye vermek senin nezdinde hak ile
tutmaktan daha sevimli ve kolay ise bil ki, sende israf sıfatı galiptir. O
vakit malı yeniden elinde tutma durumuna dön! Böylece durmadan nefsini murakabe
edip fiillerin yapılması ve neleri kapsadığıyla ahlâkının ne raddede olduğuna
istidlâl ederek muttali ol!
Kalbinin mala duyduğu ilgisi
kesilinceye, malın dağıtılmasına ve tutulmasına meyletmeyecek raddeye varıncaya
kadar devam et. Öyle ki mal senin nezdinde su gibi olmalıdır. O malı ancak bir
muhtacın ihtiyacı için tutmalı veya bir muhtacın ihtiyacına sarfetmelisin.
Senin nezdinde vermek, vermemekten daha sevimli olmamalıdır. Böyle olan her
kalp -özellikle bu makamdan- Allah'a sapasağlam gelmiş bulunması ve böyle bir
kalbin diğer kötü ahlâklardan da selim olması gerekir ki dünya ile ilgili olan
bir şeyle alâkası bulunmasın! Nefis, dünyadan alâka ve irtibatlarını kesmiş
olduğu halde, dünyaya iltifat etmeksizin, onun sebeplerine iştirâki olmaksızın
ölünceye kadar böyle olmalıdır. İşte bu anda nefis, mutmain olan bir nefsin
dönüşüyle rabbine döner. Hem rabbinden râzı, hem de rabbi kendisinden râzıdır.
Rabbinin peygamberler, sıddîklar, şehid ve sâlihlerden olan mukarreb
(yaklaştırılmış) kullarına katılmış olur.
Bunlar da arkadaş olmak yönünden ne güzeldirler!
İki taraf arasındaki hakikî itidalin bulunması gayet zor olduğundan hatta
kıldan daha ince, kılıçtan daha keskin olduğundan, şüphesiz dünyada böyle
dosdoğru yolun üzerinde olan bir kimse, ahirette de böyle bir köprünün
üzerinden rahatlıkla geçebilir. İnsan taraflardan birisine meyletmeden,
dosdoğru yoldan kaymaktan nâdiren kurtulabilir. Bu bakımdan kulun meyli hangi
tarafta ise, kalbi mânen oraya bağlıdır ve bunun için de bir nevi azaptan ve
ateş üzerinden geçmekten bir türlü kurtulamaz, çakan bir şimşek gibi geçse
bile... Nitekim Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur:
İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse
yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan korkup
sakınanları kurtaracağız.(Meryem/71-72)
Yani dosdoğru yola yakınlıkları,
uzaklıklarından daha fazla olan kimseleri kurtaracağız. İstikametinin çetin
oluşundan dolayı her kula gereken günde onyedi defa "Ya rabbî! Bizi
dosdoğru yola ilet!' duasında ısrar etmektir. Zira namazın her rek'atında
Fatihayı okumak (Şâfiî'ye göre) farzdır.
Rivayete göre bir kişi rüyasında Hz.
Peygamberi gördü, "Ya Rasûlallah! Sen 'Hûd suresi beni ihtiyarlattı'
demişsin. Neden böyle söyledin?" diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Çünkü o sûrede 'Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!' (Hûd/112)
ayeti vardır".
Dosdoğru yol üzerinde istikamet gayet
zordur. Fakat istikametin hakikatine gücü yetmese dahi, onun yakınına varmak
için var kuvvetiyle çalışmalıdır. O halde kurtuluş isteyen kişi ancak sâlih
amellerle kurtulabilir. Sâlih ameller de ancak güzel ahlâktan meydana gelir. O
halde her kul ahlâk ve huylarını tahkik etmeli, onları teker teker saymalı,
gözden geçirmeli, tertip üzere onların teker teker tedavisiyle meşgul
olmalıdır. Bu bakımdan biz, Allah Teâlâ'nın bizi mûttaki kullarından eylemesini
niyaz ederiz.
F) İnsanın, Kusurlarını Bilmesinin Yolu
Allah Teâlâ bir kuluna hayrı irade
ettiği zaman, ona nefsinin ayıplarını gösterir. Bu bakımdan basireti keskin bir
kimseye ayıpları gizli kalmaz. Ayıpları bildiği zaman da tedavi etme imkânı
olur. Fakat halkın çoğu nefislerinin ayıbını bilmekten câhildirler. Onlardan
birini görürsün ki kardeşinin gözündeki çapağı görür de kendi gözündeki merteği
görmez. O halde nefsinin ayıplarını bilmeyi isteyen bir kimse için dört yol
vardır:
Birinci Yol: Nefsin ayıplarını bilen,
âfetlerin gizliliklerine muttali olan ve basiret sahibi olan bir şeyhin
huzurunda oturmalı, onu nefsine hâkim kılmalıdır. Nefisle yapılan mücâhedelerde
onun işaretlerine tâbi olmalıdır. Bu şeyhle müridin durumu, öğretmenle
talebenin durumu gibidir. Öğretmen ve şeyhi kendisine nefsinin ayıplarını ve
tedavi yolunu öğretir. Bu zamanda böyle bir öğreticinin bulunması çok zordur.
İkinci Yol: Dosdoğru bir dost
istemektir. Basiret sahibi, dindar bir dost... O dostu kendi üzerine
gözetleyici tâyin etmelidir ki o dost, onun durum ve fiillerini kontrol etsin,
ahlâk ve fiillerinden, zâhir ve bâtın ayıplarından hoş görmediklerine dikkatini
çeksin! Din sahasının imamlarından olan büyükler ve akıllı kimseler böyle
yaparlardı.
Hz. Ömer (r.a) derdi ki: 'Allah o
kişiden razı olsun ki benin ayıbımı bana gösterir!' Ömer (r.a) Selman-ı
Fârisî'den ayıplarını sorardı. Selman, Hz. Ömer'e geldiği zaman Hz. Ömer
Selman'a 'Hoşuna gitmeyen ne gibi fiillerim sana nakledildi? ' dedi. Selman 'Ne
olursun bu hususta bana birşey sorma' dedi. Ömer buna rağmen durmadan ısrar
etti ve bunun üzerine Selman şöyle dedi:
-Benim kulağıma geldiğine göre, sen bir
sofrada iki katık bulunduruyormuşsun. Senin iki elbisen varmış! Birisini
gündüz,öbürünü de gece giyiyormuşsun!
-Senin kulağına bundan başka şeyler de
geldi mi?
-Hayır!
-Ben bunların ikisinden de kurtuldum.
Hz. Ömer, Huzeyfe b. Yeman'a şöyle
sordu: 'Sen Rasûlüllah'ın münâfıklar hakkında sırdaşısın. Acaba bende
münâfıklık eserinden birşey görüyor musun?' Hz. Ömer, derecesinin yüksekliğine,
kıymetinin azametine rağmen nefsine bu kadar ithamda bulunuyordu. Bu bakımdan
aklen gelişen, rütbece büyük olan herkesin, nefsini takdir etmesi pek az, itham
etmesi de pek fazladır. Fakat bu da pek nâdir görünür. Dostlara yağcılığı
terkeden pek azdır.
Dostunun ayıbını söyleyen veya hasedi
bırakan, gereken miktardan fazlasını söylemeyen pek azdır. Bu bakımdan senin
dostların arasında hasedden sıyrılan veya ayıp olmayanı bir gareze binaen ayıp
gören veya müdahene ederek bazı ayıplarını senden gizleyen kimseler vardır.
Dâvud et-Tâî halktan uzaklaştı.
Kendisine denildi ki: 'Neden halkla beraber olmuyorsun?' Cevap olarak şöyle
demiştir: 'Ayıbımı benden gizleyen kimseleri ne yapayım!'
Dindarların şehveti (zevki), başkasının
uyarmasıyla ayıplarını görüp uyanmalarıdır. Bizim gibiler öyle bir duruma
gelmişlerdir ki, en çok nefret ettiğimiz insanlar bize nasihat eden ve
ayıbımızı bize bildiren kimselerdir. Bu durumumuz neredeyse imanımızın
zâfiyetini haykıracak bir durumdur. Çünkü kötü ahlâk, yılan ve akrep gibidir.
Eğer biri bizi, elbisemizin içerisinde akrep olduğu için uyarırsa, ona karşı
minnettar olur, dediğiyle seviniriz ve o akrebi çıkarmaya çalışırız, öldürmeye
gayret ederiz. Oysa akrebin felâketi sadece beden içindir. Elemi bir gün veya
daha az bir müddet devam eder. Kötü ahlâkların felâketi ise, kalbin özünedir.
Ölümden sonra da ebedî veya binlerce yıl devam etmesinden korkulur! Sonra biz,
kötü ahlâkımız hususunda bizi uyaran bir kimseyi hoş görmez ve o kötü ahlâkı
düzeltmeye gayret göstermeyiz. Aksine nasihata karşılık nasihatçının sözleri
gibi sözler sarfetmekle meşgul olur, ona deriz ki: 'Sen de filan filan şeyleri
yaptın!' Bu durumun, günahların çokluğunun bir meyvesi olarak ortaya çıkan
kalbin katılığından gelmesi pek yakın bir ihtimaldir. Bütün bunların esası,
iman zafiyetidir. Bu bakımdan biz, Allah Teâlâ'nın bizi doğruya hidayet
etmesini, ayıplarımızı bize göstermesini, bizi ayıplarımızı tedavi etmekle
meşgul etmesini, ayıplarımız hususunda bizi uyarana teşekkür etmeye bizi muvaffak
kılmasını, minnet ve faziletiyle temenni ve niyaz ederiz.
Üçüncü Yol: Nefsinin ayıpları veya
marifeti hususunda düşmanlarının dilinden istifade etmektir. Zira düşman gözü,
daima ayıpları açığa vurur. İnsan, ayıplarını haykıran düşmanından, kendisini
öven, medh u senâsını yapan ve ayıplarını gizleyen yağcı bir dosttan daha fazla
faydalanır. Ancak tabiat, düşmanı yalanlamak, söylediklerini hasede yormak
üzere yaratılmıştır. Fakat basiret sahibi bir insan düşmanlarının sözünden
faydalanmayı abes görmez. Zira onun kötü tarafları muhakkak düşmanlarının
diliyle yayılır.
Dördüncü Yol: Halk ile
oturup-kalkmasıdır. Halk arasında gördüğü kötülükleri nefsinde aramalı ve
nefsinde de bu kötülüğün olduğu düşüncesiyle hareket edip onu silmelidir. Çünkü
müslüman, müslümanın aynasıdır. Müslüman başkasının ayıplarından önce kendi
ayıbını görür. Bilir ki tabiatlar, nefsin hevasına tâbi olmak hususunda
birbirine yakındır. Emsal ve akranından herhangi birisinde bulunan bir sıfatın
esası veya ondan daha büyüğü veya ondan bir parça mutlaka diğerinde de vardır.
Bu bakımdan nefsini incelemeli, başkasında görüp de hoşuna gitmeyen sıfatlardan
temizlemelidir. Bu şekilde edeplenmek yeter de artar bile. Çünkü eğer insanlar,
başkasından görüp de hoşlanmadıkları şeyleri bırakırlarsa, artık başka bir edep
vericiye muhtaç olmazlar.
Hz. İsa'ya (a.s) 'Sana kim edep
öğretti?' denildiğinde, şöyle demiştir: 'Bana hiç kimse edep öğretmedi. Ancak
câhilin cehaletini çirkin gördüm ve cehaletten sakındım, hepsi o kadar!'
Şimdiye kadar söylediklerimizin tümü
ârif, zeki, nefsinin ayıplarını bilen, dinde şefkatli ve nasihatçi olan,
nefsini temizledikten sonra Allah'ın diğer kullarının nefislerini temizlemek ve
onlara nasihat etmekle meşgul olan bir şeyhe rastlamayan bir kimsenin çıkar
yollarıdır. Bu bakımdan herhangi bir kimse yukarıda belirtilen nitelikte
bulunan bir şeyhe rastlarsa, doktoru bulmuştur, ondan ayrılmasın. Onu
hastalığından kurtaracak olan o doktordur. Onu, içinde bulunduğu helâktan ancak
o doktor kurtarır!
G) Güzel Ahlâk'ın Fazileti ve Kötü Ahlâk'ın Zemmi Ayet
ve Hadîsler
Allah Teâlâ, peygamberini ve habîbini,
onu medh ve senâ ederek ve ona verdiği nimetlerini zikrederek şöyle
buyurmuştur:
Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk
üzeresin! (Kâlem/4)
Âişe validemiz de şöyle der:
Hz. Peygamber'in ahlâkı Kur'an'dı!1
Bir kişi Hz. Peygamber'e güzel ahlâkı
sorduğunda, Hz. Peygamber ona cevap olarak şu ayeti okumuştur:
Sen bağışlama yolunu tut! İyiliği emret
ve cahillerden yüzçevir!
(A'raf/199)
Sonra da şöyle buyurmuştur:
Güzel ahlâk, seninle akrabalık bağlarını
kesen akrabana sıla-i rahim yapmak, seni mahrum edene vermek ve sana zulmedeni
affetmektir.
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
'Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim'.2
Kıyamet gününde herhangi bir kulun
terazisine konan en ağır şey, takvası ve güzel ahlâktır.3
Bir zat gelerek Hz. Peygamber'e şöyle
sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' Hz. Peygamber (s.a) 'Din güzel
ahlâktır' diye cevap verdi. Aynı adam, Hz. Peygamber'in sağ tarafına geçerek
'Ey Allah'ın Rasûlü! Din nedir?' diye sordu. Hz. Peygamber 'Din güzel ahlâktır'
dedi. Sonra aynı adam, Hz. Peygamber'in arkasına geçti ve 'Ey Allah'ın Rasûlü!
Din nedir?' diye sordu. Hz. Peygamber 'Sen anlamaz mısın, din öfkelenmemendir'
dedi.4
Bir ara Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın
Rasûlü! Şûm nedir?' diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Ahlâkın
kötüsüdür'.5
Bir kişi, Hz. Peygamber'e gelerek şöyle
dedi:
-Bana nasihat et!
-Nerede olursan ol, Allah'tan kork!
-Dahasını söyle ey Allah'ın Rasûlü!
-Günahının arkasından sevap işle ki o
günahı silsin!
-Dahasını söyle ey Allah'ın Rasûlü!
-İnsanlarla iyi geçin.6
Hz. Peygamber 'Amellerin hangisi daha
üstün ve faziletlidir?' diye sordu, sonra cevap olarak da 'Güzel ahlâk!' dedi
Başka bir hadîs-i şerîfinde şöyle
buyurur:
Kitabu Riyazet 'in-Nefs ve
Tehzib'il-Ahlâk 141
Allah Teâlâ bir kulunun yaratılış ve
ahlâkını o kulunu ateşe atmak için güzelleştirmemiştir. (Kulunun sûretini ve
ahlâkını güzelleştirdiği takdirde onu ateşe yem yapmaz).7
Fudayl der ki: Hz. Peygamber'e (s.a)
şöyle denildi: 'Filan kadın gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder. Fakat buna
rağmen kötü ahlâklıdır, diliyle komşularına eziyet verir'. Hz. Peygamber şöyle
dedi:
O kadında hayır yoktur! O ateş
ehlindendir.8: Ebu Derdâ der ki: Hz. Peygamber'den dinledim, şöyle buyurdu
Kıyamette insanoğlunun terazisine ilk
konan şey, güzel ahlâk ve cömertliktir.9
Allah Teâlâ imanı yarattığı zaman, iman
şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Beni kuvvetlendir'. Bu duasına binaen Allah Teâlâ
onu güzel ahlâk ve cömertlikle takviye etti. Küfrü yarattığı zaman küfür de
şöyle dedi: 'Yarab! Beni kuvvetlendir'. Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisini
cimrilik ve kötü ahlâkla takviye etti.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki Allah Teâlâ bu dini kendi
zatı için seçti. Sizin dininize ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Dikkat
edin! Dininizi güzel ahlâk ve cömertlikle süsleyin.10
Güzel ahlâk, Allah Teâlâ'nın en büyük
mahlûkudur. 11 Hz. Peygamber'e şöyle soruldu:
-Ey Allah'ın Rasülü! Mü'minlerin hangisi
iman yönünden
daha faziletlidir?
-Ahlâkça en iyisi hangisi ise...12
Muhakkak ki, sizler halkı mallarınızla
zengin kılamazsınız ve memnun edemezsiniz. Bu bakımdan onlara güler yüz ve
güzel ahlâkla yardım ediniz.13
Kötü ahlâk, sirkenin balı bozduğu gibi,
sâlih amelleri bozar.14
Cerir b. Abdullah Hz. Peygamber'in (s.a)
şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Muhakkak sen öyle bir kişisin ki, Allah
senin sûretini güzel yapmıştır. Bu bakımdan sen de ahlâkını güzelleştir.15
Berra b. Azib şöyle anlatır: 'Hz.
Peygamber (s.a) yüz bakımından insanların en güzeli olduğu gibi, ahlâk
bakımından da onların en güzeliydi'.10
Ebu Mes'ud Bedrî Hz. Peygamber'in
duasında şöyle dediğini nakleder:
Ey Allahım! Sûretimi güzelleştirdin. Bu
bakımdan ahlâkımı da güzelleştir.17
Abdullah b. Amr Hz. Peygamber'in şu
duayı çokça okuduğunu rivayet eder:
Ey Allahım! Senden sıhhat, afiyet ve
güzel ahlâk dilerim.18 Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber'den şu hadîsi rivayet
eder:
Mü'min bir kimsenin şerefi dinidir. Soyu
sopu güzel ahlâkıdır. Mürüvveti ise aklıdır.19
Usâme b. Şerik şöyle anlatır: Bedeviler
Hz. Peygamber'e şöyle sordular: 'Bir kula verilen en hayırlı şey nedir?' Hz.
Peygamber (s.a) 'Güzel ahlâk' buyurdu.20
Muhakkak ki benim nezdimde en sevimliniz
ve kıyamet gününde meclis bakımından bana en yakınınız ahlâkça en güzel olanlarınızdır.21
İbn Abbas Hz. Peygamber'in şöyle
buyurduğunu rivayet eder:
Üç haslet vardır, onların üçü veya
onlardan biri bir insanda yoksa, o insanın hiçbir ameline güvenmeyiniz: Kişiyi
Allah'ın günahlarından meneden takva veya bir hilm ki, o hilm saldırgan bir
kimseyi durdurur veya bir ahlâk ki kişi onunla insanlar arasında yaşayabilir.22
Hz. Peygamber'in namazın başlangıcındaki
dualarından birisi şudur:
Ey Allahım! Beni ahlâkların en güzeline
hidayet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidayet edersin. Benden
huyların rezillerini uzaklaştır. Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak
yoktur.23
Enes (r.a) der ki: Biz birgün Hz.
Peygamber ile beraberdik Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Muhakkak ki güzel ahlâk, güneşin buzu
eritmesi gibi, ha-tayı (günahı) eritir.24
Güzel ahlâk, kişinin saadetindendir.25
Meymenet güzel ahlâktır.26 Hz. Peygamber
(s.a) Ebu Zer el-Gıfârî'ye şöyle demiştir:
Ey Ebu Zer! Tedbir gibi akıl, güzel
ahlâk gibi soy ve sop yoktur!27
Enes'ten şöyle rivayet ediliyor: Ümmü
Habîbe (r.a) Hz. Peygamber'e şöyle sordu:
-Kadının dünyada iki kocası olmuşsa,
kadın da onlar da ölüp, üçü de cennete giderse, acaba bu kadın cennette hangi
kocasına verilecektir?
-Dünyada iken kadının nezdinde
hangisinin ahlâkı daha güzelse ona verilir. Ey Ümmü Habibe! Güzel ahlâk hem
dünyanın ve hem de âhiretin hayrını gerektirir.28
Başarılı olan bir müslüman, güzel
ahlâkının ve mertebesinin şerefi sayesinde muhakkak ki gündüz oruçlu, gece
ibâdet eden bir kimsenin derecesini elde eder,29
Başka bir rivayette 'Sıcak günlerde
susuz kalanın derecesini elde eder' buyurulmuştur.
Abdurrahman b. Semüre der ki: Biz Hz.
Peygamber'in (s.a) yanında iken kendileri şöyle buyurdu:
Ben dün akşam acaip birşey gördüm.
Ümmetimden biri diz çökerek oturmuştu. Onunla Allah arasında perde vardı. Bu
esnada güzel ahlâkı geldi (perdeyi kaldırıp) onu Allah'ın huzuruna soktu!30
Enes (r.a) Hz. Peygamber'in şöyle
dediğini rivayet eder:
Muhakkak ki kul, güzel ahlâkının
sayesinde âhirette en büyük dereceye ulaşır, konakların en güzeline girer. Oysa
ibâdette kendisi zayıftır.31
Rivayet ediliyor ki Hz.Ömer (r.a) Hz.
Peygamber'in huzuruna girmek için izin istedi. O esnada Hz. Peygamber'in
yanında, Hz. Peygamber ile konuşan ve çokça soru soran ve seslerini Hz.
Peygamber'in sesinden daha fazla yükselten bir grup Kureyş kadını bulunuyordu.
Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in huzuruna girmek için izin istediği zaman, kadınlar
aceleyle perde arkasına gittiler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in huzuruna
girdiğinde Hz. Peygamber'in güldüğünü gördü ve 'Annem-babam sana feda olsun ya
Rasûlullah! Niçin gülüyorsun?' diye sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
-Benim yanımda oturan şu kadınların
haline hayret ediyorum. Senin sesini işitir işitmez acelece perde arkasına
gittiler.32
Hz. Ömer 'Herkesten daha fazla senden
korkmaları gerekiyordu' dedikten sonra yüzünü kadınlara çevirdi ve şöyle
haykırdı:
-Ey nefislerinin düşmanları! Siz
Peygamber'den korkmuyorsunuz da benden mi korkuyorsunuz?
-Evet, sen Hz. Peygamber'den daha katı
ve az merhametlisin!
Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e
şunları söyledi:
-Ey Hattab'ın oğlu! Dahası var! Nefsimi
kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, bir yolda yürüdüğünde
şeytan sana rastlarsa muhakkak yolunu
değiştirir.33
Kötü ahlâk, affedilmez bir günahtır. Kötü
zan ise, şerleri doğuran bir hatadır.34
Muhakkak ki kul, kötü ahlâkından ötürü
cehennemin en alt kısmına varır (düşer).35
Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
Lokman Hakîm'in oğlu babasına şöyle
sorar:
-Babacığım! İnsanın hangi hasleti daha
hayırlıdır?
-Din!
-Hayırlı olan hasleti iki ise, hangileri
olur?
-Din ile mal...
-Üç olursa?
-Din, mal, hayâ...
-Dört olursa?
-Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır...
-Beş olursa?
-Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve
cömertliktir.
-Altı olursa?
-Ey oğlum! İnsanoğlunda, saydığım bu beş
haslet birden bulunduğu zaman, o tertemiz ve muttakîdir. Allah'ın velisidir.
Şeytandan uzaktır.
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Ahlâkı kötü
olan, nefsini azaba verir'.
Enes b. Mâlik şöyle demiştir: 'Muhakkak
kul güzel ahlâk sayesinde, âbid olmadığı halde cennetin en yüce derecesine
varır. Kötü ahlâkı yüzünden de -âbid olduğu halde- cehennemin en aşağısına
düşer!'
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Ahlâk'ın
güzelliğinde rızıkların hazineleri vardır. Kötü ahlâklının misâli, kırılmış
testi gibidir. Ne düzeltilebilir ve ne de gerisin geriye dönüp çamur olabilir!'
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Güzel
ahlâklı fâcir bir kimsenin benimle arkadaşlık yapması, bence kötü ahlâklı bir
âbidin ar-kadaşlığından daha sevimlidir'.
İbn Mübarek, bir seferinde kötü ahlâklı
bir kişi ile arkadaşlık yaptı. Onun eziyetlerine göğüs gererek onunla iyi
geçindi, ondan ayrıldığı zaman ağladı. Kendisine 'Neden ağlıyorsun?' denince,
'Ona olan şefkatimden ağlıyorum. Ben ondan ayrıldığım halde onun kötü ahlâkı
ondan ayrılmamaktadır' dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: 'Dört
şey vardır ki, kulu derecelerin en yücesine vardırır, kulun ameli ve ilmi az
olsa da... Onlar hilm, tevâzu, cömertlik ve güzel ahlâktır. Güzel ahlâk ise,
imanın kemâlidir'.
Kettânî der ki: 'Tasavvuf ahlâk
demektir. Bu bakımdan ahlâ-ken senden ileride bulunan bir kimse, Tasavvuf'ta da
senden ileri-dir'.
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir:
İnsanlarla olan ilişkilerinizde güzel ahlâka sarılın. Fakat amellerinizle
onlara muhalefet edin'.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Kötü
ahlâk öyle bir kötülüktür ki onunla beraber çokça yapılan haseneler fayda
vermez. Güzel ahlâk öyle bir hasenedir ki onunla beraber çokça yapılan günahlar
zarar vermezler'.
İbn Abbas'a 'Kerem ne demektir?' diye
sorulduğunda, şöyle demiştir: "Kerem o şeydir ki, Allah Teâlâ onu Kitab-ı
Kerîm'inde beyan ederek şöyle buyurmuştur: 'Muhakkak sizin Allah nezdinde en
kerîminiz ve şerefliniz takvaca en önde olanınızdır'. (Hucurât/13)"
Denildi ki: 'Haseb (soy, sop) ne
demektir?' Şöyle dedi: 'Ahlâken sizin en güzeliniz, soy-sop yönünden en
üstününüzdür'.
İbn Abbas şöyle demiştir: 'Her binanın
bir temeli vardır. İslâm'ın temeli de güzel ahlâktır'.
Atâ (r.a) şöyle der: 'Yücelen bir kimse,
ancak güzel ahlâkla yü-celmiştir. Hiç bir kimse -Hz. Peygamber müstesna- güzel
ahlâkın kemâline tam mânâsıyla varmamıştır'. (Çünkü Allah Teâlâ: 'Muhakkak sen
büyük bir ahlâk üzeresin' (Kalem/4) buyurmuştur).
Bu bakımdan Allah nezdinde insanların en
sevimlisi, güzel ahlâk ile Hz. Peygamber'in yolunu ve izini takip edenlerdir.
1)İbn Merduveyh
2)Hâkim, İmam Ahmed, Beyhakî
3)Ebû Dâvud, Tirmizî
4)Muhammed b. Nesr
5)İmam Ahmed
6)Tirmizî
7)Sohbet Âdâbı bölümünde geçmişti.
8)İmam Ahmed, Hâkim
9)Ebu Dâvud, Tirmizî, (bir benzerini)
10)Dârekutnî ve Harâitî
11)Taberânî
12)Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, Hâkim
13)Bezzar, Ebu Yâ'lâ, Taberânî
14)İbn Hibban, Beyhakî
15)Harâitî
16)Harâitî
17)Harâitî
18)Harâitî
18) İbn Hibban, Hâkim, Beyhakî 20) İbn
Mâce
25)Harâitî
26)Harâitî
27)İbn Mâce, İbn Hibban
28)Bezzar, Taberânî, Harâitî
29)İmam Ahmed
30)Harâitî
31)Taberânî, Harâitî
32)Müslim, Buhârî
33)Müslim, Buhârî
34)Taberânî
35) Harâitî
H) Kalplerin Hastalıklarının Tedavisinde Şehvetlerin
Terkinin Çıkar Yol Olduğuna Dair Şer'î Deliller
Kalplerin Hastalıklarının Tedavisinde
Şehvetlerin Terkinin Çıkar Yol Olduğuna Dair Şer'î Deliller ve Basiret
Erbabının Naklî Delilleri ile Kalplerin Hastalığının Şehvetlere Tâbi Olmak
Olduğu
İbret gözüyle bizim söylediklerimizi
düşündüğün takdirde basiretin açılacaktır. Sana kalplerin, hastalıkları ve
ilaçları, ilim ve yakîn nûru ile görünecektir. Eğer bundan âciz
isen, hiç olmazsa taklid edilmeye lâyık
olan bir kimseye inanma ve tasdik etme fırsatını kaçırmamalısın. Çünkü ilmin
derecesi olduğu gibi imanın da derecesi vardır. İlim imandan sonra gelir.
Size 'Kalkın!' denilince kalkın ki Allah
sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah
bütün yaptıklarınızdan haberdardır.(Mücâdele/11)
Bu bakımdan şehvetlere muhalefet etmenin
Allah'a giden yegâne yol olduğunu tasdik eden, fakat sebebine ve sırrına
muttali olmayan bir kimse, iman edenlerdendir. Ne zaman şehvetin daha önce
zikrettiğimiz yardımcılarına muttali olursa, o vakit ilim sahiplerinden
sayılır. Allah Teâlâ bu iki gruba da en iyiyi va'detmiştir. Buna iman etmeyi
gerektiren ayetler, hadîsler ve âlimlerin sözleri ise sayılamayacak kadar
çoktur!
Ayetler
Kim de rabbinin makamından korkmuş ve
nefsini kötü he-veslerden alıkoymuşsa, onun barınağı da
cennettir.(Nâziât/40-41)
Bunlar o kimselerdir ki Allah kalplerini
takvâ için imtihan etmiştir.(Hucurât/3)
Ayetin 'o kalplerden şehvetlerin
sevgisini çıkarmıştır' anlamına geldiği söylenmiştir.
Hadîsler
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Mü'min bir kimse beş şey arasında
kıvranmaktadır: 1. Kendisini kıskanan bir mü'min, 2. Kendisine buğzeden bir
münâfık, 3. Kendisiyle dövüşen bir kâfir, 4. Kendisini dalâlete götüren bir
şeytan, 5. Kendisiyle çekişen bir nefis!43
İşte görüldüğü gibi Rasûlullah, nefsi,
sahibiyle çekişen bir düşman olarak belirtmiştir. Bu bakımdan kişiye nefisle
mücadele etmek farzdır.
Rivayet ediliyor ki, Allah Teâlâ Hz.
Dâvud'a vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! Arkadaşlarını şehvetlerden
sakındır; zira dünya şehvetleriyle ilgili bulunan kalpler benden perdelidir'.
Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Görmediği
bir va'd için hazır şehvetini terkedene cennet vardır!'
Peygamberimiz (s.a) cihaddan gelen bir
kavme şöyle buyurmuştur:
'Sizlere merhaba! Siz küçük cihaddan
büyük cihada döndü-nüz!' Denildi ki: 'Büyük cihad da neymiş?' Şöyle buyurdu:
'Nefisle cihad etmektir'.44
Mücâhid odur ki, Allah'a ibadetinde
nefsiyle mücâhede eder.45
Eziyetini nefsinden uzaklaştır. Allah'a
karşı olan günahta nefsinin hevâsıyla anlaşma! Aksi takdirde nefis, kıyamet
gününde senin hakkında davacı olur. Bu takdirde senin bir kısmın diğer bir
kısmına lânet okur. Eğer Allah seni affedip günahını örterse, o zaman başka!46
Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
Süfyan es-Sevrî şöyle der: 'Nefsimden
daha katı birşey ile boğuşmadım. Bazen bana taraftar gözüküyor, bazen de
aleyhime dönüyor!'
Ebu Abbas el-Mevsilî nefsine derdi ki:
'Ey nefis! Dünyada padişahların çocuklarıyla beraber nimetlenmiyorsun. Allah'ın
kullarıyla beraber âhiret için de çalışmıyorsun. Sanki cennet ile cehennem
arasında hapsedilmişsin. Ey nefis! Utanmaz mısın?'
Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Serkeş
hayvan senin nefsinden daha fazla kuvvetli bir geme muhtaç değildir!'
Yahya b. Râzî şöyle demiştir: 'Nefsinle,
riyazet kılıçlarıyla cihad et! Riyazet de dört şekilde yapılır: Az yemek, az
uyumak, az konuşmak ve insanların eziyetine tahammül göstermekle... Az yemek
şehvetleri öldürür, az uyku iradenin durulmasını sağlar, az konuşma belâlardan
kurtarır, eziyete göğüs germek ise, insanı hedefine götürür. Kul için, cefa
anında hilim göstermekten, eziyet sırasında sabır göstermekten daha zahmetli
bir durum sözkonusu değildir. Nefiste şehvetlerin ve günahların iradesi
harekete geçtiği, fazla konuşma isteği kabardığı zaman, ona karşı az yemenin
kılıçlarını, teheccüd ve az uykunun kınından çekip, sükût ve az konuşmanın
erleriyle darbeler indirdiğin, zulüm ve intikamdan kesilinceye, diğer insanlar
arasında emin olup, şehvetlerinin karanlığından berraklaşıp, âfetlerin
tehlikelerinden kurtuluncaya kadar bu darbelere devam ettiğin takdirde nefis
nâzik, nûranî, hafif ve rûhanî olur, hayırlar meydanında cevelân eder, taat ve
ibâdet yollarında yürür, tıpkı meydanda koşan safkan at gibi, tıpkı bahçede
gezintiye çıkan padişah gibi...'
Yine şöyle demiştir: İnsanın düşmanları
üç sınıftır:
1. Dünyası
2. Şeytan
3. Nefsi
Dünyadan ancak zühd vasıtasıyla korunur
ve sakınır. Şeytandan muhalefet etmek suretiyle, nefisten de şehvetleri
terketmek suretiyle korunabilir'.
Hukemâdan biri şöyle demiştir: 'Bir
kimsenin nefsi kendisine galebe çalar, onu istila ederse, o şehvetlerin
kuyusunda esir olur, hevâsında hapsedilir. Elleri bağlı, şehvetlerin elinde
zelil olur. Şehvetler onu istediği istikamete çeker. Onun kalbini faydalardan
meneder'.
Câfer b. Humeyd şöyle demiştir:
'Âlimler, ve hekimler ittifak etmişler ki nimete ancak nimeti terketmek
suretiyle varılabilir'.
Ebu Yahya el-Varrak şöyle demiştir:
'Azalarını şehvetlerle razı eden bir kimse, kesinlikle kalbine pişmanlıklar
ağacını dikmiştir'.
Vuheyb b. Verd şöyle demiştir: 'Yavan
ekmekten başka şeyler şehvettir'. Yine şöyle demiştir: 'Kim dünya şehvetlerini
seviyorsa zillet için hazırlansın'.
Rivayet ediliyor ki, Mısır Azîzi'nin
hanımı -Hz. Yusuf (a.s) yer-yüzünün hazinelerine sahip olduktan sonra- bir
merasim gününde, yolunun kenarında oturarak, memleketin oniki bin ileri
geleninin arasında binici olarak merasime iştirak eden Hz. Yusuf'a şöyle
haykırdı: 'Padişahları günahtan ötürü köle yapan, köleleri de ibâdet ve
taatlerinden ötürü padişah yapan Allah'ın şanı yücedir! Muhakkak ki hırs ve
şehvet padişahları köle yapmıştır. Müfsidlerin cezası budur. Muhakkak ki sabır ve
takvâ, köleyi padişah yapmıştır!' Buna karşılık olarak -Allah Teâlâ'nın haber
verdiği gibi- Hz. Yusuf şöyle dedi:
Doğrusu kim (Allah'tan) korkar ve
sabrederse, muhakkak ki Allah, muhsinlerin mükâfatını zayi etmez.(Yusuf/90)
Cüneyd-i Bağdâdî der ki: "Bir gece
uyanıp virdlerimi yapmaya kalktım. Fakat daha önceki virdlerimden hissettiğim
zevki bir türlü bulamadım. Uyumak istedim olmadı, oturdum. Bir türlü rahat
edemedim. Sonra dışarı çıktım. Baktım ki bir kişi abasına bü-rünmüş, yolun
kenarında uzanmakta... Beni farkettiği zaman şöyle dedi:
-Ey Ebu Kasım! Şu saatte mi bana
gelecektin?
-Efendim! Daha önce bir randevumuz
yoktu.
-Evet! Doğru söylüyorsun. Fakat ben
Allah Teâlâ'dan diledim
ki benim için senin kalbini harekete
getirsin.
-Senin duan kabul olundu. Söyle bakalım
ihtiyacın nedir?
-Ne zaman nefsin hastalığı, nefis için
ilaç olur?
-Nefis, hevâ ve isteğine muhalefet
ettiği zaman...
Bu sefer kendi nefsine dönüp şöyle dedi:
'Ey nefsim! Dinle! Ben bu cevabı sana yedi defa verdiğim halde benden dinlemek
isteme-din. İlle Cüneyd-i Bağdâdî'den dinleyeceğim dedin. İşte dinledin'. Sonra
savuşup gitti ve kim olduğunu da bilemedim".
Yezîd Rakkaşî der ki: 'Dünyada iken
soğuk suyu benden uzaklaştırın, bu takdirde umarım ki ahirette ondan mahrum
olmam'.
Adamın biri, âdil halife Ömer b.
Abdulaziz'e 'Ben ne zaman konuşayım?' dedi. Ömer şöyle dedi: 'Nefsin konuşmayı
istediği zaman sus! Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: "Cennete müştak olan bir
kimse mutlaka dünyada şehvetlerinden fedakârlık etmelidir".
Mâlik b. Dinar pazarda gezerken nefsinin
çektiği birşey gördüğü zaman, ona şöyle hitap ediyordu: 'Sabret! Allah'a yemin
ederim, bu şeyi nezdimde şerefli olduğun için sana yedirmiyorum'.
Âlim ve hakîmler ittifak ettiler ki
ahiret saadetinin yolu, nefsi hevâsından alıkoymak ve şehvetlere muhalefet
etmektedir. Bu bakımdan buna böylece inanmak farzdır.
Şehvetlerden terkedilen ve terkedilmeyen
kısımların ayrıntılarının bilgisine gelince, bu ancak bizim daha önceden
söylediklerimizi kavramak suretiyle elde edilir. Riyâzetin sırrı; kabirde
olmayan bir şeyle nefsin ferahlaması, zaruret miktarıyla yetinmesidir. Bu
bakımdan kişi yemek, evlenmek, elbise, mesken ve muhtaç olduğu herşeyde ihtiyaç
miktarı ve zaruretin gerektirdiği oranla yetinmelidir. Çünkü kişi, bunların
birinden zevk alırsa, ona alışır. Öldüğü zaman ondan dolayı dünyaya yeniden
gelmeyi temenni eder. Oysa dünyaya yeniden gelmeyi, ancak ahiretten hiçbir
şekilde nasibi olmayan bir kimse temenni eder. Bundan kurtuluş ancak kalbin
Allah'ın marifeti, sevgisi, Allah hakkında düşünmesi ve Allah'a iltica ile
meşgul olmasıyla mümkündür. Buna güç yetirmek de ancak Allah'ın inayetiyle
olur. Dünyadan zikre mâni olan şeyleri uzaklaştırmak ile yetinmelidir. Bunun
hakikatine kuvvet ve kudreti olmayan bir kimse, hiç olmazsa bu duruma gelmek için
gayret gösterip yaklaşmalıdır. İnsanlar bu hu-susta dört gruba ayrılır:
1.Kalbi Allah'ın zikriyle müstağrak
olmuş bir kişi. Yaşamın zarurî kısımları hariç, dünyaya hiç de iltifat etmez.
Bu kişi sıddîklardandır. Bu mertebeye ancak uzun riyazetle ve uzun bir zaman
şehvetlere sabretmekle varılabilir.
2.Dünyanın kalbini istilâ ettiği bir
kişi. Öyle istilâ etmiş ki artık onun kalbinde Allah'ın zikrine yer
kalmamıştır. Allah'ı, sadece nefsin hatırlaması kabilinden anar. Yâni kalbiyle
değil, diliyle zikreder. Böyle bir kimse helâk olanlardandır.
3.Hem din, hem de dünya ile meşgul olan
bir kişi. Fakat din kalbine galiptir. Bu kişi, muhakkak ateşe girer. Ancak
ateşten çabuk kurtulur. Kurtuluşu, zikrin kalbine galip geldiği nisbette
gerçekleşir.
4.Din ve dünya ile birlikte meşgul olan
bir kişi. Fakat dünya onun kalbine daha galiptir. Bu kişinin ateşte kalması
oldukça uzundur. Fakat sonunda ateşten çıkar. Çünkü onun kalbinde Allah'ın
zikrinden bir kuvvet vardır. O kuvvet, zikri onun kalbinin
özüne yerleştirmiştir. Her ne kadar
dünya zikri, bu kalpte daha galip ise de...
Ey Allahım, rezil olmaktan sana
sığınıyorum. Çünkü sığınak ancak sensin!
Bazen kişi diyebilir ki 'Mübah şeylerden
faydalanmak mübahtır. Durum böyleyken mübah şeylerden faydalanmak nasıl olur da
Allah'tan uzaklaştırmaya sebep olur?'
Bu hayâl, zayıf bir hayâldir. Hatta
dünya sevgisi her hatanın başıdır. Her hasenenin (sevabın) yanmasına sebeptir.
İhtiyaç miktarından fazla olan mübah da dünyadandır ve bu, insanın Allah'tan
uzaklaşmasına vesile olur. Bu husus Zemm'id-Dünya adlı bölümde sözkonusu
edilecektir.
İbrahim Havvas der ki: "Bir ara
Lukam dağında (Şam'ın en yüksek dağıdır. Âbid ve sâlihlerin sığınağı idi)
bulunuyordum. Orada bir nar gördüm, canım çekti, ondan bir tane alıp
parçaladım, ekşi olduğunu görünce bıraktım. Yere serilmiş bir kişi gördüm. Onun
üzerinde eşek arıları toplanmışlardı. Ona 'Sana selâm olsun' dedim. O da 'Ey
İbrahim! Sana da selâm olsun' diye karşılık verdi! Ona dedim ki: 'Sen benim
İbrahim olduğumu nerden bildin?' Cevap olarak dedi ki: 'Allah'ı tanıyan bir
kimseye hiçbir şey gizli kalmaz'. Ona dedim ki: 'Senin Allah ile hâlinin ve
durumunun ne olduğunu görüyorum. Öyleyse neden Allah Teâlâ'nın seni şu eşek
arılarından korumasını istemiyorsun?' Cevap olarak bana dedi ki: 'Ben de senin
Allah ile hâlinin ne olduğunu görüyorum. Sen neden nara olan tutkundan seni
korumasını kendisinden dilemedin? Çünkü nar yemenin elemini insan ahirette
duyacaktır. Eşek arılarının ısırmasının elemini insan bu dünyada duyar'. Bu
sözlerden sonra onu bırakıp gittim".
Sırrî es-Sakatî dedi ki: -Kırk seneden
beri nefsim bir lokma ekmeği pekmeze daldırıp yemeyi arzu ediyor. Fakat bunu
ona yedirmedim'.
Ahiret yoluna sülûk için kalbin ıslahı,
ancak mübah şeylerden tıkabasa yemekten sakınmaya bağlıdır. Çünkü nefis,
mübahların bir kısmından menedilmediği zaman, bu sefer mahzurlu ve haram
şeylere yönelir. Bu bakımdan dilini gıybetten, fuzulî konuşmaktan korumak
isteyen bir kimsenin Allah'ın zikrinden ve dinin önemli işlerinden başka
konuşmamak için dilini zorlaması gerekir ki konuşma arzusu ölsün ve ancak hak
ile konuşabilsin. Bu bakımdan böyle bir kimsenin sükût etmesi de konuşması da
ibâdettir. Ne zaman ki göz, her güzel şeye bakmayı âdet edinirse helâl
olmayanlara bakmaktan da korunamaz. Diğer şehvetler de böyledir. Çünkü
insanoğlu helâli ne ile istiyorsa aynı şeyle haramı da ister. Bu bakımdan
şehvet birdir. Oysa kula, şehveti haramdan menetmek farzdır. O halde kul
şehvetlerin ancak zarurî kısmıyla yetinmeye nefsini alıştırmazsa, şehvetler ona
galebe çalar. İşte bunlar mübahların âfetlerindendir. Bunun arkasında bundan
daha büyük âfetler vardır. Şöyle ki, nefis dünyadan faydalanmakla sevinir,
dünyaya meyleder. Çılgınca dünyaya dadanır. Dünya ile sarhoş olur ki
sarhoşluğundan gözünü açamayan bir sarhoş gibi dünya ile ağzına kadar dolar.
İşte dünya ile bu şekilde sevinmek, öldürücü bir zehirdir. Damarlara sirayet
eder. İnsanın kalbinden korku ve üzüntüyü, ölümü hatırlamayı ve kıyametin
dehşetlerini çıkarır. İşte kalbin ölümü bu demektir.
Öldükten sonra huzurumuzda hesap
vereceklerini ummayıp da dünya hayatına razı ve onunla emniyet içinde olanlar
ve ayetlerimizden gafil bulunanlar...(Yunus/7)
(Mekkeliler) dünya hayatı ile
sevindiler. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı ancak bir yol azığıdır.(Ra'd/26)
Biliniz ki, dünya hayatı bir oyun,
eğlence, süs, aranızda bir övünme, mal ve evlât yarışıdır. (Bu) tıpkı bir
yağmura benzer ki, onun bitirdiği nebat, çiftçilerin hoşuna gider, sonra kurur,
onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. İşte hayatı bu şekilde olan kimse için
ahirette şiddetli bir azap, mü'minler için ise Allah'tan bir mağfiret ve bir
rıza vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir.
(Hadîd/20)
Bütün bunlar dünyayı zemmetmektedir. Bu
bakımdan biz Allah Teâlâ'dan, dünyadan uzak kalmayı isteriz. Kalp erbabının
kuvvetlileri, dünyanın nimetleriyle kalplerini denemişler, kalple-rinin
katılaştığını görmüşlerdir. Allah'ın zikrinden ve son günden etkilenmekten
uzaklaştığını müşahede etmişlerdir. Bir de kalplerini üzüntü hâlinde denemişler,
bu sefer kalplerini yumuşak, ince, berrak, zikirden etkilenecek kabiliyette
görmüşler ve kurtuluşun üzüntüde, ferah ve sevginin sebeplerinden uzaklaşmakta
olduğunu anlamışlardır. Bu bakımdan kalplerini dünya zevkle-rinden menetmişler.
Kalplerini şehvetlerin helâl ve haramına sabretmeye alıştırmışlardır.
Yine bilmişler ki, şehvetin helâli
hesaptır. Haramı ise ikab ve azaptır. Şüpheli kısımları ise itabdır. İtab ise,
azabın bir türüdür.
Bu bakımdan kıyamet arasatında hesaba
çekilen bir kimse muhakkak azaba uğrar. Bütün bunları bildikleri için
nefislerini azaptan kurtardılar. Şehvetlerin esaretinden kurtulmak, Allah'ın
zikrine alışıp ibâdetle meşgul olmak suretiyle hürriyete, dünya ve ahirette
daimî mülke vardılar. Doğan kuşuna ne yapılıyorsa onlar nefislerine onu tatbik
ettiler. Doğan kuşunun eğitilip, yırtıcılık ve vahşilikten kurtulması, sahibine
itaat etmesi istendiği zaman, önce karanlık bir evde hapsedilir. Uçmaktan ümidi
kesilinceye kadar gözleri bağlanır. Daha önce başı boş uçma alışkanlığını unutuncaya
kadar bu durum devam eder. Sonra sahibine alışıncaya kadar yavaş yavaş et
yedirilir... Öyle bir alışkanlık kazanır ki sahibi kendisini çağırdığı zaman
derhal gelir. Ne zaman sahibinin sesini işitirse derhal dönüş yapar. İşte nefis
de halvet ve uzlete çekilip alışkanlıklarından kurtulmadan Allah'a
yakınlaşamaz. Halvette iken Allah'ı medh u senâ edip zikretmeye alıştırılır ki
Allah'ın zikrine meyletme alışkanlığı, dünya ve diğer şehvetlerle olan
alışkanlıklarının yerini alsın. Bu durum, başlangıçta müride gayet ağır gelir.
Sonuçta ise, mürid tıpkı süt emen çocuk gibi zevk almaya başlar. Süte karşı
şiddetle zaafı olduğu halde memeden kesilir. Oysa memeden kesildiği zaman, bir
saat sabredemez, dehşetli bir şekilde ağlayıp üzülür. Süt yerine kendisine takdim
edilen yemekten şiddetle kaçınır. Fakat sütten menedildiği zaman süte karşı
sabretmekten dolayı yorgunluğu çoğalıp açlık kendisine galebe çaldığı zaman,
zoraki bir şekilde yemeye başlar. Sonra yemek kendisine tabiîleşir. Eğer yemeye
alıştıktan sonra meme verilirse kabul etmez, memeyi terkeder... Sütten
tiksinir, yemeğe iyice alışır. Binek hayvanı da başlangıçta eğerden, gem ve
binilmekten ürker. Zorla buna alıştırılır. Önce zincir ve kayışlar vasıtasıyla
kabul etmekten kaçındığı eğere daha sonra alışır. Öyle ki eğer yerine konduğu
zaman artık o hayvancağız, bağlamaksızın eğerin altında durur. Nefis de tıpkı
bu şekilde kuşun ve binek hayvanının terbiye edildiği gibi terbiye edilir.
Nefsin terbiye edilmesi, dünya nimetine bakmaktan, onlara alışıp sevinmekten menedilmesidir.
Hatta ölümle elinden gidecek şeylerle sevinmekten menedilmesidir. Zira nefse
denilmiştir ki, 'İstediğini sev, muhakkak ondan ayrılacaksın'. Bu bakımdan
nefis birşeyi sevdiğinde, muhakkak o sevdiğinden ayrılacağını bildiği zaman,
artık onun ayrılmasından dolayı üzülmez. Kalbini kendisinden ebediyyen
ayrılmayacak şey ile meşgul eder. O da Allah'ın zikridir. Çünkü Allah'ın zikri
kabirde de insana arkadaşlık yapar, ondan ayrılmaz.
Bütün bunlar önce birkaç gün sabretmekle
tamamlanır. Zira ömür, ahiret hayatının müddetine nisbeten azdır. Sefer, sanat
ve benzerlerini öğrenip bir sene veya uzun zaman faydalanmak için, bir ay
zahmet çekmeye razı olmayan akıllı bir kimse göremezsin. İnsan ömrünün tamamı,
âhiret hayatına nisbet edildiği zaman bir ayın, dünya ömrüne nisbeten
azlığından daha az görünür. Bu bakımdan sabretmek ve mücahedede bulunmak
lâzımdır. Gece yolculuk yapanlar sabah olduğu zaman, gece yolculuğundan memnun
olurlar. Uykusuzluğun sersemliği de onlardan geçmiş olur.
Nitekim Hz. Ali (r.a) bunu böyle
söylemiştir. Her insan için mücâhede ve riyazetin yolu durumlarının değişik
olması nedeniyle değişik olur. Esası ise, herkesin sevinmesine vesile olan
dünya sebeplerini terketmesidir. Bu bakımdan mal veya rütbe veya vaazının halk
tarafından kabul edilmesi veya hüküm vermek, idarecilikte aziz olmakla veya
ders okutmakla övünen bir kimseye, herşeyden önce övünmesine sebep olan şeyleri
terketmesi gerekir. Çünkü kişi, bu vazifelerin birinden menedildiği takdirde ve
kendisine 'her ne kadar sen bu işten menedildiysen de bundan ötürü ahiretteki
sevabın azalmaz' denildiği zaman, eğer bunu hoş görmez, bundan dolayı üzülürse,
şüphesiz ki böyle bir kimse dünya hayatıyla sevinmiş ve ona bel bağlamış
kimselerdendir. Böyle yapması ise, kendisini helâk eder. Sonra kişi, sevinç
sebeplerini terkettiği zaman halktan uzaklaşıp tek başına kalmalıdır. Kalbini
murakabe etmeli ki kalbi Allah'ın zikrinden başka birşeyle meşgul olmasın,
nefsinde beliren şehvet ve vesveseyi kontrol etmeli ki onun maddesini kökünden
sökebilsin! Çünkü her vesvesenin bir sebebi vardır. O vesvese, ancak o sebebin
ve ilginin kesilmesiyle kesilir. Kişi bu durumu hayatının sonuna kadar devam
ettirmelidir. Çünkü cihadın sonu ancak ölümle biter
43)Ebubekir b. Lâl
44)Beyhakî
45)Tirmizî
46)Irâkî rivayeti bu ibare ile
görmediğini kaydetmekte
I) Güzel Ahlâkın Alâmetleri
Her insan, nefsinin ayıplarının
câhilidir. Ne zaman büyük günahları terkedinceye kadar nefsiyle az bir
mücahedede bulunsa zanneder ki nefsini tertemiz yapmış, nefsi tertemiz olmuş,
ahlâkı güzelleşmiş ve artık mücahede etmekten müstağnidir! Mâdem ki durum
budur, o halde güzel ahlâkın alâmetini belirtmek gerekir. Çünkü güzel ahlâk,
imanın ta kendisi, kötü ahlâk ise münâfıklığın ta kendisidir. Allah Teâlâ
mü'min ve münafığın sıfatlarını Kur'an'da zikretmiştir. O sıfatların tamamı
güzel veya kötü ahlâkın meyveleridir. O halde biz onlardan bir kısmını, güzel
ahlâkın alâmeti bilinsin diye zikredelim.
Ayetler
Felaha ulaştı o mü'minler ki onlar,
namazlarında huşû içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar
zekâtlarını verirler ve onlar ırzlarını korurlar. Ancak eşleri, yahut
câriyeleri hariç (bunlarla ilişkilerinden dolayı da) onlar kınanmazlar kim de
bu helâlden başkasını ararsa, işte onlar haddi aşanlardır ve onlar emanetlerine
ve verdikleri söze riayet ederler. Onlar namazlarını gereği üzerine devamlı
kılarlar. İşte (Firdevs'e) vâris olacaklar onlardır.(Mü'minûn/1-10)
(...) Tevbe edenler, ibâdet edenler,
hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten
alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır; o mü'minleri
müjdeler(Tevbe/112)
Mü'minler o kimselerdir ki Allah
anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onlara Allah'ın ayetleri okunduğu zaman
imanlarını artırır ve rablerine tevekkül ederler. Namazlarını kılarlar,
kendilerine verdiğimiz rızıktan verirler. İşte gerçek mü'minler
onlardır.(Enfal/2-4)
Rahman'ın o kulları ki yeryüzünde tevâzu
ile yürürler. Cahiller kendilerine lâf attıkları zaman 'selâm' derler.
Gecelerini rablerine secde ederek O'nun divanında durarak geçirirler:
'Rabbimiz cehennemin azabını bizden
uzaklaştır, doğrusu onun azabı sürekli bir azaptır' derler. Orası ne kötü bir
karargâh ve ne kötü bir makamdır! Ve harcadıkları zaman ne israf ederler ne de
cimrilik ederler; harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur ve onlar Allah ile
beraber başka tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere
öldürmezler ve zina etmezler. Kam bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyamet günü
onun için azap kat kat yapılır ve o azabın içinde hor ve hakir olacak kalır.
Ancak tevbe edip inanan ve sâlih amel yapanlar, işte Allah onların
kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir. Kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o makbul bir kimse olarak
Allah'a döner. Onlar yalan ve boş laf (konuşanlar)a rastladıklarında vekar ile
geçip giderler ve kendilerine rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara
karşı sağır ve kör davranmazlar ve 'Rabbimiz! Bize gözler sevinci eşler ve
çocuklar lûtfet ve bizi korunanlara önder yap' derler. İşte onlar,
sabretmelerine karşılık saraylarda ödüllendirilecekler ve orada bir sağlık
dileği ve selâm ile karşılanacaklardır. Orada ebedî kalacaklardır. Ne güzel
karargâh ve ne güzel makamdır orası! De ki: 'Duanız (ibadetiniz) olmadıktan
sonra rabbim sizi ne yapsın? (size haber verdiklerimi) yalanladınız. Bu yüzden
cezalandırılmanız gerekecektir'.(Furkan/63-77)
Bu bakımdan durumu kendisine mübhem ve
müşkil olan bir kimse nefsini bu ayetlerin mihengine vursun. Bu sıfatların
varlığı güzel ahlâkın alâmetidir. Bütün bu sıfatların yokluğu ise, kötü ahlâkın
alâmetidir! Bir kısmının bulunması, bir kısmının bulunmaması ise, güzel ahlâkın
bir kısmının varlığına bir kısmının yokluğuna delâlet eder. Bu bakımdan kişi,
bu sıfatların olmayanlarını elde etmeye ve olanlarını da korumaya çalışmalıdır.
Hadîsler
Mü'min bir kimse, kendi nefsi için
sevdiğini kardeşi için de sever.47
Rasûlullah (s.a), mü'mini birçok
sıfatlarla nitelendirmiştir ve bütün o sıfatlarla güzel ahlâka işaret ederek
şöyle buyurmuştur:
Kim Allah'a ve son güne iman ediyorsa,
misafirine ikramda bulunsun.48
Kim Allah'a ve son güne inanıyorsa
komşusuna ikramda bulunsun.49
Kim Allah'a ve son güne iman etmişse
hayrı söylesin veya sussun.50
Hz. Peygamber, mü'minlerin sıfatlarının
güzel ahlâk olduğunu söyleyerek şöyle buyurmuştur:
Mü'minlerin iman yönünden en kâmilleri
ahlâk yönünden en güzel olanlarıdır.51
Mü'min bir kimseyi susmuş ve vakarlı
gördüğünüz zaman ona yaklaşınız. Çünkü öyle bir mü'min hikmeti telkin eder.52
İşlediği hayır kendisini sevindiriyor,
işlediği kötülük kendisini üzüyorsa, muhakkak o mü'mindir.53
Hiçbir müslümana, kardeşine eziyet
verici bir bakışla bakması helâl değildir.54
Hiçbir müslüman için başka bir müslümanı
korkutmak helâl değildir.55
Sohbet edip yanyana oturan iki kişi
ancak Allah'ın emanetiyle bir araya gelip otururlar. Öyle ise onların birisine
kardeşinin istemediği bir sırrını ifşa etmek helâl değildir.56
Âlimlerden biri güzel ahlâkın
alâmetlerini şöyle belirtmiştir: 'Güzel ahlâk, kişinin çok hayâlı, eziyet vermeyen,
sâlih, doğru sözlü, az konuşan, çok ibadet eden, az hata yapan kimse olmasıdır.
Fuzulî konuşması pek az, hayır ve sılayı rahim yapar, vakarlı, çok sabırlı, çok
şükredici, Allah'ın hükmüne râzı ve halîm olmasıdır. Şefkatli, iffetli, ince
hisli olmasıdır. Lânet edici, küfürbaz, kovucu, gıybet yapıcı, aceleci,
hasedci, cimri, gözüne ve diline sahip olma-yan değildir. Allah için sever,
Allah için buğzeder, Allah için razı olur, Allah için öfkelenir. İşte güzel
ahlâk budur. Hz. Peygamber'den (s.a) mü'minin ve münâfığın alâmeti sorulduğunda
şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki mü'min bir kimsenin himmeti
namaz kılmak, oruç tutmak ve ibâdet yapmaktadır. Münâfık bir kimsenin himmeti
hayvan gibi yemek ve içmektedir.57
Hâtim el-Esamm şöyle demiştir: 'Mü'min
bir kimse düşünce ve ibret almakla meşguldür. Münâfık bir kimse ise, hırs ve
uzun emelle meşguldür. Mü'min bir kimse Allah'tan başka herkesten ümidini
kesmiştir. Münâfık bir kimse Allah'tan başka herşeyde ummaktadır. Mü'min bir
kimse Allah'tan başka herşeyden emindir. Münafık bir kimse Allah'tan başka
herşeyden korkar. Mü'min bir kimse dinini değil, malını fedâ eder. Münâfık bir
kimse ise malını değil, dinini fedâ eder. Mü'min bir kimse güzellik yapar
ağlar, münâfık bir kimse kötülük yaptığı halde güler. Mü'min bir kimse
yalnızlığı sever. Münâfık ise halk ile karışmayı sever. Mü'min bir kimse tohumu
eker, bitmemesinden korkar. Münâfık bir kimse tohumu söker, başağı umar. Mü'min
bir kimse siyaset için emreder, yasaklar ve ıslah eder, münâfık bir kimse ise
riyaset için emreder, yasaklar ve ifsâd eder!'
Güzel ahlâkın denenmesinde kullanılan en
iyi sistem, eziyete karşı sabır göstermek, cefaya karşı göğüs germektir. Bir
kimse başkasının kötü ahlâkından şikayet ederse, onun bu şikayet edişi,
kendisinin kötü ahlâklı olduğuna delâlet eder. Çünkü güzel ahlâk, eziyeti
sineye çekmektir.
Hz. Peygamber (s.a) bir ara beraberinde
Enes b. Mâlik olduğu halde yürüyordu. Bir bedevî arkasından yetişti ve onu
şiddetle geri çekti. O ara Hz. Peygamber'in sırtında necran ma'mûlü bir kürk
vardı. Kürkün kenarları kaba ve sertti. Enes der ki: "Hz. Peygamber'in
boynuna baktım, bedevinin şiddetli çekişinden dolayı kürkün kenarı etine iz
yapmıştı.
Bedevî şöyle dedi:
Ey Muhammed! Senin nezdinde bulunan
Allah'ın malından bana ver!
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) dönüp
bedevinin yüzüne baktı. Güldükten sonra ona mal verilmesini emretti.58
Kureyşliler Hz. Peygamber'i fazlasıyla
eziyet edip dövdükleri zaman, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Kavmimi bağışla, onlar
bilmiyorlar.
Denildi ki, Hz. Peygamber'in bu duası
Uhud'da olmuştur ve bunun içindir ki Allah Teâlâ, Hz. Peygamber hakkında
aşağıdaki ayeti inzâl ederek şöyle buyurmuştur:
Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk
üzerindesin. (Kalem/4)
İbrahim b. Edhem bir gün sahraya çıktı,
bir askerle karşılaştı. Asker kendisine 'Sen köle misin?' dedi. İbrahim 'Evet'
dedi. Asker 'Mâmur yerler nerede?' dedi. İbrahim (kabristanı işaret ederek)
'İşte!' dedi. Asker 'Ben mâmur yerleri istiyorum!' deyince, İbrahim 'İşte mâmur
yerler kabristandır' dedi. Onun bu sözü askeri oldukça kızdırdı. Asker onun
başına kırbaçla vurdu ve kendisini gerisin geriye şehre çevirdi. Arkadaşları
karşılayıp hâdiseyi sorunca, asker kendilerine İbrahim'in söylediklerini haber
verdi. Onlar askere dediler ki: 'Bu, Edhem'in oğlu İbrahim'dir'. Bunun üzerine
asker, atından inip el ve ayaklarını öperek kendisinden özür diledi. Sonra
İbrahim'den 'Sen neden askere ben köleyim de-din?' diye soruldu. İbrahim
"O benden 'sen kimin kölesisin' diye sormadı, 'sen köle misin' diye sordu.
Ben de Allah'ın kölesi olduğum için 'evet' dedim. Fakat o benim başımı
kırbaçlayınca ben Allah Teâlâ'dan kendisi için cennet istedim". Bunun
üzerine kendisine şöyle soruldu: 'Nasıl olur? O sana zulmetti, sen ona cennet
istiyorsun'. İbrahim 'Ben onun eliyle bana dokunan eziyetten ötürü mükâfât
göreceğimi biliyorum. Bu bakımdan benim ondan nasibimin hayır olup da onun
benden nasibinin şer olmasını istemedim!' dedi.
Ebu Osman Hayri59 bir ziyafete davet
edildi. Davet eden zat onu deniyordu. Davet edenin evine vardığı zaman,
kendisine 'Benim vaktim yoktur. Lütfen geri gidiniz' dedi. Bunun üzerine Ebu
Osman geri döndü, biraz ilerledikten sonra davet eden ikinci bir defa onu
çağırarak 'Hocam, gel!' dedi. Ebu Osman geri dönünce ilk söylediği gibi
söyledi. Üçüncü bir defa onu çağırdı ve kendisine 'Vaktin icabı olarak geri
dön, git!' dedi. Bunun üzerine Ebu Osman geri döndü... Kapıya vardığı zaman
davetçi birinci sözünün benzerini tekrarladı. Bunun üzerine Ebu Osman tekrar
döndü. Sonra dördüncü defa geldi ve yine davet sahibi onu geri çevirdi. Birkaç
defa tekrar edinceye kadar böyle yaptı. Bütün bunlara rağmen Ebu Osman
bozulmadı ve tınmadı. Bu durumu gören davet sahibi, Ebu Osman'ın ayaklarına
kapanarak şöyle dedi: 'Hocam! Seni denemek istedim. Senin ahlâkın ne güzelmiş!'
Buna karşı Ebu Osman şu cevabı verdi: 'Bende gördüğün bu ahlâk var ya, köpek
ahlâkıdır. Çünkü köpeği çağırdığın zaman gelir, kovduğun zaman gider'.
Yine şöyle rivayet ediliyor: Birgün
Nisabur'un bir çarşısından geçiyordu. Üzerine çarşıya bakan bir evden bir
mangal dolusu kül döküldü. Bunun üzerine bineğinden indi, şükür secdesine
ka-pandı. Sonra elbiselerinden külü silkti ve hiçbir şey söylemedi. Kendisine
'neden sen onlara çıkışmadın?' denildiği zaman dedi ki: 'Ateşe müstehak olan
bir kimse kül ile kurtulursa kızmaya hakkı yoktur'.
Rivayet ediliyor ki Ali b. Mûsa
er-Rıza'nın annesi siyah olduğundan dolayı rengi siyaha çalıyordu. Nisabur'da
kapısında bir hamam vardı. Hamama girmek istediği zaman, hamamcı hamamı kendisi
için boşaltıyordu. Bir gün hamama girdi. O girdikten sonra hamamcı kapıyı
kilitledi. Bir kısım ihtiyaçlarını görmek için dışarı çıktığında bir köylü
hamama gelip kapıyı açtı ve hamama girdi. Elbisesini çıkardı ve yıkanmaya
gitti. Ali b. Mûsa er-Rıza'yı gördü. Siyah olduğundan dolayı hamamın
hizmetçilerinden biri olduğunu zannetti ve ona 'Kalk! Bana su getir!' dedi.
Bunun üzerine Ali (k.s) kalktı, onun bütün emirlerini yerine getirdi. Hamamcı
geri dönünce köylünün elbiselerini gördü ve Ali b. Mûsa er-Rıza ile konuşmasını
dinledi. Bunun üzerine korkarak hamamı terkedip kaçtı. İkisini hamamda başbaşa
bıraktı. Ali (k.s) hamamdan çıkınca hamamcının nerede olduğunu sordu. Kendisine
denildi ki: 'Cereyan eden hâdiseden korkup kaçtı'. Bunun üzerine Ali (k.s)
'Kaçması gerekmezdi. Günah, suyunu (menisini) siyah bir cariyenin rahmine
dökenindir' dedi.
Rivayet ediliyor ki Ebu Abdullah
el-Hayyat, dükkânının kapısında otururdu. Onun ateşperest bir arkadaşı vardı. O
ateşperest, Ebu Abdullah'ı siftah ettiriyordu. Ebu Abdullah ona herhangi birşey
diktiği zaman ateşperest, Ebu Abdullah'a kalp (sahte) paralar veriyordu. Ebu
Abdullah da onun kalp paralarını olduğu gibi alır, paraların kalp olduğunu
yüzüne vurmaz ve geri de çevirmezdi. Günün birinde Ebu Abdullah bir ihtiyacını
karşılamaya gitti. Ateşperest gelip de kendisini göremeyince ücreti çırağa
verdi. Dikilmek için bıraktığı elbiseleri istedi, verdiği para yine sahteydi.
Çırak paraya baktığı zaman sahte olduğunu anlaya-rak, ateşpereste geri verdi.
Ebu Abdullah geldiği zaman talebe kendisine hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Ebu
Abdullah çırağa İyi bir iş yapmamışsın. O ateşperest bir seneden beri bana bu
şekilde para veriyordu. Ben de buna karşı sabreder, kendisinden paraları alır,
o paralarla başka bir müslümanı kandırmasın diye kuyuya atardım' dedi.
Yûsuf b. Esbât güzel ahlâkın
alâmetlerinin on haslet olduğunu söylemiştir:
1.Arkadaşlarıyla az ihtilâf etmek,
2.İnsaflı olmak,
3.Arkadaşlarının ayıplarını aramaktan
vazgeçmek,
4.Görünen günahları güzel mânâlara
hamletmeye gayret göstermek,
5.Arkadaşlarının mâzeretlerini kabul
etmek,
6.Arkadaşlarının eziyetlerine tahammül
etmek,
7.Kendi nefsini kınamak,
8.Başkasının ayıplarını değil, kendi
ayıbını öğrenmeye çalışmak,
9.Büyüğe ve küçüğe karşı güler yüzlü
olmak,
10.İster kendisinden büyük, ister küçük
olsun herkes ile yumuşak konuşmak.
Sehl'e güzel ahlâkın ne olduğu soruldu.
'Onun en azı eziyete göğüs germek, karşılık vermeyi bırakmak, zâlime rahmet
istemek, af dilemek ve ona şefkat göstermektir' dedi.
Ahnef b. Kays'a 'Sen hilmi kimden
öğrendin?' diye soruldu. 'Kays b. Âsım'dan öğrendim' dedi. 'Onun hilm derecesi
nedir?' diye sorulunca, cevap olarak şöyle demiştir: "Bir ara evinde
oturuyordu. Cariyesi, üzerinde kebap bulunan ve ateş dolu bir mangal
getiriyordu. Mangal elinden Kays'ın küçük bir oğlunun üzerine düştü ve çocuk
yanarak öldü. Bu manzara karşısında cariye dehşete kapıldı. Cariyeyi teskin
etmek için 'Senin korkmana gerek yok. Seni Allah rızası için âzad ediyorum'
dedi".Çocuklar Veysel Karanî'yi gördükleri zaman taşa tutarlardı. Veysel
Karâni onlara 'Kardeşlerim! Eğer mutlaka bana taş ata-caksanız bari küçük
taşları atın da bacaklarımı kanatıp da beni namaz kılmaktan alıkoymasın' derdi.
Adamın biri, Ahnef b. Kays'a sövdü. O
cevap vermedi, adam onun arkasını takip edip küfretmeye devam ediyordu. Ahnef,
ma-halleye yaklaştığı zaman durdu ve söven adama şöyle dedi: 'Eğer senin
küfürlerin bitmediyse kalanları da söyle burada bitsin ki ka-bilenin cahilleri
senin küfrettiğini duyup da sana eziyet vermesin-ler'.
Rivayet ediliyor ki Hz. Ali (r.a), bir
köleyi çağırdı. Köle kendi-sine cevap vermedi. İkinci ve üçüncü defa çağırdı
yine cevap ver-medi. Bunun üzerine kalkıp kölenin yanına geldi. Baktı ki köle,
sırt üstü uzanmış yatıyor.
-Ey köle! Çağırdığımı duymuyor musun?
-Evet, duyuyorum.
-O halde neden bana cevap vermiyorsun?
-Senin ceza vermeyeceğinden emin olduğum
için tembellik yaptım.
-O halde git! Sen Allah rızası için
hürsün.
Bir kadın Mâlik b. Dinar'a 'Ey riyakâr!'
diye bağırdı. Mâlik kadına şöyle dedi: 'Ey kadın! Basralıların kaybettiği
ismimi sen buldun!'
Yahya b. Ziyad el-Hârisi'nin ahlâksız
bir kölesi vardı, Yahya'ya 'Bu köleyi neden besliyorsun!?' diye sorulunca
'Ondan gördüklerime tahammül edip hilm sıfatını öğreneyim diye tutuyorum!'
cevabını verdi.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, riyazet
sûretiyle uysallaştırılmış nefislerdir. Dolayısıyla bu nefislerin ahlâkları
normalleşmiştir. İç âlemleri hile ve hasedden durulmuştur. Böylece Allah
Teâlâ'nın takdirine rıza göstermek meyvesini vermeye başlamıştır. Bu ise, güzel
ahlâkın en son zirvesidir. Çünkü Allah Teâlâ'nın takdirini hoş görmeyip ona
rıza göstermeyen bir kimse, kötü ahlâkın en alt derecesine düşmüştür. İşte
bahsi geçen bu kahramanların -söylediğimiz gibi- zâhirlerinde güzel ahlâkın
alâmetleri belirmiştir. Bu bakımdan nefsinde bu alâmetleri göremeyen bir
kimsenin, nefsine aldanması uygun değildir. Onu güzel ahlâklı sanması hiç de
yerinde bir hareket değildir. Aksine böyle bir kimse için en uygunu riyazet ve
mücahede ile meşgul olup nefsini güzel ahlâk derecesine çıkarmaktır. Çünkü güzel
ahlâkın derecesi, yüce bir derecedir. Ona ancak mukarrebin ve sıddîklar
ulaşmışlardır.
47)Müslim, Buhârî
48)Müslim, Buhârî
49)Müslim, Buhârî
50)Müslim, Buhârî
51)Daha Önce geçmişti.
52)İbn Mâce
53)İmam Ahmed, Taberânî, Hâkim
54)İbn Mübârek
55)Taberânî
56)Daha önce geçmişti.
57)Irâkî aslına rastlamadığını
söylemektedir.
58)Müslim, Buhârî
59) Adı Sa'd b. İsmail'dir, Nişabur'da
otururdu. Şâh el-Kirmânî ve Yahya b. Muaz er-Râzî ile arkadaşlık yapmıştır. H.
298 senesinde vefat etmiştir.
i) Gelişim Çağındaki Çocukların Eğitimlerinde Takip
Edilecek Yol ile Terbiye Metodu ve Ahlâklarının Güzelleştirilmesi
Çocukların terbiyesindeki yol, işlerin
en önemli olanlarındandır. Çocuk ebeveyninin yanında emanettir. Onun tertemiz
kalbi nakış ve sûretten boş, berrak ve soyut bir cevherdir. Bu mübarek kalp,
kendisine nakşedilen herşeye kabiliyetlidir. Ne tarafa meylettirilirse oraya
meyleder. Eğer kendisine hayrı öğretirsen, hayr üzerinde büyür. Dünya ve
ahirete sahip olur, annesi ve babası da sevabında ortak olurlar. Ona edep veren
ve öğreten de ortak olur. Eğer şerre alıştırılır, hayvanlar gibi ihmal
edilirse, şakî olup helâk olur. Günah da onun terbiyesiyle mükellef olanın
üzerindedir. Onun velisi sorumludur. Nitekim Allah Teâlâ (ce) şöyle
buyurmuştur:
Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir
ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.(Tahrîm/6)
Madem ki edep, çocuğu dünya ateşinden
koruyor, onu ahiret ateşinden koruması daha evlâdır. Çocuğun korunması; ona
edep öğretmek, ahlâkını tertemiz yapmak ve güzel ahlâkları tâlim ettirmek, kötü
arkadaşlardan korumak, fazla nimetlere dalmayı kendisine âdet ettirmemek, süs
ve lüksü kendisine sevdirmemek demektir. Çünkü böyle olduğu takdirde büyüyünce
bunların peşine düşmek sûretiyle hayatı zâyi olup, ebediyen helâk olur. Hatta
başlangıçta onu gözetim altında tutmak, onu sâlih, dindar ve helâlyiyen bir
kadının sütüyle ve dadılığı ile büyütmek daha uygun olur. Çünkü haramdan
meydana gelen sütte bereket yoktur. Haram sütle çocuk beslendiği takdirde
çocuğun çamuru necasetten yoğrulmuş olur. Böylece tabiatı pisliklere uygun
olana meyleder! Çocukta erginlik alâmetleri görüldüğü zaman, onu güzelce
murakabe etmek gerekir. Bunun başlangıcı, hayânın başlangıçlarının
belirmesidir. Çünkü çocuk, çekildiği ve utandığı zaman, bir kısım fiilleri
terkettiği an, aklın nûru onun üzerinde doğmuştur ki, bir kısım şeyleri çirkin
görür ve bir kısmına muhalefet eder. Çocuk öyle bir hâle gelmiştir ki, birtakım
şeylerden utanmaktadır. Bu ise, Allah Teâlâ'nın çocuğa vermiş olduğu bir
hediyedir. Bu durum, çocuğun ahlâkının normale döndüğünü, kalbinin saflığa
kavuştuğunu gösterir... ve bu durum çocuğun bülûğ çağında aklının kemâle
ereceğini de müjdeler. Bu bakımdan utangaç bir çocuğu başı boş bırakmak uygun
değildir. Aksine ona utanması ve utanmaması gereken şeyleri öğretmek sûretiyle
onun edebine yardım etmelidir. Çocuğa ilk galebe çalan sıfat yemeğe karşı
oburluktur. Bu bakımdan çocuğu bu hususta eğitmek gerekir. Mesela 'yemeği sağ
elinle ye! Yemeğe başladığın zaman bismillâh de! Yemeği kendi, tarafına düşen
kısmından ye! Arkadaşlarından önce yemeğe başlama! Gözünü dikerek yemeğe ve
yemek yiyenlere bakma! Yemekte pek acele etme! Güzelce çiğne! Lokmaları arka
arkaya atıştırma! Elini ve elbiseni kirletme!' diyerek edep kurallarını
öğretmek gerekir.
Bazen yavan ekmek yemeye alıştırmalıdır
ki çocuk katığın bulunmasını şart görmesin! Çocuğun yanında çok yemeyi
kötülemelidir. Yani çok yiyen bir kimseyi hayvanlara benzetmeli ve böyle bir
kimseyi çocuğun huzurunda küçümsemelidir. Yine çocuğun yanında edepli ve az
yiyen bir kimseyi övmelidir. Çocuğa yemek hususunda arkadaşını kendi nefsine
tercih etmeyi sevdirmelidir. Yemeğe düşkün olmamayı çocuğa öğretmelidir. Hangi
yemek olursa olsun, kaba yemeklerle kanaat etmeyi çocuğa öğretmelidir. Çocuğa
renkli ve ipekli değil de beyaz elbiseleri sevdirmelidir. Çocuğun yanında
renkli elbiselerin ve ipeklilerin kadınlar ve kadınımsı erkekler için olduğunu
söylemelidir. 'Gerçek erkekler ise, böyle elbiselerden sakınırlar' demelidir ve
bunu defalarca çocuğun yanında tekrar etmelidir. Ebeveyni ne zaman çocuğun
sırtında bir ipekli veya renkli elbise görürse o elbiseyi kötülemelidir. Zevke
dalan ve israfa alışan çocuklardan çocuğunu korumalıdır. Pahalı elbiseler
giymekten çocuğu muhafaza etmelidir, Çocuğun keyfine göre konuşan insanlarla
oturup-kalkmayı menetmelidir. Çünkü çocuk, yetişmesinin başlangıcında ihmal
edildi mi, çoğu zaman kötü ahlâklı, yalancı, hasedçi, hırslı, nemmam (kovucu),
ısrarcı, fuzulî konuşan, fuzulî gülen, hilebaz ve hayâsız olur. Kişi çocuğu bu
kötü ahlâktan ancak güzel terbiye ile koruyabilir. Sonra çocuk Kur'an'ı ve bir
kısım hadîsleri, iyi insanların hikâye ve durumlarını öğrenmelidir ki kalbinde
sâlih kimselerin sevgisi yeşersin. Çocuk aynı zamanda aşktan ve aşk ehlinden
bahseden şiirlerden ve gazellerden korunmalıdır. Edebin zerâfet ve tabiatın
inceliğinden olduğunu iddia eden ediblerden uzak tutulmalıdır. Çünkü böyle bir
edebiyat çocuğun kalbinde fesad tohumlarını geliştirir.
Ne zaman çocukta güzel bir ahlâk, iyi
bir fiil görülürse, bundan dolayı çocuğu mükâfatlandırmak, çocuğa ikramda
bulunmak, çocuğu sevindirecek şekilde davranmak gerekir. Onu insanlar arasında
bu fiilinden dolayı övmelidir. Eğer bazı durumlarda, çocuk bu yaptığına
muhalefet ederse, göz yumulması uygun olur. Çocuğun perdesini yırtmamalı,
ayıbını dışarıya vermemelidir. Ona, başkalarının da buna cesaret edeceğini
belli etmemelidir. Hele çocuk bunu örtmek istediği zaman... Örtülmesi için
gayret gösterildiği zaman, bu yöne daha da dikkat edilmelidir. Çünkü bunu
çocuğa belli etmek, ona cesaret verir. Hatta sonunda çocuk böyle şeylerin açığa
çıkmasından artık perva etmez olur. Böyle bir durumda bu fiil, ikinci bir defa
çocuktan çıkacak olursa, gizlice çocuğu azarlamak ve bu fiilin çok büyük bir
kabahat olduğunu söylemek uygun olur. Çocuğa 'Sakın böyle birşeye bir daha
kalkışma, halk seni görür rezil olursun!' diyerek sakındırmalıdır. Fakat her
zaman çocuğu azarlamak doğru olmaz. Çünkü çocuğa çokça azarlamak, azarlamanın
tesirini yok eder. Çirkin fiillerde bulunmayı ona kolay gösterir. Konuşmanın
onun kalbinde tesiri kalmaz. Baba, çocuğuyla konuşmasının heybetini
korumalıdır. Bu bakımdan çocuğunu arada sırada azarlamalıdır. Anne ise, çocuğu
babasıyla korkutmak ve bu şekilde çirkinliklerden uzaklaştırmalıdır. Çocuğu
gündüz uyumaktan menetmek uygun olur. Çünkü gündüz uykusu tembelliğe sevkeder.
Çocuğu gece uykusundan menetmemelidir. Çocuğun âzâlarının katılaşıp bedeninin
yağ tutmaması için yumuşacık yataklardan menetmelidir ki çocuk rahata
alışmasın. Aksine çocuğu yatağın, elbisenin ve yemeğin az ve kaba olanına
alıştırmalıdır. Çocuğun gizlice yaptığı herşeyden onu menetmelidir. Çünkü çocuk
gizlice yaptığı birşeyi çirkin kabul ettiği için böyle yapar. Bu bakımdan
çocuğu bundan menetmek, çirkin davranışları terketmeyi öğretmek demektir. Günün
bir kısmında yürümeye, hareketler yapmaya, sportif faaliyetlerde bulunmaya
alıştırmalı ki çocuk tembelliğe alışmasın. Bütün bu hareketler esnasında avret
yerlerini açmamaya, normalin üzerinde hızlı yürümemeye, ellerini gevşek
bırakmamaya, göğsünün üzerine koymaya çocuğu alıştırmalıdır. Çocuğu,
ebeveyninin servetiyle veya yemeklerinin, elbiselerinin, kitaplarının, kalem
veya divitinin bir kısmıyla, akran ve yaşıtlarına karşı böbürlenmekten
menetmelidir. Çocuğuna, kendisiyle muaşeret edene karşı ikramda bulunmayı,
tevâzu göstermeyi, onlarla beraber olduğu zaman incelik ve zerafet göstermeyi
öğretmelidir. Eğer çocuk, ihtişam sahibi kimselerin evlâdı ise, çocuğun gözünde
muhteşem görünen birşeyi başkasından almaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğa
yüceliğin almakta değil, vermekte olduğunu öğretmelidir. Başkasından almanın
çirkin, hasislik ve terbiyesizlik olduğunu söylemelidir.
Eğer çocuğun anababası fakir ise,
çocuğuna tamahkârlığın, başkasından birşey almanın zillet olduğunu ve böyle
yapmanın köpeklerin âdetinden olduğunu öğretmelidir. Çünkü köpek, bir lokma
için beklemekte ve ona karşı kuyruk sallamaktadır! Kısacası çocuğuna altın ve
gümüşün sevgisini, onlara karşı tamahkârlığı çirkin gösterip, yılan ve
akreplerden sakındırmaktan daha fazla bunlardan sakındırmalıdır. Çünkü altın ve
gümüş sevgisinin âfeti ve onlara karşı gösterilen tamahkârlık, çocuklar için
zehirden daha zararlıdır. Hatta büyükler için de böyledir. Çocuğuna oturduğu
yere tükürmemeyi, sümkürmemeyi ve başkasının huzurunda gerinmemeyi
öğretmelidir. Başkasına sırtını çevirmemeyi, ayak ayak üstüne atmamayı, el
ayasını çenesinin altına koymamayı, başını dirseğine dayamamayı öğretmelidir.
Çünkü böyle yapmak, tembelliğin delilidir. Çocuğuna oturma şeklini
öğretmelidir. Fazla konuşmaktan çocuğu menetmelidir. Çocuğuna fazla konuşmanın
kişinin hakirliğine ve hayâsızlığına delâlet ettiğini ve fazla konuşmanın düşük
insanların âdeti olduğunu belirtmelidir. Esasında çocuğunu -ister doğru isterse
yalan olsun- yemin etmekten menetmelidir ki çocuk, küçüklüğünde böyle birşeye
alışmasın. Çocuğunu arkadaşından önce konuşmaya başlamaktan menetmelidir. Ancak
sorulan sorunun cevabı ve soru kadar konuşmaya alıştırmalıdır. Başkası
konuştuğu zaman, onu ciddiyetle dinlemeyi, eğer kendisinden yaşlı ise hür-metle
kulak vermeyi çocuğuna telkin etmelidir. Kendisinden yaşlı olanlar için kalkıp,
yerini vermeyi ve onların huzurunda edeble oturmayı çocuğuna telkin etmelidir.
Çocuğunu fuzulî konuşmaktan, çirkin konuşmaktan, lânet etmek ve küfür etmekten
menetmelidir. Böyle konuşanlarla oturup-kalkmaktan çocuğunu sakmdırmalıdır.
Çünkü bu çirkin şeyler, şüphesiz kötü arkadaşlardan insana sirayet eder!
Çocukların terbiye edilmesinin esası ve temeli, kötü arkadaşlardan
korunmalarıdır. Çocuğuna, öğretmeni tarafından dövüldüğü zaman fazla bağırmamasını
ve başka bir arkadaşından bu hususta yardım istememesini öğretmesi gerekir.
Hocasının dövmesine karşı sabretmeyi çocuğuna telkin etmeli ve böyle yapmanın
erkekliğin alâmeti olduğunu, fazla bağırmanın köle ve kadınların âdeti olduğunu
çocuğuna söylemelidir. Çocuk mektepten dönünce ona oyun oynayarak mektebin
yorgunluğundan kurtulması için izin verilmesi gerekir. Fakat burada çocuğun
oyun ile yorulmamasını gözetmelidir. Çünkü çocuğu daima oyundan menetmek ve
öğrenmeye mec-bur tutmak çocuğun kalbini öldürür, zekasını dumura uğratır.
Hayatını altüst eder. Hatta çocuk böyle bir sıkılıktan kurtulmak için, çeşitli
hileli yolları denemeye mecbur olur.
Anne ve babanın çocuğa, öğretmene itaat
etmeyi öğretmesi gerekir. Kendisinden yaşça büyük olanlara -ister yakınları
olsun, ister olmasın- hürmet etmeyi, onların huzurunda oynamamayı çocuğa telkin
etmelidir. Çocuk erginlik yaşına vardığı zaman, tahâreti ve namazı terketmesine
göz yummamalıdır. Mübarek Ramazan-ı Şerifin bazı günlerinde çocuğa oruç tutmayı
emretmelidir. Çocuğu ipeklinin her çeşidini giymekten ve altın kullanmaktan
sakmdırmalıdır. Çocuğa muhtaç olduğu şer'î sınırları öğretmeli, hırsızlıktan,
haram yemekten, hainlik, yalan ve fuhşiyattan ve çocuklarda çoğu zaman bulunan
çirkin fiillerden sakındırmalıdır. Ne zaman ki çocuk, çocukluk devresinde bu
şekilde gelişirse, bülûğ çağına yaklaştığı zaman bu işlerin sırlarını bilmesi
mümkün olur. Çocuğa yemeklerin ilaç olduk-larını, onlardan maksadın insanın
onlar vasıtasıyla Allah'ın iba-detine güç yetirmek olduğunu ve dünyanın
temelsiz olup bâki ol-madığını, ölümün dünya nimetlerinin sonunu getireceğini,
dünyanın istikrar yeri değil de geçit evi olduğunu, âhiretin geçici değil,
daimî ev olduğunu, ölümün her saatte insanoğlunu beklediğini, akıllı bir
kimsenin dünyasından çok, âhireti için azıklanan bir kimse olduğunu ve böyle
bir kimsenin gittikçe
Allah nezdinde derecesinin büyüdüğünü ve
böyle kimse için cennet nimetlerinin git-tikçe genişlediğini öğretmelidir,
Çocuğun gelişmesi sâlih bir şekilde olduğu zaman, bu konuşmalar çocuğun kalbine
yerleşir, semere ve meyve verir. Taşın üzerine işlenen nakış gibi silinmez bir
şekilde kalır. Eğer çocuğun büyümesi bunun aksine olursa, ço-cuk oyuna alışır,
çirkin konuşmaya, yemek, elbise, süs ve böbür-lenmeye alışır, onun kalbi artık
hakkı kabul etmekten kaçınır. Tıpkı duvarın kuru toprağı kabul etmediği gibi...
Bu bakımdan çocuğun terbiyesine başlangıçta ihtimam göstermek gerekir. Çünkü
çocuk hem hayra, hem de şerre kabiliyetli olarak ya-ratılmıştır. Ancak ebeveyni
onu iki taraftan birisine meylettirirler. Nitekim Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Her çocuk fıtrat üzere doğar. Ancak
annesi-babası onu ya-hudi veya hristiyan veya ateşperest yapar.60
Sehl et-Tüsterî der ki: "Ben onüç
yaşında iken gece ibâdetine kalkıyor, dayım Muhammed b. Suvar'ın namazına
bakıyordum. Dayım bir gün bana dedi ki: "Seni yaratan Allah'ı anıp
hatırlamaz mısın?" Ben ona 'Nasıl hatırlayayım ve anayım?' diye sorunca
şöyle dedi: "Yatağına girdiğin zaman kıpırdamaksızın üç kere şöyle de: Allah
benimledir. Allah beni görür. Allah şahiddir". Ben bu dersi birkaç gece
tekrar ettim. Sonra kendisine haber verdim. Bu sefer bana dedi ki: "Her
gece yedi defa söyle!" Bunu da tatbik ettim. Sonra haber verdim. Bana dedi
ki: "Her gece onbir defa söyle!" Ben onun dediğini yapınca, bu
sözlerin zevki kalbime girdi. Bir sene sonra dayım bana dedi ki: "Sana
öğrettiklerimi koru ve kabre girinceye kadar onlara devam et. Bu hem dünyada ve
hem ahirette sana fayda verecektir". Ben uzun seneler buna devam ettim.
Bunun zevkini kalbimde gördüm. Sonra dayım bir gün bana dedi ki:
"Ey Sehl! Allah'ın beraber olduğu,
baktığı, şahid olduğu kimse
60) Müslim, Buhârî
Allah'a isyan eder mi? O halde
günahlardan uzaklaş ve sakın?" Bu bakımdan ben kendi nefsimle başbaşa
kalıyordum. Beni mektebe gönderdiklerinde 'Himmetimin dağılmasından korkuyorum'
dedim. Fakat yakınlarım öğretmene, benim bir saatte gidip ondan öğrenmemi,
sonra dönüp gelmemi şart koştular. Böylece mektebe gittim. Kur'an'ı öğrendim.
Altı veya yedi yaşındayken Kur'an'ı hıfzettim. Bütün sene oruç tutuyordum.
İftarlığım da arpa ekmeğiydi ve bu da on iki sene devam etti. Ben onüç yaşında
iken zor bir mesele ile karşı karşıya kaldım. Ailemden beni Basra'ya
göndermelerini, bu meselemi orada bulunan âlimlerden sormama izin vermelerini istedim.
Böylece Basra'ya geldim. Âlimlere meselemi sordum.
Hiçbiri bana şifâ verici bir cevap
vermeyince Abadan'da bulunan ve Ebu Habib b. Ebî Abdullah Abadanî adlı bir
kişiye gidip meselemi kendisine sordum. O bana gereken cevabı verdi. Ondan
faydalanmak için bir müddet onun yanında kaldım. Sonra memleketim olan Tuster
şehrine döndüm. Bir dirheme bir mikyal arpa alır, öğütür, pişirir, tuzsuz ve
katıksız olarak her gece bir ûkiyesini yer ve bütün seneyi böyle geçirirdim...
Bu dirhem bana bir sene yetiyordu. Sonra ben üç gün üst üste oruç tutup üçüncü
gecede iftar etmeye başladım. Sonra beş, sonra yedi, sonra yirmişbeş güne
çıkardım ve buna yirmi sene devam ettim. Sonra çıkıp yeryüzünde seyyah olarak
gezdim. Sonra memleketim olan Tuster'e döndüm. Allah Teâlâ'nın dilediği zamana
kadar bütün geceyi ibâdetle geçirdim".
Ahmed der ki: 'Sehl et-Tüsterî'nin ölüp
Allah'a kavuşuncaya kadar hiçbir gece yediğini görmedim'.
60) Müslim, Buhârî
j) İradenin Şartları, Mücâhedenin Mukaddimeleri
ve Müridi Yavaş Yavaş Riyazet Yoluna Sokmanın Beyanı
İradenin Şartları, Mücâhedenin
Mukaddimeleri ve Müridi Yavaş Yavaş Riyazet Yoluna Sokmanın Beyanı
Kalbiyle yakîn derecesinde âhireti
müşahede eden bir kimse, zarurî olarak âhiretin mahsulünü istemekte ve ona
iştiyak göstermekte, âhiretin yollarına girmekte, âhirete nisbeten dünyanın
nimet ve lezzetlerini hakir görmektedir. Çünkü yanında boncuk bulunan bir
kimse, değerli bir cevheri gördüğü zaman, artık boncuğa karşı rağbet ve iştiyak
duymaz, onu cevherle değiştirmek ister. Ahiret meyvesine tâlip olmayan bir
kimse ise, Allah'a ve son güne iman etmediği için Allah ile mülâki olmaya da
tâlip değildir.
Buradaki imandan gayem; dilin şehâdet
kelimesini inanmaksızın ve ihlâssız olarak söylemesi değildir. Çünkü böyle
söylemek, cevherin boncuktan daha üstün olduğunu tasdik eden, ancak cevherin
hakikatini değil, sadece lâfzını bilen bir kimsenin sözüne benzer! Biri boncuğa
rağbet ettiği zaman, onu bırakmak istemez. Cevhere karşı olan iştiyâkı pek
fazla olmaz. Çünkü yolu bilmemek hedefe varmaktan insanı alıkoyar. Sülûkten
meneden ise iradesizliktir. İradeden de meneden imansızlıktır! İmansızlığın
sebebi ise, hatırlatıcı ve Allah'ı bilen, onun yoluna hidayet eden âlimlerin
yokluğudur!
O âlimler ki dünyanın hakirliğine ve
yıkılacağına dikkat çekerler, ahiret işinin önemini ve devamlılığını
hatırlatırlar. Bu bakımdan halk gafildir, şehvetlerine dalmışlardır, uykularına
oldukça batmışlardır. Din âlimleri içinde de onları uyandıran bir kimse yoktur.
Eğer onlardan biri uyanırsa, bu sefer cehaletinden dolayı yol gitmekten âciz
olur. Eğer âlimlerden yolun gösterilmesini isterse, onların nefislerinin
hevasına uyup doğru yoldan ayrıldıklarını görecektir. Bu bakımdan iradenin
zayıflığı ve yolun bilinmemesi, âlimlerin nefislerinin hevasına göre
konuşmaları, Allah'ın yolunun sâliklerden boşalmasına sebep olmuştur. Ne zaman
hedef perdeli, delil yok, hevâ galip ve talip de gafil ise, hedefe varmak
zorlaşır. Bu takdirde şüphesiz yollar kullanılmaz olur. Eğer biri kendiliğinden
uyanırsa veya başkası tarafından uyandırılırsa âhiret mahsulüne ve ticaretine
karşı iradesi harekete geçerse, ilk başta yapması gereken birtakım şartların
olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki kendisi için uyulması gereken bir
örnek vardır, ona yapışması lâzımdır. Kalesi vardır, ona sığınması lâzımdır ki
yolunu kesen düşmanlardan emin olabilsin. Boynunda birtakım vazifeler vardır.
Yolculuk esnasında onlardan ayrılmaması gerekir. İrade için öne alınması
gereken şartlar ise, kendisiyle halk arasında gerilen perdelerin
kaldırılmasıdır. Çünkü halkın haktan mahrum olmasının sebebi perdelerin üstüste
gelmesidir. Yol üzerine barikatların kurulmasıdır.
Önlerinden bir set ve arkalarından bir
set çektik de onları kapattık; artık görmezler.
(Yâsîn/9) Mürid ile halk arasındaki
barikat ve engel dört tanedir:
l.Mal
2.Rütbe
3.Taklid
4.Günah
Mal:
Mal perdesi, ancak kişinin mülkünden
çıkıp, sadece zarurî miktarın elinde kalmasıyla kaldırılabilir. Kişinin elinde
bir dirhem kalıp kalbi ona iltifat ettikçe, kişi onunla bağlı ve Allah'tan
perdelenmiş demektir.
Rütbe
Rütbe perdesinin kaldırılması da
rütbeden uzaklaşmak, tevâ-zuya bürünmek, namsızlığı ve şöhretsizliği, şöhret ve
nâma tercih etmek, anılma sebeplerinden kaçmak, halkın kalbini nefret ettiren
ve kendisini rahat bırakmalarını sağlayan amellerde bulunmakla mümkündür.
Taklid:
Taklid perdesi, mezhebler için
gösterilen taassubun terkedilmesiyle ve 'Lâ ilâhe illâllah Muhammedun
Rasûlullah' kelimesine gönülden iman etmek suretiyle kaldırılır. Bu kelimenin
doğruluğunu kanıtlamak için Allah'tan başka bütün ilahları aradan kaldırmaya
dikkat etmelidir. İnsanoğlunun en büyük ilahı hevâsıdır. Kişi bu ilahları
aradan kaldırdığı zaman, takliden almış olduğu itikadının hakikati kendisine
görünür. İnsan bu hakikatleri mücadele yoluyla değil, mücahede yoluyla
aramalıdır. Eğer inancına karşı olan taassubu kendisine galip gelirse, nefsinde
bir genişlik kalmazsa, bu durum onun için bağlayıcı bir kayıt ve perde olur.
Zira müridin belli bir mezhebe nisbeti, asla müridlik şartından değildir.
Günah:
Günah bir perdedir. Bu perdeyi ancak
tevbe, zulmen alınanları terketmek, gerçek azm ile bir daha dönmemeye
niyetlenmek, yaptıklarından pişman olmak, zulmen aldıklarını geri vermek ve
hasımlarını razı etmek kaldırır. Çünkü tevbesi sıhhatli olmayan,büyük günahları
terketmeyen ve buna rağmen keşif yoluyla dinin sırlarına vâkıf olmak isteyen
bir kimse, tıpkı Arap dilini öğrenmeden önce Kur'an ve tefsirinin esrarına
vâkıf olmak isteyen bir kimseye benzer. Çünkü önce Kur'an arapçası bilinmeli,
sonra oradan Kur'an'ın sırlarına ulaşmaya çalışmalı, hem önce hem sonra
şeriatın zâhirini yerine getirip, sonra onun derinliklerine ve sırlarına vâkıf
olmaya çalışmalıdır. Kişi önce bu dört şartı yerine getirip, mal ve rütbeden
uzaklaştığında âdeta temizlenip abdest alan ve namaz kılmaya elverişli hâle
gelen bir kimse gibi olur. Bundan sonra da uyulacak bir imama muhtaçtır. İşte
mürid de böyledir; kâmil bir şeyhe ve uyulacak bir üstada muhtaçtır ki o üstad
onu doğru yola iletsin! Çünkü dinin yolu gayet gizli ve muğlaktır. Şeytanın
yolları ise açık ve çoktur. Kendisini hakikate hidayet eden bir şeyhi ve üstadı
olmayan bir kimseyi şeytan kendi yollarına çeker. Bu bakımdan delilsiz çölün
helâk edici yollarına dalan bir kimse nefsini tehlikeye atmış ve helâk
etmiştir!
Nefsini kendisi eğitmek isteyen bir
kimse, kendiliğinden biten bir ağaca benzer. Böyle bir ağaç, bakıcısı olmadığı
için pek çabuk kurur. Eğer bir müddet kalır, yaprak verirse de meyve vermez.
Yani aşılanmadığı takdirde ya meyve vermez veya yabani meyve verir. Bu bakımdan
adı geçen şartları yerine getirdikten sonra müridin elinden tutacak bir şeyhi
olmalıdır. Mürid, tıpkı gözleri kör olan bir kimsenin nehrin kıyısında
kendisine rehberlik edenin eline yapıştığı gibi, kâmil bir şeyhe yapışmalıdır.
Bütün geleceğini ona teslim etmelidir. Hiçbir hususta ona muhalefet
etmemelidir. Bilmelidir ki şeyhinin hatası, kendisinin isabet etmesinden daha
faydalıdır. Bu bakımdan kişi, böyle bir şeyhi bulduğu zaman, o şeyhe, müridi
korumak, sağlam bir kalenin içine almak, bütün yol kesicilerden korumak farz
olur. Bu da dört şey ile mümkündür:
A.Halvete çekilmek
B.Sükût etmek
C.Aç kalmak
D.Uykusuz kalmak:
İşte bunlar, kişiyi yol kesicilerden
koruyan kaledir. Çünkü müridin hedefi kalbinin ıslahıdır ki o kalp ile rabbini
müşahede etsin ve o kalp ile rabbine (mânen) yakınlaşmaya elverişli olsun!
Açlık, kalbin kanını azaltır, kalbi
bembeyaz yapar. Kan beyazlaşınca kalp nûrlanır. Açlık, kalbin yağlarını da
eritir. Yağlar eriyince de kalp incelir. Kalbin incelmesi ise, mükaşefe ilminin
anahtarıdır. Nitekim kalbin katılığının, perdelenme sebebi olduğu gibi...
Kalbin kanı eksildiği zaman düşmanın yolu daralır. Çünkü düşmanın mecraları,
şehvetlerle dolu bulunan damarlardır.
Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Ey
Havârîler! Karınlarınızı aç bırakınız! Umulur ki kalpleriniz rabbinizi görür'.:
Sehl et-Tusterî şöyle demiştir: Abdal,
ancak dört hasletle abdal olur:
1.Aç kalmak
2.Uykusuz kalmak
3.Sükût etmek
4.Halktan uzaklaşmak
Bu bakımdan aç kalmanın, kalbin
aydınlanmasındaki faydası apaçık bir şeydir. Deneme buna şehâdet etmektedir.
İki şehvetin kırılması bahsinde bu husustaki tedric yönünün beyanı gelecektir.:
Uykusuz kalmaya gelince, bu kalbi
cilalar, tasfiye eder, nûrlandırır. Bu nûr, açlıktan ötürü kalpte oluşan
berraklığa eklenir. Böylece kalp, pırıl pırıl parlayan bir yıldız ve berrak bir
ayna gibi olur. Bu takdirde hakkın cemâli kalpte görünür. Âhiret derecele-rinin
yüksekliği kalpte müşahede edilir. Dünyanın hakirliği ve âfetleri belirir.
Böylece kişinin dünyadan el çekmesi ve âhirete yönelmesi tamamlanır. Uykusuzluk
da açlığın neticesidir. Çünkü toklukla beraber uykusuzluk mümkün değildir. Uyku
kalbi katılaştırır ve öldürür, ancak zaruret miktarında sakınca yoktur. Bu
takdirde gayb esrârının keşfine sebep olur. 'Abdalların yemesi keyif için
değil, mecburidir, uykuları galebedir, konuşmaları zarurîdir' denilmiştir.
İbrahim Havvas şöyle demiştir: 'Yetmiş sıddîkîn görüşü, uykunun çokluğunun çok
su içmekten ileri geldiği hususunda birleşmiştir'.
Susmaya gelince, bunu uzlete çekilmek
kolaylaştırır. Fakat uzlete çekilen kişinin hiç olmazsa kendisine yemeğini,
suyunu veren ve işlerini idare eden bir yakını vardır. Bu bakımdan zaruret
miktarından fazla konuşmaması gerekir. Çünkü konuşmak kalbi meşgul eder.
Kalplerin konuşmaya karşı oburluğu pek büyüktür. Zira kalp konuşmaya dalar.
Zikir ve fikir için yalnız kalmak ona ağır gelir, konuşarak rahatlamak ister.
Susmak ise aklı aşılar, verâ ile takvâyı öğretir.
Halvete gelince, onun faydası kendini
meşgul eden şeylerden uzaklaşmak, kulak ve gözü zapt u rapt altına almaktır.
Zira kulak ile göz, kalbin dehlizleridir. Kalp, bir havuz hükmündedir. Ona pis,
bulanık ve kirli sular, duyu nehirlerinden akıp gelir. Riyazetin hedefi ise, o
havuzu pis sulardan boşaltmak, orada biriken çamurlardan kurtarmaktır ki
havuzun dibinden temiz su kaynayıp çıksın! Acaba nehirler durmadan havuza
akarlarsa, kişi nasıl havuzun suyunu boşaltabilir? Oysa onun boşalttığından
daha fazlası durmadan havuza akmaktadır. Bu bakımdan zaruret miktarı hariç,
duyuları zaptu rapt altına almak gerekir. Bu ancak karanlık bir evde halvete
çekilmekle tamamlanır. Eğer karanlık bir ev yoksa başını kucağına eğip bir
cübbe veya geniş bir elbise ile örtünmeli-dir. Böyle bir durumda hakkın sesini
işitir. Rubûbiyetin celâlini müşahede eder. Hz. Peygamber'e gelen nidanın, Hz.
Peygamber bu haldeyken geldiğini bilmiyor musun?
Ey örtüsüne bürünen!(Müzzemmil/1)
Ey elbisesine bürünen!(Müddessir/1)
İşte bu dört derece kalkan ve kaledir ki
kişiden yol kesicileri defedip ârızlarını bertaraf eder. Mürid bunu yaptığı
zaman, bundan sonra yolun sülûkü ile meşgul olmalıdır. Yolun sülûkü de
geçitleri geçmek suretiyle mümkün olur. Allah Teâlâ'nın yolunda, dünyaya
iltifat etmenin sebebi olan kalp sıfatlarından başka bir geçit yoktur. O
geçitlerin bir kısmı diğer kısmından daha zor ve tehlikelidir. Onları
geçmekteki tertib şöyledir: Önce en kolay olanından başlamalıdır. O geçitler
sıfatlardır. Bunlardan maksadım iradenin başlangıcında bertaraf ettiği
alâkaların eserleridir. Yani mal, rütbe, dünya sevgisi, halka iltifat etmek,
günahlara karşı istekli olmaktır. Bu bakımdan zâhirini bunlardan arındırdığı
gibi iç âlemini de bunların eserlerinden boşaltması gerekir. Buradaki mücâhede
uzun sürebilir. Bu mücâhede, durumların değişmesiyle değişir. Çünkü sıfatların
çoğundan kurtulan şahıslar için mücâhede pek uzamaz. Biz daha önce mücâhedenin
yolunun, şehvetlerin zıdlarını yapmak, müridin nefsine galip gelen her sıfatta
hevâ-i nefse muhalefet etmek olduğunu söyledik. Bu bakımdan kişi, bu
sıfatlardan kendiliğinden kurtulduğu veya mücâhede yoluyla bunları zayıflattığı
zaman kalbinde de herhangi bir ilgi kalmaz. O zaman kalbini zikirle meşgul
etmelidir. Zikri daimî bir şekilde kalbine yüklemeli ve kalbini zahirî
virdlerin çokluğundan menetmelidir. Hatta sadece farzlarla ve revatıblarla
yetinmelidir. Virdi de virdlerin özü ve semeresi olan tek bir vird olmalıdır.
Yani kalbini Allah'tan başkasının zikrinden boşalttıktan sonra Allah'ın zikrine
sevketmelidir. Kalp, başka şeylere iltifat etmedikçe zikirle meşgul
edilmemelidir.
Şiblî, Hüserî'ye şöyle dedi: "Eğer
bana geldiğin cum'adan öbür cum'aya kadar senin kalbine Allah'tan başka birşey
gelirse, bana gelmen senin için haramdır'.
Bu tecerrüd, ancak iradenin doğruluğuyla
ve Allah sevgisinin kalbe galip gelmesiyle elde edilir. Allah sevgisi kalbe
öyle galip gelmelidir ki kişi âdeta tirtir titremeli, sevgilisinden başka
hedefi olmayan aşık gibi olmalıdır. Böyle olursa, şeyh onu kendisine mahsus bir
zâviyeye sokar, hizmetine helâl yemek verecek bir kimseyi tayin eder. Çünkü din
yolunun esası helâl rızıktır ve böyle bir durumda iken şeyh ona zikirlerden
birini telkin eder ki kalbini ve dilini o zikirle meşgul etsin! Oturup 'Allah,
Allah' veya 'Sübhânallah, sübhânallah' demelidir veya şeyhin tensib ettiği
kelimeleri tekrarlamalıdır. Dil hareketten düşünceye kadar bu zikirlere devam
etmelidir. Kelime sanki dilin üzerinde hareket etmek-sizin çıkıncaya kadar
devam etmelidir. Sonra bu duruma kelimenin eseri dilden düşünceye ve kalpte
sadece kelimenin sûreti kalıncaya kadar devam etmelidir. Daha sonra nefsin
harfler ve sûreti kalpten silinip manâsının hakikati kalbe yerleşinceye, kalpte
hazır oluncaya ve kalbe galebe çalıncaya kadar devam etmelidir.
Böylece Allah'tan başka herşeyden
vazgeçmiş olur. Çünkü kalp birşeyle meşgul olduğu zaman, ne olursa olsun onun
haricindeki şeylerden boşalır. Bu bakımdan, kalp, Allah'ın zikriyle meşgul
olduğunda -ki Allah'ın zikri de kalbin hedefidir- şeksiz ve şüphesiz Allah'tan
başka herşeyden boşalır. O zaman kişiye düşen görev kalbin vesveselerini
murakabe etmek, dünya ile ilgili hatıratların gerek geçmişteki durumları ve
gerekse başkalarının durumunu hatırlatıcı şeylerle ilgili hallerini murakabe
etmektir. Çünkü kalp, herhangi birşeyle meşgul olduğu zaman -velev az bir zaman
olsun- bu meşguliyet sebebiyle, o az bir zamanın içinde bile zikirden boşalır,
bu da eksikliktir. Bu bakımdan kişi bunu bertaraf etmeye çalışmalıdır. Bütün
vesveseyi bertaraf ettiği ve nefsini bu kelimeye çevirdiği takdirde kelimenin
yönünden vesveseler gelmeye başlar: 'Bu kelime nedir? Bizim Allah dememizin
mânâsı nedir? Allah hangi mânâdan dolayı ilah olmuştur?' gibi... Bu vesveseler
sırasında kalpte birtakım hâtırat başgösterir ve kalp için düşünce kapısını
açar. Bazen de şeytanın vesveselerinden küfür ve bid'at olan şeyler kalbe hücum
ederler; kişi bu gelen vesveseleri sevme-dikçe, onları kalpten söküp atmaya
gayret gösterdikçe onlar kendisine zarar vermez.
Bu vesveseler, Allah Teâlâ'nın münezzeh
olduğunu kesinlikle bildiği şeyler ve Allah hakkında düşünülür mü düşünülmez mi
diye şüphe ettiği şeyler olmak üzere iki kısma ayrılır. Allah'ın münezzeh
olduğunu kesinlikle bildiği kısma gelince, bunun böyle olduğunu bilir, fakat
şeytan onun kalbine onu atıverir, hatırından geçirir. Bundan kurtulmanın şartı;
bu vesveseye aldırmamak, Allah'ın zikrine sığınmak, vesveseyi bertaraf etmek
için Allah'a yalvarmaktır.
Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni
dürtüklerse, Allah'a sığın; çünkü O, işitendir bilendir. Allah'tan korkanlar
kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman (Allah'ı ve azabı)
düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini
atmışlardır bile!...(A'raf/200-201)
Allah hakkında caiz olup olmadığında
şüphe ettiği kısma gelince, bunu şeyhine arzetmesi uygun olur. Hatta kalbinde
bulduğu herşeyi gevşeklik, iştiyak, herhangi bir şeye iltifat ve iradedeki
doğruluk gibi, her durumunu mürşidine arzetmeli, başkasından da gizlemelidir.
Şeyhinden başkasını bunlara muttali etmemelidir. Sonra şeyhi hâline bakar,
zekasını ve aklını dikkate alır, onu kendi haline bıraktığı ve düşünceyi ona
emrettiği takdirde kendiliğinden uyanıp meselenin hakikatine vâkıf olacağını
bilirse onu düşünceye havale etmesi ve daimî bir şekilde düşünmeyi kendisine
emretmesi uygun olur. Onun kalbine hakîkati keşfeden bir nûr atılıncaya kadar
düşünceye devam etmesini sağlamalıdır. Eğer böyle bir düşünceye güç
yetiremeyeceğini biliyorsa, onu kesin inanca, kalbinin alabileceği va'z, zikir
ve anlayışına yakın delillerle çekmeye çalışmalıdır. Şeyhin böyle bir müride
karşı nazik davranması, iltifat etmesi gerekir. Çünkü bu yollar, yolların en
tehlikelileri, bu yerler tehlikelerin çok olduğu yerlerdir. Nice mürid vardır
ki riyazetle meşgul olmuş, bozuk bir hayâl gelip kendisine hâkim olmuş, bunu
anlayamamış böylece önündeki yolu şaşırmış, boş şeylerle meşgul olmuş ve
herşeyi helâl telâkki etme yoluna girmiştir! Bu ise büyük bir tehlikedir. Zikir
için herşeyden uzaklaşan, kalbindeki meşgul edici alâkaları söküp atan bir
kimse, bu gibi fikirlerden bir türlü kurtulamaz. Çünkü böyle bir kimse, tehlike
gemisine binmiştir. Eğer sahile sağ ve selametle çıkarsa din padişahlarından
olur. Eğer yanlışlık yaparsa helâk olur ve bu-nun içindir ki Hz. Peygamber
(s.a) şöyle buyurmuştur:
Kocakarıların dinine yapışınız!61
Kocakarıların dini ise, imanın esasını
ve taklid yoluyla zâhirî inancı kabullenmek ve sâlih amellerle meşgul olmaktır.
Çünkü böyle bir imandan dönmekte çok tehlike vardır. Bu sırra binaen
denilmiştir ki; 'Şeyh'e müridin durumunda hassas davranmak ve sezgi sahibi
olmak farzdır'. Eğer mürid zeki değilse, sadece zâhirî inanca sahipse, onu zikir
ve fikirle meşgul etmemelidir. Aksine kendisini zâhirî amel ve virdlerle meşgul
etmelidir veya onu fikre dalanların hizmetinde çalıştırmalıdır ki onların
bereketinden o da istifade etsin! Çünkü savaşmaktan âciz olan bir kimsenin en
azından savaşçılara su dağıtması, onların hayvanlarına bakması gerekir ki
kıyamet gününde -her ne kadar onların derecesine ulaşamasa da- onlarla beraber
haşrolunup, onların bereketi kendisine dokunsun! Sonra kendisini zikre ve
düşünceye vermiş müridi bu vazifeden ucub, riyâ, kendisine keşfolunan hâllerle
ve kerâmetlerle sevinmek gibi birçok mâniler menetmektedir. Ne zaman bunlardan
herhangi birine iltifat eder, nefsi onlarla meşgul olursa bir gevşeklik olur.
Hatta bütün hayatı boyunca hâline dikkat etmesi gerekir. Tıpkı susamış ve bütün
dünya denizleri ağzına dökülse dahi susuzluğu gitmeyecek bir kimsenin suya
yapışması gibi.. Sermayesi halktan uzaklaşıp hakka gitmektir.
Seyyahlardan biri şöyle anlatır: Ben
halktan ayrılmış bir kısım abdala şöyle dedim:
-Tahkike giden yol nedir?
-Dünyada sanki bir yolcu gibi
davranmandır.
-Bana öyle bir amel öğret ki ben kalbimi
devamlı bir şekilde Allah ile beraber göreyim.
-Halka bakma! Çünkü halka bakmak
zulmettir.
-Halka bakmak mecburiyetindeyim.
-O halde onlarla iş yapma. Çünkü onlarla
iş yapmak vahşettir.
-Onların arasında yaşıyorum. Onlarla iş
yapmak mecburiyetindeyim.
-O halde onlara gönül verme. Çünkü
onlara gönül vermekte felâket vardır.
-Acaba illet bu mudur?
-Sen gâfillere baktığın, câhillerin
konuşmasını dinlediğin, tembellerle oturup-kalktığın halde kalbinin daimî bir
şekilde Allah ile beraber olmasını istiyorsun! Bu, ebediyyen olmayacak bir
şeydir.
Durum bu iken riyazetin son zirvesi;
kişinin kalben daimî bir şekilde Allah ile beraber olmasıdır. Bu ise, kalbi
Allah'tan başka herşeyden boşaltmakla mümkün olur. Kalp de ancak uzun bir
mücâhede sonunda başka şeylerden boşalır. Ne zaman kişinin kalbi Allah ile
beraber olursa, kişiye rubûbiyetin celâli görünür, hak tecelli eder, Allah'ın
lâtifelerinden vasfedilmesi câiz olmayan şeyler ona görünür. Hatta
vasıflandırmak asla bu şeyleri kapsayamaz. Müride bunlardan birşey inkişaf
ettiği zaman, bu durumları silen en büyük tehlike bunları başkalarına
anlatmaktır. Nefis burada bir zevk hisseder, o zevki de başka bir zevk tâkip eder!
Bu takdirde o zevk, kendisini o mânâların keyfiyeti hakkında düşünmeye davet
eder. O mânâları ifade eden lâfızları süslü püslü yapmaya, zikirlerini tertip
etmeye, onları hikâyelerle, Kumandan alman delillerle ve kıssalarla süslemeye
ve konuşma sanatını güzelleştirmeye sevkeder. Bütün bunları, insanlar kendisine
meylet-sin diye yapar. Çoğu zaman şeytan kendisine 'Senin bu yaptığın Allah'dan
gafil bulunan ölü kalplerin diriltilmesidir. Sen ancak Allah ile halk arasında
vasıtasın. Halkı Allah'a davet ediyorsun. Senin burada herhangi bir kazancın
yoktur' hayâlini verir(!) Konuşma yönünden ondan daha güzel, lâfız bakımından
ondan daha zarif, halk tabakasının kalplerini etkilemek bakımından ondan daha
kudretli birisi göründüğü zaman, şeytanın hilesi açığa çıkar. Çünkü -eğer
kendisini harekete geçiren halk tarafından kabul edilme hissi ise- bu takdirde
kişinin içinde hased akrebi harekete geçer. Eğer onu harekete geçiren hak ve
Allah'ın kullarını Allah yoluna davet etmenin şevki ise, arkadaşının
kendisinden daha iyi bir şekilde ortaya atılmasına sevinir ve der ki:
'Kullarının isyanını engellemekte bana yardımcı olan bir arkadaşımla beni
takviye eden Allah'a hamdolsun!'
Tıpkı sahipsiz bir ölüyü gördüğü zaman,
onu gömmesi kendisine farz olan ve şer'an gömülmesinden sorumlu olan bir kimse
gibi... Bu kimse, ölüyü bulduğu esnada kendisine yardım eden biri gelirse onun
gelmesiyle sevinir, kendisine yardım edene hased et-mez. Gafil kimseler de
kalben ölüdürler. Vâizler uyandırıcı ve dirilticidirler. Onların çok olması birbirlerini
istirahat ettirmelerine ve yardımlaşmalarına vesile olur. Bu bakımdan bir
vâizin, vâizlerin çokluğuyla sevinmesi uygun bir harekettir. Bu ise cidden pek
nâdir bir durumdur. Bu bakımdan müridin bundan sakınması uygun olur. Çünkü bu
desise, yolun kendisine açıldığı kimselere karşı şeytanın en büyük
tuzaklarındandır. Zira dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmek,
insanoğlunda çok görülen bir niteliktir.
Ama siz dünya hayatını tercih
ediyorsunuz. (A'lâ/16)
Bundan sonra Allah Teâlâ şerrin tabiatlarda
eski bir nitelik olduğunu beyan etmiştir ve bunun geçmiş kitaplarda da mevcut
olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:
Bu ilk sahîfelerde de vardır. İbrahim'in
ve Musa'nın sahîfe-lerinde!(A'lâ/18-19)
İşte tedrîcen Allah'ın mülakatına giden
müridin riyazetinin ve terbiyesinin yolu budur!
Riyazetin her sıfattaki ayrıntısına
gelince, eserin ilerdeki bölümlerinde bu husus gelecektir. Çünkü insanoğluna
hâkim olan sıfatlar midesi, tenâsül uzvu ve dilidir. Ben bunlarla ilgili
şehvetleri kastediyorum. Sonra şehvetleri korumak için asker gibi olan öfkeyi
kastediyorum. Sonra insanoğlu midesinin ve tenâsül uzvunun şehvetini sevdiği ve
onlarla yakınlaştığı zaman dünyayı sever. Buna da ancak mal ve mertebe ile
ulaşır. Mal ve mertebe istediği zaman, dünyayı sever. Mal ve mertebe istediği
zaman, kendisinde kibir, ucub ve riyaset sevgisi başgösterir. Bunlar verildiği
zaman nefsi, isteyerek dünyayı terketmeye râzı olmaz. Dinin de ancak içinde
riyaset olan kısmını alır. Böylece gurur kendisine galip gelir.
Bu kitabı takdim ettikten sonra,
Mühlikât bölümünü sekiz kitap olarak -Allah'ın inayetiyle- tamamlamak bize
zorunlu olmaktadır. O sekiz kitap da şunlardır:
1.Mide ve Tenâsül Uzvunun Şehvetini
Kırmak
2.Dilin Âfetleri
3.Hased, Kin ve Öfkenin Kırılması
4.Dünyanın Kötülenmesi ve Hilelerinin
Beyanı
5.Cimriliğin ve Mal Sevgisinin
Kötülenmesi
6.Rütbe Sevgisi ve Riyanın Kötülenmesi
7.Ucub ve Kibirin Kötülenmesi
8.Gurur'un Yerleri
Bu helâk eden şeyleri zikretmek ve
buradaki tedavi yolunu bildirmek sûretiyle -Allah'ın izniyle- bu bölümdeki
hedefimize varmış oluruz. Birinci kitapta zikrettiklerimiz kalp sıfatlarının
açıklanmasıydı. O kalp ki hem helâk edicilerin, hem de kurtarıcıların
kaynağıdır. İkinci kitapta zikrettiklerimiz ise, ahlâkın temizlenmesi ve kalp
hastalıklarının tedavi yoluna genel bir işarettir. Onların ayrıntıları ise
-eğer Allah dilerse- gelecek bölümlerde zikredilecektir.
Nefsin riyâzetine ve ahlâkın
güzelleştirilmesine ilişkin bu bölüm Allah'ın hamdi, yardımı ve hüsn-ü tevfîki
ile burada tamam-lanmış oldu. Allah'ın izniyle bu bölümü, iki şehvetin
kırılmasına dair bölüm takip edecektir.
Hamd, bir ve tek olan Allah'a mahsustur!
Allah Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed'in, âlinin ve ashabının, yer ve gök
ehlinden seçilmiş her kulunun üzerine rahmet deryalarını açsın! Tevfîk ancak
Allah'tandır! Allah'a tevekkül eder ve sadece O'na dönerim!
61) İbn Tâhir et-Tezkire adlı kitabında 'Bu lâfız halk
arasında kullanılmaktadır. Fakat ne sahih, ne de sakîm bir rivayette bunun
aslına rastlamadım' der. Bazı eserlerde Hz. Ömer'in sözü olduğu
kaydedilmektedir.