ESRAR'UZ ZEKAT (ZEKATIN SIRLARI)
İmam-ı Gazali
Esrar'uz Zekat (Zekatın sırları)
Hamd, said ve şâkî yapan, öldürüp dirilten, güldürüp, ağlatan, var ve yok ve fakir ve zengin kılan, zarar verebilen ve zarardan kurtaran, hayat sahibini bir damla meniden yaratan Allah'a mahsustur...
Zenginlik vasfıyla, yarattıklarından ayrılıp kullarından bazılarını güzelliklerle donatan, onların üzerine, dilediğini zengin kılacak nimetlerini oluk gibi akıtan, rızkını temin için bin türlü meşakkate katlanan kulunu kendisine muhtaç eden ve bütün bunları da imtihan ve deneme için yapan Allah'a!...
O, zekâtı dinin temeli kılmış; kullarından zekâtını verip temizlenenin bunu ancak kendisinin fazlıyla yaptığını ve yine malının zekâtını vermek sûretiyle temizlenenin ilhamını, kendisinin lütuf ve zenginliğinden aldığını beyan buyurmuştur.
Salât ve selâm, hidâyet güneşi, beşeriyetin efendisi ve seçilmiş kul Hz. Muhammed'e, onun âline, ilim ve takvâ ile donatılmış ashabına mahsustur...
Allah Teâlâ, zekâtı İslâm'ın temellerinden birisi kılmış, onu din'in yüce alâmetlerinden olan namazdan hemen sonra zikrederek şöyle buyurmuştur: Namazı gereği gibi kılın, zekâtı verin! (Bakara/110)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: İslâm dini beş esas üzerine bina edilmiştir: 1) Allah'tan başka ma'bud olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve rasûlü olduğuna şehadet etmek, 2) Namaz kılmak, 3) Zekât vermek, 4) Oruç tutmak, 5) Hacca gitmektir.1
Zekâtta kusur edenler hakkında Allah Teâlâ, şiddetli tehdidlerde bulunur: Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harca- mayan kimseler, işte bunları acıklı bir azap ile müjdele! (Tevbe/34)
Malın Allah yolunda infak edilmesi, kişinin zekâtını vermesi demektir.
Ahnef b. Kays şöyle anlatıyor: 'Kureyşlilerden birkaç kişi ile oturuyordum. O sırada Ebu Zer el-Gıfârî (r.a) yanımızdan geçti ve şöyle dedi: 'İstifçileri (mal yığanları), arkalarından vurulup yanlarından ve enselerinden vurulup alınlarından çıkan kızgın demirlerle müjdele!'
Bazı rivayetlerde ibare şöyledir: 'Zekâtı tam vermeyen kimselerin tam memeleri üzerine, ucu kürek kemikleri arasından çıkacak, küreklerinin arasına da ucu tam memelerinin başından çıkacak kızgın demirler vurulur ve böylece bütün mafsalları sarsılır (delik deşik olur)
Ebû Zer el-Gıfârî şöyle anlatır: Kâbe'nin gölgesinde oturmakta olduğu bir sırada Hz. Peygamber'in yanına vardım. Hz. Peygamber beni gördüğü zaman 'Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki onlar zarar edenlerin tâ kendileridir' buyurdu. 'Onlar dediğiniz kimlerdir yâ Rasûlullah?' dedim. Şöyle cevap verdi: 'Malca zengin olanlardır; ancak önünden, arkasından, sağından ve solundan şöyle şöyle verenler hariç. Böyleleri ise çok azdır. Zekâtları verilmeyen deve, sığır, koyun gibi hayvanlar kıyamet gününde çok diri, cüsseli ve semiz olarak gelir ve sahiplerini boynuzlayıp toslayarak ayakları altında ezerler. Hayvanlar, bu hareketlerini insanlar arasında verilecek olan hüküm sona erinceye kadar tekrarlarlar'.2
Bu şiddetli ihtar, Buhârî ve Müslim'de rivayet edilmiştir. Bu bakımdan zekâtın sırlarını keşfetmek, gizli ve açık şartlarını, zâhir ve bâtın mânâlarını ve veren ile alana ait ve bilinmesi gereken malûmatları bilmek, dinin mühim meselelerindendir.
Bu hakikatler, dört bölümde beyan edilecektir: 1. Zekâtın çeşitleri ve vâcib olmasının sebepleri 2.Zekâtın âdâbı, zâhir ve bâtın şartları 3. Zekât alabilmenin şartları ve zekât almanın âdâbı 4. Nafile sadakanın beyan ve fazileti
1) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den) 2) Buhârî ve Müslim
Zekâtın Çeşitleri ve Vacib Olmasının Sebepleri[düzenle]
Zekât, taalluk ettiği hususlar itibarıyla altı kısımdır:
- Hayvanların zekâtı
- Öşür zekâtı
- Altın ve gümüşün (paranın) zekâtı
- Ticari malların zekâtı
- Definelerin ve madenlerin (yeraltı zenginliklerinin) zekâtı
- Fıtr zekâtı (sadakası)
1. Hayvanların Zekâtı Gerek bu ve gerekse de diğer zekâtlar hür ve müslüman olan kimselere vacibdir. İmam Şafiî'ye göre zekâtın vacip olması için, verenin baliğ olması şart değildir. Aksine çocuğun ve delinin servetine de zekât vacip olur. Zekat verende aranılan şartlar hür ve müslüman olmasıdır. Kendisinden zekât verilen malda aranılan şartlar ise beştir:
- Eti yenilen evcil hayvanlar
- Kendileri otlayan hayvanlar
- Bütün bir sene sahibinin evinde bulunan hayvanlar
- Kâmil nisaba mâlik olanlar
- Tam mânâsıyla sahibinin elinde bulunan hayvanlar
Birincisi, eti yenilen evcil hayvan olmasıdır. Bu bakımdan zekât ancak deve, sığır ve koyunlarda vardır. At, katır, eşek ve koyun ile geyikten doğan hayvanda zekât yoktur.
İkincisi, mecburi olarak senenin en az altı ayında mütemadiyen beslenen hayvanın zekatı yoktur. Bir zaman kendisi otlayan ve senenin bir kısmında da evde beslenen bir hayvanın da nafaka zorluğu olduğu için zekatı yoktur.
Üçüncüsü, bütün bir sene sahibinin elinde bulunması şarttır. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
- Üzerinden tam sene geçmeyen malın zekâtı yoktur.[72]
Bu hükümden senenin ortasında doğan yavrular istisna edilir; çünkü bunlar zekat hususunda annelerinin hükmüne tabidirler. Annelerinin senesinin dolmasıyla onların zekatı da vacib olur. Eğer malları senenin ortasında satar veya başkasına hibe ederse, sene kesintiye uğramış olur. (Bu mal eline tekrar geçse yeniden bir sene bekletmesi gerekir).
Dördüncüsü, tam manasıyla sahibinin elinde bulunması ve tasarrufuna âmâde olması şarttır. Bu bakımdan başkasının yanında rehin olan koyunların da zekatı gerekir; çünkü bu koyunlarda tasarrufta bulunmamayı bizzat sahipleri kendi nefislerine lüzumlu kılmıştır. Kaybolan ve gaspedilen malların ise, bütün fazlalıklarıyla sahibinin eline geçmedikçe zekatları yoktur. Bulunduğunda ise geçmişin zekâtı da verilecektir. Borcu bütün malından fazla veya malına eşit olan kişi zengin sayılmaz; çünkü zenginlik ihtiyaçtan fazla mala sahip olmak demektir. (Şafiî mezhebine göre böyle bir kimsenin zekat verip vermemesi hususunda ihtilaf vardır. Kimisi, zekatını verecek ve borçlarını eda etmek için de zekat alacaktır demiştir).
Beşincisi ise kâmil nisaba malik olmaktır.
-Develerin Nisabı- Develerde sayıları beş olmadıkça zekat yoktur. Beş devede, zekat olarak bir senesini doldurup ikinci seneye giren koyun veya iki senesini doldurup üçüncü seneye ayak basan bir keçi verilecektir. On devede bir, onbeşte üç, yirmide de dört koyun zekat verilecektir.
Yirmi beş devede, bir senesini bitirip, ikinci senesine başlayan bir dişi deve verilecektir. Eğer bu şartlara sahip dişi deve yoksa, iki senesini doldurup üçüncü senesine ayak basan bir erkek deve verilecektir. Zekat veren kişi böyle bir dişi deve satın almaya gücü yetse bile buna zorlanmaz.
Otuz altı devede, iki senesini doldurup üçüncü seneye başlayan bir dişi deve verilecektir. Sayıları kırk altıya vardığı zaman üç senesini doldurup dördüncü senesine başlayan bir deve verilecektir. Altmış bir deve oldu mu, dört senesini doldurup beşinci senesine ayak basan bir dişi deve; sayıları yetmiş altıya vardığı zaman da iki senesini doldurup üçüncü seneye başlayan iki dişi deve verilecektir. Doksan bir deve oldu mu, üç senesini doldurup dördüncü seneye başlayan iki dişi deve; yüz yirmi bir deve oldu mu da iki senesini doldurup üçüncü seneye başlayan üç dişi deve verilecektir. Deve sayısı yüz otuza vardığında hesap istikrar bulur. Bundan sonraki her elli deve için üç senesini doldurup, dördüncü seneye başlayan veya her kırk deve için iki senesini doldurup, üçüncü senesine başlayan bir dişi deve verilecektir.
-Sığırların nisabı- Sığırların, sayıları otuza varmadıkça zekatları yoktur. Otuz sığırda, birinci senesini bitirip ikinci seneye ayak basan bir dana verilecektir. Kırk sığırda, iki senesini doldurup üçüncü seneye başlayan bir düve; altmışta ise iki yaşında iki dana verilecektir. Altmıştan sonra hesap istikrar bulur ve her kırk sığırda üç yaşında bir düve, her otuz sığırda da iki yaşında bir dana vermek suretiyle devam eder.
-Koyunların nisabı- Koyunlar, sayıları kırka varmadıkça zekata tabi değillerdir. Kırk koyunda iki yaşında bir koyun veya üç yaşında bir keçi verilir. Kırktan sonra yüz yirmi bire varıncaya kadar zekatlarında bir değişiklik yoktur. Yüz yirmi birde iki koyun verilir. Bundan sonra iki yüz bire kadar durum değişmez. İki yüz birden dört yüze kadar üç koyun; dört yüzde de dört koyun zekat verilir. Dört yüz koyunda hesap istikrar bulur. Bundan sonra her yüz koyunda bir koyun zekat verilir.
Ortakların zekatı, nisab hususunda bir kişinin zekatı gibidir. Yani iki kişinin arasında kırk koyunu varsa, zekat olarak bir koyun verilecektir. Üç kişinin yüz yirmi koyunu varsa, bir koyun zekat düşer. Hayvanları bir arada bulunan komşuların şu şartlara sahip olan malları da ortak mal gibidir: 1- Geceleri kaldıkları yerin bir olması 2- Sularının bir olması 3- Sağılma yerlerinin bir olması 4- Meraya sevk edilmek için toplandıkları yerin bir olması 5- Mal sahiplerinin zekat veren kimselerden olması. Ancak malını zımmilerden birinin veya mükâteb[73] bir kölenin malına katan kimsenin malında ortaklık hükmü yoktur.
Deve zekâtında bir veya iki yaş küçüğüne inmek caizdir. Ancak iki yaştan daha aşağıya inmek caiz değildir. Yaşı eksik deve veren kimse, eğer bir yaş eksiğini vermişse üste iki koyun veya yirmi dirhem para verecektir. Eğer iki yaş küçüğünü vermişse üste dört koyun veya kırk dirhem para verecektir. Yaşı küçük olanı daha yaşlısı yerine verebileceği gibi, yaşı büyük olanı da daha genci yerine verebilir. Fakat beş yaşından büyük deve veremez. (Yani dört yaşında bir deve gerekiyorsa, onun yerine altı yaşında bir deveyi veremez). Daha yaşlı deveyi genç devenin yerine verdiği zaman, zekât memuru, aradaki, farkı zekatı veren kişiye beytülmalden verecektir. Zekâtı verilen malın bir tane dahi olsa sağlamı varsa, hasta olan mallar zekât olarak kabul edilmez. Zekât olarak, iyi mallardan, iyisi, kötü mallardan da kötüsü alınır. Zekât memurları malın en besilisini, özel yetiştirilmiş ve döl için ayrılmış olanını ve en iyisini zekât olarak alamazlar.
2. Öşür Zekatı Yerden biten her gıda maddesinin ağırlığı sekizyüz mene[74] ulaştığı takdirde onda birini zekât vermek vacibdir. Sekiz yüz menden az olanların, meyvelerin ve pamuğun zekâtı yoktur. Zekat yalnızca gıda maddesi olan danelerde, kuru hurma ve kuru üzümde vardır. Hurma ve üzümden, ancak kuru olarak sekiz yüz mene ulaştıklarında zekat alınır. Hurma ve üzümün zekâtı, kuruduktan sonra verilir. Ortak malın nisabı birbirleriyle tamamlanmak suretiyle ikmal edilir. Birkaç ortağı olan bir bahçeden, sekiz yüz men kuru üzüm elde edildiğinde bundan, her ortağın hissesi oranınca toplam seksen men kuru üzüm zekât verilmesi gerekir. Komşular arasındaki ortaklığa itibar edilmez. Buğdayın nisabı arpa ile ikmal olunamaz. Fakat arpanın nisabı çavdarla ikmal olunabilir; çünkü çavdar da bir arpa çeşididir. Eğer bu mahsuller gelgeç su veya kanallarla sulanırsa, zekatları bu kadardır. Serpmek suretiyle veya dolapla sulandığında ise, (onda bir yerine) yirmide bir zekat verilecektir. Arazi gelgeç su serpmek suretiyle veya dolap suları ile ortaklaşa sulandığı takdirde mahsulün zekatı bu sulardan hangisi daha fazlaysa ona göre verilir.
Bu mahsullerde zekât ancak ayıklandıktan sonra vacib olur. Yaş üzüm ve yaş hurma, zekât olarak alınamaz. Ancak ağaçlarına herhangi bir hastalık isabet eder ve olgunlaşmadan toplanmaları gerekirse, o zaman toplanan yaş hurmanın dokuz ölçeği sahibine, onuncu ölçeği ise fakirlere verilir. 'Taksim, alışveriştir' şeklindeki sözümüz, böyle bir taksime mani değildir. Bu taksime ruhsat verilmiştir; çünkü zaruret vardır. Zekâtın vâcib olma zamanı meyvelerde, yiyecek derecede olgunlaşma zamanı, danelerde ise katılaşma zamanıdır. Zekâtın verilme zamanı ise, kurumalarından sonradır.
3. Altın ve Gümüş'ün (Paranın) Zekâtı Mekke ölçüleriyle ikiyüz dirhem saf gümüş üzerinden bir sene geçerse, zekat olarak onda birinin dörtte biri olan beş dirhem gümüş verilmelidir. İkiyüz dirhemden bir dirhem dahi fazla olsa, hesap edilecek ve zekâtı buna göre verilecektir.
Altının nisabı (zekât düşmesi için gereken miktar), Mekke tartısıyla tam (hiç eksiksiz) olarak yirmi miskaldir. Yirmi miskal altının, onda birinin dörtte biri zekât olarak verilecektir. Fazlası ne kadar az olursa olsun hesap edilecek ve zekâtı verilecektir. Eğer altın veya gümüş nisabdan bir gram kadar azsa o vakit zekât düşmez.
Sahip olunan karışık paralar içerisindeki altın veya gümüş, tasfiye edildiği takdirde nisaba varacak kadarsa zekâtı vâcib olur.
Tasfiye edilmemiş altın ve gümüş madeninde, altın ve gümüş kaplar da ve erkeklerin altın eyer gibi mahzurlu süs eşyalarında da zekât vâcibdir. Helâl olan süs eşyasında ise zekât yoktur.[75]
Alacağın ZekâtıIV, Ticaret Zekâtı Bu zekât, altın ve gümüş zekâtı gibidir. Ancak ticâret zekâtının sene-i devriyesi ticaret eşyasına yatırılan paranın mülk edinilmesiyle başlar. Ticaret malına yatırılan para nisaba bâliğ ise hüküm böyledir. Eğer yatırıldığında eksikse veya ticaret niyetiyle herhangi bir mal satın alırsa, senesi, satın aldığı vakitten başlar.
Zekât, ülkenin râyiçte olan parasından verilir ve ticaret malları bu para ile kıymetlendirilir. Eğer ticaret malına yatırdığı para tam nisaba bâliğ olmuşsa, o ticaret malını onunla kıymetlendirmek, ülkenin râyiçteki parasıyla kıymetlendirmekten daha evlâdır.
Kendi ev malıyla ticaret yapmaya niyet ederse, onunla ticarî eşya satın almadıkça, yani sadece niyetle sene-i devriyesi başlamaz. Ticareti daha sene tamamlanmadan ticareti bırakırsa, zekâtı da sâkıt olur. Fakat (dinen) en iyisi; o senenin ticaret zekâtını vermektir.
Senenin sonunda, eşyalar üzerine yüklenen kârın zekâtı da sermayenin zekâtıyla birlikte verilir. Kâr için yeni bir seneyi beklemek gerekmez; nitekim zekât hayvanlarının yavrularında da hüküm böyledir.
Sarrafların mallarının senesi de tıpkı diğer ticaretler gibi, aralarındaki normal mübâdele ile sona erip yeniden başlamaz. Ortaklaşa çalıştırılan malın kârına ait zekât, kârı aralarında paylaşmadan önce dahi olsa, ana paranın sahibine değil, çalıştırana düşer. Böyle fetvâ kıyasa daha uygundur.
5. Definelerin ve Madenlerin (Yeraltı Zenginliklerinin) Zekâtı
Rikâz, cahiliyye devrinde gömülmüş ve İslam'dan sonra üzerinden mülkiyet geçmemiş bir arazide bulunmuş mal demektir. Böyle bir mal bulan insanın, eğer altın ve gümüşse malın beşte birisini zekât olarak vermesi gerekir. Bunda sene devri muteber değildir. (Yani hemen bulduğu anda beşte birini devlet hazinesine devretmelidir). Nisab miktarına ulaşmasına da, sene devri gibi itibar olunmaması daha evlâdır; çünkü beşte birinin vâcib olması, bu malın ganimete benzediğini kuvvetleştirmektedir. Bu bakımdan nisabın gerekli olması da uzak bir ihtimal değildir; çünkü bunun sarfedileceği yer, zekâtın sarfedileceği yerin tâ kendisidir. İşte bu sırra binaen yalnızca altın ve gümüş definelerin beşte biri verilmelidir diye tahsis edilmiştir.
Madenlere gelince, altın ve gümüş madeni hâriç, madenlerde zekât yoktur. Altın ve gümüş madeninin zekâtı ise iki görüşün en sahihine göre tasfiye edildikten sonra onda birinin dörtte biridir. Bu fetvâya binaen madenlerde nisab muteberdir. Üzerinden tam bir senenin geçmesi hakkında iki fetvâ vardır. Başka bir fetvâya göre de define gibi, beşte biri vacib olur. Bu fetvâya göre sene devri muteber değildir. Nisab hakkında burada da iki görüş vardır. Allah daha iyi bilir. Vâcib olan miktarda bunu ticaret zekâtına benzetmek veya katmak daha uygun olur; çünkü bu da bir çeşit kazançtır. Senenin devri bakımından onda biri zekât olarak verilen mahsullere ilhâk edilmesi doğru olmaz; çünkü bu aşırı derecede merhamete kaçmak olur. Onda biri zekât olarak verilen mahsullere ancak nisab hususunda ilhâk olunur. Bu ihtilaflardan ve şüphelerden kurtulmak için en ihtiyatlı hareket, bu madenlerin azından da çoğundan da beşte birini çıkarmak olur; çünkü bu ihtilâflar birbirlerini cerhedebilecek zanlardır. Birbirlerini cerhettiğinden ötürü de birisini kesin fetvâ kabul etmekte tehlike vardır.
6. Fitre Zekâtı (Sadakası) Hz. Peygamber'in diliyle fıtr sadakası, bayram günü ve gecesi şahsi nafakasından ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakasından daha fazla malı olan her müslümana farzdır. Kişi buğday ekmeği yiyorsa buğdaydan, arpa ekmeği yiyorsa da arpadan olmak üzere Rasûlullah'ın sa'iyle adam başı bir sa' fıtr sadakası verecektir.[76]
Bir sa' iki tam ve üçte bir men'dir. Yediği tahılın cinsinden veya daha üstün bir çeşidinden bu miktarı bakmakla yükümlü olduğu kişi sayısınca çıkarmalıdır. Ancak buğday yiyorsa, arpadan vermesi câiz değildir. Eğer çeşitli tahıllardan yiyorsa, fıtr sadakasını en iyisinden vermelidir. Fakat yediklerinin herhangi birisinden vermesi câiz ve yeterlidir. Fıtr sadakası zekât malı gibi taksim olunur. Bu bakımdan fıtr sadakasından sekiz sınıfın (eğer varsa) hepsine gereği kadar verilmesi vâcibdir. Fıtr sadakası olarak un (kavut) ve bitlenmiş buğday vermek câiz değildir.
Müslüman erkeğe, hanımının, kölelerinin ve çocuklarının fitresi vacibdir. Bakmakla yükümlü olduğu yakınlarının fitresini de vermek mecburiyetindedir. Yani nafakası kendisine vâcib olan babalarının (baba, dede ilâ âhirih) anne ve evlatlarının fitrelerini de vermek mecburiyetindedir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
- Bakmakla yükümlü olduklarınızın sadaka-i fıtrini veriniz.[77]
Ortak kölenin fitresi, sahiplerine eşit bir şekilde vacib olur. Kafir kölenin fitresi yoktur. Eğer kadın, kendi fitresini verirse, kifayet eder. Koca, karısının iznini almadan onun fitresini verebilir. Bakmakla yükümlü olduklarından ancak bazılarının fitresini verebilecek durumdaysa, nafakası kendisine daha kuvvetlice vâcib olanın fitresini vermesi daha evlâ olur. Hz. Peygamber çocuğunun nafakasını eşinin nafakasına, eşinin nafakasını da hizmetçisininkine takdim etmiştir.[78]
Bunlar, fıkha ait hükümlerdir. Zengin bir kimsenin bunları mutlaka bilmesi lazımdır. Fakat bazen çok garip hadiseler vaki olmaktadır ki bunlar, bu bilgilerin dışındadır. İşte bu gibi hadiselerin bilinmesi gerekirse, fetva sormaya güvenip bir miktar bilgi ile yetinebilir.
Zekâtın Verilmesi, Zâhirî ve Bâtınî Şartları[düzenle]
Zekât veren kimsenin şu gelecek beş şartı gözetmesi farzdır: 1. Niyet
Farz olan zekâtı verdiğine kalben niyet etmelidir. Hangi malın zekâtını veriyorsa, onu tayin etmesi gerekmez. Eğer kaybolmuş bir malı varsa, 'Bu eğer sağlamsa kaybolmuş malımın zekâtıdır. Şayet sağlam değilse, sadaka olsun' denilmesi caizdir. Böyle demese de mutlak şekilde 'Zekât olarak çıkarıyorum' dese bile hüküm yine böyledir. (Yani malı sağlamsa zekât, değilse sadaka olur). Velinin niyeti, mecnun ve çocuğun niyeti yerine kaim olur. Malının zekâtını vermeyenlerden zorla zekât alındığı takdirde devlet başkanının niyeti, mal sahibinin niyeti yerine geçer. Bu niyet ancak dünya ahkamında geçerlidir; yani sultan ikinci bir zekât alamaz. Ahirette ise, bu niyet mal sahibine fayda vermez. Hatta ikinci bir defa, kendi arzusuyla zekâtını vermedikçe de mânevî sorumluluktan kurtulamaz. Ancak tevbe ile kurtulur. Zekâtın verilmesi hususunda vekil tuttuğu zaman niyet eder veya vekili, ikinci bir vekil tuttuğu zaman niyet ederse, kafidir. Çünkü niyette vekil edinmek, niyet demektir.
2.Sene Sonunda Zekâtı Hemen Vermek
Fıtr zekâtı, Ramazan bayramı gününden sonraya bırakılmamalıdır. Fitre zekâtı, Ramazan ayının son gününde güneşin batmasıyla vacip olur. Fitre zekâtının acele verilmesinin vakti, bütün Ramazan ayıdır.
Verecek kudrette olduğu halde zekâtını erteleyen kimse günahkâr olur. Eğer bu fırsattan sonra malı (semavî veya arzî bir felâketle) yok olsa, zekât farizası sâkıt olmaz. Kendilerine zekat verilebilecek kimseler bulunduğu takdirde, zekâtın edâ edilmesi imkânı doğmuş demektir. Eğer verilecek kimse olmadığı için, zekât ertelenir ve bu arada mal da zâyi olursa, zekât sorumluluğundan kurtulmuş olunur. Zekâtı vaktinden önce vermek ancak şu şartlarla câizdir: A) Kâmil nisabdan sonra, B) Senenin başlamasından sonra.
Acele ederek iki senenin zekâtı vaktinden önce verilebilir. Ancak bu zekâtı alan fakir, sene tamam olmazdan evvel ölür veya (maazallah) dinden çıkar veya aldığı bu zekâtın dışında başka bir servet ile zengin olursa veya zekâtı verenin ana malı telef olursa veyahut zekât sahibi ölürse, verilen zekât sayılmaz. Geri alınması da mümkün değildir. Ancak verirken 'Şayet zekâtlıktan çıkaran herhangi bir sebep zuhur ederse, bu malı geri almayı şart koşuyorum' dediği takdirde geri alabilir. Bu bakımdan zekâtını vaktinden önce veren bir insan, hâdiselerin sonunu ve selâmetle neticelenmesini gözetmelidir.
3. Zekâtı Bedelen Değil, Aynen Ödemek
Zekat olarak verilmesi gereken malın kıymet itibarıyla bedelini değil, aksine açık nassla hangi malın zekâtının verilmesi emredilmişse o malın aynısından zekât vermek gerekir. Bu bakımdan altın yerine gümüş, gümüş yerine de altın verilmez.
İmam Şafiî'nin bu husustaki gayesini iyi kavrayamayanlardan, bu hususta kolaylık göstererek, 'Zekâttan gaye ihtiyaç kapısını kapatmaktır' diyerek bedelin verilmesine taraftar olanlar da çıkabilir; fakat böyle kimseler, fıkhi meselelerin sırlarını idrâk etmekten çok uzaktırlar. İhtiyacı ortadan kaldırmak şâriin maksududur; fakat bütün maksud da bundan ibaret değildir.
Şer'î vâcibler üç kısma ayrılır: Bir Taabbüdî Emirler Sadece taabbüdîdir. Bu kısımda nefsin zevklerine ve gayelerine yer yoktur. Bu tıpkı cemrelere (şeytanlar için) atılan taşlar gibidir; zira cemreler kendilerine atılan taşlardan hiçbir şekilde faydalanmakta değildirler. Bu bakımdan şeriatın buradaki gayesi, bu hareket ile kulu, mânâsını idrâk edemediği bir fiili sırf Allah'ın emrini yerine getirmek için isteyerek yapıp kulluğunu izhâr etme hususunda denemektir. Çünkü insan tabiatı mânâ ve faydası görülen birşeyin yapılmasında yardımcı olduğu gibi, kişiyi onu yapmaya da sevkeder. Böyle bir şeyi yapmak tam mânâsıyla ihlâslı bir kulluğu göstermez. Hakîkî kulluk, hareketin ancak mâbudun emri olduğu için yapılıp herhangi bir mülâhazadan ileri gelmemesiyle tahakkuk eder. Hac ibadetinin birçok amelleri cemrelere atılan taşlar gibi sadece taabbüdîdir. (Tavaftaki remel gibi). İşte bu sırra binaen Hz. Peygamber hac için ihrâma girerken şöyle buyurmuştur:
Ey Rabbim! Hak olan haccı yapmak suretiyle senin emrine koşuyorum. Bu haccı herhangi bir şeyden dolayı değil, sadece kulluk ve kölelik cihetinden îfâ ediyorum.10
Hz. Peygamberin bu ifadesiyle de işaret buyurduğu gibi hac amelleri sadece Allah'ın mücerred emrine itaat etmek ve böylece de kulluk izhâr etmek için yapılır. Yoksa bu hareketlerde herhangi bir fayda sezilmiş, akıl bunlara meyletmiş veya insanı bunları yapmaya teşvik etmiş değildir.
İki/Ta'lilî Emirler Mâkul bir mânâ taşıyan ve zevk veren kısımdır. Bununla kulluk kastedilmektedir. Bu, insanların borcunu edâ etmek, gasbedilen malı sahibine geri vermek gibidir ve hiç kuşkusuz, burada fiil ve niyet şart değildir. Hak, sahibine geri verildiğinde, bunu ister sahibi, isterse de ona vekâleten bir başkası gelip alsın, vâcib yerini bulmuş ve şeriatın hitabı da böylece borçludan düşmüş olur; yani sorumlu olan şahıs kurtulur. İşte bu kısımlar (birinci ve ikinci kısım), terkipsiz kısımlardır. (Yani birincisi sadece taabbüdî, ikincisi de aklîdir). Bu iki kısmı herkes idrâk etmektedir.
Üç/Taabbûdî ve Ta'lilî Emirler Taabbüdî ve aklî emirlerden meydana gelen kısımdır. Yani bu kısımda hem ibâdet yapan için bir zevk ve nasip vardır, hem de mükellef kulluk bakımından denenmektedir. Bu bakımdan bu kısımda, üç cemreye atılan taşlar gibi, mücerred taabbüd sahiplerine verilen haklarla sadece nefsin nasibi olan mücerred aklî bir araya gelmiştir. Bu üçüncü kısım, esasında mâkul (yani düşünülür ve faydası görünür) bir kısımdır.
Eğer şeriat bu kısmın yapılmasını emrediyorsa, muhakkak bu iki mânânın bir arada bulunması gerektiği içindir. Mânâların en incesi olan mücerred taabbüdü, en açığı olan mânâ sebebiyle unutmamak gerekir. Belki de en ince mânâ daha mühimdir. İşte zekât da bu kabildendir. Bu inceliği İmam Şafiî hazretlerinden başkası sezememiştir. Bu bakımdan zekât ibadetinin hedefi elbette ki fakirin ihtiyacını gidermektir. Bu mânâ ise zekât ibadetinin açık ve zihinlere kolaylıkla yerleşen mânâsıdır. Bir de (bu ibâdette, mezkur) tafsilâta tâbî olan kulluk hakkı vardır ki, şeriatın maksudu ve hedefi de budur. Bu itibarladır ki zekât da İslâm'ın esaslarından olup namaz ve hacla eşit sayılmıştır.
Hiç kuşkusuz; mallarının cinslerini ayırıp her malın zekâtını aynısından, çeşidine, cinsine ve sıfatına uygun olarak vermek mükellef için bir zorluktur. Bunları bu şekilde ayırdıktan sonra zekâtı, kendilerine zekat verilecek sekiz sınıfa dağıtmak da ayrı bir zorluk teşkil etmektedir. Bu konuda kolaylık cihetine giderek esas yerine bedeli kabul etmek, fakirin nasibine hiçbir zarar vermez; fakat kulluğa zarar verir. Kulluğun, şeriatın hedef ve maksudu olduğuna dâir birçok deliller ve şeriata hedef olarak mücerred kulluğu tâyin ettiren birçok emirler vardır ki, bunları, fıkhî görüşlerimizi yazdığımız kitaplarda zikretmiş bulunuyoruz.
Bu emirlerin en açıklarından birisi de şudur: Şeriat, beş devede bir koyunu zekât olarak vâcib kılmış ve devenin zekâtı olarak deve değil, koyun vermeyi emretmiştir. Deve yerine altın ve gümüş veya devenin fiyatı ne ise onu veriniz, dememiştir. Eğer 'O zamanlar Arapların elinde para az olduğu için böyle olmuştur' denilecek olursa, bu iddia deve zekâtındaki cebran meselesiyle çürütülür. Şöyle ki: Şeriat 'Dört yaşında bir deve yerine üç yaşında bir deve verirse, üstüne iki koyun ve yirmi dirhem nakit para versin' diyor. Burada para vermeyi emreden şeriat, beş devenin zekâtı olarak da para verilsin diyebilirdi. (Demek ki para demeyişi, o zamanlar paranın az oluşuyla alâkalı değildir. Bunda başka bir hikmet aranmalıdır).
Acaba şârî bu cebirler meselesinde neden 'Eksiklik kadar kıymeti verilsin' demedi? Neden iki koyun ile yirmi dirhem takdir etti? Oysa elbiseler ve diğer bütün mallar da para ve koyun mânâsındadır. İşte buna benzer tahsisler delâlet eder ki, zekât da tıpkı hac gibi, taabbüdî mânâlardan hâli değildir; fakat zekâtta, hacdan ayrılan şöyle bir taraf vardır: Zekâtta hem taabbüdî, hem de taak-kulî mânâlar bir araya gelmiştir. Zayıf zihinler bu iki mânâdan oluşan ibâdetlerin (zekât gibi) idrâkından zorlanırlar. İşte bu konudaki hatalar buradan gelmektedir.
4. Zekâtı, Bulunduğu Belde Dışına Çıkarmamak
Zekât başka bölgelere çıkarılmamalıdır; çünkü her memleketin fakirleri o memlekette bulunan malların zekâtını beklemektedirler. Zekâtı, bulunduğu yerden nakletmek, orada bulunan fakirleri mahrum etmek demektir. Ancak bir fetvaya göre eğer nakleder ve başka memleketlerdeki fakirlere verirse zekat farizası yerine getirilmiş olur. Bütün bunlara rağmen ihtilaflardan ve şüpheden sakınmak en iyisidir. (Yani zekâtı, malın bulunduğu memleketin fakirlerine vermek daha evlâdır). Bu bakımdan her malın zekâtı bulunduğu memlekette verilmelidir. Bununla beraber zekâtın, o memlekette bulunup da oralı olmayan fakirlere verilmesinde de bir beis yoktur.
5.Zekâtı, Kur'an'ın Belirlediği Sekiz Sınıfa Taksim Etmek
Zekât, malın bulunduğu memleketteki, kendilerine zekât verilecek sınıfların adedine göre taksim edilmelidir; çünkü mevcut sınıfların tamamına vermek vacipdir. Şu ayet-i celilenin zâhiri de böyle bir vücûbu gerektirmektedir:
- Sadakalar (zekâtlar), Allah tarafından bir farz olarak ancak şu sınıflar içindir: Fakirler, miskinler... (Tevbe,60)
Zekât, ölüm döşeğinde bulunan bir kimsenin 'Malımın üçte biri fakir ve miskinlere olsun' demesine benzer. Bu söz, o memlekette bulunan fakir ve miskinlerin hepsinin bu malda ortak olmalarını gerektirir; zira ibadetlerin zâhirlerine hücum etmekten korunmak gerekir.
Kendilerine zekât verilecek sekiz sınıftan şu ikisi hemen hemen bütün İslâm memleketlerinden kalkmıştır: a)Müellefet'ül-Kulûb b)Âmiller (zekâtı toplayan memurlar)
Şu dört sınıfsa bütün memleketlerde mevcuttur: a)Fakirler b)Miskinler c)Borçlular d)Yolcular
Diğer iki sınıf olan gaziler ve kendileriyle akd-i kitâbet yapılan köleler ise, İslâm'ın yalnızca bazı beldelerinde bulunmaktadırlar. Bu bakımdan o memlekette bu sekiz sınıftan meselâ beş sınıf mevcutsa, kişi malının zekâtını beş eşit kısma veya az farkla beş kısma taksim edecek ve böylece her sınıf için bir kısmını ayıracaktır. Sonra da her kısmı, üç veya daha fazla paylara taksim edip o sınıf içindeki fertlere eşit veya farklı bir şekilde dağıtacaktır. Aynı sınıf içindeki fertlere eşit bir şekilde dağıtma mecburiyeti yoktur; çünkü aynı sınıf için ayırmış olduğu kısmı, ona veya yirmiye de taksim ederek verebilir. Paylar fazlalaştıkça da zekât alanların nasibi azalır. Sınıflar ise, fazlalık veya eksikliği kabul etmezler. Eğer varsa her sınıftan en az üç kişiye vermek daha uygundur. Bütün bunlardan sonra, eğer kişinin elinde sadece bir sa' fıtr zekâtı varsa ve memleketinde de zekât alan beş sınıf mevcutsa, bu bir sa'ı her sınıftan üçer kişiye vermek suretiyle onbeş kişiye taksim etmelidir. Eğer onbeş kişiye verme imkânı olduğu halde ondördüne verir de birine vermezse, ona borçlu olur. Eğer vereceği zekât az olduğu için, onbeş kişiye dağıtma imkânı zorlaşırsa kendisi gibi zekât veren birkaç kişi bulup hepsinin zekâtını bir araya getirerek birbirlerine karıştırmak ve sonra da zekât alan kimseleri dâvet ederek onlara toplu olarak zekâtı teslim etmelidir ki, onlara zekât malını taksim etme imkânı vermiş olsun. Zira zekâtı taksim etmek sûretiyle teslim etmek gereklidir.
Zekâtın Bâtınî Âdâbının İncelikleri Âhiret yolunun yolcusuna zekât verme hususunda birçok vazifeler düştüğü malûmdur. Birinci Vazife: Zekâtın farziyetini anlamak, mânâsını bilmek, Allah'ın bizi onunla imtihan etmesinin gerekçelerini idrâk etmek, bedenî ibadetlerden olmayıp sadece bir malî tasarruf olmakla beraber neden İslâm'ın temellerinden birisi olduğunu sezmektir. Burada üç mânâ vardır: A) Şehâdet kelimesini telâffuz etmek, Allah'ın birliğini ikrâr ederek O'nun tek ma'bud olduğuna şâhidlik yapmak demektir. Bu ahdin tamamlanması, muvahhidin yanında, bir olan mahbubdan başka hiçbir mahbubun bulunmamasına (ve bulundurulmamasına) bağlıdır; çünkü muhabbet ve sevgi, ortaklık kabul etmez. Sadece dil ile ikrâr edilen tevhidin faydası da pek azdır. Aşkın derecesi, âşığın, sevdiği diğer şeylerden uzaklaşmasıyla ölçülür. Mallar insanlar nezdinde mahbubdur; çünkü insanların dünyalarından zevk almasına âlet ve vesiledirler. İnsanlar, bu dünya ile ancak mallar vasıtasıyla ünsiyet kazanırlar ve mallar için ölümden kaçarlar. Oysa ölümde hakîkî mahbub ile buluşma hakikati vardır. Bu bakımdan şehadet kelimesiyle mahbub-u hakîkî dâvalarının doğruluğu, zekât ile denenmiş olmaktadır. Zekâtı vermek suretiyle, hedef ve mâşukları olan maldan yüz çevirip mâşuk-u hakîkîye yöneldikleri ortaya çıkar.
İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Allah, (kendi yolunda savaşarak öldürüp öldürülen) müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. (Tevbe/111)
Allah ile yapılan bu alış-veriş, ancak cihadla olur. Burada kişi, Allah Teâlâ ile mülâki olmak aşkıyla canını bile seve seve feda eder; malın feda edilmesi ise daha kolaydır. Malların Allah yolunda verilmesindeki mânâ anlaşıldıktan sonra (bilinmelidir ki) insanlar üç kısma ayrılır: 1. Allah'ın birliğini tasdik ettikten sonra ahde vefa göstererek bütün malını Allah yolunda harcayıp kendilerine bir dinar veya bir dirhem dahi ayırmayanlardır. Bunlar zekâtın üzerlerine farz olmasına imkân vermemek için varlarını ve yoklarını Allah yoluna sarfetmişlerdir. Hatta bunlardan bazıları, kendilerine 'İkiyüz dirhemde kaç dirhem zekât vardır? diye sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir: 'Şeriatın hükmüne göre avam tabakasına ikiyüz dirhemde beş dirhem zekât düşer. Bizlere gelince, bizim bütün malımızı vermemiz farzdır'.
Bu sırra binaendir ki Ebubekir Sıddîk (r.a) malının tamamını, Ömerül Faruk da yarısını Allah yolunda sadaka vermişlerdir.11 Hz, Peygamber malının yarısını getiren, Hz. Ömer'e şöyle sorar: - Çoluk çocuğuna ne bıraktın? - Getirdiğim malın bir mislini de onlara bıraktım. Hz. Peygamber aynı suali Hz. Ebu Bekir'e sorduğunda o şöyle cevap verir: -Çoluk çocuğuma Allah ve Rasûlü'nü bıraktım. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur: -İkiniz arasındaki fark, sözlerinizin arasındaki fark kadardır.
Sıddîk-ı Ekber (r.a), sadâkatin tamamını yerine getirdi ve yanında, mahbub-u hakîkisi olan Allah ve Rasûlü'nden başka hiçbir şey bırakmadı.
2. İkinci kısmın derecesi birinci kısmınkinden düşüktür. Bu ikinci kısım, ihtiyaç zamanlarını ve hayır mevsimlerini gözeterek ellerinde mal bulunduranlardır. Bunların gayesi; ellerinde bulunan bu malla zevk ve safâ sürmek değil, onu ihtiyaç nisbetinde Allah yolunda ve şahsî ihtiyaçlarından fazla olan kısmı da gerekli hayır yerlerine sarfetmektir. Bunlar, mallarının farz zekâtını vermekle iktifa etmezler.
Tâbiîn-i kirâm'dan bir cemaat 'Zenginin malında zekâttan başka birçok haklar vardır' demişlerdir. (Nehâî, Şa'bî, Atâ ve Mücâhid böyle diyenlerdendir).
Şa'bî (r.a) 'Zenginin malında, zekâtın dışında herhangi bir hak var mıdır?' diye soran bir kişiye şu cevabı vermiştir: 'Evet vardır. Sen Allah Teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi? (Asıl) birr ona karşı duyduğu sevgiye rağmen malı(nı) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere harcayanın birr'idir. (Bakara/177)
'Malda zekâttan başka da haklar vardır' diyen grup, şu ayetleri de delil göstermişlerdir: Kendilerine verdiğimiz rızıklardan hak yolunda harcarlar... (Enfâl/3)
Size rızk olarak verdiğimiz şeylerden harcayın! (Münâfikûn/10)
Bu grup, zikrettiğimiz ayetlerin, zekât ayeti ile neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) olduğunu kabul etmemektedir. Bu gruba göre, bunlar, müslümanın diğer müslüman üzerinde bulunan ve zekât haricinde olan haklarıdır.
Bunlar ayeti şöyle yorumlamaktadırlar: 'Zengin bir müslümanın, nerede bir muhtaç görürse zekâtın dışında servetinden onun ihtiyacını giderecek miktarı sarfetmesi gerekir'.
Bu hususta itibar edilecek iki görüş şudur: Sıkıntı içerisinde bulunan bir müslümanın ihtiyacını gidermek farz-ı kifâyedir; zira bir müslümanı mahvolmaya terketmek câiz değildir. Bu konuda şöyle demek de mümkündür: 'Zengin, fakirin ihtiyacını, ileride kendisine ödemek şartıyla; yani borç vermek suretiyle giderebilir. Fakat malının zekâtını verdikten sonra böyle bir yardım zengine farz değildir'. (Kitabın başka bir nüshasında; 'Zenginin, zekâttan fazla olan malını vermesi gerekmez; ancak ileride almak şartıyla borç vermek mecburiyetindedir' denilmiştir).
Şöyle bir ihtimal de mümkündür: Fakire, ihtiyacını giderecek kadar malın derhal verilmesi gerekir. İleride ödemek şartıyla vermek; yani fakiri borç altına girmeye mecbur etmek câiz değildir. Bu ihtilaflı bir meseledir. Borç olarak vermek, halk tabakasına ait en son dereceye iniştir ki bu derece, sadece vâcib olan zekâtı vermekle iktifâ eden üçüncü grubun derecesidir.
3.Üçüncü grup, farz olandan ne eksik ve ne de fazla vermeyenlerdir. Bu da dinen en küçük rütbeyi gösterir. Halk tabakası, cimri ve mala meyilli olduklarından ve âhiret sevgilerinin zayıf olmasından dolayı bu derecede istikrâr bulurlar; yani farz olandan başkasını vermezler. (Nitekim buna işâreten) Allah Teâlâ, Kur'an'da şöyle buyuruyor: Eğer -Allah- sizden malların hepsini isteyip de sizi -buna- zorlasaydı cimrilik edip vermezdiniz. -Böylece Allah- kinlerinizi de meydana çıkarırdı. (Muhammed, 37)
Malını ve nefsini Allah'a verip karşılığında cennet alan bir kul ile, cimriliğinden dolayı malını Allah'a vermekten çekinen kul arasında nice dereceler vardır. Allah Teâlâ'nın, kullarına, mallarını kendi yolunda harcamalarını emretmesinin mânâlarından birisi de budur. B) İkinci mânâ ise, onları cimrilik sıfatından temizlemektir; zira cimrilik, insanı helâk edici sebeplerden birisidir.
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: Şu üç şey, helâke götürücüdür: a) İtaat edilen cimrilik, b) Tâbi olunan hevâ-i nefis, c) Kişinin nefsini beğenmesi.12
Allah Teâlâ da şöyle buyurur: Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar (azaptan) kurtulanların tâ kendileridir. (Teğâbün/16)
Mühlikât bahsinde, cimriliğin nasıl helâk edici olduğuna ve ondan kurtulmanın keyfiyetine dair tafsilât gelecektir. Cimrilik sıfatı, ancak nefsin, serveti Allah yolunda sarfetmeye alıştırılmasıyla giderilir. Birşeyin sevilmesi, ancak nefsi ondan ayrılmaya zorlamak suretiyle sona erer. Nefsi öyle zorlayacaksın ki, onu terketmek nefis için âdet hâlini alsın. Bu ruh ile verilen zekât, sâhibini, helâk edici cimriliğin pisliğinden temizleyici ve kurtarıcı bir sıfattır. Ne kadar verilirse, o nisbette temizler ve sahibi ise o nisbette ferahlanıp durur. C) Üçüncü mânâ, nimetin şükrüdür. Allah Teâlâ'nın kulu üzerinde gerek nefsinde ve gerekse de malında birçok nimetleri vardır.
Bu bakımdan bedenî ibadetler, bedenî nimetlerin; malî ibadetler de malî nimetlerin şükrüdür. Sıkışık ve kendisine muhtaç bir fakiri görüp de nefsi, Allah Teâlâ'nın kendisini dilenmekten kurtardığı ve başkasını kendisine muhtaç kıldığı nimetin şükrünü edâ etmek kabilinden dahi olsa malının onda birinin dörtte birini veya direkt olarak onda birini vermesine razı olmayan insan, ne nânkör bir insandır!
İkinci vazife: Zekâtı verdiği vakittedir. Borçlu olan kimsenin, borcunu, ödeme vakti zamanı gelmezden evvel, borcuna sâdık olduğunu göstermesi için vermesi, kendisine mahsus edeplerdendir. Çünkü vakti gelmezden evvel vermek suretiyle fakirlerin kalplerine sürûr ve neşe yerleştirir. Böylece kendisini hayırlardan meneden zamanın mânilerini de önlemiş olur. Tehirde birçok âfetin bulunduğunu ve bunun isyâna sebep olduğunu da anlamış olur.
Kişi, içinde hayır işlemeye sevkedici bir duygu belirdiği zaman, derhal fırsatı ganimet bilerek hayır işlemelidir. Çünkü böyle bir duygu, melekten gelen bir telkindir. Müslümanın kalbi Rahman olan Allah'ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadır. Kalp çok kısa bir zamanda başka bir yöne dönebilir. Şeytan daima insanı fakirlikle korkutur ve ona fuhşiyat ve münkeri emreder. Meleğin telkininden sonra, hemen şeytanın telkini gelir. Bu bakımdan müslüman, fırsatları değerlendirmelidir.
Müslüman, bütün zekâtını bir kalemde veriyorsa, bunun için senede bir ay tâyin etmeli ve bu ayın da senenin en faziletli aylarından olmasına dikkat etmelidir. Tâ ki bu vakit sebebiyle ibadeti fazlasıyla kabul edilsin ve defterine birkaç misli olarak, geçsin. Meselâ Muharrem ayı gibi; çünkü Muharrem, senenin başlangıcı olduğu gibi, haram aylardan da birisidir. Veya Ramazan ayını tâyin etmelidir. Hz. Peygamber insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında bendini aşan bir sel gibiydi; onun önünde hiçbir şey duramazdı13.
Ramazan ayında kadir gecesinin fazileti de vardır. Hem Kur'an da Ramazan ayında nazil olmuştur.
Mücâhid (r.a) şöyle diyor 'Sakın Ramazan demeyiniz; çünkü Ramazan, Allah'ın isimlerinden birisidir. Ancak Ramazan ayı diyebilirsiniz'. Haram aylardan olan Zilhicce ayı da, Ramazan ve Muharrem gibi fazileti bol olan aylardandır. Hacc-ı ekber bu aydadır. Bu ayın ilk on günü, Kur'an'ın diliyle 'el-eyyâm'ul-ma'lûma' (belli başlı günler) diye ilân edilmiştir. Bir de yine bu ayda 'el-eyyâm'ul-ma'dûda' diye tâbir edilen teşrik günleri vardır. Ramazan ayının en faziletli günleri son on günü; Zilhicce'nin en faziletli günleri ise, ilk on günüdür. Üçüncü vazife: Zekâtı gizlice vermektir; zira gizlice vermek riyâ ve gösterişten daha uzaktır.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Sadakanın en faziletlisi, bir fakirin, gücü nisbetinde başka bir fakire verdiği gizli sadakadır.14
Alimlerin bazıları da şöyle buyurmuşlardır: Üç şey hayrın hazinelerindendir. Gizli sadaka vermek de bunlardan birisidir.15
Müsned olarak rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kul, gizli bir amel yaptığında Allah Teâlâ onu gizli olarak yazar. Eğer onu açığa vurursa Allah nezdindeki defteri de gizlilikten çıkar ve açık yazılanlar arasına girer. Eğer ondan bahsederek 'Ben şöyle yaptım' derse, gizlilik ve açıklıktan geçilerek riyâ olarak yazılır.16
Meşhur bir hadîste de şöyle denilmektedir: Yedi sınıf insan vardır. Allah Teâlâ, onları kendi gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı günde (manevî veya arşının) gölgesinde gölgelendirir: 1) Sol eli sağ elinin verdiğinden haberdar olmayacak şekilde sadaka veren kişi... (Diğer sınıflar kitabın metninde sayılmamıştır).17
Gizli sadaka, Rabbin gazabını söndürür.18
Allah Teâlâ da şöyle buyurur: Eğer sadakaları gizler de, fakirlere öylece verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. (Bakara/271) Sadakayı gizlemenin faydası riyâ ve gösteriş âfetlerinden kurtuluştur.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ, dinleten (verdiği sadakayı şurada burada söyleyen), gösteriş yapan ve başa kakanların sadakalarını kabul etmez.19
Sadakasını şurada burada söyleyen kimse, bunu herkese duyurmak istiyor demektir. Cemaat içinde veren kimse ise gösteriş peşindedir. Bunlardan kurtulmanın yolu da gizlemek ve susmaktır. Sadakayı gizlemenin fazileti hakkında bir cemaat çok ileri giderek, sadaka verdikleri kişinin kendilerini tanımamasına çalışmışlardır. Bunlardan bazıları sadakasını iki gözü de âmâ olanlara verirdi. Bazıları da verecekleri sadakayı uyumakta olan bir fakirin elbisesinin kenarına bağlardı. Bazıları ise sadakasını, başka biriyle gönderirdi. Birisi vasıtasıyla gönderen, ona kendi ismini ifşâ etmemesini sıkı sıkı tenbih ederdi. Bütün bunları Allah Teâlâ'nın gazabını söndürmeye, riyâ ve gösterişten korunmaya vesile olsun diye yapıyorlardı.
Alan şahsın sadaka vereni tanıması kaçınılmaz olduğu zaman, fakire doğrudan değil de, bir aracı vasıtasıyla vermek ve kendisini tanıtmamak daha evlâdır. Çünkü fakirin kendisini tanımada, gösteriş ve minnet; aracılık yapanı tanımakta ise sadece riyâ vardır.
Şöhret için sadaka verenin ameli hebâ olur gider; çünkü zekât, nefisteki cimriliği silmek ve onun mala karşı olan sevgisini zayıflatmak içindir. Şöhret sevgisi ise, nefsi mal sevgisinden daha fazla istilâ eder. Bunların ikisi de âhirette insanı helâk edici şeylerdendir. Cimrilik sıfatı, kabirde ısırıcı bir akrep; gösteriş sıfatı ise zehirli bir yılan olur. Kişi bu iki şeyi zayıf düşürmek veya öldürüp ortadan kaldırmakla emrolunmuştur ki kabirdeki eziyetlerini tamamen veya kısmen kaldırmış olsun. Kişi riyâ ve gösteriş yaptığında akrebin bazı organlarıyla yılanı takviye etmiş gibi olur. Böylece akrepte ne kadar zayıflık meydana gelirse, yılanın kuvvetinde de o kadar artış olmaktadır. Hâdiseyi olduğu gibi bıraksa, kurtuluşu daha kolay olur. Bu sıfatların kuvvetlenmesi, muktezalarına göre amel etmekle sağlanır. Bu sıfatları zayıf düşürmek de mücâhede edip, onlara muhalefet etmekle ve onların isteklerinin hilâfına amel etmek suretiyle temin edilir. Cimriliği isteyenlerden yüz çevirip riyâyı isteyenlere kucak açmakta ne fayda vardır: Tabiî ki hiçbir fayda yoktur,.. Ancak zayıfı daha zayıflatır ve kuvvetliyi de daha ziyade kuvvetlendirir. Bu mânâların sırları Mühlikat bölümünde gelecektir.
Dördüncü vazife; Eğer zekâtını açıkça verdiğinde halkın da kendisine bakarak zekâtlarını vereceği kanaatinde ise, teşvik ve tergib mahiyetinde açıkça vermesidir. Fakat açıkça verdiği takdirde kendisini, riyâ ve riyânın tedâvisi bahsinde zikredeceğimiz formül ile riyâ ihtimalinden korumaya dikkat etmelidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Eğer sadakaları açıkça verirseniz, ne âlâ... (Bakara/271)
Eğer durum açıkça vermeyi iktizâ ederse, o zaman, açıkça verilmesi çok güzel olur. Durumun bu şekilde vermeyi icâb ettirmesi şu sebeplere bağlıdır: a) Başkasının teşvik edilmesi, b) Zekâtı isteyen zâtın bunu, halkın gözü önünde istemesi.
Böyle bir kimseye, riyâ korkusuyla vermemezlik etmemeli; aksine o kişiye açıkça zekât vermeli ve bunu yaparken de kalbini mümkün olduğu kadar riyâdan korumalıdır. Çünkü zekâtı açıktan vermekte, başa kakmak ve riyâya kaçmaktan başka ikinci bir mahzur daha vardır. Bu da fakirin perdesini yırtmaktır; çünkü fakir bir kimse, çoğu zaman fakir olarak gösterilmekten eziyet duyar. Bu, tıpkı gizli fâsığın fıskını açığa vurmak gibi mahzurlu olmaktadır. Gizli fâsığı tecessüs etmek, orada burada ondan bahsetmek şer'an yasak bir harekettir. Açıktan fısk işleyen kimseyi teşhir etmekse, fıskından ötürü kendisine verilen bir ceza mahiyetini taşır. Buna da kendisi sebep olmuştur.
Bu mânânın benzerini Hz. Peygamber şöyle ifade etmektedir: Hayâ perdesini üzerinden atan kimsenin gıybeti yoktur. (Yani onun gıybeti helâl olur).20
Allah Teâlâ insanları, zekâtlarını açıkça vermeye teşvik etmektedir: Allah'ın Kitabı'nı okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikâr harcayanlar hiç tükenmeyecek bir ticaret umabilirler. (Fâtır/29)
Zekâtı açıktan vermekte teşvik vardır. Bu bakımdan kul, bu faydayı aynı hareketteki mahzurlu taraf ile karşılaştırıp tartma hususunda ince düşünceli olmalıdır; çünkü bu, zaman ve şahıslara göre değişir. Bazı durumlarda bazı şahıslar için zekâtı âşikâr vermek, gizli vermekten daha efdaldir. Fayda ve felâketleri bilip şehvet gözüyle bakmayan kimse, kendisi için her hâlukârda en evlâ ve en uygun olanı tayin eder. Beşinci vazife: Sadakasını, eziyet etmek ve başa kakmak suretiyle ifsâd etmemektir.
Ey iman edenler! Sadakalarınızı, malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın! (Bakara/264)
Başa kakmak ve eziyet etmek diye, tefsir ettiğimiz el-mennü ve'l-ezâ ibaresinin hakikatinde âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazılarının dediğine göre menn, verdiği sadakayı orada burada söylemektir, eza ise onu ifşâ etmektir.
Süfyan es-Sevrî 'Minnet edenin sadakası fâsiddir' buyurmuş; kendisine minnet etmenin ne olduğu sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: 'Verdiği sadakayı orada burada zikretmek ve söylemektir'.
Bazılarına göre 'Minnet, vermiş olduğu sadakadan ötürü fakirden hizmet beklemek; eziyet ise, onu fakirliğinden ötürü kötülemektir'.
Bazılarına göre de 'Minnet, kendisine sadaka verdiği için fakire karşı kibirli davranmak; eziyet ise, dilendiği için fakiri terslemek ve kovmaktır'.
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Allah, çokça minnet edenin (başa kakanın) sadakasını kabul etmez.21
Benim kanaatime göre, minnetin bir tohumu ve bir de ekildiği yeri vardır. Minnet, kalbin ahvâl ve sıfatlarındandır. Dil ve diğer âzâlarda görülen birçok haller onun üzerine kurulur. Minnetin esası, fakire ihsân edenin ve nimet verenin kendisi olduğunu kabul etmektir. Oysa temizlenmesine ve ateşten kurtulmasına vesile olduğu ve Allah'ın hakkını (zekât ve sadakayı) kendisinden kabul ettiği için fakirin kendisine ihsân da bulunmuş olduğunu kabul etmelidir. Eğer fakir, kendisinden kabul etmemiş olsaydı Allah'ın hakkı daima boynunda kalacaktı. Bu bakımdan asıl zekât sahibinin fakire karşı minnet duyması gerekir; çünkü fakirin eli, Allah'ın hakkını alma hususunda O'nun vekilidir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Sadaka fakirin eline girmezden önce Allah Teâlâ'nın (kudret) eline girer.22
Bu bakımdan zekât ve sadaka veren kimse, böyle yapmakla Allah Teâlâ'nın hakkını kendisine teslim ettiğini bilmelidir. Fakir ise, bu hakkın Allah'a tesliminden sonra Allah'tan rızkını almıştır.
Birisinden alacağı olan bir kişi bunu alması için borçluya, kölesini veya nafakasını vermek mecburiyetinde bulunduğu hizmetçisini gönderse ve borcunu veren de alanın minnet altına girmesi gerektiğini düşünse, bu ahmaklık ve cehâlet olur. Çünkü esasında aracı olan köle veya hizmetçi parayı verenin değil, hak sahibinin minneti altındadır. Parayı veren ise, ödemesi gereken bir borcu sevdiği birşey karşılığında vermiş olur. Bu bakımdan parayı veren, kendi nefsinin hakkını ödemiş olur ve bu yüzden de onunla başkasına minnet etmeye hakkı yoktur.
Kişi, zekât farizasının anlaşılrnasmdaki bu üç mânâyı veya herhangi birisini bildikten sonra nefsinin, başkasına değil, ancak kendi kendisine iyilik ettiğini görür. İyilik de malını, Allah sevgisini izhâr etmek, nefsini cimrilik rezâletinden temizlemek veya malının artmasını istemek ve mal nimetinin karşılığında şükretmek için vermekle olur. Bu gayelerden hangisi kast olunursa olunsun, zekâtı veren ile alan arasındaki hiçbir muamele de verenin, kendisini, alan kişiye iyilik yapmış olarak telâkki etmeye hakkı yoktur. Kişi kendini alana iyilik yapmış olarak görmek cehaletine düştüğü takdirde, minnet mânâsında zikrettiğimiz mahzurlar meydana çıkar. Bu mahzurlar, orada burada sadaka verdiğini söylemek, gösteriş için bunu ifşâ etmek, sadakayı alan fakirden, karşılık olarak teşekkür, dua, hizmet, saygı beklemek; ondan emirlerine itaat etmesini, meclislerde kendisine yer vermesini ve her emirde kendisine tâbî olmasını istemektir. Bütün bunlar minnet'in meyveleridir. Minnet'in bâtınî mânâsı ise, daha önce beyan ettiğimiz gibidir.
Eziyet'e gelince, bunun zâhirî mânâsı kendisine zekât verdiği fakiri azarlamak, ayıplamak, onunla sert konuşmak, ona karşı yü-zünü buruşturmak, ekşitmek, onu teşhir ve çeşitli şekillerde istihfâf etmektir. Eziyetin bâtınî mânâsı ise (ki bu da eziyetin çıkış yeri ve menbaıdır) iki husustan ibarettir: A) Kişinin malı elden çıkarmak istememesi ve vermenin ken disine ağır gelmesi. Hiç kuşkusuz böyle bir durum insanın ah lâkını bozar. B) Kendisini fakirden daha üstün görmesi ve kendisine muh taç olduğu için fakirin daha düşük bir mertebeye sahip olduğu kanaatini taşımasıdır.
Bu iki görüşün menşei cehâlettir. Malı elden çıkarmayı istememek ahmaklıktır. Çünkü bin dirhemlik birşey karşılığında bir dirhemi vermeyen kimse, son derece ahmaktır. Malın Allah'ın rızasını kazanmak ve âhirette sevap elde etmek için verildiği mâl-ûmdur. Malı, nimetinin artması veya nefsini cimrilik rezaletinden kurtarması için vermek yerine sadece Allah rızası için ve âhirette sevap kazanmak amacıyla vermek daha şereflidir. Hülâsa zekât, bu saydığımız niyetlerden hangisiyle verilirse verilsin, vermemenin bunlara karşılık hiçbir fayda temin etmediği meydandadır, İkinci düşünce de, birincisi gibi cehalet eseridir; çünkü kendisini fakirden üstün tutan kimse, eğer fakirliğin zenginlikten faziletli olduğunu ve zenginlerin ne gibi tehlikelerle karşı karşıya bulun-duklarını bilseydi, fakiri asla hakir görmez; aksine fakirle yakınlık kurduğu için kendisini mutlu sayar ve onun Allah nezdindeki derecesini temenni ederdi; çünkü zenginlerin sâlihleri bile müslüman fakirlerden beşyüz sene sonra cennete girecektir.
İşte bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki zarar edenler ancak onlardır'.
Ebu Zer'in 'Onlar kimlerdir?' diye sorması üzerine de 'çok mala sahip olanlardır' cevabını vermiştir.
Kişi Allah Teâlâ'nın kendisi için bir ticaret pazarı kıldığı fakiri, nasıl olur da hakir görebilir? Oysa servetini fakirin didinmesiyle elde edip çoğaltmaktadır. O malı kendi nefsiyle ve hizmetkârıyla ihtiyacı kadar da korur. Şeriat kendisine, fakire ihtiyacı kadar yardım etmesini gerekli kılmış; ihtiyacı olanı ve kendisine zarar verecek miktarı vermesini de menetmiştir. Bu bakımdan zengin, âdeta fakirin rızkını tahsil etmek için çalışan bir kimsedir. Zenginin, fakire nazaran şu tehlikelerle karşı karşıya olduğunu da unutmamak lâzımdır: (Eğer gereken hakları servetinden çıkarıp vermediği takdirde),zulmen yüklendiği hakları taşır. Zorluklara katlanır. Ölümünden sonra düşmanlarının yiyeceği malların koruyuculuğunu yapar. O halde ne zaman ki Allah'ın tevfîkiyle, vâcib olan hakların edâsı ve fakire teslim edilmesi hususunda 'istemezliğin' yerini arzu ve sevinç alır ve fakirin hakkını kabul etmek suretiyle kendisini sorumluluktan kurtarırsa, fakire eziyet etmek, onu terslemek ve ona karşı yüzünü buruşturmak gibi haller kendiliğinden ortadan kalkar ve yerini, fakirlerle sevinmek, kendisini bu sorumluluktan kurtardığı için onlarla övünüp fakirlere minnet etmek gibi iyi hasletlere bırakır. İşte yukarıda zikrettiğimiz kaynaktan, minnet etmek ve eziyette bulunmak gibi şeyler doğar.
Eğer "Zekât verenin, kendisini fakire iyilik yapmış derecesinde görüp görmemesi karanlık bir iş olduğu için, 'kendisini böyle görmediğine' delâlet edecek bir deneme var mıdır?" diye soracak olursan, şunu bil ki, bunun, ince ve ince olduğu kadar da açık bir alâmeti vardır. Şöyle ki; kişi zekât verdiği fakiri, kendisine karşı bir cinayet işlemiş veya düşmanını desteklemiş farzedecektir. Eğer zekât vermeden evvel bu fakire karşı duyacağı nefret bu durumda daha da artmışsa, kalbinde minnet kokusu var demektir; çünkü zekât verdiğinden dolayı fakirden, zekât vermezden evvel ummadığı bir şeyi beklemektedir!
Eğer 'Bunu bilmek de esasında çok zor bir iştir. Hiç kimsenin kalbi böyle bir duygudan hâli değildir. Bu bakımdan bunun tedavisi ve çaresi ne olabilir?' diye sorarsan, yine bilmiş ol ki, bunun zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki çeşit tedavi şekli vardır: Bâtınî tedavisi; zekâtın farz oluşunun anlaşılması mevzuunda zikrettiğimiz hakîkatleri bilmektir. Bu tedavinin başka bir şekli de şudur: Zekâtını kabul ettiği ve nefsinin sorumluluktan kurtulmasına vesile olduğu için, esasında fakirin kendisine iyilik ettiğini düşünüp ona minnet duymasıdır.
Zâhirî tedaviye gelince, bu minnet duyanın alışkanlık haline getirdiği hareketlerde bulunmasıdır. Çünkü ahlâktan gelen fiiller incelikleri mevzuun son bölümünde belirtileceği üzere kalbi ahlâk boyasıyla boyar, işte bunun için seleften bazıları zekâtını götürüp fakirin önüne bırakır ve kendisini bir dilenci gibi görerekayakta el bağlamak suretiyle, ondan zekâtını kabul etmesini rica ederdi. Aynı zamanda eğer fakir, isteğini reddederek zekâtını kabul etmezse, bu hareketin kendisine ağır geleceğini de bilirdi.
Bazıları da fakirin elini uzatarak avucundaki zekâtı alması ve böylece onun elinin kendi elinin üstünde olması için elini açarak dururdu.
Hz. Âişe ve Ümmü Seleme (r.a), sadakalarını bir fakire gönderdikleri zaman, sadakayı götüren elçiye, o fakirin dualarını ezberlemesini tenbih ederlerdi. Elçi döndüğü zaman, fakirden işittiği duayı kendilerine iletir, onlar da aynı dua ile o fakire dua ederlerdi. Bunun hikmeti şudur: Fakirin duasına aynısıyla karşılık vermek ve bu sûretle sadakalarını karşılıktan kurtarmaktır.
Selef-i Sâlihîn fakirden, sadakanın karşılığı gibi olan duayı beklemezler ve duaya, dua ile karşılık verirlerdi. Hz. Ömer ve oğlu Abdullah da böyle yapmışlardır. İşte basîret sahipleri, kalplerini böyle tedavi ederlerdi. Zâhirde bu hastalıktan kurtulmanın çaresi ancak tezel-lül, tevazu ve fakire minnet duymaya delâlet eden bu gibi fiillerdir.
Bâtında ise, daha önce zikrettiğimiz bilgilerdir. Birisi amel bakımından, diğeri ise ilim bakımından tedavidir. Zaten kalbin tedavisi ancak ilim ve amelin terkibinden meydana gelen mâcun ile mümkündür. Bu şartlar, namazdaki huşû yerine kaimdir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kişinin namazından aklettiği kadarı sahih olur.
Bu hadîs, Hz. Peygamber'in 'Allah Teâlâ fazla minnet edenin (başa kakanın) sadakasını kabul etmez' şeklindeki diğer bir hadisine ve Allah Teâlâ'nın 'Sakın sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle iptal etmeyiniz' (Bakara/264) ayetine benzer.
Fakihin, bu ileri sürdüğümüz şarta bakmaksızın 'Kişi zekâtını verdiği takdirde kabul olunur ve sorumluluktan kurtulur' şeklindeki fetvâsına gelince, bunun ne demek olduğunu Namaz bahsinde kısaca beyan etmiştik.
Altıncı vazife: Zekâtı veren, verdiğini daima az görmelidir; çünkü verdiğini büyük gördüğü takdirde, kendini beğenmişlik hastalığına müptelâ olur. Bu hastalık ise, hem helâk ve hem de amelleri yakıp kül eden şeylerdendir. Allah Teâlâ dikkatleri bu hastalığın tehlikesine çekerek şöyle buyurmuştur: Şüphe yok ki, Allah size birçok (savaş) yer(lerin)de zafer vermiş ve Huneyn gününde de size yardım etmişti. O vakit Huneyn'de çokluğunuz size güven vermişti de (bunun) bir faydası olmamıştı. (Tevbe/25)
'Kişi kendi ibadetini ne kadar küçümserse, Allah nezdinde o nisbette yücelir. Günahını ise, ne kadar büyük görürse, Allah nezdinde o kadar küçümsenir'.
'Hayırlı ibadet ancak üç şeyle tamamlanır: a) Yapılanın küçümsenmesi, b) Yapılmasında acele edilmesi, c) Gizlenmesi ile...' Verdiği zekâtı çok görmek, ayette yasaklanan menn ve ezanın kapsamına dahil değildir. Çünkü kişi malını bir mescidin tamirine veya medresenin ihyâsına sarfederse, burada da sarfettiği malı çok görme hastalığı mümkün olduğu halde men ve eza olamaz, Ucûb ve çok görme hastalığı sadece sadakalarda değil, bütün ibadetlerde görünen bir hastalıktır. Bu hastalığın devâsı, ilim ve ameldir.
Kişi bilmelidir ki, malın onda biri veya onda birinin dörtte biri bütününe nazaran çok azdır ve yine bilmelidir ki, kendi nefsi için bezlin (vermenin) en düşük derecesiyle kanaat etmiştir. Nitekim biz bunu zekât farziyyetinin anlaşılması bölümünde de zikretmiştik. Bu bakımdan böyle bir harekette bulunan bir kimse, bu hareketinden utanması gerekirken nasıl olur da bunu çok görebilirr Eğer bezlin en yüksek derecesine çıkıp bütün malını veya malının büyük bir kısmını verirse, o vakit de bu malın nereden geldiğini ve nereye sarfettiğini düşünmelidir. Mal Allah'ındır. Esasında Allah Teâlâ'nın bu malı kendisine verdiği ve kendisinin yolunda sarfetmeye muvaffak kıldığı için minnet etmek, ancak Allah'a mahsustur. O halde Allah Teâlâ'nın hakk-ı ilâhisinin tâ kendisi olan malı, onun yolunda harcadığı zaman, neden bu hareketini çok görmektedir.
Amelî tedavi de şudur: Malın bütünü Allah'ındır. Bir kısmını vermemek cimriliği gösterdiği için, utanan bir kimsenin rolüne bürünerek vermelidir. O zaman, veren tıpkı emanetin bir kısmını sahibine iade eden, diğer bir kısmını da vermeyen bir kimsenin hâli gibi ezik ve utanma ile karışık bir durum arzeder. Çünkü malın tamamı Allah Teâlâ'ya aittir. Hepsini vermek, Allah nezdinde daha sevimlidir. İnsanoğlu cimri olduğu için, bütün malın verilmesi, kendisine zor geldiğinden, Allah Teâlâ, kuluna malının tamamını vermeyi emretmemiştir.
Nitekim bu hakikate Allah Teâlâ şöyle temas etmektedir: Eğer sizden malların hepsini ister de sizi çıplak bırakacak olursa, cimrilik edip vermezsiniz. (Muhammed/37)
Yedinci vazife: Malının en iyisini, yanında en sevimli, en kıymetli ve en güzelini seçerek onu Allah yolunda vermelidir. Çünkü Allah mutlak mânâda iyidir, ancak iyiyi kabul eder. Eğer Allah yolunda verdiği malda şüphe varsa, verdiği mal şeriata göre mülkü değilse, o zaman, yerini bulmuş olamaz. Eban'ın (b. Ebî Ayyaş b. Abd) Hz, Enes b. Mâlik'den rivayet ettiği hadîste aynen şöyle denilmektedir: Helâlden kazandığı bir maldan Allah yolunda infâk eden kula, cennet vardır!23
Eğer zekât için ayırdığı mal, iyisinden değilse, böyle yapması edep dışı bir davranıştır. Çünkü bu takdirde malın iyisini kendisine veya kölesine veyahut da çoluk çocuğuna bırakıyor ve böylece bunları Allah Teâlâ'dan daha fazla tercih etmiş oluyor. Eğer bu hareketini, misafirine karşı yapıp evindeki basit yemekleri ona getirirse, mutlaka misafiri darıltacaktır. Ayırdığı zekât sadakasında eğer Allah Teâlâ'yı gözetiyorsa, durum budur. Eğer nefsini ve ahiretteki sevabını gözetiyorsa böyle yaptığı takdirde yine akıllı sayılmaz. Çünkü başkasını nefsine tercih etmiş olmaktadır. Zira kişinin, malından verdiği sadaka, Allah nezdinde gizlediği veya yeyip bitirdiği veya ihtiyacına sarfettiği kadar kendisinindir.
Geçici hayatını gözetip ebedî hayatını terketmek, akıllı insanların işi değildir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin helâl olanlarından ve iyisinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin ancak göz yumarak alabileceğiniz düşük şeyleri sadaka vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allah vereceğiniz sadakalardan müstağnidir. Her durumda hamde lâyıktır. (Bakara/267) Yani eğer size verildiği takdirde, ancak istemeyerek ve verenden utanarak alabileceğiniz bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve böylece Rabbinizi basit faydalara değiştirmeyin. Bir dirhem, yüzbin dirhemi geçer!24
Bunun hakikati şöyledir: İnsanoğlu, malının helâlinden ve en iyisinden bir dirhemi Allah yolunda verir. Bu dirhem gönül rızasıyla ve Allah nezdindeki karşılığına sevinerek ve inanarak verilmektedir. Bazen de istemediği ve sevmediği malından yüzbin dirhem vermektedir. Onun sevmediği bir maldan Allah yolunda vermesi delâlet eder ki, sevdiği malını Allah'a tercih etmektedir. Bundan dolayı kendileri için kötü telâkki ettikleri bir şeyi Allah'a atfettiklerinden Allah bir kavmi zemmederek şöyle buyurmuştur: Hem kendilerinin hoşlanmadıkları kızları Allah'a isnad ediyor, hem de en güzel âkıbet onlarmış diye dilleri kendilerine yalan söylüyor. Hayır! Şüphe yok ki, ateş onlarındır. (Nahl/62)
Bazı Kur'an okuyucuları (kurralar) ayetteki Lâcerem kelimesinin başındaki nefy (olumsuz) edatı La üzerinde vakfederek hayır mânâsına almış ve onları böylece iddialarında tekzib etmiştir. Sonra ceremden başlayarak ayeti şu mânâya gelecek şekilde okumaya devam etmişlerdir: Kendi nefislerine istemedikleri şeyi Allah'a atfetmeleri kendilerine ateşi kazandırmıştır.25
Sekizinci vazife: Sadakasının Allah nezdinde artışına vesile olacak bir kimseyi arayarak vermelidir. Sekiz sınıfın rastgele fertleriyle yetinmemelidir. Çünkü bu sekiz sınıfın içinde hususî sıfatlara sahip olan kimseler vardır: Bu bakımdan o hususî sıfatlar gözetilmelidir. Bu sıfatlar altı tanedir: 1. Dünyadan yüz çevirmiş, âhiret ticaretine kendisini adamış muttakîlere zekât vermelidir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Sen ancak muttaki bir kimsenin yemeğini ye ve yemeğini de yine bir muttakîye yedir.26
Bunun hikmeti şudur: Muttaki bir kimse, o sadaka ile takvâ yoluna devam etmeye gayret gösterir. Bu bakımdan sen, verdiğin sadaka ile ona bu imkânı bahşettiğinden kendisine ortak olmaktasın.
Yemeğinizi muttakîlere yediriniz. Malî iyiliklerinizi mü'minlere yapınız.27
Allah yolunda sevdiğin bir kimseyi misafir et ve yemeğini yedir.28
Bazı âlimler, sûfîlerin fakirlerini başka fakirlere tercih ederlerdi. 'Eğer bütün fakirlere verirsen daha faziletli olur' denildiği zaman, şöyle cevap verirlerdi: 'Hayır! Bunlar, gayeleri sadece Allah olan bir topluluktur. Fakr u zarurete düştükleri takdirde âzimlerine rehavet gelecektir. Eğer onlardan birisinin azmini Allah'a çevirirsem, benim için gayesi dünya olan bir kişiye vermekten daha sevimli olur'.
Adamın bu sözü Cüneyd-i Bağdadî'ye nakledildiği zaman, çok hoşuna gitmiş ve şöyle demiştir: 'Bu, Allah'ın velîlerinden biridir. Uzun bir zamandan beri bundan daha güzel bir söz duymamıştım'.
Anlatıldığına göre, bu adam iflâs ettiği için dükkânını kapatmak ister. Cüneyd-i Bağdadî, kendisine sermaye gönderir ve 'Bu sermayeyi kullan ve dükkânını terketme. Çünkü ticaret, senin gibi insanlara zarar vermez' der. Bu kişi bakkaldı. Fakirler kendisinden ne isterlerse verir onlardan para almazdı.
2. Hususî olarak ilim ehlini aramalı ve sadakasını onlara vermelidir. Çünkü böyle insanlara sadaka vermek, ilme yardımdır. İlim ise, sahih bir niyetle tahsil edildiği takdirde ibadetlerin en şereflisidir.
İbn Mübârek, sadakalarını özellikle ilim erbabına tahsis etmekteydi. Kendisine 'Neden böyle yaparak bütün fakirlere vermiyorsun?' denildiği zaman, şu cevabı verdi: 'Peygamberlik makamından sonra, âlimlerin makamından daha üstün bir mertebe olduğunu bilmiyorum. Bu bakımdan âlimlerden birisinin kalbi, dünyevî ihtiyaç sebebiyle meşgul olduğu takdirde ilim tahsilini tam mânâsıyla yapamaz. O halde onlara ilim tahsili imkânını vermek en faziletli bir hareket olur'.
3. Zekâtı alan, takvâsında ve tevhid ilminde doğru bir kimse olmalıdır. Tevhîd ilminde doğru oluşunun mânâsı şudur: Zekât ve sadakayı aldığı zaman buna karşılık verene değil, Allah'a hamdeder, şükreder ve bu nimetin Allah'tan geldiğini görür, aradaki vasıtaya önem vermez. İşte böyle bir kimse, herkesten daha fazla Allah'a şükreden bir kul olur. Bu insan, bütün nimetlerin Allah'tan geldiğini görür.
Lokman Hekim, oğluna yapmış olduğu vasiyette şöyle demektedir: 'Sakın kendinle Allah arasında nimet veren bir kimsenin varlığını hatırına getirme. Allah'tan başkasının nimetini kendin için bir ağırlık say'.
Nimet mukabilinde Allah'a değil de başkasına teşekkür etmek, hakikî nimet vereni tanımamak demektir. Bu insan, vasıtanın zorlandığını ve Allah'a musahhar olarak ister istemez o nimeti getirip kendisine verdiğini de kesinlikle bilmez. Bilmez ki, Allah Teâlâ, bu fiilin icrası için kulu zorlayan bütün faktörleri seferber etmiş ve bütün sebepleri kolaylaştırmıştır. Bundan dolayı kul, vermek hususunda mecburiyet halindedir. Eğer vermemezlik yapmak istese de buna kudreti olmaz. Çünkü Allah, kulun kalbine 'Din ve dünyasının salâhı böyle yapmana bağlıdır' fikrini ilkâ etmiştir. İticimânâ kuvvetli oldu mu fâilin irâdesi ve bu işi yapmaya kudreti ke-sin bir hâl alır. Böylece kul, kudretli iticiye muhalefet edemez. Bütün itici kuvvetlerin yaratıcısı ve tahrik edicisi Allah Teâlâ'dır. Zayıflığı ve tereddüdü ortadan kaldıran da O'dur. İticilerin istediği gibi, kudretin işlemesini kuluna musahhar kılan da O'dur. Bu imana sahip olan bir kimse, zâhirî sebeplere değil, sebepleri yaratana bakar.
Böyle bir iman, verici için, alıcının senâ ve şükründen daha faydalıdır. Çünkü senâ ve şükür, faydası pek az olan birer dil hareketidir. Böyle muvahhid bir kula yardım etmek elbette zâyi olamaz. Fakat verene, verdiğinden ötürü hayırlı dualar yapan ve medh-ü senâda bulunan bir fakir ise, günün birinde bu hediye kesildiği takdirde verene aynı eşitlikte küfredebilir. Verenden azıcık bir eziyet görürse beddua edebilir. Çünkü böyle bir yağcının durumu değişiktir. Bir halde durmaz.
Hz. Peygamber bazı fakirlere sadakasını gönderdi. Götüren elçiye; 'Sadakayı alırken ne diyorsa onu ezberle' diye emir verdi. Fakir, sadakayı aldığında şöyle dedi: 'Hamd kendisini anan kullarını unutmayan ve kendisine şükreden kullarını zâyi etmeyen Allah'a mahsustur'. Sonra şöyle devam etti: 'Ey Allahım! Sen filân kulunu (beni) unutmadın. Bu bakımdan filân kulunun da seni unutmamasını müyesser kıl!' Elçi, bu sözleri Rasûlullah'a naklettiği zaman, Rasûlullah sevinerek şöyle buyurmuştur: 'Onun böyle söyleyeceğini biliyordum'.29
Dikkat et ve gör ki, bu kişi sadece Allah Teâlâ'ya nazarını teksif etmektedir. Kendisine sadaka gönderen Hz. Peygamber'e dahi bu hususta temas etmemektedir. Hz. Peygamber (s.a), bir kişiye: 'Tevbe et' buyurmuş ve bunun üzerine o da şöyle demiştir: 'Sadece Allah'a tevbe ederek dönüş yapıyorum. Muhammed'e değil'.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Kişi, hakkın sahibini tanıdı ve onu ehline verdi.30
Hz. Âişe'nin kendisine yapılan iftirâ ile ilgili meselede beraati nâzil olduğu zaman, babası Hz. Ebubekir (r.a), ona şöyle dedi: 'Kalk! Allah'ın Rasûlü'nün başını öp' Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim ki, bunu yapmayacağım. Bu hususta sadece Allah'a hamdederim.
Bu söz karşısında Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Ey Ebubekir! Âişe'nin yakasını bırak! Hadîsin başka bir rivayetinde Âişe vâlidemizin Hz. Ebubekir'e şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben bu iftiradan Allah'ın hamdıyla kurtulmuşum. Ne senin, ne de arkadaşınınkiyle değil..
Orada hazır bulunan Hz. Peygamber (s.a) Hz. Âişe'nin bu sözlerine karşı menfi bir tepki göstermemiştir. Oysa vahy, Hz. Peygamber'in diliyle Âişe'ye bildirilmişti. Eşyayı Allah'tan başkasına atfetmek, kâfirlerin vasfıdır. Çünkü Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
Böyle iken Allah ortaksız olarak anıldığı vakit âhirete iman etmeyenlerin yürekleri tiksinir ve ondan başka putlar anıldığı vakit yüzleri hemen güler. (Zümer/45) İçini, vasıtaları ancak vasıta olarak görmekten başka menfi mânâlardan temizlemeyen bir insan, gizli şirkten kurtulmuş sayılamaz. Bu bakımdan kişi tevhidini şirkin bulanık ve karışıklıklarından tasfiye etmek hususunda Allah'tan korkmalıdır,
4. Zekâtı alan kişinin zekâta olan ihtiyacı örtülü ve gizli olmalıdır. Her gördüğü şahsa fakirliğinden şikâyet etmemelidir. Veya nimetleri elinden çıkıp âdetleri devam eden mürüvvet sahiplerinden olmalıdır. Zira böyle bir kimse, daima iyi tarafını halka göstermek suretiyle yaşar. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Dilenmekten çekindikleri için, tanımayanlar onları zengin zanneder. Ey Rasûlüm! Sen onları simâlarından tanırsın. Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip birşey istemezler. (Bakara/273)
Böyle kimseler, iman bakımından zengin, sabır bakımından aziz oldukları için, yüzlerini kızartırcasına şuradan buradan sadaka ve zekât talebinde bulunmazlar. Bu bakımdan her yerde diyânet erbabını araştırmak, zekât ve sadakaları onlara vermek hayır ve sabır ehlinin durumlarının iç yüzlerini keşfetmeye çalışmak, zenginlere düşen en uygun harekettir. Bu kimselere verilen sadakalar, açıktan dilenen kimselere verilen sadakanın yüz misli olarak kabul edilir.
5. Zekâtı alan kimse çoluk-çocuk sahibi olmalı veya hastalık veyahut da herhangi bir sebep dolayısıyla çalışamayacak halde olmalıdır. O zaman kendisine Allah Teâlâ'nın şu ayetinin mânâsı tecelli eder: Sadakalarınızı o fakirlere verin ki, onlar Allah yolunda kapanıp kalmışlardır. (Bakara/273)
Yani âhiret yolunda herhangi bir illetten veya maişetin darlığından, yahut da kalbinin ıslahı sebebiyle çalışıp rızkını temin edemez hale gelmişlerdir. Çünkü böyle kimselerin kanatları makaslanmış, el ve ayakları bağlanmıştır. Bu sebeplere dayanarak Hz. Ömer (r.a), Ehl-i Beyte on veya daha fazla koyundan oluşan sürüler vermekteydi, Hz. Peygamber de, kişinin ailevî durumuna göre zekâtı taksim etmekteidi. Hz. Ömer'e (r.a) (Rasûlullah'ın hadîsinde 'Yârab! Belânın cehdinden sana sığınıyorum' şeklinde geçen) 'Belânın cehdi nedir?' diye sorulduğu zaman, şu cevabı vermiştir: 'Çoluk çocuğun çokluğu ve malın azlığıdır'.
6. Zekât verilen kimse, akraba ve rahîm sahiplerinden olmalıdır. O zaman hem sadaka ve hem de sıla-i rahîm yerine geçer. Sıla-i rahîm'de sonsuz sevabın bulunduğu (da hepimizin) malûmudur.
Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir; 'Kardeşlerimden birisine bir dirhem sadaka vermem, başkasına yirmi dirhem vermekten bence daha sevimlidir. Aynı kardeşime yirmi dirhem sadaka vermem, başkasına yüz dirhem vermekten daha sevimli geliyor bana... Ona yüz dirhem vermem, bir köleyi âzâd etmemden daha sevimli geliyor bana..'
Hayır meselesinde dost ve ihvanlar gelişi güzel tanıdıklara tercih edilir. Tıpkı akrabaların yabancılara tercih edilmesi gibi...
Zekât ve sadaka veren zat, bu incelikleri gözetmelidir. İşte zekâtı alanda aranan ve istenen vasıflar bunlardır. Bunların her birisinde nice dereceler vardır. Bu bakımdan bu derecelerin en yükseğini talep etmek daha uygundur. Eğer bu sıfatların birkaçına birden sahip olan bir kimseyi bulur ve zekâtını ona verirse, bu kendisi için en büyük azık ve en büyük ganimettir. Bu sıfatlarla sıfatlanmış kimseyi arayıp bulursa iki ecri, eğer bu hususta yanılırsa bir ecri vardır.
Çünkü o iki ecrin biri derhal olandır ki, o da nefsinin cimrilik sıfatından temizlenmesi, kalbine Allah sevgisinin yerleştirilmesi ve Allah'ın tâatinde yerini bulsun diye gayret sarfetmesidir. Onun kalbinde kuvvetleşen ve kendisini Allah Teâlâ'nın huzuruna müştâk kılan işte bu vasıflardır.
İkinci ecri ise, zekât alanın kendisine yaptığı dua ve himmetidir. Çünkü ebrârın kalpleri hâl-i hazırda ve gelecek zamanlarda tesir icra ederler. Eğer böyle bir kimseye tesadüf ederse, bu iki ecri birden alır. Yanıldığı takdirde ise, ikinciyi değil, sadece birinciyi elde etmiş olur. Gerek burada olsun, gerekse diğer yerlerde olsun, gayret sarfederek çalışan, doğruya isabet ettiği takdirde ücretini kat kat almış demektir.Allah en doğrusunu bilir!
10) Bezzar, Dârekutnî, el-İlel, (Enes'den) l1) Ebu Dâvud, Tirmizî, Hâkim, (İbn Ömer'den) 12) Kaynağı daha önce geçmişti. 13) Buhârî ve Müslim, (İbn Abbas'dan) 14) İmam Ahmed, İbn Hibban ve Hâkim, (Ebu Zerden) 15) Ebu Nuaym, (İbn Abbas'dan zayıf bir senedle) 16) Hatib, Tarih'inde (Benzerini zayıf bir senedle Enes'den) 17) Buhârî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den) 18) Taberânî, (Ebu Ümâme'den) 19) Irâkî, böyle bir hadîse rastlamadığını söylemektedir. 20) İbn Adiy ve İbn Hibban, (Enes'den zayıf bir senedle) 21) Irâkî, bu hadîsin aslına rastlamadığını kaydetmektedir. 22) Dârekutnî, İfrad, (İbn Abbas'tan) 23) İbn Adiy ve Bezzar 24) Nesâî vc İbn Hibban, (Ebu Hüreyre'den); İbn Hibban'a göre hadîs sahihtir, 25) Bu yoruma göre Cerem kelimesi kazanmak mânâsına gelmiş olur. 26) Ebu Dâvud, Tirmizî, (Ebu Said'den) 27) İbn Mübârek, (Ebu Said'den) 28) İbn Mübârek, (Cüveybir'den, Dahhâk'dan mürsel olarak) 29) Irâkî, bu hadîsin esasına rastlamadığını kaydetmiş ve İbn Mende'nin zayıf bir senedle İbn Ömer'den rivayet ettiğine işaret etmiştir. 30) İmam Ahmed ve Taberânî, (Esved b. Serî'den zayıf bir senedle)
Zekâta Müstehak Olmanın Şartları ve Zekât Almanın adabı[düzenle]
Zekâta ancak Benî Hâşim ve Benî Muttalib soyundan olmayan hür bir müslüman müstahaktır. Zekâta müstahak olan bu müslümanda Allah Teâlâ'nın kitabında zikredilen sekiz sınıfın özelliklerinden birisi mevcuttur. Bu bakımdan zekât, kâfire, köleye, Benî Hâşim ve Benî Muttalib'e mensup bir kimseye verilemez.
Çocuk ve deliye gelince, onların velîleri, kendi yerlerine zekâtı kabul ettiği takdirde onlara verilir. Bu bakımdan biz sekiz sınıfın vasıflarını beyan edelim:
I. Fakirler Fakir, malı olmayan ve çalışmaya gücü yetmeyen kimse demektir. Eğer kişinin yanında günlük nafakası ve hâline münasip elbisesi bulunursa, fakir sayılmaz, fakat miskindir. Eğer günün yarısına yetecek derecede nafakası varsa, fakirlikten çıkmaz. Beraberinde kamis iç gömlek bulunur, mendili, mesti ve donu bulunmazsa, sırtındaki kamis kıymeti de, satıldığı takdirde, fakirlerin hâline uygun kamis, mendil, mest ve don almaya yetmezse, yine fakirdir. Çünkü şu anda muhtaç bulunduğu şeyler yanında yoktur ve onları elde etmekten de âciz bulunmaktadır.
Bu bakımdan bir insanın fakir sayılabilmesi için setr-i avretinden başka bir şeyinin bulunmamasını şart koşmak doğru bir görüş değildir. Çünkü böyle bir fakir, dünyada bulunmaz. Kişinin dilenciliği kendisine âdet edinmesi, onu fakirlikten çıkarmaz. Bu bakımdan dilencilik kazanç sayılmaz. Çalışmaya kudreti olduğu takdirde, böyle bir iktidar kendisini fakirlikten kurtarır. Eğer ancak bir âletle çalışma gücüne sahipse (yanında o âleti satın alabilecek para da yoksa) fakir sayılır. Fakat kendisine o âletin zekât malıyla satın alınması câizdir. Eğer şânına yakışmayan bir çalışmaya gücü yetse bile yine fakir sayılır. Şer'î ilimlerle meşgul olan bir fakirse, çalıştığı takdirde ilim tahsilinden mahrum kalıyorsa, bu gücü dikkate alınmaz ve kendisi fakir sayılır.
Eğer kendisini çalışmaktan alıkoyan ibadet vazifeleriyle meşgul olan bir âbid ise, vakitlerin virdleri çalışmasına engel oluyorsa, böyle bir durumda çalışmalıdır. Çünkü çalışmak, nafile ibadetlerden daha evlâdır.
İşte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Helâl malı elde etmek için çaba sarfetmek farzdan sonra farzdır.31
Hz. Peygamber (s.a) 'Farzdan sonra farz' tabirinden kazanç yolunda gösterilen gayreti kasdetmektedir.
Hz. Ömer 'Şüphe içinde bulunan kazanç dahi dilencilikten hayırlıdır' buyurmuştur.
Eğer fakir, babasından gelen nafaka veya nafakasını vermek mecburiyetinde olan kimseden gelen nafaka ile yetinirse, böyle bir yoldan nafakayı temin etmek çalışmaktan daha kolaydır. Bu bakımdan böyle bir kimse, fakirlikten kurtulmuş demektir.
II. Miskinler Miskin, geliri giderini karşılamayan bir kimse demektir. Bazen insanın elinde bin dirhem para olsa da miskin sayılır. Bazen de balta ve ipten başka bir şeye sahip olmadığı halde zengin sayılır. Kendi hâline uygun bulunan oturma evleri ve elbiseleri, kişiyi miskinlikten çıkarmaz. Ev eşyası da bu kabildendir. Yani kendi hâline uygun ev eşyası bulunursa, bu da kendisini miskinlik vasfından çıkarmaz. Fıkıh kitaplarının olması da insanı miskinlik sıfatından kurtaramaz. Eğer kişinin malı sadece kitaplarından ibaretse, kendisine sadaka-i fıtır lâzım gelmez.
Kitab'ın hükmü elbisenin ve ev eşyalarının hükmü gibidir. Çünkü kişi, bunlara muhtaç olduğu gibi, kitaba da muhtaçtır.
Fakat kitaptan ihtiyacını gidermek hususunda ihtiyatlı davranması gerekir; zira kitap üç gaye için gereklidir: a) Öğrenmek b) İstifade etmek c) Mütalâa etmek suretiyle neşe almak Neşe almak ihtiyacı mâkul bir ihtiyaç sayılmaz. Şiir, geçmiş hâdiselerin tarihleri, âhirette faydası olmayan ve dünyada da ancak gezme yerini tutan kitapların benzerlerinin edinilmesi gibi... Böyle bir kitap sahibine düşen kefaretin ödenmesi ve fitrenin verilmesi için, satıldığı gibi, miskinlik vasfını da kaldırır.
Öğrenmek ihtiyacına gelince, eğitmen, öğretmen ve müderrislik gibi ücretle yapılan hizmetler içinse, bu kitap onun çalışma âleti sayılır. Böyle bir kitap, fitreyi ödemek için satılmaz. Tıpkı terzi ve diğer sanatkârların âletlerinin satılmaması gibi... Eğer öğrenci, farz-ı kifâye olan bir ilmi elde etmek için o kitabı okuyorsa, yine satılmaz ve kendisini miskinlik vasfından kurtarmaz. Çünkü bu önemli bir ihtiyaçtır.
İstifade ihtiyacına ve kitaptan öğrenmeye gelince, gelecekte nefsini tedavi etmek için, tıp kitaplarını, mütalâa edip ibret almak için de vaaz kitaplarını saklamak gibi... Eğer böyle bir kimse, başka doktoru ve vâizi olan bir memlekette yaşıyorsa bu kitapları saklamamalı ve satarak ihtiyaçlarını temin etmelidir. Eğer bulunduğu memlekette tabib ve vâiz yoksa, bu kitaplara muhtaç olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bütün bu söylediklerimizden sonra şunu da ilâve edelim ki, kişi birçok zaman ancak uzun bir müddetten sonra kitabı mütalâa etmeye muhtaç olur. Bu bakımdan bu ihtiyaç müddetini de bir zapt u rapt altına almak gerektir.
Hakikate en yakın söz şudur: Senede ancak bir defa mütalâasına muhtaç olduğu kitap, zarurî ihtiyaçtan sayılmaz. Zira günlük yiyeceğinden fazla malı bulunan bir kimseye fitre vermek gerekmektedir. Madem ki, yiyeceği günlük olarak takdir edildi, ev eşyaları, bedene ait giyecekler de senelik olarak takdir edilmelidir. Bu bakımdan yazlık elbiseler kış mevsiminde sattırılmaz. Kitaplar ise, elbise ve ev eşyalarına daha çok benzeyen bir maldır. Bazen kişinin aynı kitaptan iki nüshası vardır. Bu bakımdan ikisinden birine ihtiyacı yok demektir. Eğer derse ki, 'Birisi daha doğru, diğeri ise daha güzeldir, bunun için ben ikisine de muhtacım', biz cevaben kendisine deriz ki, 'En doğruyu kendine sakla ve en güzeli de sat, müreffeh yaşamayı bırak. Eğer aynı ilim dalıyla ilgili iki nüsha kitabı varsa, biri uzun, diğeri kısa ise, durumuna bakılır. Eğer gayesi istifade etmekse, uzununu kendisine bıraksın ve diğerini satsın. Eğer gayesi tedris ise, bunların ikisine de ihtiyacı var demektir. Çünkü birisinde olan fayda diğerinde yoktur'.
Bu meselelerin bu şekilde tasviri sonsuza doğru uzayabilir. Fıkıh ilminde bu meselelerin tahliline girişilmemiştir. Bizim bun-ları burada zikretmemizin sebebi, bunların umumî bir belâ oluşlarından ileri geldiği gibi böyle bir düşüncenin, aksinden daha iyi ve güzel olduğuna dikkatleri çekmek içindir. Zira bu suretlerin sayılması mümkün değildir. Çünkü kitaplar hakkında düşünülenin benzeri ev eşyasının miktarı, adedi, nev'i hakkında da, elbisenin, evin genişliği ve darlığı hakkında da düşünülebilir. Bu hâdiselerin belirtilmiş hududları yoktur. Ancak fâkih, bu hâdiseler hakkında kendi reyiyle ictihad eder. İctihadında gördüklerine dayanarak bazı sınırlamalar koyar. Bu hususta şüphenin tehlikelerine dalar. Müttakî bir kimse için bu hususlarda en ihtiyatlısı hangisi ise, ona yapışır, şüpheliyi bırakır, şüphesize gider. Karşılıklı taraflar arasında bulunan müşkil orta dereceler sayılmayacak kadar çoktur. İnsanoğlunu bunlardan ancak ve ancak ihtiyatlı davranmak kurtarabilir. Allah daha iyi bilir.
III. Âmiller (Zekâtı Toplayan Görevliler) Bunlar halife ve kadı hariç zekâtı toplayan bütün devlet memurlarıdır. Eksper, kâtip, alan, koruyan, nakledip getirenler de bu sınıfa dahildir. Bunların hiç birisine normal ücretinden fazla olarak zekât malından maaş verilemez. Eğer bunlar için ayrılmış zekât sermayesi artacak olursa, onlara değil, diğer sınıflara verilmelidir. Topladıkları zekât, ücretlerini karşılayamazsa noksanları devlet hazinesinden karşılanır.
IV. Müellefet'ül-Kulüb (Kalpleri İslâm'a Kazandırılmak İstenen Kimseler)
Bunlar müslümanlığı kabul eden kabile reisleri olup, kabileler arasında sözleri geçerlidir. Kendilerine zekât vermek, onları İslâmiyet'e bağlamak ve onların benzerlerini ve tebaalarını da İslâm'a girmeye teşvik etmek demektir.
V. Mükâteb Köleler Kölenin payına düşen zekât, onu mal mukabilinde âzâd etmeyi şart koşan efendisine teslim edilir. Ancak doğrudan doğruya köleye teslim edilmesi de câizdir. Efendi, kendi zekâtını akdi kitabet yaptığı kölesine veremez; çünkü o köle henüz kendisinin sayılmaktadır.
VI. Borçlular Borçlu, ibadet veya helâl bir mesele için borçlanan fakir kimsedir. Eğer borçlandığı parayı mâsiyete sarfetmişse, bu borcu, ancak tevbe ettiği takdirde zekâtla ödenir. Eğer zenginse, borcundan ötürü kendisine zekât verilemez. Ancak zengin, umumî menfaat veya bir fitne ateşini söndürmek için borçlanmışsa, o zaman bu borcunu kapatması için kendisine zekât verilebilir.
VII. Gârimûn Bunlar devlet bütçesinden maaş almayan gâzilerdir. Zengin olsalar bile savaşmalarına yardımcı olması için zekâtın bir kısmı onlara verilir.
VIII. Yolcular Zekât alabilecek yolcu, memleketinden, mâsiyet için değil mübah bir iş için çıkmış kimse veya zekât verenin memleketinde bulunan bir gariptir. Böyle bir insan, fakirse, kendisine zekâttan verilir. Bu kimsenin başka bir memlekette malı varsa, kendisini o memlekete ulaştırabilecek kadar zekât verilir. Şayet bu vasıfların nasıl bilineceğini soracak olursan, şöyle deriz: Kişinin fakir veya miskin olması, kendi ifadesiyle bilinir. 'Ben fakirim veya miskinim' diyen kimseden fakir veya miskin olduğuna dair delil istenmez ve yemin ettirilmez. Kesinlikle yalancı olduğu bilinmedikçe sözüne îtimad edilir.
Gaza ve sefere gelince, bunlar gelecek zamana ait hâdiselerdir. Bu bakımdan kişi 'Ben gâziyim' dediği zaman, kendisine zekât ve-rilir; gazâya gitmediği takdirde de, geri alınır. Zekâtı alan diğer sınıflara gelince, onların bu saydığımız sınıflardan olduklarına dair delil lâzımdır. İşte zekât alabilmenin şartları bunlardır. Bu sınıflardan kime ne kadar zekât verileceği meselesine gelince, onu ileride beyan edeceğiz.
31) Taberânî, Beyhakî, (İbn Mes'ud'dan zayıf bir senedle)
Zekât Alan Kimsenin Vazifeleri[düzenle]
Zekâtı alan kimsenin vazifeleri beştir: 1. Bilmelidir ki, kendisine zekât verilmesini Allah Teâlâ vâcib kılmıştır. Bunun bu şekilde bilinmesi, himmetin birleşmesine ve şükrün bir hedefe yönelmesine vesile olur; çünkü Allah Teâlâ, insanları hedeflerinin bir olmasına zorlamakta ve bununla mükellef kılmaktadır. Bu hedef Tevhid ve Ahiret'tir. Allah Teâlâ bize bu hedefi açıkça göstermektedir: Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım. (Zâriyat/56)
Fakat hikmet-i ilâhîsi kula, şehvet ve ihtiyaçlarının musallat edilmesini dilemiştir. Üzerine musallat edilen bu şehvet ve ihtiyaçlar da kulun himmetini dağıtmaktadır. Buna karşılık kerem-i ilâhîsiyle nimetini, kulun ihtiyaçlarına kifayet edecek derecede artırmak dilemiştir. Bu sırra binaen çok mal yaratmış ve bunları da ihtiyaçları giderici âletler olsun ve ibadetler için vesile kılınsın diye kullarına vermiştir. O, bazı kullarına, deneme ve bela kabilinden çok mal verdi ve böylece onu tehlikeye sürükledi. Bazılarını da sevdi ve onu dünyada tıpkı şefkatli bir kimsenin hastasını koruması gibi korudu. Dünyanın fazlalıklarını ona vermedi.
İhtiyacını kolayca elde etmesi ve bu ihtiyacın derlenip korunmasında zahmet çekmesi için onun ihtiyacını zenginler eliyle gönderdi. Böylece malları, zorluk çekmek suretiyle elde eden ve koruyanlar, zenginler; faydasını görenlerse fakirler olur. Fakirler bu şekilde Allah'ın ibâdetine koyulup ölümden sonraki âleme hazırlanırlar. Onları bu hazırlıktan ne dünya fazlalıkları çevirir ve ne de fakirlikleri dolayısıyla çaba sarfetmeleri meşgul eder. Bu ise, nimetin zirvesidir. Fakir müslüman kesinlikle iman etmelidir ki, Allah Teâlâ'nın kendisinden esirgediği dünyalığı vermemesi, vermesinden daha üstündür. Bu son derece kritik ve müşkil meselenin tahkik ve izahı Allah'ın izniyle Fakirlik bölümünde gelecektir.
Fakir, bu şekilde aldıklarını, rızık olarak ve ibadetine yardımcı kabul ederek Allah'tan aldığını bilmeli ve 'Bunlarla Allah'ın tâatına daha kuvvetli bir şekilde girişeceğim' diye almalıdır. Eğer aldığı zekâtla Allah Teâlâ'ya tâat ve ibâdet imkânından mahrumsa, onu Allah'ın kendisine mübah kıldığı yere sarfetsin (başka muhtaçlara versin). Eğer aldığı zekâtla Allah'a isyan etmeye kalkışırsa, Allah'ın nimetini inkâr etmiş, O'ndan uzaklaşmaya müstehak olmuş ve Allah'ın gazabını haketmiş olur.
2. Verene teşekkür ve dua etmeli ve onu övmeli; ancak bunu yaparken de vereni, bir vasıta olmaktan daha üste çıkarmamalıdır. Veren, Allah'ın nimetinin alıcısına vasıl olması için bir yoldur. Yolun da, vasıta olmak hesabıyla bir hakkı vardır. Verene teşekkür etmek, nimeti Allah'tan bilmeye zıt düşmez;
çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: İnsanlara teşekkür etmeyen kimse Allah'a da şükretmez.32
Allah Teâlâ Kur'an'ın birçok ayetlerinde kendilerinin yaradanı olduğu ve onlara çalışma gücü verdiği halde bu çalışmalarından dolayı insanları övmektedir; tıpkı şu ayette olduğu gibi: O (Eyyûb) ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tamamen Allah'a yönelmişti. (Sâd/44)
Buna benzer daha nice ayetler vardır. Bu bakımdan zekâtı alan kimse, verene şöyle dua etmelidir: 'Ey servet sahibi! Allah Teâlâ senin kalbini pâk kılıp ebrarların (iyilerin) kalplerinden saysın. Amelini temizletip hayırlı insanların amelinden kılsın. Ruhun üzerine rahmetini indirip onu şehid ruhlarından eylesin!'
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Size iyilik yapan bir kimseye, iyilik yapmak suretiyle karşılık veriniz. Eğer buna gücünüz yetmiyorsa, kendisine, kalbinizde iyiliğinin karşılığını verdiğiniz kanaati hasıl oluncaya kadar dua ediniz.33
Verilen malın ayıplarını eğer varsa örtmek, onu az görmemek ve kötülememek, şükrün tamamlanmasındandır. Vermeyen kimseyi, vermediğinden ötürü tahkir etmemelidir. İyilik yapanı gerek nefsinin, gerekse de halkın nazarında büyütmelidir; çünkü verenin vazifesi, verdiğini küçümsemek olduğu gibi, alanın vazifesi de verenin himmetini (kendiliğinden) kabullenmek ve iyiliğini büyük görmektir. Her kul, kendi vazifesini yerine getirmeli ve böyle yapıldığı takdirde herhangi bir tenakuzun sözkonusu olmayacağını bilmelidir; çünkü küçüklüğü ve büyüklüğü icab ettiren sebepler arasında muâraza vardır.
Veren için en faydalı husus, küçüklük sebeplerini düşünmektir; bunun aksini tefekkür kendisine zarar verir. Alan ise, verenin tam aksine hareket etmelidir. Gerek alan, gerekse de verenin bu hareketleri, nimetin, esasında Allah'tan geldiğine olan imanlarına zıt düşmez; çünkü vasıtayı vasıta olarak görmeyenler cahildir. (Vasıtayı vasıta olarak gören ise, normal düşünmektedir). Ancak vasıtayı esas görmek, hakîkatin inkârı demek olup tehlikeli bir görüştür.
3. Aldığı malın aslını araştırmalıdır. Eğer helâl değilse, ondan sakınmalıdır. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı yerden rızık verir. (Talâk/2-3) Haramdan sakınan muttakî kimse, helâlden mahrum olmaz. Bu bakımdan zâlimlerin, bağîlerin, sultanların emrinde çalışan memurların ve malının çoğu haramdan gelen kimselerin zekât ve sadakalarını kabul etmemelidir. Ancak çok çaresiz kalır ve kendisine verilen malın kimin olduğunu da bilmiyorsa ondan ihtiyacı kadar alabilir. Böyle bir meselede şeriatın fetvâsı budur; çünkü onu, malının çoğu haramdan olan bir kimse sadaka olarak vermiş olabilir; bu durumda da, helâl mal elde etmekten âciz kaldığı zaman ancak ihtiyacı kadarını alabilir. Haram malı kabullendiği zaman, onu zekât olarak almış sayılmaz; zira mal haram olduğu için verenin zekâtı yerine geçmez.
4. Alacağı miktarın şüpheli kısmından sakınmalı ve ancak kendisine helâl olanı almalıdır. Zekâtı ancak ihtiyacı olduğu takdirde alabilir. Eğer zekâtı kendisiyle kitabet akdi yapıldığı veya helâl bir yere sarfetmek amacıyla borçlandığı miktarı ödemek için alıyorsa, borcunun miktarından fazlasını almamalıdır. Zekâtı toplayan memurlardan olduğu için çalışmasının karşılığını alıyorsa, ücretinden fazlasını almamalıdır. Kendisine normal ücretinden fazlası verildiğinde de almamalıdır; zira zekâtı veren, malın esas sahibi değildir ki, onunla teberruda bulunsun. Misafir ise, azığından ve kendisini hedefine ulaştıracak kadarından fazlasını almamalıdır. Eğer zekâtı alan gâziyse sadece harp için kendisine lâzım olan at, silah gibi şeyleri satın alacak ve nafakasına yetecek kadarını almalıdır. Bütün bunların takdir ve tahdidi kişinin ictihadına bağlıdır; belirlenmiş bir hududu yoktur. Seferin azığı da böyledir. Fakat takvâ, şüpheli olanı bırakarak şüphesiz olanı almaktır.
Kişi zekâtı miskinlik sıfatıyla alıyorsa, ev eşyalarına, elbiselerine, kitaplarına dikkatle bakmalıdır. Eğer onların içinde normal fiyatıyla veya nefâsetiyle kendisini zengin edecek birşey varsa ve o şeyin değiştirilmesi de mümkünse ve değiştirildiği takdirde kıymetinin bir kısmı, kendisi gibi bir eşya alındıktan sonra artıyorsa, zekât almaktansa böyle bir yola başvurmalıdır. Ancak bütün bunlar yine kişinin ictihadına bağlı olan hususlardır.
Kişinin zekâta müstahak olduğu, görünen yönü ile sabit olur. Bunun tam zıddı olan diğer bir yönü daha vardır ki, onunla da zekâta müstahak olmadığı anlaşılmaktadır. Bu ikisi arasında, şüpheli birçok durumlar mevcuttur. Korunun etrafında dolaşan bir hayvanın koruya girme ihtimali büyüktür. Bu hususta zekâtı kabul edenin sözüne itimad edilmelidir.
Muhtaç bir kimsenin ihtiyaçlarını takdir ve tesbit etmek hususunda, darlıkta ve genişlikte birçok değişik haller vardır. Bu haller saymakla bitmez. Muttaki kimse, genişlikten çok darlığa meyleder, Bu konuda müsamahakâr olan kimse de daima genişliğe meyyaldir. Hatta nefsini çeşitli genişliklere muhtaç görür. Oysa böyle bir durum, şeriat nazarında hoş değildir. Zekâta ihtiyacı olduğu zaman, ondan, fazla almayıp, aldığı andan itibaren kendisine bir sene yetecek kadar almalıdır; zira ruhsat verilen en yüksek miktar budur. Çünkü sene tekrarlandığı zaman, gelir sebepleri de tekrarlanır. Hz. Peygamber çoluk çocuğunun ancak bir senelik nafakasını saklamıştır.34
Fakir ve miskinin zekât alma hususundaki hududunu belirtmeye en yakın fetva budur. Kişinin, zekâttan sadece bir aylık veya bir günlük nafakasını almakla yetinmesi takvâya daha yakındır. (Ancak bu hüküm, hergün için zekâtı bulunan memleketler için geçerlidir).
Zekât'tan Alınacak Miktar Hakkındaki Görüşler Alınacak zekât ve sadakanın miktarı hakkında ulemanın fetvaları muhteliftir. Kimileri 'Ancak bir gün ve bir gecesine yetecek kadarını alabilir' demek suretiyle az alma hususunda mübâlağa etmişlerdir.
Bunların delili Sehl b. Hanzeliyye'nin rivayet ettiği şu hadîstir: Hz. Peygamber zenginlerin dilenmesini yasakladığı zaman, kendisine dilenmesi yasaklanan zenginliğin ne olduğu soruldu. Buna, şu cevabı verdi: 'Sabah ve akşam yiyeceğine sahip olan kimse zengindir'. Başka bir grup da, 'Zekâttan zengin olacak kadar alabilir demişlerdir, (Burada) zengin olmanın haddi bunlara göre zekât nisabına sahip olacak derecede almak demektir; çünkü Allah Teâlâ zekâtı ancak zenginlere vâcib kılmıştır. Bunlar ise, zengin değiller ki almasınlar.
Bir grup âlim de 'Kişi kendisi ve aile efradından herhangi birisi için nisab miktarı kadar zekât alabilir' demiştir. Bazıları da 'Zenginliğin haddi elli dirhem veya onun kıymetinde altındır' demiştir.
İbn Mes'ud'dan (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: Kendisine yetecek kadar malı olduğu halde dilenen, kıyâmet günü mahşer yerine yüzü (utanmaktan) şerha şerha olarak gelir. İbn Mes'ud'a 'Zenginliğin sınırı nedir?' diye sorulduğunda, 'Elli dirhem veya onun kıymetinde altındır' demiştir. Fakat bunu rivayet edenin mevsuk bir kimse olmadığı söylenmektedir.
Başka bir grup da, 'Zenginliğin haddi kırk dirhemdir' demişler ve delil olarak da Atâ b. Yesar tarafından Hz. Peygamber'den nakledilen şu munkatı' hadîsi göstermişlerdir: Kim kırk dirhem parası olduğu halde dilenirse, dilencilikte ifrata kaçmış demektir.35
Diğer bir grup âlim de, zekât alma hususunda daha geniş bir imkân taraftarıdır. Şöyle ki: Kişi, hayatı boyunca kendisini zengin edecek bir akarı veya kendisine ticaret imkânı sağlayacak ve böylece ömrü boyunca zekât almaktan kurtaracak bir malı, zekât olarak alabilir; çünkü zenginlik budur. Hz. Ömer 'Verdiğiniz zaman karşınızdaki insanı zengin edercesine veriniz' buyurmuştur.
Hatta seleften bazıları 'Zengin bir kimse fakir düştüğünde zekâttan, onbin dirhem dahi olsa eski hâlini geri getirecek kadar alabilir' demişlerdir. Ancak böyle bir durumda da normal sınırı geçmemeye dikkat etmelidir.
Ebu Talha (r.a) bahçesinde çalışmaktan dolayı namazını kaçırdığı zaman, Hz. Peygamber'e gelerek 'Namazı kaçırmama sebep olan bahçem Allah için sadaka olsun' demiş;
Hz. Peygamber de kendisine şöyle buyurmuştur: O bahçeyi fakir akrabalarına vermen senin için daha hayırlı olur.36
Hz. Peygamberin bu sözleri üzerine Ebu Talha, bahçesini fakir yakınlarından Hasan ile Ebu Katâde'ye vermiştir. Oysa bir hurma bahçesi, iki kişi için hem çok ve hem de zengin edicidir. (Eğer zengin edecek kadar sadaka veya zekât almak câiz değilse neden Rasûlullah buna teşvikte bulunmuştur?) Hz. Ömer, bir bedeviye, yavrusuyla birlikte bir deve vermiştir. İşte zekât ve sadaka alma hususunda hikâye edilen hükümler bunlardır.
Alınan sadaka miktarını bir günlük nafakaya veya kırk dirheme kadar azaltmak meselesine gelince; bu husus, dilenciliğin ve kapı kapı dolaşmanın iyi olmayışı hakkında vârid olmuştur. Zaten dilenmek ve kapı kapı dolanmak iyi birşey değildir. Dilenmenin zekât ve sadaka almaktan ayrı bir hükmü vardır. Zekâttan, alınan zekât malıyla herhangi birşey alıp onunla zengin olacak kadar alınmasına ruhsat vermek ihtimale en yakın bir fetva olduğu gibi israfa da dönüktür. Normale en yakın olan fetvâ, bir senelik ihtiyacı kadar almaktır. Bunun ötesi tehlikeli, azı ise sıkıntılıdır.
Bu fetvalar hakkında kesin bir sınır olmadığından müctehid vâki olan hükmü gözönünde bulundurarak kendi görüşüne göre fetvâ verir. Müctehidin fetvâsına rağmen muttaki kimse 'Sana fetvâ verseler de sen yine kalbinden fetvâ iste'37 sözünü unutmamalıdır.
Nitekim Hz. Peygamber de böyle söylemiştir; çünkü günah, kalplerin ısırılması ve bir türlü doğru görmemesidir. Bu bakımdan zekât alan kimse aldığı miktar hakkında nefsinde herhangi bir tereddüde ve şüpheye düşerse, Allah'tan korkup 'Zâhirde âlimlerin fetvâsı var' diye kendisini haklı çıkarmamaya dikkat etsin; çünkü âlimlerin fetvaları, zaruretten kurtarıcı kayıtlara bağlıdır. Ayrıca bu fetvalarda tahmin ve şüphelere düşme tehlikeleri de vardır. Şüphelerden kaçmak ise, dindar kimselerin ahlâkı ve âhiret yolcularının âdetidir.
5. Zekâtı alan kimse, mal sâhibine zekâtının miktarını sormalı ve kendisine verilen miktar, o şahsın tüm zekâtının sekizde birinden fazlaysa, bu fazlalığı almamalıdır. Çünkü zekât alacak olan diğer ortaklarıyla birlikte mütalaa edildiği zaman, ancak onun sekizde birini haketmiş olur.
Bu bakımdan sekizde birini dahi iki sınıfa paylaştırdığı takdirde kendisine ne kadar düşüyorsa o kadarını almalıdır. Zekât alanlardan çoğunun verenden bu keyfiyeti sormaları gerekir; çünkü zekât alanların çoğu ya cehaletlerinden veya müsamahakârlıklarından bu taksimi gözetmezler. Bu suali ancak aldığı miktarın kendisine haram olmak ihtimali bulunmadığı kanaatında ise terkedebilir.
Helâl ve Haram bölümünde Allah'ın izniyle bu durumun nerede sorulması gerektiği ve ihtimal derecesinin ne olduğu tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir.
32) Tirmizî, (Ebu Said'den); Ebu Davud ve İbn Hibban, (benzerini Ebu Hüreyre'den) 33) Ebu Davud. Nesâî, (İbn Ömer'den sahih bir senedle) 34) Buhârî ve Müslim, (Hz. Ömer'den); Beyhakî, (Enes'den). Zehebî bu hadîsin münker olduğunu söylemiştir. 35) Ebu Dâvud, İbn Hibban 36) Bu hadîs Namazın Sırları bölümünde de zikredilmişti, 37) İlim bölümünde geçmişti.
Nafile Sadakanın Beyan ve Fazileti[düzenle]
Bir hurma ile de olsa sadaka veriniz. Çünkü sadaka olarak verilen o hurma, açın ihtiyacını giderir. Suyun ateşi söndürmesi gibi günahı da söndürür.38
Bir hurmanın yarısıyla olsa bile sadaka vererek ateşten korunun. Eğer yanınızda sadaka verecek birşey yoksa dilenciyi güzel bir sözle savuşturun.39
Müslüman bir kul, helâl olarak kazandığı maldan sadaka verirse ki Allah da ancak helâlden verileni kabul eder Allah Teâlâ o sadakayı sağ eliyle kabul eder ve herhangi birinizin deve yavrusunu büyüttüğü gibi onu büyütür. Öyle ki, sadaka olarak verdiğiniz bir hurma, Uhud dağı kadar olur.40 Hz. Peygamber Ebu Derdâ'ya hitaben şöyle buyurmuştur:
Çorbayı pişirdiğin zaman bol sulu yap. Sonra komşularından bir aileyi seç. O çorbadan sadaka olarak bir miktarını o aileye ver!41
Allah Teâlâ sadakasını en iyi şekilde veren kulun, geride bıraktığı malına en iyi şekilde bereket ihsan eder.42
Her insan (kıyâmet gününde) hemcinsleri arasında hüküm verilinceye kadar sadakasının gölgesinde durur.43
Sadaka şerrin yetmiş kapısını kapatır.44
Gizlice verilen sadaka, Allah Teâlâ'nın gazabını söndürür. Zenginlikten sadaka veren bir kimsenin sevabı, ihtiyaçtan sadaka kabul edenin sevabından daha üstün değildir.45
Buradaki 'ihtiyaçtan sadaka kabul eden kimse' dini için çalışmak gâyesiyle sadaka ile ihtiyacını gidermeye uğraşan kimsedir, Bu bakımdan böyle bir kimse dininin imarı için sadaka veren kimse ile sevapta eşittir,
Hz. Peygamber'e 'Sadakanın hangi kısmı daha üstündür?' diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: 'Sağlam olduğun, servete karşı cimri bulunduğun, yaşama ümidinde olup fakirlikten korktuğun halde sadaka vermen, sadakanın en üstün şeklidir. Sakın can boğaza dayandığı zamana kadar sadaka vermemezlik yapma ki o zaman filân ve falan adama şunu verin diyerek falan adamın malını başkalarına taksim etmeyesin!'46
Hz. Peygamber (s.a), günün birinde ashâbına şöyle hitab eder: - Sadaka veriniz! Cemaatta bulunanlardan biri şöyle der: - Benim yanımda bir dinar var. - Onu kendi nefsine infâk et! - Başka bir dinarım daha var. - Onu da hanımın için harca! - Başka bir dinarım daha var - Onu da çocuğuna harca! - Başka da var. - Onu da hizmetçine harca! - Başka da var. - Sen onu vereceğin yeri daha iyi bilirsin.47
Sadaka (zekât), Muhammed ailesine helâl değildir. Çünkü sadaka, halkın (mallarının) kirleridir.48
Dilenciyi mahrum ettiğinizden ötürü müstehak olacağınız zemmi bertaraf etmek için yemeğinizden bir kuş başı kadar olsa dahî veriniz.49
Eğer dilenci doğru söylüyorsa, ona birşey vermeyip mahrum çeviren asla felâh bulamaz.50
Hz. İsâ (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kapısından bir dilenciyi mahrum olarak çevirenin evine yedi gün kadar melekler girmez'. Efendimiz (s.a) şu iki işini başkasına bırakmazdı: a) Geceleyin abdestte kullanacağı suyu kendisi hazırlar ve üzerini örterdi, b) Sadakasını kendi eliyle miskine verirdi.51
Miskin, bir iki hurma, bir iki lokma vermek suretiyle kapıdan giden kimse değildir. Miskin, haysiyetini koruyan bir kimsedir. İsterseniz şu âyeti okuyunuz: 'Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip birşey istemezler'.52
Bir müslümanı giydiren bir kimse, giydirdiği müslümanın sırtındaki elbiseden bir yama kalıncaya kadar, Allah'ın koruma ve himâyesinde bulunur.53
Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri Urve b. Zübeyr şöyle demiştir: Hz. Aişe'nin elbisesi yamalı olduğu halde ellibin dirhem sadakayı fakir fukaraya dağıttı'. Mücâhid, 'Yoksula, yetime ve esire seve seve yemek yedirirler' (İnsan/8)
ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: 'Yemeğe karşı iştahları olduğu halde kendileri yemezler de zikrolunan insanlara yedirirler'
Hz. Ömer bir duasında şöyle demiştir: Ey Allahım! Malın fazlalığını bizim hayırlılarımıza emanet kıl ki onlar bizden olan ihtiyaç sahiplerine versinler.
Âdil Halife Ömer h. Abdulaziz de şöyle demiştir: 'Namaz seni yolun ortasına kadar götürür. Oruç ise padişahın kapısına kadar; sadaka ise, padişahın huzuruna sokar'.
İbn Ebî Cahd54 şöyle demiştir: 'Sadaka, kötülüğün yetmiş kapısını kapatır. Sadakanın gizli verileni açık verileninden yetmiş derece üstündür. Sadaka, yetmiş şeytanın çenesini söker'.
İbn Mes'ud şöyle anlatır: Bir adamcağız yetmiş sene Allah'a ibadet ettikten sonra kötü birşey yaptı, o yetmiş yıllık ibadet yandı. Sonra bir miskinin yanından geçerken ona bir ekmek sadaka verdi. Bu sadakanın hürmetine Allah Teâlâ onun günahını affetti ve yetmiş senelik amelim kendisine iade etti...'
Lokman Hekim, oğluna 'Bir günah işlediğin zaman, hemen akabinde sadaka ver' demiştir. Yahya b. Muaz 'Dünya dağlarının karşılığında tartılan bir dâneyi tanımıyorum. Meğer ki sadaka olarak verilen bir dâne olsun' demiştir.
Abdülaziz b. Ebi Revad55 der ki: 'Şu üç şeyin cennet hazinelerinden olduğu söylenir: a) Hastalığı gizlemek, b) Sadakayı gizlemek, c) Mûsibetleri gizlemek'. Bu söz, aynı zamanda müsned ve merfû bir hadîs olarak da rivayet edilmiştir.
Ömer b. Hattab (r.a) şöyle demiştir: Ameller aralarında (manen) birbirlerine karşı iftihar ettiler. Bu arada sadaka dedi ki; 'Ben sizin en faziletlinizim'.
Abdullah b. Ömer (r.a) sadaka olarak şeker verir ve şöyle derdi: "Allah Teâlâ'yı dinledim; şöyle buyurmaktadır: 'Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe siz cennete, giremezsiniz' (Âlu İmran/92). Allah biliyor ki en fazla şekeri severim".
Nehâî diyor ki: 'Sadaka olarak verdiğim şeyi, Allah için veriyorsam, ayıplı olması hiç de hoşuma gitmez'.
Ubeyd b. Umeyr de şöyle demiştir: 'İnsanlar son derece aç, susuz ve çıplak olarak haşrolunurlar. Onlardan hangisi dünyadayken Allah için yedirmişse, Allah da onu o günde doyurur. Allah için dünyada içirene Allah orada içirir ve nihayet Allah için dünyada giydireni Allah orada giydirir'.
Hasan Basrî şöyle demiştir: "Eğer Allah dileseydi, hepinizi zengin kılar, aranızda bir tek fakir bırakmazdı. Fakat Allah Teâlâ bir kısmınızı diğer kısmınızla denemek istedi'. Şa'bî de şöyle demiştir: 'Kim nefsini sadakanın sevabına, fakirin sadakaya muhtaç olmasından daha fazla muhtaç görmezse, onun sadakası Allah katında kabul edilmez ve durdurularak kendisinin yüzüne çarpılır'.
İmam Mâlik de şöyle der: 'Zengin kimsenin sebil yaptığı suyu içmesinde bir sakınca görmüyoruz. Çünkü zengin o suyu dışarda sadaka verip, camide de içer. Çünkü onun gayesi o suyu susayanlara sebil etmektir. Gayesi sadece ihtiyaç sahipleri ile miskinler içsin diye değildir'.
Hasan Basrî'nin yanından beraberinde bir câriye bulunan bir nehhas (canbaz) geçer. Hasan Basrî, canbaza 'Bu câriyeyi bir veya iki dirheme satmaya razı mısın?' der. Canbaz kabul etmeyince, Hasan-ı Basrî 'Öyleyse yoluna devam et, (bilmelisin ki) Allah Teâlâ cennetin elâ gözlü hâtunlarını, bir kuruş ve bir lokmaya vermeye razıdır' der.
38) İbn Mübârek, (İkrime'den mürsel olarak) 39) Buhârî ve Müslim, (Adiy b. Hâtim'den) 40) Buhârî ve Müslim, Tirmizî, Nesâî, (Ebu Hüreyre'den) 41) Müslim, (Ebu Zerden) 42) İbn Mübârek, (İbn Şihab'dan mürsel olarak sahih bir senedle) 43) İbn Hibban ve Hâkim, (Ukbe b. Âmir'den) 44) İbn Mübârek, (Enes'den zayıf bir senedle) 45) İbn Hibban, Duâfa: Taberânî, el-Evsat, (Enes'den) 46) Buhârî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den) 47) Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Hibban ve Hâkim, (Ebu Hüreyre'den) 48) Müslim, (Muttalib b. Rabia'dan) 49) Ukaylî, Duafâ, (Hz. Âişe'den) 50) Ukaylî, Duafâ; İbn Abdilberr, (Hz. Âişe'den) 51) Dârekutnî, (İbn Abbâs'dan zayıf bir senedle). İbn Mübârek, (mürsel ) bir senedle 52) Buhârî ve Müslim, (Hz. Âişe'den) 53) Tirmizî ve Hâkim, (İbn Abbâs'tan). Hadîsi rivayet edenler arasında zayıf olarak bilinen Halid b. Tahman vardır. 54) İsmi Sâlim b. Rafî'dir ve el-Eşcâi kabilesindendir. H. 120 yılında vefatetmiştir. 55) Hadîs ilminde güvenilir, âbid ve zâhid bir kimse idi. H. 159 yılında vefat etmiştir.
Sadakanın Gizli veya Açık Verilmesi[düzenle]
İhlâs arayıcıları, bu hususta ayrı ayrı görüşlere sahiptir. Bir kısmı, sadakanın gizlenmesinin daha faziletli olduğu fikrine meyyâldir. Başka bir grup da açıkça verilmesine taraftardır. Biz bu görüşteki mânâ ve tehlikelere işaret ettikten sonra hakikatin perdesini kaldıracağız.
Sadakayı Gizli Vermenin Beş Anlamı 1. Sadakayı gizli vermek sadaka alanın gizli kalmasına daha fazla yardım eder. Zira onun açıkça sadakayı alması, mürüvvetinin perdesini yırtmaktır. İhtiyacını belirterek afiflik durumundan çıkmaktır. Mahbub olan korunma hududunu da aşmaktır ki bu korunma hududu sayesinde, câhil kimseler o hududa dikkat eden fakirleri zengin sanırlar.
2. Sadakayı gizli vermek, insanların kalp ve dilleri için, daha selâmetlidir, Zira insanlar çoğu zaman kıskanır veya 'Neden sadaka aldı?' diye adamın aleyhinde atıp tutarlar. Zengin olduğu halde sadaka aldığını sanırlar veya 'ihtiyacından fazla aldı' derler. Hased, suizân ve gıybet ise, büyük günâhlardandır. İnsanları bu günahlardan korumak daha iyidir.
Ebû Eyyub es-Sahtiyânî şöyle demiştir: 'Komşularımda bana karşı bir hased belirmesin diye, yeni elbise giymeyi terkettim'.
Zâhidlerden biri şöyle demektedir: 'Sadece arkadaşlarımın gönlü için bazen mübah olan bir şeyi kullanmayı da terkediyorum. Çünkü onu kullandığım takdirde 'Bu sana nereden geldi?' diye sorup zihinlerinde bazı soru işaretleri oluşmaktadır'.
İbrahim et-Teymî'nin sırtında arkadaşlarından bazıları yeni bir gömlek görürler ve kendisine sorarlar: 'Bunu nereden aldın?' İbrahim 'Kardeşim Hayseme bana verdi. Eğer ailesinin bunu bana vereceğini bildiklerini bilseydim, kabul etmezdim' diye cevap verir.
3. Sadaka ve zekâtını verene bu verdiklerinin gizlenmesi hususunda yardım etmelidir. Çünkü gizli yapılan bir yardım, açıkça verilenden daha faziletlidir. Faziletli bir işin tamamlanmasına yardım etmek de fazilettir. Hadiseyi kapatmak, ancak iki taraf için mümkündür. Çünkü bir taraf hâdiseyi açığa vurursa, verenin hareketi de açığa çıkmış olur. Bir adam, bir âlime açıktan birşey verir. Âlim, verileni kabul etmeyerek sahibine iâde eder. Aynı kişi, aynı âlime başka bir zaman gizlice birşey verir ve bu sefer o âlim, bu verileni kabul eder. Aynı kişiye bu şekilde davranmasının sebebi kendisine sorulduğu zaman da şöyle der: 'Bu kişi, bu sefer iyiliğini gizlemek suretiyle edeple hareket etti. Ben de bu şekilde edeple hareket edenin iyiliğini kabullendim. Öbür defasında açık vermek suretiyle su-i edebde bulundu. Ben de onun iyiliğini geriye iade ettim'.
Adamın biri, bir sûfîye cemaatin içinde birşey uzatır. Sûfî kabul etmeyerek sadakayı geri çevirir. Adam 'Allah Teâlâ'nın sana verdiğini neden geri çeviriyorsun?' deyince sûfînin cevabı şu olur: 'Sen, sadece Allah'ın olan bir malda başkasını Allah'a ortak kılıp sadece Allah'ın bilmesiyle kanaat etmedin de ondan. Bu bakımdan ben Allah'ın bana gönderdiği iyiliği değil de, senin konuştuğun mânâyı geri çevirdim'.
Ariflerden biri, açıkta kendisine verilen ve kabul etmediği birşeyi gizliden verdikleri takdirde kabul eder. Bunun üzerine kendisine neden böyle yaptığı sorulduğunda şöyle der: 'Sen açıkta verirken Allah'a isyan ettin. Ben de mâsiyet hususunda sana yardımcı olmak istemedim. Gizlemekle Allah'a itaat ettin. Allah'ın tâatinde sana yardımcı olmak istedim'. Süfyan es-Sevrî 'Eğer bilseydim ki, bana vereceği sadakayı gidip başkasına söylemeyecek, şurada burada konuşmayacak biri var, sadakasını hemen kabul ederdim' demiştir.
4. Sadakayı açık vermekte, alan için zillet ve aşağılık duygusu vardır. Oysa müslüman hiçbir zaman, nefsini zelil edemez. (Allah'a karşı olan hâl müstesnâ) Âlimlerden bazıları, gizli verilen sadakayı kabul, açık verilenleri de reddederek derlerdi ki: 'Onu açıkta bana uzatmak, ilmin ve kârına zillet getirir ve ilim ehlini de küçük düşürür. Ben ise, ilmi, ayaklar altına almak, ehlini zelil düşürmek suretiyle dünyanın herhangi birşeyini yükselticilerden değilim'.
5. Ortaklık şüphesinden kaçınmak için sadakanın gizli verilmesi daha yerindedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: Yanında başka kimseler bulunduğu halde kişiye bir hediye verilirse, yanındakiler de o hediyede onun ortaklarıdır.56
Sadakanın gümüş veya altından olması, onu hediye olmaktan çıkarmaz.
Çünkü Hz. Peygamber'in bu hükmünü doğrulayıcı diğer bir hadîsi daha vardır: Kişinin kardeşine hediye ettiği en faziletli şey gümüştür veya ona ekmek yedirmektir.57
Hz. Peygamber, bu hadîse göre gümüş parayı, tek başına hediye olarak kabul etmiştir. Bu bakımdan cemaat içerisinde cemaatin rızası olmaksızın bir kişiye verilen hediyeyi almakta kerahet vardır ve şüpheden uzak değildir. Tek başına olarak hediyeyi kabul ederse, böyle bir şüpheden kurtulmuş olur.
Sadakayı Açıktan Vermenin Dört Anlamı 1. Sadakayı açıktan vermek daha makbuldür. Çünkü kişinin ihlâs ve doğruluğuna delil olur ve onu riyâdan korur.
2. Sadakayı açık vermekte mertebenin düşmesi, kulluk ve meskenetin ilân edilmesi, kibirden sıyrılma ve zenginlik dâvasını gütmekten kaçınmak vardır. Aynı zamanda (alanın) nefsi, halkın gözünden iskât edilir ve düşer.
Âriflerden biri, talebesine şöyle demiştir: 'Eğer sadakayı alanlardansan, her halükârda açıkta al! Zira sen, şu iki sınıftan birisiyle mutlaka karşılaşacaksın: a) Sadakayı aldığın zaman, gözünden düşeceğin kişilerle ki zaten senin de gayen, insanların gözünden düşmektir. Çünkü böyle bir düşüş dinin için daha selâmetli, nefsin için de daha az tehlike getiricidir; b) Sadakayı âlenen aldığından dolayı muhabbetinin kalbinde daha geliştiği kişilerle ki zaten bu kişi, din kardeşin olmak hasebiyle böyle birşey istemekteydi. Çünkü sevgin, onun yanında arttıkça ve o seni büyük saydıkça, onun ecri fazlalaşır. Bu bakımdan sen, böyle bir şeye vesile olduğun için senin de sevabın artar'.
3. Ârif kişinin Allah'tan başka hedefi olmadığı için, sadakayı gizli veya açık kabul etmesi, kendisi için birdir. Bu bakımdan Tevhid bahsinde hallerin ayrılığı şirkin tâ kendisidir (gizlisi ayrı, açığı ayrı ise de şirk tehlikesi vardır). Bazı âlimler 'Gizlice sadakayı kabul edip, açıkça verildiği takdirde reddedenin duasına önem vermeyiz' demişlerdir. İnsanlara iltifat ister hâzır bulunsunlar, ister bulunmasınlar hâlin nok sanlığına delâlet eder. Bu bakımdan her halukârda kişinin dikkati, bir olan vahid-i mutlakla çevrilmelidir.
Anlatıldığına göre şeyhlerden biri müridlerinden birine fazlasıyla meylederdi. Şeyhin bu durumu da diğer müridlere zor gelirdi. Müridlerin bu hâlini sezen şeyh, meylettiği şahsın faziletini onlara göstermek istedi. Bunun için her birisine bir tavuk teslim ederek dedi ki: 'Hepiniz ayrı ayrı yerlere gidin ve hiç kimsenin sizi görmediği bir yerde elinizdeki tavuğu kesip getirin'. Herkes tenha yerlere çekilerek elindeki tavuğu kesip getirdi. Ancak şeyhin sevgisini kazanan mürid, tavuğu diri olarak getirdi. Bunun üzerine şeyh, müridlerine şöyle sordu: 'Neden tavukları kestiniz?' Onlar 'Şeyhimizin emrini yerine getirmek için...' dediler. Tavuğu diri olarak getiren müridine sordu: 'Neden arkadaşların gibi, sen de tavuğu kesmedin?' Mürid de şöyle cevap verdi: 'Hiç kimsenin beni göremeyeceği bir yer bulamadım. Çünkü Allah Teâlâ, beni her yerde görür'. Bunun üzerine şeyh müridlerine döner ve şöyle der: 'İşte bu nedenle ona size nazaran daha fazla ihtimam gösteriyorum. Çünkü o, Allah'tan başkasına iltifat etmiyor'.
4. Sadakayı açık şekilde vermek ve almak şükür sünnetinin ikame edilmesine vesiledir. Rabbinin nimetini anlat! (Dûha/11) Sadakayı gizli vermek, küfran-ı nimettir.
Nitekim Allah Teâlâ (c.c), kendisinin verdiğini inkâr edeni zemmederek onları cimrilerle beraber zikretmiştir: Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem herkese cimrilik tavsiye ederler ve hem de Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azab hazırladık. (Nisâ/47) ,
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ bir kuluna herhangi bir nimeti ihsân buyurduğu zaman, o nimetin, o kulunun üzerinde görünmesini sever.58
Bir adamcağız, birşey getirip sâlihlerden bir zâta gizlice verir. O salih zât da, eline aldığını kaldırıp cemaate göstererek şöyle der: 'Şu bana verilen şey, dünyalıktır. Dünyalıkta ise, açıklık daha efdâldir. Gizlilik ancak âhiret ile ilgili emirlerde daha faziletlidir'.
Bu sırra binaen bazıları da şöyle demişlerdir: 'Sana topluluk içerisinde sadaka verildiği zaman, riyakârlık olmasın diye kabul et. Sonra sadakaya tâlip değilsen, gizlice sahibine iade et!' Sadaka meselesinde şükretmek teşvik edilmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah Teâlâ'ya da teşekkür etmez.59
Teşekkür etmek, karşılık vermek yerine geçer. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Size bir iyilik yapana karşılığını verin. Eğer karşılığını vermeye gücünüz yetmiyorsa, o iyiliğinden ötürü kendisine hayırlı duâ ve senâlarda bulunun. Onun karşılığını vereceğinizi kesinlikle tahmin edinceye kadar dua etmeye devam edin.60
Muhacirler Ensâr-ı Kirâm'a teşekkür hususunda Hz. Peygamber'e (s.a) gelip 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz kendilerine geldiğimiz zaman mallarını bizimle paylaşan, hatta bütün ecri elde edecekleri korkusuna bile bizi sevkeden bir topluluktan (Ensâr'dan) daha hayırlısını görmedik. (Acaba bu duruma ne ile karşılık verebiliriz?)' diye sordular. Hz. Peygamber de cevaben şöyle buyurdu: Onlara her teşekkürünüz, onları her medh u senânız, onların sizlere ikram ettiklerinin karşılığıdır.
56) Ukaylî, Duâfa; İbn Hibban, Duâfa. Taberânî ve Beyhakî, (İbn Abbas'dan) 57) İbn Adiy, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle). Hadîsin devamı için bkz. İthaf us-Saade, IV/178 58) İmam Ahmed, (İbn Huseyn'den sahih bir senedle); Tirmizî, (Amr b. Said'den) 59) Daha önce geçmişti. 60) Daha önce geçmişti.
Sadakayı mı, Zekâtı mı Almak Efdâldir?[düzenle]
İbrahim el-Havvas, Cüneyd-i Bağdadî ve bir grup âlim, sadaka almanın, zekât almaktan daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Çünkü zekât almak, miskinleri sıkıntıya sokar. Bir de çok zaman, kişide Kur'an'da beyan edilen ve insanı zekâta müstehak kılan sıfatlar tam anlamıyla görülmez. Sadaka ise, zekâttan daha geniştir.
'Zekâtın alınması, sadakadan daha üstündür' diyen âlimler ise, şu delili ileri sürmektedirler: Zekât almak, bir müslümanın boynundan farzı kaldırmaya yardım etmektir. Eğer yeryüzündeki bütün fakirler zekât almayı boykot ederlerse hepsi günahkâr olur. Bir de zekâtta herhangi bir minnet yoktur. O, Allah Teâlâ'nın rızası için vâcib olan bir haktır. Allah onu muhtaç kullarına rızık olarak vermiştir. Hem de zekât ihtiyaç sebebiyle alınır. İnsanoğlu kesinlikle nefsinin muhtaç olup olmadığını bilmektedir. Sadaka ise, dindarlıktan ötürü alınır. Çünkü çoğu zaman, sadaka veren bir insan, hayırlı ve sâlih zannettiği kimseyi bulur, sadakasını ona verir. Hem de miskinlerle arkadaşlık etmek, Allah'a karşı kuldan istenilen zillet ve meskenete daha yaklaştırıcı ve kibirden de daha uzaklaştırıcıdır. Çünkü insanoğlu, bazen sadakayı hediye gibi alır. Bu bakımdan sadaka ile hediye arasında pek fark kalmaz. Fakat zekât almak ise, alanın zilletine daha fazla delâlet eder ve ihtiyacı olduğunu kesinlikle belirtir.
Bu meselede en doğru hüküm şudur; Bu durum, şahsın durumuna göre değişir, niyetine göre değerlendirilir. Eğer zekâta müstahak olup olmadığında şüphesi varsa zekâtı alması uygun olmaz. Eğer zekâta ihtiyacı olduğunu kesinlikle biliyorsa, meselâ hayra sarfettiği bir borcun altına girmişse, onu zekât almaktan başka hiçbir şekilde ödemeye imkânı yoksa, o zaman kesinlikle zekâta müstehaktır. Bu bakımdan zekât almakla sadaka almak arasında böyle bir kimse muhayyer bırakılırsa, şuna dikkat etmelidir: Eğer sadaka sahibi, kendisi almadığı takdirde o sadakayı başkasına vermeyecekse, o vakit zekâtı değil, sadakayı alsın. Çünkü zekât nasılsa vacib olduğu için, sahibi onu müstahak olanlara vermek mecburiyetindedir. Böyle bir durumda zekâtı değil, sadakayı almak hayrı çoğaltıp, fakirler için genişlik ve kolaylık yapmak demektir. Eğer mal, mutlaka sadaka olarak verilecekse, zekât alındığı takdirde de fakirlere herhangi bir sıkıntı yüklemek sözkonusu değilse, o zaman, kişi muhayyerdir. Hangisinden dilerse, ondan alır. Demek ki sadaka ve zekât alınmasında durumlar, şahıslara ve zamanlara göre değişiklik gösterir. Fakat çok za-man, zekât almaktan nefsin gururu daha şiddetli kırılır ve zelil edilmiş olur. Allah on doğrusunu bilir.
Zekât'ın sırlarını bildiren bu bölüm (Kitabu Esrar'iz-Zekât), Allah'ın izni, yardımı ve güzel tevfîkiyle burada sona ermiş bulunuyor. Eğer Allah dilerse, bu bölümün ardından orucun sırlarını bildiren bölüm (Kitabu Esrar'is-Savm) gelecektir.
Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsRstur! Allah, efendimiz Hz. Muhammed'e, bütün enbiyâ ve rasûllere, meleklere, yer ve gök ehlinin rahmetine yakın olanlarına, peygamberimizin âline ve ashâbına rahmet etsin! Onları her çeşit noksanlıktan Kıyamet'e kadar korusun! Bir ve tek olan Allah'a hamdolsun! O bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!
Sonuç[düzenle]
Bu mânâları bildikten sonra, sadakanın gizli veya açık verilmesi hususunda naklolunan ihtilâf, meselenin aslında olan bir ihtilâf değildir, sadece insanların halindeki bir ihtilaftır. Bu konunun üzerindeki perde şu şekilde kaldırılabilir.
Biz kesin olarak sadakayı gizli vermenin her halukârda daha efdâl ve üstün olduğunu söyleyemeyiz veya sadakayı açıkça vermenin de her zaman için daha üstün olduğu iddiasında bulunamayız. Bu durumlar, niyetlerin değişmesiyle değişmektedir. Niyetler de haller ve şahıslara göre farklılık arzeder.
Bu bakımdan ihlâslı bir kimse, daima nefsini kontrolu altında bulundurmalıdır ki gururun ipiyle nefsini tehlike kuyusuna sarkıtmasın. Tabiatın teşviki ve şeytanın hilesiyle aldanmasın. Sadakayı gizli vermenin mânâlarında hile ve aldanma daha fazla olmakla beraber her ikisinin de müdahalesi vardır. Fakat gizlilikteki hile müdahalesi, tabiatın meylinden doğar. Çünkü açıkça sadakayı almak; derecesinin alçalmasına, insanların gözünden düşmesine, halkın sadakayı alana istihfaf, verene de verici ve ihsan edici gözüyle bakmasına da vesile olur. İşte en gizli ve tehlikeli hastalık budur. Bu hastalık nefiste gizlidir. Şeytan bu hastalık vasıtasıyle daha önce gizli verilen sadaka hakkında söylediğimiz beş mânâyı ileri sürerek, daima insanı sadakayı gizli kabul etmeye zorlamaktadır.
Bunun ölçüsü ve miyârı tek bir şeydir. Şöyle ki: Sadakayı almasının belli olmasından, tıpkı emsâllerinden herhangi birisinin aldığı sadakanın belli olmasından müteessir olduğu gibi müteessir olmasıdır. Eğer kişi, halkı gıybet yapmak, hâsed etmek ve su-i zanda bulunmaktan veya başkasının namus perdesini yırtmaktan korumak istiyorsa veya sadakayı verene gizli versin diye yardım da bulunuyorsa veya sadakayı ilmin kıymetini düşürmesin diye açıkça almaktan çekiniyorsa, bütün bu mânâlar din kardeşinin sadaka aldığının belli olması ile de meydana gelebilir ve gelmelidir. Böyle bir durumda sadakayı gizli almak için ileri sürdüğü illet ve sebepler hususunda doğru söylemiş olur. Eğer kendisinin aldığı sadaka açığa vurulduğu takdirde, başka müslümanın aldığı sadakanın açığa vurulması gibi değil de, daha ağır geliyorsa nefsine, o vakit sadakayı gizli almak için ileri sürülen sebeplerden kaçınmalı ve korunmalıdır. Çünkü o sebepler, birer yanlışlık ve şeytanın bâtıl hilelerinden ibaret kalır. Esasında o mânâların hiçbiri yoktur. Var olan nefsin desisesi ve şeytanın hilesidir. Çünkü ilim, ilim olduğu için zelil edilirse mahzurludur. Fakat Zeyd'in veya Amr'ın ilmi olmak sebebiyle zilleti, herhangi bir mahzur teşkil etmez. Gıybet, korunması gereken haysiyete tecâvüz olduğu hasebiyle mahzurludur. Fakat özel olarak Zeyd'in haysiyetine saldırmak bakımından mahzurlu değil... Kim ki böyle bir düşünceyi güzelce ayarlayıp hareket ederse, şeytan, o insanı kandırmaktan çoğu zaman âciz kalır. Eğer bu düşünce güzelce ayarlanmazsa, çok amelin az fayda vermesinden kurtuluş gayet güçleşir.
Sadakayı açıkça kabul etmek cihetine gelince, verenin kalbini hoş tutmak için insanın tabiatı bu yana meyleder. Böylece de sadaka vereni başka zamanlarda da sadaka vermeye teşvik eder.
Bir de sadaka alan, sadaka verenden başka kimselere de kendisinin iyilik yapana çok teşekkür eden kimselerden olduğunu göstermeye gayret eder ki başkaları da kendisine ikramda bulunsun ve kendi-sini taltif etmek için, arayıp bulsun! Bu hareket de, insanın içinde gizli bulunan bir hastalıktır. Şeytan, dindar bir insana ancak Sünnet-i seniyye şeklinde göstermek suretiyle bu kötü hasletleri tervic ederek galip gelir. Ona der ki: 'Alan kimsenin, verene teşekkür etmesi Sünnet-i seniyye'dir. Alman sadakayı gizlemek ise, riyâdır'. Aynı zamanda sadakayı açıkça almak hususunda ileri sürdüğümüz gerekçeleri de teker teker zikreder.
Bütün bunlardan gayesi; insanı açıkça sadaka kabul etmeye mecbur edip, o söylediğimiz gizli mânâları meydana çıkarmaktır. Sadakayı açık almanın bu felâketi gerektirip, gerektirmeyeceği suâlinin mizânı ve ölçüsü şudur: Kişi nefsine bakacaktır.
Acaba sadaka veren, sözün gidip ulaşamıyacağı bir yerde veya kendisinden herhangi bir sadaka beklemediği bir kimsenin yanında, yahut da sadakayı açık vermeyi kerih görüp, daima sadaka verene teşekkür etmeyen bir kimseye sadaka vermek itiyadında olan bir cemaatin huzurunda kendisine sadaka verene teşekkür etmeye meyleder mi etmez mi? Eğer bu söylediklerimiz nefsinde belirirse, muhakkak bilmelidir ki, nefsin bu şartlar karşısında kendisine sadaka verene teşekkür etmesi, sünnet-i seniyye'yi tatbik etmekten ileri gelmekte ve Allah'ın nimetini söylemek ve itirâf etmekten neş'et etmektedir. Eğer bu şartlar yoksa, açıktan aldığı sadakadan dolayı verene teşekkür etmek, mağrur bir kimsenin ve aldanmış bir insanın kârıdır.
Kişi bakar ki sadaka verene karşı yaptığı teşekkür, nefsin herhangi bir desisesi değil de Sünnet-i seniyye'yi tatbik etmekten ileri geliyorsa, o zaman sadaka verenin hakkını yerine getirmekten gaflet etmez. Bakar eğer sadaka veren teşekkür etmeyi seviyor ve sadaka verdiğinin duyulmasını istiyorsa, o zaman alan kişiye düşen vazife; sadakayı gizleyip açıkça kendisine teşekkür etmemektir. Çünkü onun hakkının yerine getirilmesi, zulümde ona yardım etmemek demektir. Sadakasından dolayı başkasının teşekkürünü beklemek ise, zulmün tâ kendisidir. Ne zaman onun teşekkürü sevmediğini ve sadaka vermesinden dolayı böyle birşey istemediğini bilirse, o zaman ona teşekkür etmeli ve verdiği sadakayı açığa vurmalıdır.
İşte bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) huzur-u saadetinde övülen bir kişinin hakkında şöyle buyurmuştur: Siz, onun boynunu vurdunuz. Eğer sizin bu meth-u senânızı işitirse, hiçbir zaman felâh bulamaz.61
Bununla beraber bilinmektedir ki, Hz. Peygamber (s.a), birçok kimsenin yüzlerine karşı kendilerini övmüştür. Çünkü onların yakînine güvenir ve bilirdi ki, bu övgü kendilerine zarar vermez, aksine hayra rağbetlerini artırır.
Nitekim ashâbından birine şöyle buyurmuştur: O, ehl-i veberin (çölde çadırlarda yaşayanların) efendisidir!62
Bir başkası hakkında da şöyle demiştir: Ne zaman size bir kavmin büyüğü gelirse, kendisine ik-ramda bulunun.63
Bir defasında ashâbdan birini dinlemiş ve konuşmasının hoşuna gitmesi üzerine şöyle buyurmuştur: Muhakkak konuşmanın bir kısmı sihirdir (dinleyicinin kalbini etkiler).64
Sizden herhangi biriniz müslüman kardeşinizin iyi bir hareketini duyduğu zaman kendisine söylesin. Çünkü böyle hareket etmesi, müslüman kardeşini daha fazla hayra teşvik edici olur.65
İmanlı bir kimse, methedildiği zaman kalbindeki iman gelişir.66
Süfyan es-Sevrî şöyle der: 'Kendini bilen bilen bir kişiye, insan-ların meth-u senâsı zarar vermez'.
Yine Süfyân es-Sevrî, Yûsuf b. Esbat'a şöyle demiştir: 'Sana bir iyilik yaptığım zaman, senden fazla bu yaptığım iyilikle sevinirim. Çünkü o iyiliği Allah'ın bana bir nimeti olarak görmekteyim. Bu bakımdan sen iyiliğe karşı teşekkür et, böyle yapmadığın takdirde sana da teşekkür edilmez'.
Bu mânâların inceliklerini kalbine hâkim olan bir kimsenin düşünmesi gereklidir. Zira bu incelikleri ihmal etmekle beraber âzaları çalıştırmak, şeytana maskara olmaktan başka bir mânâ ifade etmez. Çok yorgunluk ve az fayda temin ettiği için, şeytanı sevindirmekten başka bir netice vermez.
Böyle bir ilim hakkında 'Bir meseleyi öğrenmek, bir sene ibadetten daha efdâldır' denilmiştir. Çünkü bu ilimle hayatın ibâdeti dirilir, cehâlet ise, bütün hayat ibadetini öldürüp, dumura uğratır.
Kısaca halk içinde sadakayı almak, tenha yerlerde ise, bunu reddetmek, yolların en tehlikesizi ve en sağlam olanıdır. Bu bakımdan kişinin nezdinde gizli ile açık eşit bir vaziyete gelecek derecede marifeti kemâle ermemişse, kıyl u kal ile kendisini aldatmamalıdır. Böyle bir durum ise, kırmızı kibrit gibi, dil ile ifade edilir, fakat görülmez bir durumdur. Kerim olan Allah'tan yardımını ve tevfîkini dileriz.
61) Buhârî ve Müslim, (Ebu Bekre'den) 62) Anberî, Taberânî ve İbn Hibban (Kays b. Asım'dan) 63) İbn Mâce, (İbn Ömer'den); Ebu Davud, (Şa'bî'den mürsel olarak, sahih birsenedle) 64) Buhârî, (İbn Ömer'den) 65) Dârekutnî, el-İlel, (İbn Müseyyeb'den, o da Ebu Hüreyre'den) 66) Taberânî, (Usâme b. Zeyd'den zayıf bir senedle)