HELAL VE HARAM
İmam-ı Gazali..2
Hz. Âişe 38 de şöyle rivayet eder:
Adamın biri Hz, Peygamber'e bir tavşan getirerek şöyle der: - Bu benim ok ile vurduğum bir hayvandır. Onda okumu tanıdım. (Ne dersiniz, yiyeyim mi, yemeyeyim mi?) - Onu derhal mi öldürdün, yoksa bilâhare attığın ok ile ölmüş olarak mı buldun? - Bilâhare isabet aldığı darbe ile ölmüş olarak buldum. - Geceler, Allah'ın mahlûkâtından bir mahlûktur. Onun takdirini ancak onu yaratan bilir. Bu bakımdan belki de o hayvanın ölmesine başka birşey yardım etmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber, Adiy b. Hâtem'e de eğitilmiş köpeği hakkında şöyle demiştir: Eğer o yemişse sen yeme; çünkü korkarım ki, köpek o avı kendisi için tutmuş olsun! Oysa eğitilmiş köpeğin ahlâksızlık yapmayacağı ve avladığı hayvanı sahibi için avlayacağı galib bir ihtimaldir. Bununla birlikte Hz. Peygamber, Adiy'i avlanan hayvanı yemekten nehyetmiştir. Bunun tedkik ve tahkiki şöyledir: Helâllik, ancak sebebin tamamlanmasıyla tahakkuk eder. Sebebin tamamlanması da avlanan hayvanın, herhangi bir illetin ârız olmasıyla değil, sadece avcının darbesiyle ölmesidir. Oysa bu meselede şüphe edilmiştir. O halde bu şüphe, sebebin tamamlanması hususunda vâki olan bir şüphedir. Hatta bu avın ölümünün helâl üzerine mi, yoksa haram üzerine mi olduğu hususunda da şüphe edilmiştir. Bu bakımdan ölümü helâl üzere tahakkuk eden, sonradan ârızî sebebinde şüphe edilen av mânâsında olmaz. Bütün bunlara karşılık deriz ki: Gerek İbn Abbas'ın ve gerekse de Hz. Peygamber'in nehyi (yasaklaması), takva ve tenzihe hamledilir. (Tahrîmî nehy değildir).
Buna delil olarak bir kısım haberlerde rivayet edilen Hz.Peygamber'in şu hadîsini gösterebiliriz: Avladığın hayvanda okunun yarasından başka bir yara görmediğin takdirde kaybettikten sonra bulsan dahi etiniye!39
Bu hüküm, dikkatleri daha önce zikrettiğimiz mânâya çekmek demektir. Şöyle ki: Eğer kişi, avladığı hayvanda okunun yarasından başka bir yara veya bere görürse, o zaman zannın muarazası (çarpışması) yüzünden ölümün iki sebebi de çarpışır. Eğer kendi okunun açtığı yaradan başka bir yaraya rastlamazsa, zann-ı galib hasıl olur ve böylece istishab ile hükmedilir; tıpkı , haberi vâhid, maznûn kıyas, maznûn umumlar ve başkalarıyla istishab üzerine hükmedildiği gibi...
İtirazcının 'Onun helâl üzerine öldüğü tahakkuk etmediği için, ölüm sebebinde şüphe olmuş olur' itirazına gelince, bu yerinde bir itiraz değildir; çünkü sebep tahakkuk etmiştir; ölümün sebebi yaradır. Yaradan başka ölümde rol oynayan birşeyin bulunması ise şüphelidir. Bu fetvanın doğruluğuna ulemanın şu icmâ ve ittifakı delâlet etmektedir: 'Bir kimse yaralandıktan sonra kaybolur ve bilâhare ölü olarak bulunursa, onu yaralayana kısas vacib olur'. Halbuki böyle bir kimse kaybolmasaydı, ölümüne belki de fazla heyecanlanması sebep olacaktı; nitekim bazı insanlar, aniden düşüp ölmektedir. Bu bakımdan böyle bir durumda ancak boynunu kesmek veya ölüme sebep olacak derecede derin yaralar açmak gibi haller kısası icab ettirmeli idi. Zira insanın içinde bulunan öldürücü illetlerden hiçbir zaman emin olunamaz ve bu illetler yüzündendir ki sapasağlam görünen bazı insanlar aniden düşüp ölürler. Burada kısas şüphe üzerine bina edilmekle beraber, hiç kimse böyle dememiştir. Aynı şekilde kesilmiş bir hayvanın karnındaki yavrusu da helâldir. Oysa bu yavrunun, annesinin kesilişinden önce ölmüş olma ihtimâli vardır. Kesiliş sebebiyle ölmemiş olsa da veya henüz anne rahminde ruh üfürülmemiş olsa da durum değişmez. Bunun gibi ceninin diyeti de vacibdir. Belki de henüz kendisine ruh üfürülmemiştir veya cinayetten önce başka bir sebepten ölmüştür. Fakat bütün bunlara rağmen, hüküm zâhirî bir delile dayanmadığı takdirde vehim ve vesvese kısmına girmiş olur. Nitekim bu durumu daha önce de belirtmiştik. İşte burada da durum böyledir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Korkarım ki, o avı kendisi için tutmuş olsun.
İmam Şâfiî'nin bu meselede iki fetvası vardır. Bizim tercih ettiğimiz fetvaya göre, burada haram olmasına hükmetmektir; çünkü sebepler çatışmaktadır. Eğitilmiş köpek, alet ve vekil gibidir. Sahibi için tutar ve bu durumda da tuttuğu helâl olur. Eğer talimli köpek kendiliğinden avlanırsa, tuttuğu helâl değildir; çünkü kendi nefsi için avlandığı düşünülebilir. Sahibinin işaretiyle gidip sonra da avlandığı hayvandan yiyen eğitilmiş köpeğin işaretle gitmesi, başlangıçta alet yerinde ve sahibinin vekili olduğuna; yemesi ise, avlandığı hayvancağızı sahibi için değil, kendisi için tuttuğuna delâlet eder. Bu bakımdan delâlet eden sebep böylece muâraza etmiş olur. Dolayısıyla ihtimal de çarpışır. Asıl ise, haram olmaktır ve bu asıl devam etmektedir. Şüphe ile ortadan kalkmaz. Bu durum tıpkı şuna benzer: Adamın biri kendisine bir cariye satırı alması için birini vekil eder; vekil edilen adam da gidip bir cariye alır. O cariyeyi kendisi için mi yoksa müvekkili için mi aldığını açıklamadan da düşüp ölür. Böyle bir durumda müvekkilin (vekil gönderen kimsenin) cariyemdir diyerek onunla cinsî münasebette bulunması helâl değildir. Zira vekil ettiği kimse o cariyeyi müvekkili için satın almış olabileceği gibi, kendi nefsi için de satın almış olabilir. Ortada, müvekkili için satın aldığını gösteren bir delil de yoktur. Asıl ise, böyle bir cariye ile cinsî münasebet kurmanın haram olmasıdır. Bu bakımdan bu mesele üçüncü kısma değil, birinci kısma dahil olmuş olur.
d) Dördüncü kısım ise, helâlliğin mâlum olmasıdır. Fakat sonradan şer'an zann-ı galible muteber sayılan bir sebepten ötürü kendisini haram edici bir durum ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan bu durumda istishab (yani eski durumda bırakmak) ortadan kalkmış olur ve haram olmasına hükmedilir; çünkü daha önce de gördüğümüz gibi istishab zayıftır; zann-ı galib karşısında hiçbir kıymeti kalmaz. Misali ise şudur: Adamın ictihadı, kapların birisinin necis olduğunda karar kılar. Bu ictihadı zann-ı galib gerektiren belli bir alâmete dayanmaktadır. Bu bakımdan bu kimsenin o kaptaki suyu içmesi ve onunla abdest alması haramdır. Böylece kişi 'Eğer Zeyd, tek başına Amr'ı veya herhangi bir avı öldürürse hanımım boş olsun' demiş olsa ve Zeyd de Amr'ı veya bir hayvanı yaralasa ve orda kaybolduktan sonra, ölü olarak bulunsa, bu kimsenin hanımı kendisine haram olmuş olur. Çünkü daha önce geçtiği gibi zâhirde onu Zeyd tek başına öldürmüştür. İmam Şâfiî kesinlikle buyurmuştur ki: Bir kimse, göllerdeki, orada uzun zaman durmasından veya içerisine necaset düşmesinden dolayı bozulmuş olma ihtimali bulunan suyu kullanabilir. Eğer o suya bir geyiğin işediğini ve suya vardığında onun bozulmuş olduğunu müşahede ederse ve bu bozukluğun aynen yukarıdaki gibi hayvanın sidiğinden veya uzun zaman durmasından ileri gelmiş olma ihtimali bulunsa bile bu suyu kullanması caiz değildir. Çünkü bu durum, necaset ihtimalini kuvvetlendiren bir delildir. Bu, bizim önceden zikrettiğimizin misalidir. Bu hüküm, birşeyin aynısıyla ilgili bir alâmete dayanan bir zann-ı galibin hükmüdür.
Birşeyin aynısıyla ilgili bir alâmet cihetinden gelmeyen zann-ı galibe gelince, burada İmam Şafiî'nin fetvası ihtilâflıdır. Acaba aslı helâl olan şey, bu zann-ı galib ile ortadan kalkar mı, kalkmaz mı? İmam Şâfiî'nin; müşriklerin (putperestlerin) ve daima içki içenlerin kaplarından abdest alma, eşilmiş mezarlar arasında namaz kılma, korunulması mümkün olmayan miktardan fazla çarşı ve sokakların çamurlarıyla namaz kılma hakkındaki fetvası ihtilaflı olduğu zaman, elbetteki bunun hakkındaki fetvası da ihtilaflı olacaktır. Şâfiî'nin arkadaşları onun bu görüşünü şöyle ifade etmişlerdir: Asıl ile zann-ı galib çarpıştıkları zaman, hangisine itibar olunur? Bu durum daima içki içen ve puta tapanların kaplarından su içmek haram mıdır, değil midir meselesi hakkında câridir; zira necis birşeyin içilmesi helâl olmaz. Bu durumda necaset ve helâlin kaynağı bir olur. Herhangi birinde tereddüt etmek, diğerinde de tereddüt etmeyi gerektirir.
Benim tercih ettiğim fetva şudur: Burada itibar asl'adır. Alâmet, yenen veya kullananın aynısıyla ilgili olmadığı sürece aslın ortadan kalkmasını icab ettirmez. Bunun beyanı ve delili, şüphenin ikinci kaynağında gelecek olan karıştırma şüphesidir. Bu söylediklerimizle, bilâhare haram olduğu veya zann bulunduğu hususunda şüphe edilen helâlin ve aynı durumda olan haramın hükmü anlaşıldı. Birşeyin aynısındaki alâmete dayanan zann ile herhangi bir alâmete dayanmayan zannın arasındaki fark da böylece anlaşıldı.
Bu dört kısımda helâl olduğuna hükmettiğimiz herşey, birinci derecede olan helâldir. Ancak ihtiyat ve takva bunları terketmektedir. O halde bunları yapan kimse, muttakî ve salihler zümresinden olmaz. Böyleleri şer'î fetvada fasıklığına, asi olmasına ve cezaya müstahak görülmesine hükmedilmeyen adiller zümresine dahil-dir. Ancak vesvese derecesinde mütalaa ettiğimiz kısım, bu hük-mün dışındadır; zira böyle bir kısımdan kaçınmak, hiç de takvadan değildir.
İkinci Kaynak Menşei karışıklık oları şektir. Şöyle ki; haram helâle karışıp iş şüpheye düşer ve ayırdetme güçleşir. Karışma, her iki taraftan veya yalnızca bir taraftan ve sayısı belli olmayacak yahut da belli olacak şekilde olur. Eğer adedi belli olanla karışırsa, bu karışmada iki kısma ayrılır. İşaret etmek suretiyle ayırt edilemeyecek derecede karışma sıvı maddelerin karışması gibi veya ayinlerin ayrılması mümkün olmakla beraber ayinlerin bilinemeyeceği bir şekilde karışmadır kölelerin, evlerin ve atların karışması gibi. Birbirlerine çok benzedikleri için karışanlar da, ya aynısı kastedilen şeylerden ticaret malları gibi ya da aynısı kastedilmeyenlerden olacaktır paralar gibi.
Bu bakımdan bu taksimattan üç kısım meydana çıkar: 1. Birinci kısmı, belli bir adet ile birbirine karışmasıdır. Meselâ murdar bir hayvanın leşi, kesilmiş bir veya on hayvanın gövdesiyle karışır ya da süt emzirmiş bir kadın on kadına karışır veya iki kızkardeşten hangisiyle evlendiği belli olmaz. İşte bu şüphe, ümmetin icmaıyla sakınılması gereken bir şüphedir; zira bu şüphede ictihadın yeri olmadığı gibi, haramı belirten alâmetler de yoktur. Muayyen bir adetle karıştığı zaman, hepsi bir şeymiş gibi olur. Bu durumda kesin haramlık ile kesin helâllik karşı karşıya gelmiş olur. Bu suretle helâlle haramın, helâlin tesbit edilmesinden sonra karışması meselâ uçan kuş meselesinde hanımlardan birisinin boş olması gibi ile tesbit edilmesinden önce karışması emzirmiş bir kadın (veya emen bir kadın) yabancı bir kadınla karıştırıldığında kişinin birini kendisine helâl etmesi gibi arasında hiçbir fark yoktur. Bu durum, haramın bilâhare ortaya çıkması hususunda bazen müşkil bir şekle girer: İki hanımdan birinin, geçmiş istishaba dayanarak boş olması gibi. Biz bu husustaki cevabın vechine daha önce dikkat çekmiştik. Şöyle ki; haramın kesin olması, helâlin kesin olmasına tekabül etmiş (yani karşı karşıya gelmiş); bu bakımdan istishab, zayıflamış ve şeriat nazarında tehlike tarafı daha galib gelmiştir ve bunun için de tehlikeli olan taraf tercih edilir. Bu durum, belli bir helâl, adedi belli olan bir haramla karıştığı zaman böyledir. O halde, adedi belli olan bir helâl, adedi belli olmayan bir harama karıştığında bundan sakınmanın daha evlâ olacağı açıktır.
2. İkinci kısım sayısı belli bir haramın, sayısı belli olmayan bir helâle karışmasıdır. Meselâ süt emziren (veya emen) bir kadın veya süt emen (veya emziren) on kadın büyük bir memleketin kadınlarıyla karışabilir. Bu durumda o memleketin hanımlarıyla evlenmemek gerekmez. Aksine kişi o memleketin hanımlarından istediğiyle evlenebilir. Bu hükmün illetini, 'Burada helâl daha fazladır' şeklinde göstermek caiz değildir. Çünkü böyle bir illet kabul edildiği takdirde bir haram dokuz helâl ile karıştığında kişinin onlardan biriyle evlenmesinin caiz olması gerekir. Oysa ulemadan hiç kimse böyle birşey söylemiş değildir. Bilakis buradaki evlenmenin caiz olmasının illeti galiplik ile birlikte adamın, evlenmeye muhtaç olmasıdır. Yani ikisi birden illet olurlar. Zira herhangi bir kimsenin bir sebepten dolayı bir mahremi kaybolsa, böyle bir kimse için evlenme kapısını kapamak mümkün değildir. Aynı şekilde kişi, dünya malına kesinlikle haram katılmış olduğunu bilse bile kendisine dünya malını satın almak ve ondan yemek yasak olmaz; çünkü böyle yapmak güçlüktür. Dinde ise, güçlük yoktur. Hz. Peygamber, asr-ı saâdetinde bir kalkan çalındığında ve adamın biri ganimet malından bir abâ aşırdığında hiç kimseyi kalkan ve abaları satın almaktan menetmemiştir.
İşte her çalınan malda da hüküm budur.40 Yine o devirde, insanlar arasında dirhem ve dinarlarla faizcilik yapanlar vardı. Oysa gerek Hz. Peygamber, gerekse ashâb-ı kirâm, dirhem ve dinarları ne tamamıyla ve ne de kısmî olarak terketmemişlerdir.41 Dünya, ancak bütün halk günahlardan masum kılındığı zaman, haramdan ayrılabilir. Bütün halkın masum olması ise muhaldir. Madem böyle birşey dünya için şart koşulmamıştır; o halde herhangi bir memleket için de şart koşulamaz. Ancak adedi belli bir cemaat arasında mümkün olabilir. Dünyada böyle bir hâdise vardır diye sakınmak vesvesecilerin takvasına dahil olur; zira böyle bir takva, ne Hz. Peygamber'den ve ne de ashâb-ı kirâmın herhangi birinden nakledilmiş değildir ve böyle bir takvayı yerine getirmek, hiçbir asırda ve hiçbir ümmet için tasavvur edilemez.
Eğer 'Herşeyin adedi Allah'ın ilminde bellidir. O halde sayısı belli olan adedin târifi ve haddi nedir? Herhangi bir memleketin ahâlisini saymak isteyen kimse, kendisine bu şekilde hareket etme imkânı verildiği takdirde bunu yapabilir' dersen, bil ki bu gibi şeylerin benzerlerini tahdid etmek mümkün değildir. Bunlar ancak yaklaşık olarak zapt u rapt altına alınabilir. Bir yerde toplandığı zaman, bakan kimsenin sadece bakmakla sayması zor olanlara bin veya ikibin gibi sayısı belli olmayan aded denir. On veya yirmi gibi sayılması kolay olanlara ise, adedi belli olan denir. Bu ikisi arasında iki tarafa da benzeyen durumlar vardır ki, zan ile iki taraftan birisine ilhak edilirler.
Şüpheye düştüğün adet hakkında kalbinden fetva iste; zira günah, kalbi ısırır. Böyle bir makamda Hz. Peygamber, Vâbise b. Ma'bed'e şöyle buyurmuştur: 'Onlar sana fetva verseler de, fetva verseler de, fetva verseler de, sen yine kalbinden fetva iste!'42
İşte böylece, şüphenin birinci kaynağında zikrettiğimiz dört kısmın dördünde de karşılıklı taraflar vâkî olur ki bunlar olmak ve olmamakta apaçıktırlar. Aralarında taraflardan birine benzeyen hâdiseler vardır.
Müftü zannıyla fetva verir; fetvayı isteyen kimseye ise kalbinden fetva istemek vazifesi düşer. Eğer müftünün fetvasına rağmen kalbinde ısırıcı birşeyler varsa, bilsin ki Allah ile arasında günahkâr olan kendisidir. Müftünün fetvası kendisini ahirette kurtaramaz; çünkü müftü zahire göre fetva verir. Allah ise gizlilerin de hâkimi ve idarecisidir. (Açıkların hakimi ve idarecisi olduğu gibi).
3. Üçüncü kısım, adedi belli olmayan haramın, adedi belli olmayan helâlle karışmasıdır: Zamanımızdaki malların hükmü gibi... Bu bakımdan hükümleri suretlerden alan kimse, adedi belli olmayanın, kendisi gibi adedi belli olmayana nisbet edilmesinin, tıpkı adedi belli olanın adedi belli olana nisbet edilmesi gibi olduğunu zanneder. Oysa biz orada haram olduğuna hükmetmiştik; bu bakımdan burada da aynı şeyle hükmedelim. Oysa bizim tercihimiz bunun tam tersidir. Bu şekildeki bir karışmadan ötürü herhangi birşeyi edinmek ki o şeyin haram olması da, helâl olması da ihtimal dahilindedir haram değildir. Ancak alınan şeyin aynısıyla birlikte haram olduğuna delâlet eden bir alâmet ve belirti de bulunursa, o zaman haram olur. Ancak aynın haram olduğuna delâlet eden bir belirti ve alâmet yoksa bile onu terketmek takvadır. Onu almak helâl olduğu gibi, yiyen kimse de yediğinden dolayı fasık olmaz. Bir malı zâlim bir sultanın elinden (onun verdiği malı) almak, o malın haram olmasının alâmetlerindendir. İleride zikredeceğimiz daha nice alâmetler vardır. Bunun üzerine de eser ve kıyaslar delâlet etmektedir.
Esere gelince; bu, Hz. Peygamber'in ve ondan sonra gelen hulefâ-i râşidînin zamanlarında bilinen durumdur; zira içki paraları ve faiziyle alınan dirhemler zimmîler eliyle, tedavülde bulunan mallara karışmıştı. Aynı şekilde çalınan, hile ile elde edilen ve ganimetten haksız olarak aşırılan mallar da tedavüldeki mallara karışmaktaydı. Hz. Peygamber'in faizi yasakladığı ve 'İlk kaldırdığım faiz, amcam Abbas'ın faizidir'43 dediği andan itibaren bütün halk, faizi terketmiş değildi; tıpkı içkiyi ve diğer günahları da tamamen terketmedikleri gibi...
Hatta rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber'in ashabından biri şarap satmıştı. Bunu duyan Hz. Ömer 'Allah, filân adama (içkiyi satana) lânet etti; çünkü o, (yasak olduktan sonra) içki satmayı ilk âdet eden kimsedir' dedi. Bu kişi içkiyi, satışının da tıpkı içkinin kendisi gibi haram olduğunu anlayamadığından satmıştır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kişi aşırdığı abayı ateşte çekmektedir.44
Bir savaşta müslümanlardan birisi öldürüldü. Onun eşyaları arasında, iki dirhem kıymetinde bile olmayan ve bir yahudiye ait birkaç tane boncuk bulundu ki, bunları aşırmıştı.45 Hz. Peygamberin mübarek ashabı, zâlim emîrlerin vaktine erişmişler ve hiçbiri de Medine-i Münevvere yağma edilmiş diye pazarlarda alışveriş yapmaktan çekinmemişlerdir. Oysa Medine, Yezidin adamları tarafından üç gün üç gece yağma edilmişti.46 O mallardan sakınan kimseler, takva hususunda parmak ile gösterilmekteydiler. Ama çoğunluk alışverişten kaçınmamıştır. Oysa ihtilât ve zâlimler zamanında yağma edilmiş mallardan piyasada çok vardı. Selef-i sâlihînin gerekli görmediği birşeyi gerekli gören kimse, 'onların şeriattan anlamadığını ben anlıyorum' iddiasında bulunan bir zavallı, vesveseye kapılmış bir budaladan başka birşey değildir.
Eğer böyle meselelerde ashâb-ı kirâmdan daha ileride hareket etmek caiz olsaydı, onların icmâlarından başka dayanağı olmayan birçok meselede de kendilerine muhalefet etmek caiz olurdu. 'Annanenin (ninenin) nikâhlanmasının haramlığı tıpkı annenin nikâhlanmasının haramlığı gibidir. Oğlun oğlu (torun), öz oğul gibidir. Domuzun kılı ve yağı da Kur'an'da haram olarak ilân edilen eti gibidir. Hadîs-i şerîfte zikredilen altı şeyden başka şeyler de faize girer' dedikleri gibi... Oysa onlara böyle şeylerde muhalefet etmek, muhaldir; çünkü onlar, Allah'ın şeriatını herkesten daha iyi anlamışlardı.47
Kıyasa gelince... Kıyas şöyledir: Bu kapı açıldığı takdirde bütün tasarrufların kapısı kapanacak ve âlem harap olacaktır; zira fasıklık, insanlara galip gelmektedir. Fasıklıktan ötürü de insanlar şeriatın akidler için ileri sürdüğü şartlarda müsahele ve lâübalilik göstermektedirler. Bu ise, şeksiz şüphesiz karışıklığa meydan verir.
Eğer "Siz, daha önce Hz. Peygamber'in düb (keler) denilen hayvanın etini yemeyi menettiğini ve 'Onun Allah'ın meshettiği insanlardan olmasından korkuyorum' buyurduğunu naklettiniz. Oysa bu hüküm, adedi belli olmayan bir ihtilâttır" derseniz, biz de şöyle deriz: Bu, kerahet-i tenzîhiye ile takva üzerine hamledilir. Hem düb, garip bir şekle sahiptir. Onun şekli çoğu zaman insandan mesholunduğuna delâlet eder. Bu delâlet ise yenilmesi istenen hayvanın aynısında mevcuttur.
Eğer 'Bu durum her ne kadar Hz. Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın zamanında faiz, hırsızlık, yağmacılık, ganimet ve başka mallardan aşırmak sebebiyle mâlum ise de, helâle nisbetle pek cüz'î ve azdı. Peki bizim zamanımıza ne demeliyiz? Şöyle ki, halkın elindeki malların çoğu haramdır; zira zâlim sultanların malları ve faiz çoğalmıştır. Muameleler, şartları ihmal edildiği için fasid olmuştur. Bu bakımdan herhangi bir kimse, aynısında haram olduğuna dair belirli bir alâmet bulunmayan bir malı alırsa, acaba bu mal haram mıdır, helâl mıdır? (Bu mal hakkında ne demeli?)' denilirse, buna karşılık şöyle deriz: Bu mal haram değildir. Ancak onu terketmek takvadandır. Buradaki takva, böyle bir malın az olduğu zamanlardaki takvadan daha mühimdir. Fakat bunun asıl cevabı şudur: İtirazcının 'Zamanımızda malların çoğu haramdır' demesi, kesin bir hatadır ve bu gafletin kaynağı da itirazcının çok ile en çok arasındaki farkı bilmemesidir. İnsanların çoğu hatta fukahânın da çoğu, nadir olmayan birşeyin en çok olduğunu, bun-ların karşılıklı iki kısım olup, aralarında üçüncü bir kısım bu-lunmadığını zannederler. Oysa bu zanlarında yanılıyorlar. Aksine kısımlar üçtür: a) Az ki buna nadir denir. b) Çok c) En çok Misal olarak, halk arasında, hünsâ48 olan kimse, nadirdir. Hünsaya nisbetle hastalık çoktur. Sefer de böyledir. Hatta sefer ile hastalığın umumî özürlerden olduğu söylenir. İstihaze (hastalık) kanı, nadir özürlerdendir. Hastalığınsa nadir olmadığı herkesin mâlumudur. Fakat hastalık en çok değil; aksine çoktur. Fakih bir kimse, gevşeklik gösterip 'Hastalık ve yolculuk' galiptir; bu ise umumî bir özürdür' dediği zaman şunu kastetmektedir: Bu özür nadir bir özür değildir. Eğer gayesi bu değil ise, en fazladır. Seferî ve hasta olan ise, fazladır. İstihazeli olan kadın ile hünsâ olan in-san nadirdir. İşte bu fark anlaşıldığı zaman, deriz ki: 'Haram daha fazladır' sözü, asılsız bir sözdür. Çünkü böyle söyleyen kim-senin dayanağı, ya zâlimlerin ve makam sahibi saltanat yardımcılarının çok olmasıdır ya da faizli, fasid muamelelerin çoğalmasıdır. Yahut da İslâmiyet'in başlangıcından zamanımıza kadar bu malların esasları üzerinde değişen ellerin çok mükerrer olmasıdır.
Birinci dayanağı bâtıldır; zira zâlim çoktur fakat en çok değildir. Bunlar, sultanların avanesi ve mansıb sahipleridir; çünkü galebe ve şevket sahibi olmayan zulmedemez. Bu zâlimler bütün âleme nisbet edildikleri zaman, âlemin onda birinin onda biri bile olmazlar (veya onda biri olmazlar). Bu bakımdan mesela her sultanın yüzbin avanesi vardır. Halbuki o sultan bir milyon kişiyi ve hatta daha fazlasını barındıran bir ülkeye sahiptir. Belki de memleketinin şehirlerinden birisinin ahalisi dahi adet bakımından onun bütün askerinden daha fazladır. Eğer saltanat sahiplerinin adedi, halkın adedinden daha fazla olursa hepsi helâk olurlar. Zira bu durumda halkın her bir ferdinin (meselâ) onların on tanesine hizmet etmesi gerekirdi. Oysa saltanat sahipleri refah içerisinde yaşarlar. Fakir bir ferdin on kişiyi refah içerisinde yaşatması ise tasavvur dahi edilemeyecek kadar imkansızdır. Saltanat sahiplerinden birinin ihtiyacı halktan bin veya daha fazla kişiden ancak derlenebilir. Hırsızlar hakkında da böyle diyebiliriz; zira koskoca bir şehirde pek az hırsız bulunur.
İkinci dayanağı ise 'ribâ ve fasid muamelelerin çoğalması'dır. Bu da çoktur, fakat en çok değildir. Zira müslümanlarm en çoğu muamelelerinde şeriatın şartlarını gözetirler. Bu bakımdan bunların adedi en çoktur. Faiz veya başkasıyla muamele yapanın eğer onun tek başına olan muameleleri birkaç tane ise muamelelerinden doğru olanların adedi, fâsid olanlardan daha fazladır. Kişinin kendi vehmiyle şehirde delilik, pislik ve dinsizlikle ün almış birini arayıp da fâsid muameleleri daha çoktur diyebileceği kimselerin varlığı, pek nadirdir. Eğer çok ise bile, en çok değildir. İnsanın bütün muameleleri nasıl fasid olabilir? Oysa fasid muamelelerine denk gelecek veya daha fazla olacak sahih muameleleri de olacaktır. Biraz düşünen bir kimse için bu durum kesindir. Böyle bir korkunun nefislere galebe çalması, nefislerdeki fesadın çoğalmasından ve nefislerin doğru muameleyi uzak görüp, adeta az da olsa doğru muamelenin imkân dahilinde olmadığını sanmalarından ileri gelir. Hatta çoğu zaman kişi zinanın ve içkinin tıpkı haramlar gibi yaygınlaştığını zanneder ve böylece zinacılarla içkicilerin daha çok olduklarını hayal eder. Bu hayal ise, yanlıştır; çünkü zinacılar ve içkiciler en azdırlar. Her ne kadar onlarda çokluk varsa da...
Üçüncü dayanağına gelince ki bu dayanakların en hayalî olanıdır bu şöyledir: Mallar, maden, bitki ve hayvanlardan hasıl olurlar. Bitki ve hayvanlar da üremek suretiyle meydana gelirler. Bu bakımdan meselâ sahip olduğumuz bir koyunun ki koyun her sene doğurur asıllarının adedi, Hz. Peygamber zamanına varıncaya kadar yaklaşık olarak beşyüze ulaşır. Bu asıllarından herhangi birinin gasbedilmiş veya fâsid bir muamele ile elde edilmiş olması ihtimali uzak değildir. Bu bakımdan bu koyunların asıllarının bizim zamanımıza kadar bâtıl bir tasarruftan sağlam kalması hangi garanti ile mümkündür? Aynı şekilde hububatın sağlam kalması hangi garanti ile mümkündür? Çünkü hububatın ve meyvelerin tohumları da beşyüz veya şeriatın ilk başlangıcına gidinceye kadar bir asla ve köke muhtaçtırlar. Böylece aslı ve aslının aslı, ta nübüvvet zamanına kadar helâl olmadıkça bunlar da helâl olmaz.
Madenlere gelince, bunların ilk elde edinilmesi mümkün değildir. Bu, malların en azıdır. Bunlardan en çok dirhem ve dinar (para birimleri) yapılmaktadır. Bu dirhem ve dinarlar da ancak darphaneden çıkar. Darphane de tıpkı madenler gibi zâlimlerin elindedir. Onlar halkı buralardan menederler. Bu madenleri ağır şartlar altında fakirlere çıkarttırıyorlar ve sonra da gasb yoluyla ellerinden alıyorlar. Biz buna baktığımız zaman biliriz ki, bir tek dinar dahi yoktur ki, ona fâsid bir akit sirayet etmemiş olsun veya edinme sırasında bir zulüm karışmasın veya darphanede basıldığı vakitte veya daha sonra sarf ve faiz muamelelerinde haramdan uzak olsun. Bu bâtıl tasarruflardan uzak bir dinarın bulunması nadir veya muhaldir. Bu durumda helâl olarak ancak avlanan bir hayvan veya sahipsiz çöllerden elde edilen bitkiler ve sahipsiz odunlar kalmış olur. Sonra bunları da elde eden bir kimse yalnızca bunlarla yetinme imkânından mahrumdur. Böyle bir kimse bun-ları satıp karşılığında yiyecek maddeleri, hububat ve hayvanlar almak mecburiyetindedir. Bu hububat ve hayvanlar da ancak ekilmek veya üretilmek suretiyle elde edilirler. Bu bakımdan böyle bir kimse helâlini verip haramı satın almış olur. Bu yol, hayal bakımından yolların en aşılmaz ve en şiddetlisidir.
Cevap: Bu zann-ı galib, helâle karışan haramın çokluğundan neş'et etmiş değildir. Bu bakımdan bahsettiğimiz tarzın dışına çıkıp, daha önce asıl ile galib zannın çarpışması diye bahsettiğimiz kısma dahil olmaktadır. Zira bu mallarda asıl olan, tasarruflardan ötürü kabul edilmesidir ve alışverişte mutlaka iki tarafın rızası vardır. Şimdi ise bu malı yiyecek ve tasarruf etmekten çıkaracak bir galip sebep çatışmaktadır. Bu tıpkı İmam Şâfiî'nin necasetler hükmündeki iki kavlinin (fetvasının) mahalline benziyor. Bize göre sahih olanı, necaset bulunmadığı zaman çarşılarda namaz kılmanın caiz olmasıdır; çünkü çarşıların çamuru tâhirdir. Putperestlerin kaplarından abdest almak ve alt üst edilmiş mezarlarda namaz kılmak caizdir. Bu bakımdan biz önce isbat ve sonra da içinde bulunduğumuz mevzuu bu isbat ettiğimize kıyas edelim. Hz. Peygamber'in müşrik bir kadının testisinden, Hz. Ömer'in de hristiyan bir kadının testisinden abdest alması buna delâlet eder. Oysa müşrik ve hristiyanların içtikleri şarap ve yedikleri domuz etidir. Onlar bizim şeriatımızda pis olanlardan sakınmazlar.
Bu bakımdan onların ellerinde bulunan kaplar, nasıl olur da bu pisliklerden korunabilir? Şurası kesindir ki, onlar (selef-i sâlihîn) tabaklanmış hayvan derilerini, çeşitli boyalarla boyanmış ve necis sularla yıkanmış elbiseleri giyerlerdi. Tabakçıların, kassarcıların ve boyacıların durumlarını iyice düşünen kimse, bunlarda işleri icabı pisliğin galip olduğunu anlar. Bunların elbiselerinde temizlik muhal veya nadirdir. Hatta on ların buğday ve arpa ekmeğini yediklerini, bu ekmeklerin sığır ve hayvanlarla harman edildiğini ve bu hayvanların harman üzerine pislediklerini ve dolayısıyla bu buğdayların ve arpaların bu pislikten çok nadir kurtulabildiğini biliyoruz. Yine onların terleyen hayvanlara binip onların sırtını necasetler içerisinde yattıkları halde yıkamadıklarını biliyoruz; hatta her hayvanın anasının karnından çıktığından beri üzerinde rahim necasetleri bulunur, bazen o necasetleri yağmur siler, bazende silmez. Buna rağmen bundan da sakınmazlardı. Onlar yollarda yalın ayak ve nalınlarla yürürler, nalınlarıyla namaz kılarlardı. Toprak üzerinde otururlardı. Mecbur olmadıkları halde çamur içerisinde yürürlerdi. Ancak sidik ve insan pisliği üstünde yürümez ve bunlar üzerinde oturmazlar; bunlardan sakınırlardı. Acaba köpeklerin ve diğer hayvanların çokça geçtiği, pislediği halde çarşıların çamurları necasetten nasıl salim kalabilir? Asırların veya bölgelerin bu durumlarda değişik hükümler arzettiğini zannetmek uygun değildir ki, çarşılar onların zamanında yıkanıyordu veya hayvanlardan korunuyordu zannına kapılalım! Zira bunun âdet bakımından muhal olduğu mâlumdur. Bu bakımdan bu durumlar selef-i sâlihînin ancak gözle görünen necasetten korunduklarına veya necasetin aynısına delâlet eden bir delilin bulunması halinde kaçındıklarına delâlet eder.
Vehim ve hayalin reddinden hallerin mecrasına sıçrayan zann-ı galibe ise itibar etmemişlerdir. Bu, İmam Şâfiî'ye göre böyledir. İmam Şâfiî, suya düşen az nesne, suyu bozmazsa dahi o suyun necis olduğunu kabul etmektedir; çünkü sahabîler daima (Şam ve Acem diyarını fethettikten sonra) hamamlara gider ve oradaki havuzcuklar da abdest alırlardı. Halbuki bu su az idi ve içerisine birçok el girip çıkmaktaydı. Ashâb-ı kirâmın bu hareketleri bu hedefin kesin bir delilidir. Mademki hristiyan bir kadının testisinden abdest almanın caizliği sabit oldu, o halde bu suyun içilmesinin caizliği de sabit oldu demektir. Böylece helâlin hükmü necasetin hükmüne iltihak etmiş oldu.
Soru: Helâli necasetle kıyaslamak caiz değildir; çünkü selef-i sâlihîn taharet meselelerinde çok müsamaha gösterip geniş hareket ederlerdi. Fakat haramın şüphelerinden, gayet sakınırlardı. O halde haramın şüpheleri nasıl olur da taharet meselelerindeki necasete kıyas edilebilir?
Cevap: Eğer bu sözle Selef-i sâlihîn necasetle namaz kılarlardı. Necasetle namaz kılmak ise isyandır; çünkü namaz dinin direğidir' mânâsı kasdedilirse, bu zan çok kötü bir zandır. Aksine selef-i sâlihîn hakkında, kendisinden korunmak gereken her necasetten korunurlardı inancında olmalıyız. Onlar ancak korunulması vacib olmayan yerlerde müsamaha göstermişlerdir. İşte aslın galib ile çarpıştığı bu suret de, selefin müsamaha gösterdiği yerlerden biridir. Bu bakımdan hakkında düşünülen şey aynısıyla irtibatı olan bir alâmete dayanmayan zann-ı galibin terkedilip kendisiyle amel edilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Selefin helâl hakkındaki takvalarına gelince; onların bu takvaları, adından da anlaşıldığı gibi takva yoluyla olmuştur. Bu da zararlı olmayanı, zararlı olanın korkusundan terketmek demektir; çünkü malların durumu korkutucudur. Nefis ise eğer zapt u rapt altına alınmazsa mal edinmeye meyyaldir. Taharet emri ise, böyle değildir; çünkü selef-i sâlihînden bir grup, kalplerini meşgul edecek korkusu kesinlikle helâl olanlardan dahi çekinmişlerdir. Acaba onların herhangi birinden deniz suyuyla abdest almaktan sakınmadığı rivayet edilmiş midir? Oysa bu da kesinlikle temizdir. Bu bakımdan bu husustaki ayrılık, hakkında ittifak halinde bulunduğumuz gayeye bir zarar getirmemektedir. Kaldı ki, biz bu dayanak hakkında da daha önce geçen iki dayanak hakkında vermiş olduğumuz cevap üzerinde ısrar etmekteyiz. ' Malın en çoğu haramdır' sözleri kabul edilemez bir iddiadır; çünkü malın esasları her ne kadar çoksa da bu esaslarda haram bulunması gerekmez. Aksine bugün mevcut mallar, bir kısmına zulüm sirayet etmiş, bir kısmına ise etmemiş olan mallardır. Nasıl ki bugün başkasının malını gasbeden kimselerin elindeki mal, gasbedilmeyen ve çalınmayan mala nisbetle en az ise, her asırda ve her malın durumu da budur ve her asılda da bu hakîkat geçerlidir.
Bu bakımdan dünya malından gasbedilen ve her asırda fâsid yollarla edinilen mallar, gasbedilmeyen ve meşru yollarla elde edilen mallara nisbetle en azdırlar. Biz elde edilen bu malın aynısının bu iki kısmın hangisinden olduğunu bilememekteyiz. O halde 'galib bunun haram olmasıdır' iddiasını da kabul etmeyiz; çünkü gasbedilen mal üremek suretiyle çoğaldığı gibi, gasbedilmeyen mal da aynı yolla çoğalmaktadır. O halde, en çok bulunan malın mahsulü şüphesiz ki her asır ve her zamanda daha fazladır. Üstelik gasbedilen daneler ekilmek için değil yemek için gasbedilir. Gasbedilen hayvanlar da böyledir. Bunların çoğu yenir; yoksa üretip çoğaltmak için gasbedilmezler. O halde nasıl olur da haramın mahsulleri daha çoktur denir? Oysa helâlin esasları her zaman için, haramın esaslarından daha fazladır. Doğru yolu arayan kimse bundan, en fazlanın bilinmesinin yolunu anlamalıdır; çünkü bu, ayakların kayma yeridir. Bu konuda âlimlerin dahi çoğu yanılmıştır; kaldı ki halk nasıl yanılmasın! Bunlar, üreyen hayvanlar ve bitkiler hakkındadır.
Madenlere gelince... Madenler, sahipsiz olup bütün müslümanlar için mübahtır. Türkistan ve başka memleketlerde madeni isteyen çıkarabilir. (Bu durum müellifin zamanına aittir). Fakat sultanlar, bazen çıkarılan madenlerin bir kısmını çıkaranın elinden alırlar; ancak en çoğunu değil, en azını alırlar. Sultanlardan herhangi biri bir madeni elde ettiğinde, insanları o madenden menetmek suretiyle zulmeder ve hiç kimseyi oraya yaklaştırmaz. Sıhhatli fetvaya göre, mübah mallardan zi'l yed'i (tasarrufu) isbat için vekil edinmek caizdir.
Bu bakımdan sulama için ücret ile tutulan kimse suyu tasarrufu altına aldığı zaman, o su, ücreti veren ve arazisini sulatmak isteyen şahsın mülküne girmiş ve çalışan da böylece ücret almaya hak kazanmış olur. İşte madeni elde etmek de böyledir. Biz bunun üzerine birşey bina etmek istediğimiz zaman o madenden çıkan altının aynısını haram sayamayız. Haramlık ancak çalışanın ücretinde yapılan zulüm, kısıntı ve eksiklik nisbetinde takdir edilir. Bu ise, nisbî olarak azdır. Bu da o altının aynısının haram olmasını da icab ettirmez. Yalnızca çalışanın ücretini kesen zâlim olmuş ve o ücret onun zimmetinde kalmış olur. Darbhane meselesine gelince... Oradan çıkan altın, sultanın gasbettiği veya halktan zulmen aldığı altının aynısından değildir. Aksine tüccarlar onlara külçe altın veya karışık paralar getirirler ve onu yeniden eritip sikke vurmak karşılığında ücret verirler. Onlara teslim ettikleri külçe altının karşılığını tartarak alırlar. Ancak çalışmalarının ücreti olarak az birşeyi onlara bırakırlar. Bu ise caizdir. Eğer sikkeli bazı dinarlar sultanın dinarlarından farzedilse bile, bunlar tüccarın malına nisbet edildiği takdirde şüphesiz ki pek az ve cüz'î kalır. Evet, sultan, darbhaneyi kiralayanlardan vergi almak suretiyle zulmetmektedir.
Bu ücreti de, darphaneyi, halk arasından sadece onlara tahsis ettiği için alır. Hatta darbhaneyi onlara tahsis etmesinden dolayı sultanın nüfu-zuyla her tarafta onlar kazanmaktadırlar. O halde sultanın aldığı, burada kullandığı nüfuzunun karşılığıdır. Bu ise zulme girer. Ancak bu alman miktar darphaneden çıkana nisbetle azdır. Şöyle ki; darbhane idarecilerine ve sultana darbhaneden çıkan miktarın yüzde biri bile verilmez. Bu bakımdan onun aldığı onda birinin onda biri sayılır. O halde nasıl olur da onun aldığı en fazlası olabilir? İşte bunlar vehim ile kalplere üşüşen birtakım yanlışlıklardır. Dini zayıf olan bir grup bunları süslemek için âdeta kolları sıvamış çalışmaktadır. Hatta bu grup, takvayı bile kötülemekte ve takva kapısını kapatmakta, nereden gelirse gelsin mallar arasında fark gözetenleri hor göstermektedir. Bunların bu yaptıkları, bid'at ve dalâletin ta kendisidir!..
Soru: Farzedelim ki, haram helâle galib gelmiştir ve sayısı belli olmayan mallar yine sayısı belli olmayan mallarla karışmıştır. O halde alınan şeyin aynısının durumunu belirten özel bir alâmet yoksa, bu konuda ne diyorsunuz?
Cevap: Bizim görüşümüze göre, böyle birşeyi terketmek tak-vadır. Fakat alınması hiçbir zaman haram değildir; çünkü aslolan helâl olmaktır. Helâllik ancak belli bir alâmetle ortadan kalkar.
Nitekim çarşıların çamurları ve benzerleri hakkındaki hüküm böyledir. Ancak ilave ederek deriz ki, eğer haram bütün dünyayı kaplasa, dünyada hiçbir helâl kalmadığı muhakkak bilinse, şartların yeniden tesisine başlarız ve bugünden başlamak üzere, geçmişin tamamını affedip üzerine sünger çekeriz. (Yani bugün-den itibaren hayatımızı İslâmî usûllere göre tanzim ederiz ve daha önceki haramlar da bizi bundan alıkoymaz). Haddini aşan birşey, tam zıddına ve tersine döner. Bu bakımdan herşey haram olduğu zaman, herşey helâl olur. Bunun delili şudur: (Allah korusun) Bu hâdise vukua geldiği zaman beş ihtimal ortaya çıkar: 1. İnsanlar, en son fertleri de ölünceye kadar yemeyi terketmeleridir. 2. Ancak zarurî ve sedd-i ramak (kuvvetini muhafaza edebilecek) kadarını yeyip, ölünceye kadar birkaç gün bu şekilde tahammül etmeleridir. 3. Her ne şekilde olursa olsun ister hırsızlık, ister gasp, ister sahibinin rızası ile olsun, isterse olmasın hiçbir mal arasında fark ve hangi cihetten geldiğini gözetmeksizin, ihtiyaçları kadarını almalarıdır. 4. Şeriatın şartlarına tâbi olup, yalnız ihtiyaç miktarıyla yetinmeyip (helâlinden kazanmak için)yeniden şeriat kaideleriyle amel etmeye başlamalarıdır. 5. Şeriat şartlarına riayetle birlikte ihtiyaç miktarı ile iktifa etmeleridir.
Birincisinin bâtıl olduğunda hiç şüphe yoktur. İkincisi de kesinlikle bâtıldır; çünkü eğer halk ölmeyecek kadarıyla iktifa edip vakitlerini tedricî bir zafiyete hasrederlerse, şiddetli bir ölüme mahkûm olurlar. Çalışmalar ve sanatlar dumûra uğrar. Aynı zamanda dünya da temelinden harap olur. Dünyanın harap olması durumunda dinin de harap olması sözkonusudur; çünkü dünya, ahiretin tarlasıdır. Hilâfet, kaza, siyaset, hatta fıkhın birçok ahkâmının gayesi; dünyanın maslahatını korumaktır. Dolayısıyla dünya maslahatları yüzünden dinin maslahatları da korunmuş olur. Üçüncüye gelince, bu, ihtiyaç ile iktifa etmektir. İhtiyaç miktarından fazlasını almamakla birlikte hiçbir fark gözetilmeksizin ister gasp veya hırsızlık yoluyla isterse de sahibinin rızasıyla alınmış mal olsun her türlü malın alınmasıdır. Bu da şeriatın, müfsitler ile fâsidlikler arasına çekmiş olduğu şeddi ve perdeyi kaldırmaktır. Bu durumda gasp, hırsızlık ve çeşitli zulüm yollarıyla eller harama uzanır! Çünkü o zaman 'Malı elinde bulunduran bizden daha iyi değildir' denilir ve arkasından da 'Zira o mal hem ona hem de bize haramdır. Malı elinde bulunduran, bu maldan ancak ihtiyacı kadarını kullanabilir. Eğer mala muhtaç ise, biz de muhtacız. Eğer aldığım mal ihtiyacından fazlaysa ben onu günlük ihtiyacından çalmış olurum. O, günlük ve senelik ihtiyacını gözetmezse biz niçin gözetelim' diye ilave edebilir. Peki bu durum nasıl zapt u rapt altına alınabilir? Diğer taraftan bu durum şer'î siyasetin ortadan kalkmasına yol açtığı gibi, fâsid kimseleri de fâsidliğe kışkırtır. Bu bakımdan ancak dördüncü ihtimal kalmış olur.
Dördüncü ihtimal de şudur: Her mülkiyet sahibi elinde bulunan mülkün tasarrufuna herkesten daha evladır. Onun malını ne hırsızlık ve ne de gasb yoluyla elinden almak caiz değildir; ancak rızasıyla verirse başka. Rızasıyla almak, ilâhî nizamın yoludur. Madem kişinin malı ancak rızasıyla alınabilir; o halde, rızanın olması için de şer'an bir yol vardır ki umumî maslahatlar ve ahkâm o yola bağlıdır. Eğer o yola itibar edilmezse, rızanın esası tayin olunamadığı gibi tafsilatı da dumûra uğramış olur.
Beşinci ihtimal, servet sahiplerinden ihtiyacı kadarını ancak şer'î yollarla edinmektir. Biz ahiret yolunun yolcuları için, takvaya uygun olan bu şıkkı benimsemekteyiz. Fakat bu yolu bütün müslümanlara lüzumlu kılmaya gerek olmadığı gibi avam-ı nâs için verilen fetvaya dahil etmek için de herhangi bir sebep yoktur.
Çünkü bu durumda zâlimlerin zulüm elleri, insanların elinde ihtiyaç miktarından fazla olana uzanır; hırsızlar da böyle yaparlar. Bu bakımdan kuvvet ile galip gelen herkes, kuvvetçe kendisinden zayıf olanı soyar. Fırsat bulan herkes çalar. Böyle bir kimse kendisini haklı çıkarmak için de şöyle der: 'Bu adamın ancak ihtiyacı kadar mal edinmeye hakkı vardır. Ben de muhtacım!' O halde sultana düşen görev, ihtiyaçtan fazlasını mülk sahiplerinin elinden alıp ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktır. Sultan gün be gün veya sene be sene malları bütün halka dağıtmalıdır.
Bu şekilde hareket etmesi sultan için büyük bir zorluk olup aynı zamanda malların zâyi edilmesi demektir. Büyük ve korkunç bir tekellüf (zorluk) olduğuna gelince... Halkın çokluğuyla birlikte sultan bunu yapmaya muktedir değildir. Hatta sultanın bunu yapması tasavvur bile edilemez.49
Malın zâyi edilmesine gelince... İhtiyaçtan fazla olan meyvelerin, etlerin ve hububatın denize atılması veya çürüyünceye kadar anbarlarda saklanması gerekir; zira Allah Teâlâ'nın yaratmış olduğu meyveler ve hububat halkın bol bol sarfetmesine rağmen yine de fazladır. Bu bakımdan nasıl olur da bu gibi maddeler halka ancak zarurî ihtiyaç kadar verilsin denilebilir? Bir de bütün bu tehlikelerden sonra ihtiyaçtan fazlasını almak, hac ve zekât farîzalarının, malî kefaretlerin ve zenginliğe bağlı olan bütün ibadetlerin düşmesine sebep olur. İnsanların ancak ihtiyaçları kadar mal edinebildikleri bir zamanda malî ibadetlerden bahsetmek fuzulî olur! Bu ise çirkinliğin son derecesidir; sağlam düşünen bir tabiat bundan nefret eder. Bilakis deriz ki (farz-ı muhal) bu zamanda bir peygamber gönderilmiş olsaydı, kendisine emre yeniden başlaması farz olacağı gibi, rıza yoluyla edinilen mülklerin sebeplerinin izahını ve yollarını göstermek ve bu bütün malları helâl veya haram gördüğü takdirde yapacaklarını zerre kadar ayırım yapmaksızın yapmakla da vazifeli olurdu. 'Ona farz olurdu' sözümden şunu kasdediyorum: Peygamber, halkın din ve dünyasındaki maslahat ve menfaatini korumak için gönderilenlerden olduğu için böyle bir vazife kendisine Allah tarafından vacib olur. Zira herkesi zarurî ve muhtaç olduğu miktar ile mecbur tutmak, umumun maslahat ve menfaatini tamamlayıcı bir durum değildir. Eğer peygamber halkın din ve dünyasının maslahat ve menfaatini ıslah için gönderilmemişse (ki bu tasavvur edilemez), o zaman yukarıda belirttiğimiz vazife kendisine farz kılınmaz.
Biz, Allah Teâlâ tarafından bütün insanları yok edici bir sebebin yaratılmasını aklen mümkün görmekteyiz. Böyle olunca dünyaları ellerinden gider ve dinlerinde de dalâlete düşerler; çünkü Allah Teâlâ dilediğine hidayet verir, dilediğini de dalâlete götürür. O dilediğini öldürür, dilediğini diriltir. Fakat biz emrin, peygamberlerin din ve dünyanın ıslahı ve menfaati için gönderilmelerindeki ilâhî sünnet üzerine câri olmuş ve olacağını takdir etmekteyiz.
Bunu böyle takdir etmek kimin haddine! Oysa bu (yaratan tarafından) zaten takdir olunmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, peygamber-i zîşânını, peygambersiz kalan bir zamandan sonra göndermiş ve bu arada Hz. İsa'nın getirdiği şeriat üzerinden yaklaşık olarak altıyüz sene geçmiştir. İnsanlar birçok gruba ayrılmıştı. Kimi yahudi olarak Hz. İsa'yı yalanlıyor; kimi de putlara tapıyordu. Kimileri ise Hz. İsa'yı doğrulamakta oldukları halde aralarında tıpkı şu anda bizim aramızda yayıldığı gibi fâsıklık yayılmıştı.
Bütün kâfirler şeriatın fer'î meseleleriyle mükellef ve muhatabdırlar.50 O zamanda mallar Hz. İsa'nın şeriatını yalanlayanlarla doğrulayanların elindeydi. Yalanlayanlar, Hz. İsa'nın şeriatının gayrısıyla muamele yaparlar; doğrulayanlarsa Hz. İsa'nın şeriatının aslını tasdik etmekle birlikte şeriatı tatbik hususunda ihmalkârlık ederlerdi; tıpkı günümüzde müslümanların ettikleri gibi...
Oysa günümüzde şeriatın başladığı tarih, o zamandan daha yakındır. Şeriatın başlangıcında malların tamamı veya en çoğu veyahut da çoğu haram idi. Hz. Peygamber, geçmişi affeyledi ve kurcalamadı. Kimin elinde ne bulunuyorsa, onu o kişinin malı olarak kabul etti. Şeriatın temellerini kurdu. Oysa şer'an haram olması sabit olan bırşey, herhangi bir peygamberin gönderilmesi için helâl olamaz. Haramı elinde bulunduran kimse müslüman oldu diye onun elindeki haram helâla dönüşmez. Çünkü biz müslümanlar, zımmîlerden haraç aldığımız zaman, herhangi bir paranın aynısı, şarap parası veya faiz ile elde edilen bir mal olduğunu bildiğimizde onu almayız. Bu bakımdan onların o zamandaki malları, bizim şu andaki mallarımız gibiydi. Arapların durumu ise daha da berbattı; çünkü Arap yarımadasında yağmacılık ve saldırganlık alabildiğine yaygındı. O halde fetva hususunda dördüncü ihtimalden başka bir çare olmadığı anlaşılmıştır.
Beşinci ihtimal ise, takva yoludur. Hatta takvanın kemâli mübah mallarda dahi ihtiyaçtan fazlaya kaçmamaktır; dünyada geniş adımlar atmayı tamamen terketmektir. Bu ise ahiret yoludur. Biz şu anda halkın maslahatıyla ilgili fıkıh hakkında konuşuyoruz. Zahirî fetvaların, maslahatlara uygun yolu ve hükmü vardır. Dinin yolunda ise, ancak fertler yürüyebilir. Eğer bütün halk dünyayı terkedip onunla meşgul olursa, nizam bozulur; âlem harap olur. Çünkü dinin yolu ahirette büyük bir mülkü aramak demektir. Aynı şekilde bütün halk, dünya saltanatı peşinde koşup kıymet bakımından biraz düşük olan sanatları terketse yine nizam bozulur. Nizamın bozulmasıyla mülk de bozulmuş olur. Bu bakımdan, sanatçılar sanatlarına, saltanat sahiplerinin mülkü nizam ve intizama girsin diye bağlanmışlardır. Eğer bu olmasaydı, dindarların dinleri de sağlam kalamazdı. O halde dinin sağlam kalması, halkın çoğunun dindarların yolundan yürümesine ve dünya emirleriyle meşgul olmasına bağlıdır. Bu ise ezelî irade ile geçmiş bir taksimdir ve Allah Teâlâ bu tak-sime şu ayetle işaret buyurmaktadır: Onlar mı rabbinin rahmetini taksim ediyorlar? Onların bu dünya hayatındaki rızıklarmı aralarında biz paylaştırdık. Bir kısmını da derecelerle diğerine üstün kıldık ki, biri diğerine iş gösterebilsin.(Zuhruf/32)
İtiraz: Haramın, helâl kalmayacak derecede umumîleştirilmesinin takdir edilmesine gerek yoktur. Çünkü bu olmuş bir hâdise değildir ve bunun olmayacağı da mâlumdur. Şüphe yoktur ki, malın bir kısmı haramdır. Bu haram olan kısmı en azı veya en çoğudur. Fakat malın en çoğunun haram olması hususunda biraz düşünmek gerekir. Siz, tamamına oranla malın en azı haramdır dediniz. Sizin bu hükmünüz açıktır. Fakat mesâlih-i mürsele'den olmayan ve bu malın edinilmesinin caiz olduğuna delâlet eden bir delil olması gerekir. Oysa sizin daha önce zikretmiş olduğunuz taksimlerin hepsi mesâlih-i mürsel' dendir. Getirilen delil ulemanın ittifakıyla makbûl olmalıdır. Çünkü birtakım âlim-ler mesâlih-i mürsele' yi (delil olarak) kabul etmemektedirler.51
Cevap: Eğer malın en azının haram olduğu kabul edilirse, Hz. Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın asr-ı sâadetleri delil olarak bize kâfidir. Oysa bu mübarek asırda faizle, hırsızlıkla, ihânetle ve yağmacılıkla elde edilen mallar da vardı. Eğer malın en çoğunun haram olduğu bir zaman takdir edilse, yine de o zamanın malından edinmek helâldir. Bunun delili ise şu üç emirdir: 1. Birinci delil daha önce saydığımız taksimattır ki bu taksimatın dört kısmını iptal, beşinci kısmını isbat etmiştik. Zira bu durumun, yeryüzündeki bütün malların haram olduğu zamanda icra edilmesi, malın en fazlasının veya en azının haram olduğu zamanda icra edilmesinden daha uygundur. İtirazcının, bu mesâlih-i mürseledir şeklindeki sözü, hevesten başka bir kıymet taşımamaktadır; zira bunun böyle olmasını, ancak zannî emirler hakkında hayalî düşüncelere dalan bir kimse tahayyül etmiştir. Bizim söylediğimiz ise kesindir; çünkü biz din ve dünyanın ıslah edilmesinin, ilâhî nizamın hedefi olduğunda zerre kadar şüpheye düşmemekteyiz ve bu zarurî olarak bilinen bir husustur; zann ve hayal değildir. Şek ve şüphe yoktur ki, bütün insanları zaruret veya ihtiyaç kadarına icbar etmek veya sahradaki otların, dağdan avlanan hayvanların etlerini yemeye zorlamak önce dünyayı, dolayısıyla ikinci derecede de dini târumar eder. Bu bakımdan varlığında şüphe edilmeyen birşeyin, varlığına şehadet edecek bir asla ihtiyacı yoktur. Ancak şahıslarla ilgili zann ve hayaller için şahid ve delil getirmeye ihtiyaç vardır.
2, İkinci delil, cüz'î kıyaslara aşina olan fakihlerin ittifak ettikleri mazbut bir asla reddedilmiş ve tahrir olunmuş bir kıyas ile illetlendirmektir. Her ne kadar haramın bütün dünyayı kapladığı bir zamanda gönderilen peygamberin zarurî vazifesi olan ve daha önce zikrettiğimiz küllî emrin benzerine nisbet edildiğinde tahsil ehlinden kemâle eren kimselerce cüz'î kıyaslar hakir görülse dahi... Hatta böyle bir zamanda gönderilen peygamber, belirttiğimizin dışında hükmetse, âlem alt üst olur. Cüz'î ve muharrer (tahrir ve tesbit edilmiş) kıyas şudur: Sayılı olmayan emirlerden olup muayyen alâmetlerden yoksun birşey hakkında bir asıl ile bir galip çarpışmaktadır...
Bu bakımdan burada, çarşı çamuruna, hristiyan kadının testisine ve putperestlerin kaplarına kıyaslanarak galip ile değil, asıl ile hükmedilir. Biz bunu daha önce sahabenin fiiliyle ispatlamıştık. 'Muayyen alâmetler kesilmiştir' sözümüz, hakkında ictihad edilebilecek kapları tarifin kapsamı dışına çıkarır. 'Sayısı belli olmayan' sözümüz ise, kesilmiş hayvan ile karışan murdar hayvanı ve ecnebi (nikâh düşen) kadınla karışan süt anneyi tarifin dışına çıkarır.
İtiraz: Suyun temiz olması, kesin ve asıldır. Oysa mallarda aslın helâl olduğunu kabul eden kimdir? Aksine mallarda asıl olan haram olmaktır.
Cevap: Domuz ve içki gibi, kendisinde bulunan bir sıfattan dolayı haram olmayan mallar, tıpkı suyun abdest almaya uygun yaratıldığı gibi, muamelelerin tarafların rızasıyla kabul edilmesi kabiliyetini taşıyan bir özellikte yaratılmıştır. Oysa ikisinden de, bu kabiliyet ve uygunluğun yok olması hususunda şüphe vâki olmuştur. O halde ikisi arasında herhangi bir ayırım yoktur; çünkü böyle bir mal, ancak zulüm sebebiyle, tarafların rızası olmasına rağmen muamele kabul edilmekten çıkmış olur. Tıpkı suyun, necasetin düşmesiyle abdest için kullanılmaktan çıktığı gibi... Öyleyse ikisi arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.
İkinci cevap şudur: Malın elde bulunması, onun mülkiyetine açıkça delâlet eden bir delil olup istishab yerine geçer. Hatta istishabdan daha kuvvetlidir. Bunun delili, şeriatın eli istishaba ilhak etmesidir; zira bir kimsenin borçlu olduğu iddia edildiği takdirde, söz alacaklının değil, borçlu olduğu iddia edilenindir. Çünkü asıl, onun borçtan uzak olmasıdır. İşte bu istishabdır. Bir kimsenin elinde bulunan bir mülkün başkasına ait olduğu iddia edilirse, sözmalı elinde bulunduran kişinindir. Çünkü el, burada istishab yerine geçer. Bu bakımdan, herhangi bir insanın elinde bulunan birşeyde asıl, onun el sahibinin (yani kimde bulunuyorsa onun) mülkü olmasıdır. Ancak muayyen bir alâmet, bunun hilâfına delâlet ederse, o zaman iş değişir.
8. Üçüncü delil şudur: Adedi belli olmayan bir cinse delâlet edip muayyen birşeye delâlet etmeyen herşey, kesin bile olsa nazar-ı itibara alınmaz. Bu bakımdan zann yoluyla delâlet ettiği zaman, itibara alınmaması daha uygundur. Şöyle ki; Zeyd'in mülkü olduğu bilinen birşeyin hakkı, onun izni olmaksızın başkasının tasarrufundan menedilmektir. Sahibinin var olduğu bilinen fakat onu veya varisini bulmaktan ümit kesilen bir mal müslümanların umumî menfaatine sarfedilmek üzere hazırlanan maldır. Böyle bir malda maslahat hükmüyle tasarruf etmek caiz olur. Sahibinin on veya yirmi kişi gibi, adedi belli olan bir kitlenin içinde bulunduğu anlaşılan bir malda ise maslahat hükmüyle dahi olsa tasarruf etmek yasaktır. Bu bakımdan elinde bulunduğu kişiden başka sahibi var mıdır, yok mudur diye şüpheli olan bir mal, sahibinin olduğu kesinlikle bilinip fakat aynısı bilinmeyen maldan hükmen daha fazla olamaz; yani en fazla o mal kadar bir hükmü olabilir. O halde umumî menfaat ve maslahat için böyle bir malda da tasarruf caiz olur.
Böylece maslahatı beş kısımda zikrettik. Bu bakımdan bu asıl onun delili olur; nasıl olmasın? Oysa sahibi kaybolmuş her malı sultan, müslümanların maslahat ve menfaatine sarfedebilir. Fakirler ve benzerleri bu maslahatların cümlesindendir. Bu bakımdan eğer o mal bir fakire verilirse, fakir onu mülk edinir. Fakirin o maldaki tasarrufu da geçerli sayılır. Eğer o mal fakirden çalınırsa, çalanın eli kesilir. O halde, fakirin, başkasının mülkündeki tasarrufu nasıl geçerli sayılır? Demek ki bu tasarrufun geçerli sayılması, ancak bizim 'Mashalat gereği kendisine intikal eden mal fakire helâldir' hükmümüze binaen olur. İşte görüldüğü gibi, biz maslahatın gereğiyle hükmetmiş oluyoruz.
Eğer 'Böyle bir malda ancak sultanın tasarruf hakkı vardır' denilirse buna şöyle cevap veririz: Sultan dahi sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde tasarruf etme salâhiyetini haiz' değildir. Ona böyle bir tasarrufu, maslahattan başka bir sebep caiz kılamaz. Maslahat da şudur: Sultan, sarfetmediği takdirde mal zâyi olacaktır, Bu bakımdan mal, sultanın tasarruf edip mühim bir yere sarfetmesiyle zâyi olup gitme arasında bulunmaktadır. Mühim bir noktaya sarfedilmesi ise, zâyi olmasından daha iyi ve daha uygundur. O halde hüküm; malın mühim noktaya sarfedil mesine ric'at etmiştir. Hakkında şüphe edilen ve haram olduğu bilinmeyen mal hakkında maslahat, elin delâletiyle hükmetmektedir. Böyle bir mal, kimlerin elinde bulunuyorsa, onlara terkedilir. Zira şüphe sebebiyle onu ellerinden almak ve kendilerine 'Siz ancak ihtiyacınız kadarını sarfedebilirsiniz' şeklinde zorluk çıkarmak bizim daha önce zikrettiğimiz zararlara yol açar.
Maslahat yönleri değişiktir. Zira sultan, bazen o mal ile bir köprü yapmayı maslahata uygun görür; bazen de İslâm ordusuna sarfetmeyi, ya da fakirlere dağıtmayı... Hülâsa sultan, maslahat neyi gerektiriyorsa onun etrafında dönüp dolaşmak mecburiyetindedir. Böylece bu gibi mallar hakkında fetva da maslahat noktası etrafında döner. Bundan şu hüküm çıkar: Halk, aynıların mülkiyetinde hususî bir delile istinad etmeyen zanlardan dolayı mal-ların aynılarında tasarruf etmekten sorumlu değildir; tıpkı malın sahibi olduğunu bilip de onun kimliğini ve kendisine işaret edilerek 'İşte budur' denilecek keyfiyetini bilmedikleri takdirde o malda tasarruf eden sultanın ve o maldan alan fakirlerin sorumlu olmadıkları gibi... Bu mânâda, mülklerin aynısıyla mülk sahibinin aynısı arasında hiçbir fark ve ayrılık yoktur.
Karışma şüphesinin beyan ve izahı budur. Burada yalnızca sıvı maddeler, paralar ve aynı adamın elinde bulunan ticarî eşyaların karışması hakkında düşünme keyfiyeti kalmıştır. Bunun açıklaması ise zulmen alınmış şeylerden kurtulma bahsinde gelecektir.
Üçüncü Kaynak Malı helâl kılan sebebe herhangi bir günahın ârız olmasıdır. Bu günahın ârız olması, ya o sebebin karinelerinde veya levâhıklarında (gelecekte ona iltihak edenlerde) veya sevâbıklarında (önceden geçenlerde) veyahut ivazındadır. Bu günahlar, akdin fâsid olmasını ve malı helâl kılan sebebin iptal edilmesini icab ettirmeyen günahlardandır.
Malı helâl kılan sebebin karinelerinde bulunan günahın misali; cuma ezanı vaktinde alış veriş yapmak, hayvanı gasbedilen bıçak ile kesmek, yine gasbedilen keser (ve balta) ile meşeden odun kesmek, başkalarının alış-verişine karşı çıkıp ikinci bir alış-veriş yapmak, başkasının pazarına karşı çıkmak (gibi haller)dir. Bu bakımdan akidlerde varid olan ve akdin fâsid olduğuna delâlet etmeyen her yasaktan (ki bunun misalidir) kaçınmak takvadır. Bu yollarla elde edilen malın haram olduğuna hükmedilmezse bile, böyle bir mala şüpheli adını vermekte müsamaha vardır. Çünkü şüphe çoğu zaman cehalet ve iştibah için kullanılır. Oysa burada iştibah (karıştırma) yoktur. Aksine başkasının bıçağı ile kesmenin günah olduğu ve yine o bıçakla kesilen hayvanın etinin helâl olduğu herkesin mâlumudur. Fakat şüphe kelimesi, bazen müşâbehet kökünden gelir. (Bundan dolayı da bu tarzdaki hareketlere ıtlak olunmuştur).
Bu yollarla elde edilen malı almak mekruhtur. Kerahet ise harama benzer. (Bunun için de bu kısma şüphe ismi verilmiştir). Eğer şüpheden bu kastediliyorsa, bu kısma şüphe ismini vermek yerinde olur. Aksi takdirde buna şüphe değil, kerahet ismi vermek gerekir. Mânâ bilindiğinde isimler hakkındaki münakaşa yersiz olur. Fakihlerin âdeti, isimlerde müsamaha göstermektir.
Bu kerahetin üç derecesi vardır: Birinci derece, harama yakındır ki böyle birşeyden kaçınmak mühimdir. Sonuncu derece, bir nevi mübalağaya varır ve neredeyse vesvesecilerin takvasına iltihak eder. Bu iki derece arasında iki tarafa da kayan ortalar vardır.52 Bu bakımdan gasbedilen bir köpekle avlanmaktaki kerahet, gasbedilen bıçakla kesmekteki kerahetten veya gasbedilen ok ile öldürülen avdaki kerahetten daha şiddetlidir; çünkü köpeğin ihtiyari vardır. Bu köpeğin avlandığı hayvanın köpek sahibine mi yoksa avcıya mı ait olduğu hususunda ulema değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Bundan sonra, gasbedilen bir araziye ekilen tohum hakkındaki şüphe gelir; zira burada ziraat tohum sahibinindir. Ancak bunda şüphe vardır. Eğer biz, arazi sahibinin ziraatı hapsetme hakkı vardır dersek, o zaman bu tıpkı haram fiyat gibi olur. Ancak kıyas, böyle bir hapis hakkının bulunmamasını gerektirir.
Nitekim gasbedilen el değirmeninde öğütülen unda ve gasbedilen ağla avlanan balıklarda da durum böyledir; zira ağla elde edilen şeylerde ağ sahibinin herhangi bir hakkı yoktur. Bundan sonra, gasbedilen keser (veya balta) ile kesilen odunların keraheti gelir. Daha sonra da kendi malını gasbedilmiş bıçakla kesme keraheti gelir; zira hiç kimse böyle bir bıçakla kesilmiş hayvanın haram olduğunu iddia etmemiştir.
Bundan sonra cum'a ezanı vaktinde yapılan alışverişin keraheti gelir; zira bunun akid hedefiyle ilgisi pek zayıftır. Her ne kadar bir kavme göre böyle bir akid fâsid ise de... Zira bu durumda, alışverişle yalnızca kendisine vacib olan başka bir vazifeyi yapmamış olur. Eğer böyle bir hareketle alışveriş fasid olacak olursa bir dirhem zekât borcu olan veya vaktinde kılınması farz olan bir namaz kazası bulunan veya kendisinde bir danik zulüm malı bulunan kimselerin alışverişinin de fâsid olması gerekir. Çünkü alışverişle iştigal etmek, bu vacibleri yerine getirmeye mânidir.
Bu bakımdan cum'aya gitmenin vacib olması, ancak ezandan sonradır. Böyle bir fetva zâlimlerin çocuklarının nikâhının sıhhatli ve doğru olmadığına da delâlet eder. Yine zimmetinde bir dirhem bulunan kimsenin nikâhının da fâsid olması gerekir; çünkü adam, bu alışverişle meşgul olursa, yapılması vacib olan bir fiilden geri kalmış olur. Ancak cum'a günü için özel bir yasak vârid olmuştur. Bundan dolayı, zihinlere cum'anın ayrı bir özelliği olduğu gelebi-lir. Bu bakımdan, cum'a günü ezan vaktinde yapılan alışverişin, bütün bu saydıklarımızdan daha şiddetli mekruh olması sözko-nusu olur. Böyle bir şeyden sakınmakta beis yoktur. Ancak böyle şeylerin nazar-ı itibara alınması bazen insanı vesveseye sürükler. Hatta zalimlerin kızlarıyla evlenmekten ve onlarla insanî ilişkilerde bulunmaktan çekinmeye sebep olur. (Bu ise, tehlikeli bir durum arzeder).
Anlatıldığına göre muttakî bir zat, adamın birinden birşey satın alır. Ancak daha sonra onun o şeyi cum'a günü satın aldığını işitince 'Belki bunu cum'a ezanı okunduğu zaman satın almıştır' korkusuyla aldığı şeyi geri verir.
Böyle yapmak, mübalağanın son haddidir; çünkü adam malı, bir şekten ötürü geri veriyor. Bu vehmin benzeri, yasakların ve ifsad edenlerin takdiri aynı şekilde cumartesi ve sair günlerde de mümkündür. Takva güzeldir; bu husustaki mübalağa ise, daha güzeldir. Fakat bütün bunlara rağmen bunun da bir sınırı olmalıdır.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Toslaşanlar (mübalağa edenler) helâk oldular.53
Bu bakımdan bu mübalağaların benzerlerinden sakınmalıdır; zira bu mübalağalar sahibine zarar vermese bile, başkalarına böyle yapmanın mühim birşey olduğu vehmini vermektedir. Sonra o başkaları da bundan daha kolay olanı bile yapmaya çekinir. Böylece takvanın esası terkedilmiş olur. Zamanımızda birçok kimsenin dayanağı budur. Zira önlerindeki yol karartılmıştır. Onlar da bunu hakkıyla yapmaktan ümitsizliğe düşerek hepsini atmışlardır. Bu bakımdan nasıl ki taharet hususunda vesveseli olan kimse, taharetten aciz kalıp sonunda onu terkediyorsa, helâl hususunda vesveseleri olan bazı kimselerin zihnine de dünya malının tamamının haram olduğu vehmi kaçar. Böylece oldukça geniş hareket ederek helâl ile haram arasındaki farkı kaldırırlar. Bu ise, sapıklığın ta kendisidir!
Levâhık'ın misaline gelince... Onun misali, seyrinde (cereyan şeklinde) herhangi bir günaha yol açan her muamele ve tasarruftur. Bunun en âlâsı içki imal edene üzüm, gulampârelikle şöhret bulana genç köleler ve yol kesenlere kılıç satmaktır. Ulema böyle bir satışın sıhhatli olup olmadığı ve bundan elde edilen paranın helâl olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir.
En uygunu böyle bir alışverişin sıhhatli ve alınan paranın da helâl olmasıdır. Ancak kişi, bu akdi yaptığından dolayı günahkâr olur; tıpkı hayvanı gasbettiği bıçakla kesen kimsenin günahkâr olduğu gibi... Oysa kesilen hayvan helâldir. Ancak kişi, günah işlenmesine yardım ettiği için günahkâr olur; zira bunların akdin kendisiyle ilgi ve irtibatı yoktur. O halde böyle bir alışverişten alınan mal, şiddetli bir mekruhtur; onu terketmek, mühim bir takvadır. Fakat haram değildir. Kerâhet bakımından bunun arkasında içki imal etmeyip de içene üzüm satmak, harp ve zulüm edene kılıç satmak gelir. Çünkü burada ihtimaller çarpışmaktadır. Selef-i sâlihîn, fitne zamanında kılıç satmayı herhangi bir zâlim satın alabilir korkusuyla kerih görmüşlerdir. İşte bu, birincisinden daha üstün bir takvadır. Buradaki kerahiyetse oradakinden daha hafiftir. Kerahet derecesinde bundan sonra mübalağa olanı gelir. Bu mübalağa olanı, neredeyse vesveseler grubuna iltihak edip o gruptan sayılacaktır. Bu da bir cemaatin 'Çiftçilere çiftçilik aletleri satmak caiz değildir; çünkü onlar bu aletlerle ziraat yapıp elde edilen mahsulü zâlimlere satabilirler, Oysa zâlimlere sığır ve çiftçilik aletleri satılamaz' fetvası ve takvasıdır. Böyle bir takva, vesvesenin ta kendisidir.
Çünkü böyle bir takva tatbik edildiği zaman, çiftçiye herhangi bir yiyecek maddesinin satılmasının da caiz olmaması gerekir; zira böyle bir yiyecek maddesi ona çiftçilik yapma kuvveti verir ve aynı zamanda yine bu illetten dolayı ziraatin umumî suyla sulanması da caiz olmaz. Böyle bir takva, dinde yasaklanan toslaşma haddine varır. Hayr niyetiyle birşeye yönelen herhangi bir kimse, bir ilim tarafından frenlenmediği takdirde israfa girer. Böyle bir kimse, çoğu zaman dinde bid'at olan birşeyi yapmaya yeltenir. Kendisinden sonra gelen insanlar da o bid'at ile zarar görürler. Oysa kendisi hayırla meşgul olduğunu sanmaktadır.
İşte bunun içindir ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Âlimin âbid'e olan üstünlüğü; benim, ashabımın derece bakımından en küçüğüne olan üstünlüğüm gibidir.54
Allah Teâlâ'nın şu ayetinin din ile toslaşanlar hakkında nâzil olmuş olmasından korkulur: Onların, dünya hayatında yaptıkları çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa kendileri güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı. (Kehf/104)
Sonuç olarak, insanın takvanın incelikleriyle uğraşması uygun bir hareket değildir. Yapılsa bile ancak müdekkik bir âlimin kontrolu altında yapılmalıdır. Çünkü insanoğlu ilâhî nizam tarafından kendisi için çizilen sınırları aşıp ilâhî emirleri dinlemeksizin kendi kafasına göre hareket ettiği zaman, ifsad edeceği, ıslâh edeceğinden daha fazla olur.
Rivayet olunduğuna göre, Sa'd b. Ebî Vakkas üzümünün, şarap yapan kimselere satılabileceği korkusuyla bağını yakmıştır Fakat ben bunun meşrû bir tarafını görmüyorum. Ancak Sa'd b. Ebî Vakkas'ın, bağının yakılmasını icab ettiren özel bir sebebi varsa o başka; zira rütbe ve derece bakımından Hz. Sa'd'dan daha üstün olan ashab-ı kirâm ne üzüm bağlarını, ne de hurmalıklarını yakmışlardır. Eğer böyle birşey caiz olsaydı, zina korkusundan tenasül uzvunun, yalan korkusuyla dilin ve bunun gibi daha nice organların kesilmesi de caiz olurdu. Oysa bunların hiçbiri caiz değildir.
Mukaddimelere gelince... Bunlar, mâsiyetin sirayet etmesi (oluşması) bakımından üç derecedir: 1. Birinci derece ki kerahetin, şiddet bakımından en yüksek derecesidir şudur: Edinilen malda tesiri bulunan şeylerdir; gasbedilmiş bir yem ile beslenen veya haram merada otlayan koyunun etinden yemek gibi... Bu masiyettir ve masiyetin devamlılığına da sebeptir, çünkü o koyunun kalan kanı, eti ve parçaları çoğu zaman o haram yemden olur. İşte bu kabil şeylerden kaçınmak, vacib değilse bile mühimdir. Bunun böyle olması gerektiği, selefin bir kısmından nakledilmiştir.
Ebu Abdullah et-Tûsî et-Turugandî'nin bir koyunu vardı. Onu hergün omuzuna alıp sahraya götürür ve orada otlatır; kendisi de namaz kılardı. Onun sütünden içerdi. Birgün koyunu unuttu. Koyun bir bostanın kenarında bulunan bağların yapraklarından yedi. Bunun üzerine Ebu Abdullah koyunu orada bıraktı ve götürmeyi helâl görmedi. (Bu, ihtiyat ve takva bakımından böyledir. Şeriat açısından böyle birşey sözkonusu değildir).
İtiraz: Rivayet edildiğine göre Abdullah b. Ömer ile kardeşi Ubeydullah bir deve satın aldılar. Onu sadaka develerine mahsus koruya gönderdiler. Böylece develeri orada tavlanıncaya kadar ot-ladı. Bunu haber alan Hz. Ömer onlara 'Siz bu deveyi koruda mı otlattınız?' dedi. Evet demeleri üzerine de devenin yarısını (hazine için) onlardan aldı. Bu hareketi delâlet eder ki, Hz. Ömer yemden meydana gelen etin yem sahibine ait olduğu görüşündeydi. Öyle ise bu kabil bir fiil tahrimi icab ettirir.
Cevap: Durum sizin söylediğiniz gibi değildir; çünkü yem, hayvanın yemesiyle değişiklik geçirip ifsad olur. Et ise, yeni bir yaratıktır; yemin aynısı değildir. Bu bakımdan şer'an yem sahibinin o hayvanda ortak olması, sözkonusu değildir. Fakat Hz. Ömer iki oğlunu (bütün müslümanların malı olan) meranın otlarının kıymetinden mesul tutmuş ve bunun da devenin yarısı kadar olduğuna karar vermiştir. Bunun için de kendi ictihadıyla devenin yarısını onlardan almıştır; tıpkı valisi Sa'd b. Ebi Vakkas'm -vazife yeri olan Kûfe'den döndüğünde malının yarısını aldığı gibi...55
Hz. Ömer aynı şekilde valisi Ebu Hüreyre'nin de malının yarısını almıştır; çünkü o, vali ve memur olan kimsenin bu kadar mala hak kazandığı görüşünde değildi. Memurların hakkı olarak o malın yarısını kâfi görmekteydi. Bunun için de ictihad olarak böylelerine ancak o malın yarısını takdir buyurmuştur.
2. İkinci derece ise, Bişr b. Hâris'ten noklolunandır: O, zâlimler tarafından açılan kanallarda akan suyu içmezdi. Çünkü bu suyu zâlimler eliyle açılan kanallar getiriyordu ve zâlimler, kazıldıkları sırada o kanallara haram mal sarfetmekle Allah'a isyan etmişlerdir. Başka biri de zulmen kazıtılmış kanallardan akan su ile sulanmış bağların üzümünü yemekten kaçınmıştır. Bu ikincisi, birincisinden daha yüksek ve takvada da daha mübalağalıdır. Başka birisi ise yollarda sultanlar tarafından yaptırılmış olan sarnıçlardan su içmekten kaçınmıştır. Bundan daha üstünü, Zünnûn-u Mısrî'nin kendisine gardiyanın eliyle getirilen helâl yemekten yememesi ve 'Bu bana, bir zâlimin eli üzerinde gelmiştir' demesidir. Bu rütbelerin dereceleri, hadde hesaba gelmeyecek kadar çoktur.
3. Üçüncü derece ise, vesvese ve mübalağaya pek yakındır. Şöyle ki: Zina etmek veya başkasına iftira atmak suretiyle Allah'a isyan eden bir kişinin eliyle gelen bir helâli yemekten kaçınan kimsenin hareketidir. Oysa helâli böyle bir kimsenin getirmesi, haram yiyen bir kimsenin getirdiği helâli yemek kadar tehlikeli de değildir. Çünkü haram yemek suretiyle helâli taşıyan bir kimse, bunu haram gıdadan kazandığı kudretle taşımaktadır. Zina ve iftira ise, helâli taşımaya yardım eden bir kuvvet sağlamaz. Hatta bir kâfirin eliyle gelen helâli almaktan sakınmak dahi vesvesenin ta kendisidir. Ancak haramı yemek böyle değildir. (Yani haram yiyenin eliyle gelen maldan yemek mahzurludur). Çünkü küfrün yiyecek maddesinin taşınmasıyla uzaktan veya yakından hiçbir ilgisi yoktur. Böyle bir düşünceye sahip olmak (tehlikeli olduğu gibi) insanı, gıybet veya yalan ile Allah'a isyan eden bir kimsenin elinden de helâl mal almamaya sürükler. Bu ise din ile toslaşmak demek olup israfın ta kendisidir.
Bu bakımdan Zünnûn-u Mısrî ve Bişr b. Hâris'in helâli getiren sebepteki masiyetten ötürü takvalarında görülen bu titizlik zapt u rapt altına alınmalıdır; zâlimler eliyle açılan kanallardan ve haram gıdadan istifade eden elin kuvvetiyle ulaştırılan helâl mal gibi...
Yapan sanatkâr muhakkak birgün herhangi bir insanı dövmek veya sövmek suretiyle Allah'a isyan etmiştir diye testiden su içmekten kaçınan kimsenin bu hareketi de vesvese olur. Haram yiyen bir kimsenin sürdüğü veya güttüğü koyunun etini yemekten kaçınan kimsenin takvası, gardiyanın elinden kabul edilmeyen helâl yemek hususunda gösterilen takvadan daha düşük bir takvadır. Çünkü yiyecek maddesini gardiyanın kuvveti sevkeder. Koyun ise, kendi kuvvetiyle yürür; güden kimse yalnızca onun yoldan çıkıp sağa sola kaçmasını önler. Böyle bir takva vesveseye yakındır. Bizim bu emirlerin tabiî olarak yol açtığı ihtimalleri nasıl inceden inceye ve kademe kademe izah ettiğimizi dikkatle izleyin!
Bütün bunlar zâhir ulemasının fetvası dışındadır; zira fakîhin fetvası, bütün halk için teklifi mümkün olan birinci dereceye tahsis edilir. Eğer halk, bu fetva üzerinde ictima ederse dünya harap olmaz. Ama bunun dışında kalan muttakîler ve salihlerin takvası gereğince hareket etmek böyle değildir. Bu husustaki fetva Hz. Peygamber'in Vâbise'ye söylediğidir. Hz. Peygamber, Vâbise'ye şöyle demişti: 'Sana fetva verseler de, fetva verseler de, fetva verseler de sen yine kalbinden fetva iste'.56 Bunun böyle olduğu, Hz. Peygamber'in 'Günah, kalplerin elem duymasıdır' sözleriyle de bilinir.
Müridin göğsünde şüphe uyandıran herşey, bu sebeplerdendir. Eğer mürid, kalbinin elem duyduğu şeyi yapmaya yeltenirse, ondan zarar görmüş olur ve kalbi de hissettiği elem kadar kararır. Fakat Allah'ın ilminde haram olan herhangi birşeyi helâl zannederek yaparsa, bunun, kalbinin katılaşmasında menfi bir tesiri olmaz. Ancak zâhire bakıp fetva veren âlimlerce helâl olup da kalbinde helâlliği hususunda şüphe bulunan birşeyi yapmaya yeltenirse, bu hareket kendisine zarar verir. Takva hususundaki mübalağanın yasak olması hakkında zikrettiğimiz hükme gelince; biz bundan, normal ve saf bir kalbin, böyle emirlerden herhangi bir elem hissetmeyen kalp olduğunu kasdetmiştik. Eğer vesveseli bir kimsenin kalbi normal hareketten kayar, yapacağı iş hakkında şüphe hisseder ve bu şüphe ile birlikte yine de o işi yaparsa, bu iş kendisine zarar verir. Çünkü kişi nefsi hakkında kalbinin fetvasıyla muâhaze edilir. İşte böylece taharet ve namaz niyeti hususunda da vesveseye düşenin durumu şiddetlenir; çünkü böyle bir kimsenin kalbinde, suyun üç defa yıkamaya rağmen abdestin bütün cüzlerine varmadığı zannı galip gelirse ve bu zannın menşei de vesvese ise, böyle bir kimseye suyu dördüncü defa kullanmak vacib olur. Böyle bir kimse haddizatında yanılmış ise de, bu dördüncü yıkayış onun için gerekli olur. İşte bunlar katı hareket eden ve teşdide yönelen kimselerdir. Allah da onlar hakkında şiddetli hükümler vermiştir.57
Bu sırra binaen Allah Teâlâ, Hz. Musa'nın kavmine, kesilmesi gereken inek hakkında fazla sual sordukları zaman, şiddet gösterdi. Eğer onlar bakara kelimesinin umumî mânâsıyla iktifa edip bu kelimenin kapsamına giren herhangi bir ineği kesmeyi kâfi görselerdi, bu kendileri için yeterliydi. Bu bakımdan, gerek menfî, gerekse de müsbet olarak tekrarlaya geldiğimiz şu inceliklerden gafil olma! Çünkü kelâmın hakikatine muttali olmayan ve kapsayıcı yönlerini ihâta etmeyen kimsenin, kelâmın maksatlarını idrâkte aldanması yakın bir ihtimaldir.
İvazdaki günahkârlık ve mâsiyete gelince... Bunun da derece-leri vardır. En yüksek derecesi ki kerahiyet burada şiddetlenir şudur: Kişi bir şeyi borç ile alıp onun pahasını, gasbettiği veya çaldığı bir şeyden veya herhangi bir haram maldan öder. Bu bakımdan burada şöyle düşünmeli: Eğer satıcı sattığı malı, karşılığını almazdan önce kendi rızasıyla müşteriye teslim etmişse, alıcı da borcunu ödemeden önce onu yeyip tüketmişse, o mal helâldir. Onu terketmesi parasını vermeden önce icmâ ile farz değildir; farz olmadığı gibi, çok kuvvetli bir takva da değildir.
Bu bakımdan yedikten sonra o malın karşılığını haramdan verirse, hiç vermemiş gibi olur. O malın pahasını (ve karşılığını) hiç vermemiş sayıldığı takdirde de borca aldığı o malı zimmetine geçirmek suretiyle zulmen alınmış bir malı yüklenmiş olur. Böyle olması, daha önce borç alınan malın harama inkılâp etmesini gerektirmez. Eğer o malın pahasını haramdan verir ve satıcı da verilen paranın haramdan olduğunu bildiği halde onun borcunun ödenmiş olduğunu kabul ederse, müşterinin zimmeti mesuliyetten kurtulur. Ancak zimmetinde, satıcıya vermek suretiyle haram dirhemlerde tasarruf etmesinin mesuliyeti kalır. Eğer satıcı ödenen paranın helâl olduğu zannıyla onun borcunun ödenmiş olduğunu kabul etse, bu durumda beraet hasıl olmaz. Çünkü satıcı onu, hakkını aldığı kanaatıyla tebrie etmektedir. Borçlunun verdiği ise hakkın ifasına elverişli değildir. İşte satın alınanın, ondan yemenin ve alıcının zimmetinin hükmü budur.
Alıcının, satan kimsenin kendi rızasıyla teslim etmediği bir malı alıp yemesi haramdır. Onu ister pahasını haramdan ödemeden önce yesin, isterse de ödedikten sonra yesin, hüküm değişmez; çünkü fetvanın işaret ettiği hüküm; satılan malın hapsetme hakkının satıcıda olduğudur. Satıcı, mülkiyeti, karşılığını almak suretiyle belli oluncaya kadar satılan malı hapsedebilir. Satılan malın karşılığının alınmasıyla müşterinin mülkiyeti de belli olur... Satıcının hapsetme hakkı, ancak ibra etmekle veya karşılığını almakla düşer. Bu meselede, bunların hiçbiri câri olmadığı takdirde satıcı o malı yese kendi malını yemiş olur. Rehin olarak verdiği yiyecek maddesini rehin alanın izni olmaksızın yiyen kişi günahkâr olduğu gibi; sattığı halde henüz karşılığını almadığı için elinde bulunan malı yiyen satıcı da günahkâr olmuş olur. Ancak böyle bir malı yemekle başkasının malını yemek arasında fark vardır; fakat haramlığın esası hepsini kapsamaktadır. Bütün bu hükümler, malın, karşılığı verilmezden önce alınması ister satıcının kendi rızasıyla olsun, isterse olmasın halinde böyledir. Fakat önce haram karşılığı verip malı sonra alırsa (bu durumda düşünülür). Eğer satıcı karşılık olarak verilen malın haram olduğunu bildiği halde satılan malı müşteriye vermişse, kendisinin o malı hapsetme hakkı düşmüş olur. Ancak müşteri borcunu ödemiş sayılır; çünkü satıcının aldığı para satılan malın karşılığı değildir. Buna rağmen malın karşılığının kalması sebebiyle satılan malın yenmesi haram olmaz. Eğer satıcı o verilen karşılığın haram olduğunu bilmez ve bildiği takdirde de razı olamayacak bir tipte ve satılan malı teslim etmeyecek bir karakterde ise, bu telbis yüzünden satılan malı hapsetme hakkını kaybetmez.
Bu bakımdan satıcının böyle bir malı yemesi, ibra olununcaya kadar, rehin tutulan bir malın yenilmesinin haram olduğu gibi haramdır. Karşılığı helâlden verilinceye kadar yahut da satıcı harama razı olup alıcıyı borçtan ibra edinceye kadar o malın yenilmesi tıpkı rehin tutulan bir malın yenilmesi gibi haramdır. Böyle bir durumda alıcının ibrası sahih olur; fakat satıcının harama rıza göstermesi doğru olmaz. Bu fetva fıkhî kaidelerin gereği, helâl ve haramın birinci derecesindeki hükmün beyanıdır. Böyle birşeyden kaçınmak ise, çok mühim olan takva kısmındandır; çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, masiyet, insanı birşeye ulaştıran sebepte yerleştikçe daha da şiddetlenir. İnsanı herhangi birşeye ulaştıran sebeplerin en kuvvetlisi ise paradır. Eğer bu haram para olmasaydı satıcı malını müşteriye teslim etmeye elbette razı olmazdı.
Bu bakımdan satıcının malını teslim etmeye razı olması, onu şiddetli mekruhluktan çıkaramaz. Ancak bununla adâlet yıkılmaz; yani fert böyle birşeye rıza göstermekle âdillik sıfatını kaybetmez. Yalnız takva ve verâ' derecesi böyle bir muamele ile ortadan kalkar. Meselâ bir sultan bir araziyi veya bir elbiseyi, fiyatını vermeden önce satıcının rızasıyla alıp sıla-i rahim veya ikram olarak herhangi bir fakihe veya başka birisine teslim etse ve alan kişi de sultanın bu malın pahasını sonradan helâlden mi yoksa haramdan mı ödeyeceği hususunda şüpheye düşse; bu durum, birinci misaldekinden daha hafiftir. Çünkü şüphe, pahaya günah karışıp karışmaması hususunda vâki olmuştur. Hafifliğin derecesi, sultanın malındaki haramın çokluk ve azlığına ve o mal hakkındaki zann-ı galibe bağlıdır. Onun bir kısmı diğerinden daha şiddetlidir. Bu bakımdan burada müracaat yeri, kalpte müsbet bir tesir bırakan husustur.
İkinci derece; satın alınan malın karşılığı gasbedilen birşey veya haram değildir; fakat harama zemin hazırlayıcıdır. Meselâ satın aldığı malın bedeli olarak içki içen bir kimseye üzüm veya yol kesen bir kimseye kılıç vermek gibi...
Böyle bir hareket borca satın alınmış malın haram olmasını gerektirmez. Ancak gasptaki kerahiyetten daha az bir kerahiyetin varlığını iktiza etmektedir. Bu rütbenin dereceleri de mütefavit ve çeşitlidir. Derecelerinin çeşitli ve mütefavit olması da malın bedelini alanın isyan derecesine bağlıdır. Pahası haram ise. malı da haramdır. Haram olması ihtimal dahilinde olup da herhangi bir zandan ötürü mübah kılınmışsa böyle bir malı vermek mekruhtur. Bence hacamat yapmak suretiyle kazanılan malın yasak sayılıp kerih görülmesi, buna hamledilmelidir; çünkü Hz. Peygamber böyle bir kazancı bir kaç defa yasaklamış; sonunda da onunla su taşıyan develere yem almayı emir buyurmuştur. Bu bakımdan hacamatın yasaklanma sebebinin; necaseti ve kirli sayılan kanı ellemek olduğunu sanan kimsenin zannı fâsiddir. Zira eğer necaseti ellemek herhangi birşeyin yasaklanmasına vesile olsaydı, bu kaidenin, derileri tabaklamakta ve süpürgecilikte de uygulanması gerekirdi. (Çünkü tabaklama işi, necis şeylerle yapılır. Süpürgeci de kenefi temizler. Oysa bunların ücreti yasaklanmamıştır). Bu ücretin haram olduğunu söyleyen kimse yoktur.
Eğer tabakçılık ve süpürgecilik ücreti de yasaktır denirse, bu kaidenin kasaplar hakkında icrası mümkün olmaz. Zira bu kaideye göre, nasıl olur da kasabın ka-zancı meşrû olur? Oysa onun kazandığı, etin bedelidir. Et ise, haddi zatında mekruh değildir. Hal böyle iken kasap, necasete hacamat yapandan daha fazla bulaşmaktadır Çünkü hacamat yapan, kanı hacamat aletiyle alır ve pamuk ile siler. Hacamat ve kan aldırmanın mekruh olmasının sebebi; hayvanın bünyesini tahrip etmek ve onun kanını çıkarmak olsa gerektir; çünkü hayvanın hayatı o kana bağlıdır. Bu kanı almak esasında haramdır. Kanın aldırılmasmm helâl olması ancak kesin bir zarurete bağlıdır. İhtiyaç ve zaruret ise ancak tahmin ve ictihatla bilinir. Çoğu zaman hacamat, faydalı zannedilir; oysa zararlı olur. Bu durumda Allah nezdinde haramdır; fakat zan ve rey ile helâl olduğuna hükmedilir. Bu sırra binaendir ki, hacamat yapanın çocuklardan, köle ve eblehten kan alması, ancak bunların velilerinin izni ve hâzık bir doktorun sözüyle caiz olur.
Eğer hacamat ücreti zâhirde helâl olmasaydı, Hz. Peygamber, bunun ücretini vermezdi.58 Yine hacamat ücretinin haram olma ihtimali sözkonusu olmasaydı, Hz. Peygamber böyle bir kazanç yo-lunu yasaklayıp kerih görmezdi. Bu bakımdan bizim izaha çalıştığımız mânâyı çıkarmadıkça Hz. Peygamber'in bir yandan hacamat ücretini vermesiyle öte yandan onu yasaklaması arasında bir telif yapmak mümkün olmaz. Bunun sebep ile beraber olan karineler kısmında zikredilmesi daha uygun düşerdi; çünkü bu mesele, o kısma daha yakındır. En düşük mertebenin ki bu derece vesvesecilerin derecesidir hakikati ise şudur: Bir insan, an-nesinin eğirdiği ipten dokunmuş elbise giymemeye yemin eder. Sonra da annesinin eğirdiğini satıp onunla kendisine bir elbise satın alır. Onun bu yaptığında kerahiyet yoktur. Bundan sakınmak vesvesedir. Muğîre b. Şu'be59 böyle bir vak'ada 'Bu elbiseyi giymek caiz değildir' buyurmuş ve şahid olarak da Hz. Peygamber'in şu hadîsini göstermiştir: Allah, yahudilere lânet etti (etsin); çünkü onlar haram kılındığı halde, içki sattılar ve pahasını yediler.60
Oysa böyle bir şahid gösterilmesi yanlıştır; çünkü içki satışı bâtıldır ve içkilerde şer'an herhangi bir menfaat kalmamıştır. Bâtıl alışverişin pahası ise haramdır; fakat bizim bahsettiğimiz misâl bu kabilden değildir. Bunun misali şudur: Kişi süt kardeşi olan bir cariyeyi mülk edinir. Sonra da o cariyeyi verip başka bir cariye alır. Bu bakımdan hiç kimsenin böyle bir cariye hususunda sakınması gerekmez. Onu içki satışına benzetmek ise, bu sahada ifratın zirvesine çıkmaktan başka birşey değildir. Biz bütün derece-leri ve bu derecelerdeki tedricî yükselmeyi anladık. Her ne kadar bu derecelerin değişikliği üç, dört veyahut herhangi bir adete münhasır değilse de... Ancak adet belirtmekten gaye, zihinlere yaklaştırmak ve anlaşılır kılmaktır.
İtiraz: Hz. Peygamber 'Kim, içerisinde haramdan gelen bir dirhemin de bulunduğu on dirheme bir elbise satın alırsa, sırtında o elbiseden birşey kaldıkça Allah Teâlâ onun hiçbir namazını kabul etmez'61 buyurmuştur. Hadîsi nakleden İbn Ömer, iki parmağını iki kulağına tıkayarak 'Eğer ben, bunu Hz.Peygamber'den dinlememişsem bunlar sağır olsunlar' demiştir.
Cevap: Hz. Peygamber'in yukarıdaki hadîsi 'Adam, o elbiseyi borca değil, muayyen on dirhemle satın alırsa' mânâsına hamledilir. Şayet adam elbiseyi borca alırsa, o zaman biz borca alınan birşeyin birçok şeklinde haramlığına hükmettik. Bu da o şekillere hamledilmelidir. Sonra bazı mülkler vardır ki, bunlardan ötürü namazın kabul olunmayacağı tehdidi savrulmaktadır; çünkü o mülklerin edinme sebebinde akdin fâsid olduğuna delâlet etmese dahi herhangi bir günah ortaya çıkmıştır. Meselâ cum'a ezanı vaktinde satın alınan mal ve benzerleri gibi...
Dördüncü Kaynak Dördüncü kaynak, delillerde ihtilâf etmektir. Delillerdeki ihtilâf, sebepteki ihtilâf gibidir; çünkü sebep, helâl ve haram hükmünün sebebidir. Delil ise, helâl ve haramın bilinmesinin sebebidir. Dolayısıyla delil de mârifetin sebebidir. Allah Teâlâ'nın ilminde cereyan etse bile, başkasının mârifetinde sabit olmayan bir şeyin, kendi nefsinde sabit olmasında herhangi bir fayda yoktur.
Delillerdeki ihtilâf, a) ya şer'î delillerin çarpışmasından, b) veya o delillere delâlet eden alâmetlerin muarazasından, c) ya da benzerliğin muarazasından ileri gelir. Bu bakımdan bunlar üç kısımdır: a) Şer'î delillerin çarpışması: Meselâ Kur'an'dan veya hadîsten iki umumî mânâ ifade eden delilin veya iki kıyasın ya da bir kıyas ile bir umumun çarpışması gibi... Bütün bunlar şüpheyi uyandırır. Burada istishaba (o şeyin eski haline) veya daha önceden bilinen asl'a eğer tercih bahis konusu değilse müracaat edilir. Eğer tehlikeli ve haram olan tercih edilirse, ona yapışmak gerekir. Fakat takva, onu terketmektir. Gerek müftünün ve gerekse mukallidin ihtilâflı yerlerden sakınması, takva hususunda mühim bir adımdır; her ne kadar mukallidin, taklid ettiği kimsenin fetvasına yapışması caiz ise de... Mukallidin, ancak memleketinin en büyük âlimi gördüğü kimsenin fetvasıyla âmel etmesi caiz olur. Aynı zamanda taklid ettiği kimseyi, başkasından işitmek suretiyle de tanımalıdır. Tıpkı kendi o kadar da iyi olmasa dahi memleketin doktorlarının en iyisinin dinlemekle ve karinelerle bilindiği gibi...
Fetva isteyen kimsenin, mezhepleri karıştırıp en genişini ve tabiatına en uygun geleni seçme yetkisi yoktur. Bilakis zannına en faziletlisi galip gelinceye kadar tatbikatını yapıp kendisine en faziletli gelene tâbi olarak bir daha ona muhalefet etmemelidir. Evet; eğer imamı (taklid ettiği zat) kendisine birşey hususunda fetva verirse ve imamının da o şey hakkında muârızı varsa hilâftan icmaa kaçması, kuvvetli takvadandır. Müctehid de böyledir. Hükmünde deliller çarpıştığı zaman, rey, tahmin ve zan ile helâllik tarafı ağır bassa bile, takva olanı bundan sakınmasıdır.
Müftüler, bazen asla yapmadıkları şeylerin helâl olduğuna dair fetva vermişlerdir. O şeyi yapmamalarının sebebi ise şüpheden kaçmak ve takvaya dalmaktır.
Bu bakımdan biz bunu da üç mertebeye taksim ediyoruz:
Birinci Mertebe Bir kısım vardır ki, ondan sakınmak kuvvetli müstehab olur. O da, hakkında muhalifin delilinin daha kuvvetli olduğu şeydir. Ancak kişiye diğer mezhebin tercih ciheti, pek ince görülür. O halde müftü helâlliğine dair fetva vermişse de, tâlimli köpek avladığı hayvandan yediği takdirde o avdan sakınmak takvanın mühim noktalarındandır. Çünkü burada tercih girift ve zordur. Biz daha önce de bunun haram olduğunu tercih etmiştik ki bu, İmam Şâfiî'nin iki kavlinden en kuvvetlisidir. Ancak müftü onun başka bir kavliyle fetva verse bile İmam Şafiî'nin; İmam Ebu Hanife'nin veya bir başka müctehidîn mezhebine muvafık yeni bir kavli ve fetvası olursa ona uygun hareket etmek gerekir. Besmelesiz kesilmiş hayvanın etini yememek ve ondan çekinmek, bu cümledendir; her ne kadar İmam Şâfiî'nin bu hususta değişik fetvaları yoksa bile...62
Çünkü ayet, burada besmelenin farz olduğunu açıkça göstermektedir ve bu hususta sayılamayacak kadar hadîs vardır. Çünkü Hz. Peygamber, avlanan hayvanın durumunu soran herkese şöyle buyurmuştur:
Eğitilmiş köpeğini avına kışkırttığın zaman, Allah'ın ismini de anmışsan onun yakaladığı avdan ye!63
Bu, mükerreren naklolunmuştur ve kesim de besmele ile şöhret bulmuştur. Bütün bu durumlar, kesimde besmelenin şart olduğunu belirten delili takviye etmektedir. Fakat Hz. Peygamber şöyle de buyurmuştur:
Besmeleyi ister çeksin ister çekmesin, mü'min kimse Allah'ın ismi üzerine kesmiş olur. (Müslümanın kestiği helâldir. Allah'ın ismini ister zikretsin, ister etmesin). (Müslim)
Bu hadîs sahih olduğu için, umumî olup ayetlerin ve sair had-îslerin zâhirinden sarfetmesini gerektirme ihtimali olduğu gibi ayet ve hadîsleri, te'vil etmeksizin zâhiri üzerine bırakıp bu hadîsi, besmeleyi unutarak terkedene tahsis etme ihtimali de vardır. Evet bu hadîsi, besmeleyi unutarak terkedene hamletmek mümkün olduğu gibi, unutarak terkettiği besmele hususunda mâzur sayılması için zemin hazırlayıcı olmasına hamletmek de mümkündür. Bunun umumîleştirilmesi ve ayetin te'vil edilmesi daha yakındır. Biz bunu tercih ettik, fakat karşı ihtimalin bunu kaldırabileceğini de inkâr etmeyiz. Bu bakımdan böyle şeylerden sakınmak birinci derecede mühimdir (Müellif burada Ahmed b. Hanbel'in mezhebine meyyal olduğunu işaret etmektedir. Çünkü terkedildiğinde de iki rivayet vardır birine göre yenmez, diğerine göreyenir.{İthâf 'us-Süade) besmeleyi kasten terkeden ile unutarak terkeden arasında sadece İmam Ahmed fark gözetmektedir).
İkinci Mertebe Vesvese derecesiyle muzâhamet edip aksine olan bir derecedir. Misâli, insanın, kesilmiş hayvanın karnından çıkan ölü ceninin ve düb (keler) denilen hayvanın etini yemekten çekinmesidir. Oysa sahih kitaplarda sıhhatli olarak vârid olmuştur ki, anneyi kesmek karnındaki cenini de kesmek demektir. Bu hususta vârid olan had-îslerin sıhhatına hiçbir şüphe karışmadığı gibi, metin ve senedlerinde de herhangi bir zâfiyet yoktur ve katılmamıştır.64
Böylece sahih bir şekilde vârid olmuştur ki; Hz. Peygamber'in sofrasında düb denilen hayvanın eti yenmiştir. Hâlid b Velid 'Ya Rasûlallah! Dübbün etini yemek haram mıdır?' diye sormuş, Hz. Peygamber de 'Hayır! Fakat memleketimde görmediğim için onu yemekten tiksiniyorum' buyurmuşlardır. Bunun üzerine Hâlid b. Velid, Hz. Peygamber kendisine baktığı halde ondan yemiştir. (Müslim ve Buhârî) Kanaatimce bu hadîsler Ebu Hanîfe'ye ulaşmamıştır. Eğer bu hadîsler kendisine ulaşsaydı, o da böyle derdi. Çünkü bu durumda insaflı hareket etmeyen insaflı bir kimsenin muhalefeti yanlıştır ve nazar-ı itibara alınmaz. Ayrıca sanki hiç muhalefet etmemiş gibi olur ve verdiği hüküm haber-i vâhid ile bilinmiş gibi şüpheye bile yol açmaz!
Üçüncü Mertebe Mesele hakkında hiçbir muhalefet şöhret bulmuş değildir; fa-kat helâlliği haber-i vâhid ile bilinmektedir. Böylece itiraz eden şöyle der: 'Haber-i vâhid hakkında halk ihtilâf etmiştir. Hatta bazıları onu kabul etmemiştir. Bense ihtiyatlı hareket ediyorum; zira hadîsi nakledenler, âdil kimseler olmalarına rağmen yine de yanılmaları veya gizli bir gaye için yalan söylemeleri aklen mümkündür. Çünkü âdil bir kimse de bazen yalan söyler. Böyle kimseler için vehim caizdir; çünkü bazen kendilerine, söylenenin tam hilâfı ulaşır ve böylece yanlış anlamış olabilirler'.
Bu takvanın benzeri sahabe-i kirâmdan nakledilmiş değildir; zira onlar, âdil ve nefislerini tatmin edici kimselerden duyduklarını tereddütsüz kabul ederlerdi. Özel bir sebepten dolayı bir şüphe ârız olduğunda, âdil dahi olsa râvî hakkında muayyen bir delilden herhangi bir şüphe meydana geldiğinde çekinmenin açık bir yönü olabilir. Ahadî haberlerde muhalefet edenlerin muhalefeti pek nazar-ı itibara alınmaz. Bu tıpkı icmanın esasında muhalefet eden İbrahim Nazzam'ın65 'Aslı hüccet değildir' deyişi gibidir. Eğer böyle bir takva caiz olsaydı, o zaman insanın, babasının babası olan dedesinin mirasını almaktan çekinmesi gerekirdi ve Allah'ın Kitabı'nda ancak evlâtların bahsi vardır derdi. Torunun öz oğul gibi kabul edilmesi ashab-ı kiramın icmaıyla olan bir şeydir. Onlar da mâsum kimseler değildir ve yanılmaları aklen mümkündür. Çünkü İbrahim Nazzam da burada muhalefet etmiştir!
Bu muhalefet hevesten ve dini karıştırmaktan başka birşey değildir. Böyle bir muhalefet, Kur'an'ın umumî emirleriyle bilinen hükümlerin terkedilmesine sebep olur. Çünkü kelâmcılardan bazıları 'Umumî emirlerin sîgaları yoktur. Ashâb-ı kiram, bunlardan karîne ve delâletlerle neyi anlamışlarsa, onunla ihticac ederdi' demiştir. Oysa bütün bunlar vesveseden başka birşey değildir. Bu bakımdan hangi tarafında olursa olsun şüphede mutlaka ifrat ve haddi aşma bulunduğu anlaşılmıştır ve bu böyle bilinmelidir. İş karıştığı zaman, müslüman önce o iş hakkında kalbinden fetva istemeli, takvaya yapışmalı, kendisini şüpheye sürük-leyeni bırakıp şüphe vermeyeni almalıdır; kalbini rahatsız eden hususları bırakmalıdır. Bu ise, şahıslara ve hâdiselere göre değişir. Fakat şüphelere düşmeksizin hak ile hükmedebilmek için kalbini vesveseye sebep olan şeylerden muhafaza etmesi gerekir. Kerâhetin bulunduğu yerde her kalp kendini şüphelerden koru-yamaz. Böyle bir kalp, pek nadirdir. Bunun için de, Hz. Peygamber herkesi kalbinden fetva istemeye sevketmemiştir. Ancak halini bildiğinden, bunu yalnızca Vâbise'ye söylemiştir. b) Helâl ve harama delâlet eden alâmetlerin çarpışmasıdır. Şöyle ki; çok az bulunan bir mal çeşidi yağma edilir. Sonra sâlih bir kişinin elinde o maldan görülür. O kişinin sâlih olması, elindeki şeyin helâl olduğuna delâlet eder. O şeyin nev'i ve yağma edilenler dışında pek nadir oluşu da haram olduğuna delâlet eder. Bu bakımdan bu iki emir çarpışır. Bunun gibi, âdil bir kimse haram olduğunu, başka bir âdil kimse de helâl olduğunu söyler veya iki fâsığın ayrı ayrı şâhidliği veyahut bir çocuk ile bir bâliğin sözü çarpışırsa, eğer tercih sebebi görülürse, onunla hükmedilir; fakat takva sakınmaktır. Eğer tercih sebebi görülmezse, duraklamak tevakkuf) farz olur. Bunun izahı tanıtma, araştırma ve sorma bahsinde gelecektir. c) Hükümlerin bağlı bulunduğu sıfatlardaki şüphelerin çarpışmasıdır. Mesela fakihler için vasiyet edilen bir malda, fıkıh ilminde tam yetişenlerin hakkı vardır. Bir gün veya bir ay evvelinden fıkıh ilmini öğrenmeye başlayanların bu vasiyete dahil olmadıkları açıktır. Bu iki derece arasında sayılamayacak kadar dereceler vardır ki, bunlarda şüphe vâki olur. Bunlar hakkında müftü, zannına göre fetva verir. Takva, onlardan sakınmayı gerektirir. Bu, şüphe kaynaklarının en girifti ve en çözülmezidir. Çünkü bu hususta, fetva vereni içinden çıkılmaz bir şekilde şaşırtacak suretler ve ihtimaller vardır. Zira birbirine zıt iki derece arasında bulunan bir derecenin sıfatları ile muttasıf olan bir kimse bu karşılıklı derecelerin hangisine meyledeceğini kestiremez. Muhtaçlara sarfedilen sadakalar ve zekâtlar da böyledir; çünkü hiçbir malı olmayanın muhtaç, birçok mala sahip olanın da zengin olduğu mâlumdur. Bu iki zıt kutup arasında birçok girift meseleler başgöstermektedir.
Meselâ bir kimsenin evi, eşyası, elbise ve kitapları vardır. Eğer bunları ihtiyaç olarak kabul edersek, böyle bir kimsenin muhtaçlar için vasiyet edilen maldan alması yasaklanamaz. Bundan fazlası ise böyle bir malın alınmasına mâni olur. İhtiyacın sınırı yoktur; sadece yaklaşık olarak bilinmektedir. İhtiyaçlar yaklaşık olarak tesbit edildikten sonra sıra evin genişliğine, o evdeki odaların miktarına, kıymetine veya ondan başkasıyla iktifa etmek gibi hususlara bakmaya gelir. Böylece evin eşyasının bakırdan veya çamurdan olması, adedi ve kıymeti de tahdid edilemez, Hergün muhtaç olduğu eşyalarla senede bir defa muhtaç olduğu kış aletleri veya ancak iki senede bir muhtaç olacağı şeylere bile herhangi bir hudut getirilemez. Bunların hiçbirinin muayyen bir sınırı yoktur. Burada en çıkar yol, Hz. Peygamber'in 'Seni şüpheye düşüreni bırak, şüpheye düşürmeyene sarıl!' sözünü düstur edinmektir. Bütün bunlar şüpheye sebep olan yerlerdir. Eğer müftü, birşeyde herhangi bir çıkar yolu seçmeyip durursa, burada durmaktan başka çıkar yol yoktur. Eğer müftü zan ve tahmin ile fetva verirse, takva yolu tevakkuf etmektir Bu, takva yerlerinin en mühimidir.
Akrabaların nafakası, zevcelerin giysileri, fukaha ve ulemanın, devlet hazinesinden kifayet edecek kadar verilmesi vacib olan nafakaları hakkında da durum böyledir. Çünkü burada iki taraf vardır. Bu taraflardan biri eksik; diğeri ise, fazla ve zaiddir. Bu iki taraf arasında şahsa ve duruma göre değişen birtakım şüpheli haller vardır. İhtiyaçlara hakkıyla muttalî olansa ancak Allah Teâlâ'dır. Beşer hiçbir zaman, ihtiyaçların hadlerini çizemez. Mekke batmanından az olan miktar, şişman bir adamın günlük ihtiyacından azdır; üç batmandan fazla olanı da ihtiyacından fazladır. Bu iki şey arasındaki durumların hudutları ise, hiçbir zaman tâyin edilemez. Bu bakımdan muttaki bir kimse, kendisini şüpheye sürükleyeni bırakıp şüphesiz olana sarılmalıdır. Bu durum, Arapça ile bilinen bir sebebe bağlı her hükümde câridir. Zira ne Araplar ve ne de diğer dil mensupları, dillerinin mânâlarını muayyen ve karşı ihtimallere son veren bir hududla tahdid etmiş değildirler: Altı kelimesi gibi; zira altı kelimesi hiçbir zaman beş ve daha aşağısına ıtlak olunmadığı gibi yedi ve daha yukarısına da ıtlak olunamaz. Hesap ve ölçülerin diğer kelime ve lafızları da böyledir. Fakat kelimeler böyle değildir. Gerek Allah'ın Kitabı'nda, gerekse de Hz. Peygamber'in hadîslerinde hiçbir lafız yoktur ki, karşılıklı tarafları arasındaki orta derecelerine şüphe ârız olmasın. O halde, bu fenne en fazla vasiyetler ve vakıflar bahsinde ihtiyaç hissedilir. Meselâ sûfîler66 için vakfedilmesi sahih olan birşeyi ele alalım: Acaba sufi teriminin mânâsına kimler dahil olur? İşte bu, girift ve çözülmesi zor bir problemdir.
Diğer terimler de böyledir. Biz hususî olarak sûfi teriminin neyi iktiza ettiğine işaret edip onunla lafızlardaki tasarruf yolunu belirtmeye çalışacağız. Aksi takdirde bütün lafızlardaki tasarruf yolunu teker teker saymak mümkün değildir. İşte bunlar, sürtüşen alâmetlerden fışkıran şüphelerdir ki ters düşen iki tarafa da çekmektedirler! Helâl tarafı zann-ı galib veya istishab ile tercihe değer bulunmadığı takdirde bunlardan sakınmak gerekir. Bu durumu Hz. Peygamber'in 'Seni şüpheye sürükleyeni bırak, şüpheye düşürmeyene sarıl!' hadîs-i şerifi ve bahsi geçen diğer deliller gerektirmektedir. İşte bunlar şüphe mahalleridir ve bir kısmı diğerinden daha şiddetlidir. Eğer tek şeyin üzerinde birçok şüphe sırt sırta veriyorsa, o zaman iş daha da şiddetlenir. Meselâ kişi helâl olup olmadığı hususunda ihtilâf olan bir yiyecek maddesi alır. Bu madde, aynı zamanda cum'a ezanı okunduktan sonra içki yapan (zimmî) bir kimseye satılan üzümün bedelidir. Satan kimsenin malı da haram ile karışıktır; fakat haram kısmı, malının çoğu değildir. Ancak haramın karışmasıyla malı şüpheli olmuştur. İşte böylece şüphelerin sırt sırta vermesi, o şüphelileri yapmayı daha da şiddetlendirir.
Bu mertebeler, üzerinde nasıl durulacağı bizce bilinen birkaç mertebe ve derecedir. Fakat beşer kuvveti bunları teker teker saymaya yetmez. Bizim bu izahımızdan anlaşılanı tutmalı, durumu şüpheli olandan da sakınmalıdır. Çünkü günah, kalbi şüpheye düşürendir. Biz nerede kalpten fetva istenilmesi gerektiğini söylemişsek, mutlaka orada müftünün o şeyi mübah kılmasını irade etmişizdir; yani insan ancak müftünün, mübah olduğunu söylediği şeyleri işleyip işlememesi hususunda kalbinden fetva isteyebilir. Müftü, o işin haram olduğunu söylediği zaman ise ondan mutlaka çekinmek gerekir. Bu durumda artık kalpten fetva isten-mez. Bu hakikatten sonra bilinmelidir ki her kalbe güvenilemez; çünkü öyle vesveseli kimseler vardır ki, herşeyden kaçar; aynı zamanda geniş mezhepli ve herşeye yatkın nice oburlar da vardır. İşte bu iki tipin kalbine itimat edilmez. Ancak muvaffak olan ve durumların inceliklerini murakabe eden âlimin kalbine itibar edilebilir. Böyle bir kalp, gizli emirlerin imtihanında kullanılan mi-henk taşıdır. Kalpler içinde böyle bir kalbin nadir bulunduğu besbellidir. Bu bakımdan kalbine güvenemeyen kimse, yukarıda zikrettiğimiz niteliklere sahip olan bir kalpten yardım istesin. Problemini o kalbe arzedip ondan ilham alsın. Zebur'da şöyle vârid olmuştur: Allah Teâlâ, Davud'a şöyle vahyetti: "İsrâiloğulları'na de ki 'Ben sizin namazınıza ve orucunuza bakmam. Sadece kişinin birşey hakkında şüphelendiğinde onu be-nim için terkedip etmeyeceğine bakarım. Evet, ben yalnızca buna bakarım'. Onu yardımımla destekler ve kendisiyle meleklerime karşı iftihar ederim".
33) Buhârî ve Müslim, (Nu'man b. Beşir'den) 34) Buhârî ve Müslim 35) Buhârî, (Ebu Hüreyre'den) 36) İmam Ahmed 37) İbn Hibban, Beyhakî, (Abdurrahman'dan); Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce, (Sâbit b. Zeyd'den bir benzerini). Buhârî'ye göre Sâbit hadîsi daha sahihtir. 38) Bu hadîs Hz. Âişe'den değil, Musa b. Ebî Âişe'den, o da Ebu Rezin'den rivayet etmiştir. Buhârî'ye göre hadis, mürseldir. 39) Buhârî ve Müslim, (Adiy b. Hâtem'den) 40) Buhârî ve Müslim. Ganimetten çalınan aba meselesi; Buhârî, (Abdullah b. Ömer'den) 41) Bu durum bellidir ve bundan sonra gelen Câbir hadîsi de buna delâlet etmektedir. (Irakî) 42) Daha önce geçmişti. 43) Müslim, (Câbir'den) 44) Buhârî, (Abdullah b. Ömer'den) 45) Ebu Dâvud, Mesâî ve İbn Hâce, (Zeyd b, Hâlid'den) 46) Bu çetenin başı Müslim b. Ukbe idi. Önce Medine'yi şiddetli bir şekilde muhasara etti. Sonra da üç gün üç gece yağma edilmesini; fısk ve fücur ve öldürmeyi emretti. Sonunda Medinelilerle -Yezid'e tâbi olmaları şartıyla barış yapıp, onlara aman verdi. Oradan Mekke'ye gidip Abdullah b. Zübeyri muhasara altına aldı.Yezid'in ölüm haberini aldığı zaman Mekke'den çekildi. (İthaf 'us-Saade, VI/43) 47) Faizli altı şey Müslim ve Buhârî'nin ittifakıyla şunlardır: Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz. 48) Çift cinsiyetti kimse 49) Müellifin söylediği zorluk sözkonusudur ve kabul edilir. Fakat 'Böyle birşey tasavvur dahi edilemez' sözü ise, yerinde bir söz değildir. Çünkü örfen ve emniyet bakımından sultan her kabileye, belki her şehrin her mahallesine bazı memurlar tayin eder ve bunlar da bütün halka ayda bir kez veya gerekirse birkaç kez» muhtaç oldukları miktarı adaletle taksim edebilirler. Bu, saltanat sahipleri için imkansız değildir. Ancak İslâmî kaideler çerçevesinde olması da gereklidir. {İthaf'us-Saade, VI/50) 50) Bu ihtilâflı bir meseledir. İmam Ebu Hanife'nin ashabı ve Mu'tezile, kâfirlerin şer'î emirlerle mükellef olmadıklarını savunmaktadırlar, İmam Şâfiî ve ashabına göre ise kâfir, şeriatın şer'î meseleleriyle mükelleftir. Bir kavle göre de şeriatın yasaklarıyla mükellef, emirleriyle mükellef değildir. {İthaf'us-Saade, VI/51) 51) Şeriat, münasib'e bazen itibar eder; bazen de onu hükümsüz sayar. Bazı durumlarda ise münasibin şeriattaki durumu bilinmemektedir. İşte bu üçüncü kısma mesâlih-i mürsele denir. Buna aynı zamanda 'münâsib-i mürsele' de denir. Mesâlih-i mürsele'nin delil olup olmaması hususunda çeşitli görüşler vardır. 52) İmam Mûhammed'e göre her mekruh haramdır; fakat hakkında nass olmadığı için haram ismini almamıştır. İmam Ebu Hanife ile Ebu Yusuf a göre ise kendilerinde deliller çatıştıkları için mekruhlar, haram değil, harama yakındır. Kerâhet-i tenzîhiye, helâle daha yakındır. Mekruhun harama nisbeti, vâcibin farza nisbeti gibidir. (İthaf'us-Saade,VI/54) 53) Müslim, (İbn Mes'ud'dan) 54) Kitab'ul-İlim'de geçmişti. 55) Hz. Ömer bu zatı Kûfe valisi olarak tayin etmiş, H. 21 senesinde de azletmiştir. Ammâr b. Yâsir'den sonra tekrar tayin etmiş, tekrar azletmiş ve sonra da getirdiği malın yarısını elinden almıştır. 56) Bu hadîsteki müftülerden gaye, 'kalp ehli' olmayan Ehl-i Sünnet âlimleridir. (İthaf'us-Saade, VI/60) 57) 'Şiddetli gidene şiddet gösterilir' ve 'Bu dinle güreşen ve şiddetli giden sonunda mağlup olmuştur'. Bu hadisler Sahih'te varid olmuştur. {İthaf us-Saade) 58) Müslim ve Buhârî, (İbn Abbas'tan) 59) Muğîre b, Şu'be b. Mes'ud, Sakafî kabilesine mensup meşhur bir sahabîdir. Önce Basra valiliğine, daha sonra da Kûfe valiliğine tayin edilmiştir. H. 50 senesinde vefat etmiştir. 60) İmam Irakî, bu hadîsi bu şekilde görmediğini söylemiş ve şöyle devam etmiştir: 'Meşhurdur ki, bu yasak iç yağları hususunda vârid olmuştur'. Müslim ve Buhârî, (Hz. Câbir'den); 'Allah yahudileri kahretsin! Çünkü Allah Teâlâ kendilerine iç yağlarını haram kıldığı halde, onlar onu erittikten sonra sattılar ve bedelini yediler'. 61) Bir önceki bölümde geçmişti. 62) İmam Şâfiî, besmele unutularak veya kasden terkedilse bile o hayvanın etinin yenebileceğini söylemiştir. İkinci bir fetvası yoktur. İmam Ebu Hanife'ye göre kasden terkedilirse yenmez; unutularak terkedilirse yenir. İmam Mâlik'e göre kesilen hayvanın hükmü avlanan hayvanın hükmü gibidir. İmam Ahmed'e göre ise kasden terkedildiğinde yenmez; unutularak 63) Müslim ve Buhârî, (Adiy b. Hâtem'den) 64) Müellif bu hükmü İmam Harameyn'den alır. (Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Hibban, Hâkim ve Taberânî). Abdülhak bu hadîsin bütün senedleriyle ihticac edilemeyeceğini söylemiştir. 65) Nazzam için Mu'tezile'nin şeytanlarından olduğu söylenmiştir. Felsefe kitaplarını incelemiş ve onların görüşlerini Mu'tezile'nin görüşleriyle karıştırmıştır. (İthaf'us-Saade, VI/73)
66) O dönemde, tekkehanelerde hayatını ibadet, zikir, tesbih ve benzerleriyle meşgul olmaya vakfeden kimseler.