Filistin'de Son Perde: Birleşmiş Milletler,
Yahudi Devleti'nin Kurulmasını Kabul Ediyor
Birleşmiş Milletler'deki bu tehdit ve baskı kampanyası, Siyonistlerin hedefe ulaşmasında çok önemli bir rol oynadı.
"BM Genel Kurulu'nun 29 Kasım 1947 günü saat 17:35'te yapılan oylamasında, çoğunluk planı, genel kurulun 181 (II) A sayılı kararı alarak, 13 red, 10 çekimser oya karşılık 33 oyla kabul edildi." (The Course of Modern Jewish History, sf.275)
Güvenlik Konseyi'nde taksim planını görüşen 11 üyeli komiteden sadece ikisinin red oyu kullanması, bu komitenin daha başlangıçta ne amaçla kurulduğunu gösteriyordu. İsrail'in kurulmasında ABD'nin açık desteğinin yanında, fanatik bir Yahudi aleyhtarı olan Stalin'in gizli desteği de büyük rol oynadı. Yalta Konferansı'nda bir Yahudi Devleti'nin ateşli savunucusu olan Stalin, taksim planını ABD ile birlikte destekledi. Bu, diğer ülkeleri de etkilemişti.
"Amerika ile Sovyetler'in ortak hareketleri, etkileri altındaki pek çok ülkenin de aynı şekilde oy kullanmasına neden oldu." (The Course Modern Jewish History, sf.275)
14 Mayıs günü, Filistin'deki İngiliz manda yönetiminin sona ermesinden birkaç saat önce, Tel-Aviv'de toplanan Yahudi Milli Konseyi (Vaad Levmi) yayınladığı deklarasyonda İsrail Devleti'nin kurulduğunu ilan etti. Bağımsızlığın ilanı ile birlikte David Ben Gurion Başkanlığında 13 üyeli bir kabine kuruldu. Ben Gurion Savunma Bakanlığını da üzerine almıştı. Moshe Şertok ise Dış İşleri Bakanı'ydı. Yahudiler bağımsızlık ilan edeceklerini, dönemin Yahudi Başkanı Truman'a daha önce bildirmişlerdi. Ve tabii ki ABD, İsrail'i tanımakta hiç vakit kaybetmedi.
"İsrail Devleti'nin bağımsızlık ilanından tam onbir dakika sonra, Başkan Truman İsrail'i tanıdığını açıklıyordu." (Foreign Relations of the United States 1948, cilt 5, sf.992)
İsrail Devleti, diğer ülkeler tarafından da kısa süre içinde tanındı. Ancak daha önce de vurguladığımız gibi, kurulan devletin sınırları Siyonistler için pek de tatmin edici değildi. Ben Gurion bu konudaki memnuniyetsizliğini şu şekilde dile getiriyordu:
"Statüko'yu korumak bahis konusu değildir. Biz genişlemeye yönelik dinamik bir devlet kurmak zorundayız." (Rebirth and Destiny of Israel, Ben Gurion, sf.419)
ARAP-İSRAİL SAVAŞLARI
"İsrail'deki siyasi ve askeri liderlerin İsrail'e Araplardan gelecek bir tehlikeye aslında hiçbir zaman inanmadıkları açıkça görülür. Onların peşinde oldukları şey, çeşitli manevralarla Arap devletlerini Siyonistlerin kazanacaklarından emin oldukları askeri çatışmalara zorlamaktı. Böylece İsrail'e, Arap rejimlerini istikrarsızlığa sürükleyip başka alanlar ele geçirme planını gerçekleştirme fırsatı yaratmaktı." (İsrail Başbakanı Moshe Sharett'in Günlüğünden, Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.60-61)
I. Arap-İsrail Savaşı
İsrail'in kuruluşunun ilanından birkaç saat sonra 14-15 Mayıs gecesi I. Arap-İsrail Savaşı başladı.
Savaşın üçüncü gününde, 18 Mayıs'ta, Akka İsrail kuvvetlerinin eline geçti. 1-11 Haziran arasındaki üçüncü hafta içinde, aldığı askeri yardım sayesinde İsrail, hava üstünlüğünü de ele geçirdi. Savaşta İsrail zaferi için gereken hava kuvvetleri Sovyetler tarafından verildi. Ve bu uçaklarla, Ürdün ile Suriye başkentlerindeki siviller hava bombardımanında öldürüldü.
"Arap devletleri 9 Nisan 1948'de meydana gelen Deir Yassin Katliamı gibi katliamlardan Filistinlileri korumak üzere harekete geçince, Siyonist devletin yöneticileri yeni topraklar elde etmek için bunu fırsat bildiler: Birleşmiş Milletler teşkilatının kendilerine verdiği %56'lık Filistin toprağını ilk Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra %80'e çıkardılar.
Bunu bir efsane ile de doğruluyorlardı: İsrailli küçük Davud, Golyat Arabı yenmişti... Şimdi herkes tehdit altında bırakılan bu 'küçük halka' acıyacak ve askeri başarılarını alkışlayacaktı. Ancak İsrail'in o sırada nicelik ve nitelik bakımından ortaya koyduğu askeri güç Arap ülkelerinin toplam gücünün çok üzerindeydi. 1948 Savaşı günlerinde Mısır'da toplanmış olan, Suriye, Ürdün ve Irak birliklerinin bütünü, İsrail'in 65.000 askerine karşılık 22.000'den azdı. Bu konu kimsenin dikkatini çekmiyor." (Siyonizm Dosyası, Roger Garaudy, sf.162)
Sovyetler'den İsrail'e Destek
"Siyonist orduyu Araplara karşı üstün duruma geçiren uçaklar, Menahem Begin'in terörist örgütü Irgun, Zvai Levmi ve Stern tarafından satın alınıp kaçak olarak Filistin'e sokulmuştur. Sovyet Rusya bu organizasyonların teçhizatını sağladı. Uçaklar bu örgütlere Çekoslavakya'dan verildi ve İsrail pilotları burada eğitildi." (Ropes of Sand, Wilbur Eveland, sf.57)
Savaş sırasında Sovyetler'in verdiği uçaklarla, İsrail'in Araplarınkinden çok daha büyük bir hava kuvvetine sahip olması sağlandı.
"İngiltere Hükümeti'nin 1948 Aralık ayında yaptığı açıklamaya göre, 1948 Haziranı'nda İsrail'in elinde 40 tane avcı uçağı ile 22 tane bombardıman uçağı bulunuyordu ve avcı uçaklarının hepsi Çekoslavakya üzerinden gelmişti." (Keesing's Contemporary Archives, 1948-1950, sf.90743)
Sovyetler Birliği, İsrail'e yaptığı silah sevkiyatını kamufle edebilmek için Çekoslavakya'yı kullanıyordu:
"Sovyetler, kurdukları hava köprüsü ile, Çekoslavakya'dan İsrail'e toplar ve otomatik silahlar sevk etmeye başladı." (Histoire de la Guerre Froide, Andre Fontaine, cilt 2, sf.162)
Savaş sırasında Sovyetler'in İsrail'den yana tavır alması, 19 Mayıs'ta Çekoslavakya'nın, ardından da Macaristan ve Romanya'nın İsrail'i resmen tanımasına neden oldu.
Araplarla İsrailliler arasındaki karşılıklı hafif çatışmalar, 14 Ekim'de şiddetli çarpışmalara dönüştü. İsrail kuvvetleri, Kudüs'ün 54 mil güneyindeki Beersheba'yı Mısır'dan aldılar. İsrail Kuvvetleri'nin Gazze'ye kadar sokulması üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 19 Ekim'de, tarafları ateşkese uymaya çağıran bir karar aldı. İsrail ve Araplar, 22 Ekim'de bu çağrıyı kabul ettiklerini bildirmelerine rağmen, İsrail kuvvetleri 23 Aralık'ta Birüssebi'den hareketle, Mısır cephesinin sağ kanadını arkadan çevirdi ve 26 Aralık'tan itibaren de Mısır kuvvetlerinin yığınak merkezleri olan Gazze, Han Yunus ve Rafa'yı birbirinden ayırarak, derinlemesine bir şekilde Sina Yarımadası'ndan içeri girdi. Bu, Mısır ve diğer Araplar için bir hezimetti. İngiltere'ye yakınlığı ile tanınan Mısır Kralı Faruk, ordusunu kendi elleriyle hezimete sürükledi:
"81 mm.lik silahlarla techiz edilen askere 61 mm.lik kurşun dağıtılmıştı. El Alemeyn Çölü'nde satın alınan elden düşme İtalyan bombaları daha atmaya vakit kalmadan askerlerin elinde patlamıştı. Orduya verilen tüfekler 1912'de İspanya'da kullanılmış ve çürüğe çıkarılmış olan tüfeklerdi. Faruk ordusunu bile bile, göz göre göre ölüme ve bozguna mahkum etmişti." (İhtilaller ve Darbeler Tarihi, Sabiha Bozbağlı, cilt:2, sf.375 )
Bu olay Mısır'da hükümet değişikliklerini doğuracak olan karışıklıkların çıkmasına neden oldu. Bu sırada İsrail kuvvetlerinin bir bölümü güneye inerek, Vadi Aruba'dan Akabe Körfezi'ne ulaştı. Bu şekilde Güney Filistin'in tamamı İsrail'in kontrolüne girdi.
Savaş Sonrası Anlaşmalar
Filistin'i kurtarma sloganıyla savaşa giren Arap yönetimleri, imzaladıkları anlaşmalarla Filistin'i İsrail'e teslim ettiler. Savaşın en kazançlısı olan İsrail, anlaşmalarla topraklarının genişlemesini belgelemiştir. BM'in taksim planında 26.000 km2'lik Filistin'in, 15.500 km2'si İsrail'e verilmişti. Savaş sonunda İsrail bu miktarı 20.500 km2'ye çıkardı ki, bu oran Filistin'in %77'si demekti. Filistin'de hızla artan Yahudi nüfusu da incelenecek olursa, İsrail'in işgal yoluyla, toprak büyütme işinin ne derece planlı olduğu görülür. Nüfus artışında rol alan birinci etken ise Siyonist liderlerin, gerektiğinde zor da kullanarak, Avrupa'dan Filistin'e göç etmelerini sağladıkları Yahudilerdi.
"1914'te Filistin'deki Yahudi nüfusu 85 bin, 1943'te 539 bin, 1946'da 608 bin, 1947'de 650 bin oldu ve mütarekelerin imzalandığı 1949 yılı sonunda 758 bine ulaştı. İsrail, BM Genel Kurulu'nun 29 Kasım 1947 ve 11 Aralık 1948 tarihli kararlarını kabul ederek uygulayacağını bildirdi. Bunun üzerine 'Barışsever bir devlet' olduğundan hareketle, İsrail, 273-II sayılı kararla BM üyeliğine kabul edildi..." (The Arab-Israeli Conflict, cilt 3, sf.419)
Savaş sonrası anlaşmalara tek tek göz gezdirirsek;
MISIR: Savaştan sonra 24 Şubat 1949'da, 12 maddelik bir 'İsrail-Mısır Genel Mütarekesi' imz
alandı. "Bu anlaşma ile Gazze bölgesi 25 mil uzunluğunda, 3.3-5.5 mil genişliğinde bir kıyı şeridi haline getirilerek Mısır'a bırakıldı. Gazze'nin köylerinin verimli toprakları İsrail tarafında kaldı. Bu sınır düzenlemesiyle, Gazze'nin normalde 70 bin olan nüfusu, Filistin'den göçmek zorunda kalanlarla sıkışarak 200 bine çıktı." (From War to War, Nadaf Safran, sf.38)
LÜBNAN: İsrail ikinci mütarekesini, savaşa sembolik olarak katılan Lübnan ile yaptı. 23 Mart 1949'da Ras Nakura'da yapılan anlaşmayla İsrail-Lübnan sınırı, eski Lübnan-Filistin sınırı olarak kabul edildi. Her iki taraf bu sınırda en fazla 1500'er asker bulundurabilecekti. (The Arab-Israeli Conflict, John Norton Moore, cilt 3, sf.381)
ÜRDÜN: Ürdün, Arap-İsrail Savaşı'nda oynadığı rol ile diğer Arap ülkelerinden ayrılır. Ürdün bu savaşa Filistin'i Siyonist işgalden korumak için değil, ilhak amacıyla katıldı. Savaştan önce de Siyonistlerle son derece samimi olan Ürdün Kralı Abdullah, gerçekte İsrail'in gizli müttefiği olarak hareket etti.
"Hiçbir Arap Kralı, Ürdün Kralı Abdullah kadar Ben Gurion'la uyuşmazdı. Son on yıl içinde Filistin Yahudileriyle gerçek ilişkiler kuran tek Arap yöneticisi Abdullah'tı." (O Jerusalem, Dominique Lapierre-Larry Collins, sf. 119)
"Kral Abdullah 13 Aralık'ta kendisinin bütün Filistin'in de Kralı olduğunu parlamentosunda kabul ettirdikten sonra Yahudilerle masaya oturdu." (Keesing's Contempory Archives 1948-50, sf.9748)
Bu yapı içindeki Ürdün ve İsrail arasındaki görüşmeler 2 Mart 1949'da Rodos'ta başladı. Ancak güneyde Vadi Aruba ile Ölü Deniz'in kuzeyindeki İsrail-Ürdün sınırı anlaşmazlık yarattı.
"Bu anlaşmazlıklar, İsrail Dış İşleri Bakanlığı'ndan Reuve Shiloah (Mossad'ın ilk şefi) ile Albay Moshe Dayan'ın gizlice Ürdün'e gelip, Kral Abdullah'la yaptıkları görüşmede çözümlendi. Daha önce de İsrail'e bir problem çıkarmayan Ürdün Kralı Abdullah, İsrail'in bütün isteklerini kabul edince İsrail-Ürdün mütareke anlaşması 3 Nisan 1949'da imzalandı." (Keesing's Contempory Archives 1948-50, sf. 10100)
Bu anlaşmayla Ürdün, Batı Şeria adıyla anılan 2200 mil2'lik bölgeyi İsrail'e bırakmayı kabul etti. Kudüs ikiye bölünerek batısı İsrail'e, doğusu Ürdün'e verildi.
SURİYE: İsrail-Suriye ateşkes görüşmeleri, İsrail'in yönettiği bir darbe ile başa getirilen Hüsnü Zaim yönetimiyle 12 Nisan 1949'da başladı. (Bkz. Suriye Bölümü) Anlaşma 20 Temmuz 1949'da imzalandı ve İsrail-Suriye sınırı olarak, eski Filistin-Suriye sınırı kabul edildi. Ancak bu sınırda İsrail için stratejik noktalar askerden arındırıldı. Bu, İsrail'in bir sonraki Arap saldırısı için vakit kazanmasını sağlayacaktı.
Arap-İsrail Savaşlarının Kilit Ülkesi Mısır
Birinci Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra pek çok Arap ülkesinde iç karışıklıklar çıktı. Hükümetler düştü, hatta siyasi rejimler bile değişti. Değişikliklerin en önemlisi ise Mısır'da yaşandı. Mısır'daki bu değişiklik, Arap dünyasının İsrail'le olan ilişkisini kökten değiştirecek kadar büyük oldu. Yapılan bir devrimle Mısır Kralı Faruk tahtından indirildi. Bu devrimin planlayıcısı ve organizatörü ise, Mossad'ın en büyük müttefiği CIA'di. CIA, Arap dünyasının 20. yüzyıldaki en önemli lideri sayılan Nasır'ı iktidara getiren gelişmelerin düzenleyicisi idi:
"1952'de Mısır ordusunun yüksek rütbeli askerleri, Ortadoğu'daki ünlü CIA ajanları Kermit (Kim) Roosevelt ve Miles Copeland'la Kral Faruk'u devirmek için gizlice ilişki kurdular. İhtilal liderleri, kendilerini eğitmesi için CIA ajanlarını, ülkelerine davet ettiler. Ve liderleri Albay Abdünnasır Başbakan oldu. CIA, Nasır'ı koruma işini üstlendi." (Every Spy A Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf. 55)
Nasır'ın CIA ile olan ilişkisi devrimden sonra da devam etti. Bu süre içinde Nasır'ın Arap dünyasının lideri olmasını da CIA sağladı.
"Nasır'ın en yakınlarından Binbaşı Hasan Touhami, Mısır Gizli Polisi'ndeki en yetkili kişiydi ve Nasır'ın CIA ile olan görüşmelerini düzenliyordu. CIA'den Jim Eichelberger adlı kişi Nasır'ın hükümetini Mısır'da ve Arap dünyasında popüler yapmak için yollar arayan fikir adamı olarak rol oynadı." (Ropes of Sand, Wilbur C. Ereland, sf. 99-103)
CIA'in Nasır'a yardımı siyasi alanda kısıtlı kalmadı, finansman boyutlarına da vardı. Mısır'a yapılan yardımlarla Nasır, Arap-İsrail Savaşlarında kullanılacak olan orduyu hazırladı:
"CIA Nasır'a, özellikle Mısır ordusunun bir yerden bir yere nakli için 3 milyon dolar gizli fon vermeyi teklif etti. Buna ek olarak, CIA Dış İşleri Müdürlüğü ile 5 milyon dolarlık fonu, niteliği belirlenmemiş askeri yardım fonu olarak Mısır'a askeri malzeme alması için verdi. Amerika yapılacak 40 milyon dolarlık ekonomik yardımın gizlenmesi için Mısır'la anlaştı." (Ropes of Sand, Wilbur C. Ereland, sf.91)
İsrail'in arzuladığı sınırlara ulaşması amacıyla, CIA aracılığıyla başa geçirilen Nasır'ın fonksiyonunu tam uygulaması için bir adım daha atılması gerekiyordu: ABD'nin desteklediği iki ülke olan, İsrail ve Mısır'ın karşı karşıya getirilmesi doğru olmayacağından, bunlardan birisi Amerikan karşıtı safta yer almalıydı. ABD'nin Ortadoğu'da komünizme karşı set oluşturduğunu söylediği İsrail ile, Sovyetlerin yanında yer alan Mısır'ın karşı karşıya gelmesi ideal bir senaryo idi. Bu aşamada devreye giren Mossad'ın askeri istihbarat ile ilgili kolu AMAN, Mısır'ın Amerika'dan kopmasını sağlayacak göstermelik nedenin oluşması için gerekli operasyonu gerçekleştirdi.
"30 Haziran 1954'te AMAN'ın gizli kolu "Unit 131", Mısır'da Susannah adlı bir sabotaj operasyonu düzenledi. Bombaların hedefi Mısır askeri örgütleri değil, İngiliz ve Amerikan kuruluşlarıydı. Bundaki amaç Londra ve Washington'da Mısır aleyhtarı bir politika oluşturmaktı." (Every Spy A Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.56)
Nasır, Mısır'da Bir Üstad Mason
Arap dünyasının 20. yüzyıldaki en önemli lideri olan Nasır'ın göz önünde bulundurulması gereken dikkat çekici bir özelliği daha vardı. Nasır, bir mason üstad-ı azamıydı:
"Mısır Devlet Başkanı Nasır, Mısır Büyük Locası üstad-ı azamlığını yapmış ve iktidarda kaldığı sürece ülkesini, hep masonik esaslarla yönetmiştir." (Mimar Sinan Dergisi, sayı 13, sf.131)
Gerçekten de Nasır, ülkesini masonik hedeflere uygun olarak yönetti. Ülkesindeki dindarlara baskı uyguladı. Bir taraftan da Arap dünyasını İslam'dan uzaklaştırabilmek için suni bir ideoloji sundu: Arap sosyalizmi. Nasır bu yanılgıyla ülkesini büyük bir felakete sürükleyecekti.
İngiliz-Fransız ve İsrail İş Birliği:
Süveyş Savaşı
İlk Arap-İsrail Savaşı'ndan önce, birçok ülke el altından İsrail'e para ve silah yardımı yapmasına karşın, bu savaşta yardımlar resmileştirilerek fiilen yapıldı. Aslında Süveyş Savaşı, İsrail'in siyasi bir zafer kazanması için değil, Ortadoğu'nun en büyük silahlı gücü olması için düzenlendi.
Nasır, 28 Temmuz 1956'da Kahire'de yaptığı bir konuşmada Kanal'ın uluslararası trafiğe açık olduğunu ama Süveyş'in Mısır'ın malı olduğu için millileştirildiğini söyledi. 3 gün sonra elçiliklere gönderilen notalarda Süveyş'i işleten kanal şirketinin Mısır'a ait olduğu açıklandı. Süveyş Kanalı'nın millileştirilmesi İsrail'e beklediği imkanı verdi. Fransa ve İngiltere bu olayda da İsrail'in müttefiği olarak hareket etmeye başladılar.
"30 Eylül ve 1 Ekim günlerinde Paris'te Fransızlarla İsrailliler arasında yapılan gizli görüşmelerde Mısır'a karşı saldırıya geçme kararı verildi." (Warriors at Suez, Donald Naff, sf.511)
Fransa ile bağlantısını kuran İsrail, operasyona İngiltere'yi de dahil etti. İngiltere Hükümeti ile bağlantı ise Fransa'da kuruldu:
"Eden ve Dış İşleri Bakanı Selwyn Lloyd 16 Ekim'de Paris'e gittiler. İki gün süren görüşmelerde, Mısır'a karşı yapılacak harekatın planları ele alındı ve özellikle İsrail'in Ürdün'e saldırmamasına karar verildi." (Full Circle -The Memoirs of Sir Anthony Eden, Anthony Eden, sf.511)
22-23 Ekim'de Paris'te yapılan çok gizli bir toplantıda ise plana son şekli verildi. Planda İsrail'in Kanala ulaşacak kadar bir zamana sahip olması için sahte bir barış girişimi bile düşünülmüştü:
"Toplantıda üç devlet tarafından imzalanan bir belge hazırlandı. Buna göre ilk saldırıyı İsrail yapacaktı. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa taraflara çağrıda bulunarak, ateşi durdurmalarını ve iki taraftan da kanalın 16 km. gerisine çekilmelerini istedi. Fakat bu çağrı, İsrail kuvvetlerinin kanala ulaşmasını sağlamak için 30 Ekim'de yapılacaktı." (Histoire de la Guerre Froide, Andre Fontaine, sf.269)
İsrail'in saldırısı için 29 Ekim uygun görülmüştü. Mısır barış çağrısını reddedecek, böylece Fransa ve İngiltere tarafları ayırmak amacıyla(!) Süveyş'e çıkartma yapacaklardı. Bu bahaneyle birleşen kuvvetler, Süveyş Kanalı'nda, Port Said, İsmailiye ve Süveyş'i işgal edecekti.
Savaş, geleceğin "Lübnan Kasabı" Albay Ariel Şaron komutasındaki İsrail birliklerinin Sina'ya girmesi ile başladı. İlerleyen günlerde 3 koldan daha İsrail akınları başladı ve İsrailliler 5 gün içinde de bütün Sina'yı kontrol altına aldılar. Mısırlı üst düzey komutanların büyük taktik hatalarından dolayı İsrail'in başarısı son derece hızlı gerçekleşti.
"İsrail'in Sina'daki bu hızlı başarısında, 31 Ekim'den itibaren İngiltere ve Fransa'nın da savaşa müdahalesi üzerine Nasır'ın, Süveyş Kanalı'nı savunmak üzere, Sina'daki Mısır Kuvvetlerine 2 Kasımda geri çekilme emri vermesinin rolü büyük olmuştur. Mısır Kuvvetleri bu çekilmeyi çok kötü ve dağınık bir şekilde yapmışlardır. Bu da İsrail'in işini kolaylaştırmıştır." (Keesing's Contemporary Archives, 1955-1956, sf.15173-15174)
30 Ekim'de İngiltere ve Fransa, Mısır'a nota vererek Süveyş'in kendilerine bırakılmasını istediler. Mısır'ın bunu reddetmesi üzerine 31 Ekim'den itibaren İngiltere ve Fransa da savaşa müdahale etti. Bu müdahaleyle Mısır'ın bütün havaalanları ve askeri bölgeleri imha edildi. Artık neredeyse Mısır Hava Kuvvetleri diye bir şey kalmamıştı. Nasır doğudaki birliklerini Süveyş'i korumak için geri çekti. Geri çekilme hareketi çok kötü ve dağınık bir şekilde gerçekleştirildiğinden bu, İsrail'in işini kolaylaştırdı. Müttefik Kuvvetleri 6 Kasım'da Süveyş'e çıkarma yaparak kanalı ele geçirdiler. Mısır'ın 7 Kasım'da ateşkesi kabul etmekten başka bir alternatifi kalmamıştı. BM Genel Kurulu 7 Kasım'da aldığı 1001 (ES-I) sayılı kararla Süveyş'e Barış Gücü'nü yerleştirirken, 1002 (ES-I) sayılı kararla İngiltere ve Fransa, Mısır topraklarından çekildi. Mısır bu kararla, savaş meydanında kaybettiği mücadeleyi masada kazanmış gibi gözüktü. Savaşın bu şekilde sonuçlanmasının çeşitli nedenleri vardı.
Fransa ve İngiltere'nin İsrail ile beraber Mısır'a savaş açması saldırgan bir imaj oluşturmuş ve dünyanın birçok ülkesinde büyük bir tepkiye neden olmuştu. Bu nedenle İsrail'in Sina'yı işgali için daha tepki çekmeyecek bir plan yapılmalıydı.
Altı Gün Savaşı
Süveyş Savaşı'ndan sonraki dokuz yıl boyunca Mısır'la İsrail arasında ciddi bir askeri problem söz konusu olmadı. Ancak Nasır'ın ve diğer sosyalist Arap liderlerinin radikal üslubu, Ortadoğu'daki tansiyonu giderek tırmandırdı. Bu da yeni bir savaşın alt yapısını oluşturdu. 1967 Mayıs Ayı'nda başlayan Suriye-İsrail sürtüşmesi, İsrail'e öteden beri Gazze ve Sina'yı işgal etmek için amaçladığı savaşı başlatma imkanını verdi:
"İsrail'in, 1967'de Batı Şeria ve Gazze'yi işgali o dönemde olduğu kadar hala bugün de Arap tehditlerine karşı İsrail'in kendini savunmaya yönelik bir eylemi olarak değerlendirilmektedir. Oysa İsrail Dış İşleri Bakanı Sharett'in günlüğü açıkça ortaya koymaktadır ki, İsrail Gazze ve Batı Şeria'yı ele geçirmeyi daha 50'li yılların başından beri hedeflemekteydi. 1954'te Amerikalı Siyonist önderler bu hedeften haberdar edilmişlerdi." (İsrail'in Kutsal Terörü, Livia Rokach, sf.19)
5 Haziran sabahı, savaş İsrail'in Mısır havaalanlarına yaptığı baskın ile başladı. İsrail uçakları üslerinden kalktıktan sonra batıya, Akdeniz'e yöneldiler. Mısır'ın batı sınırına yaklaşınca da güneye döndüler. Hiçbir dirençle karşılaşmadan 10 Mısır havaalanını 2 saat 50 dakika boyunca bombaladılar. Bu harekatta Mısır Hava Kuvvetleri'nin tamamını oluşturan 300 kadar uçak yerde imha edildi.
Mısır radarları hava akını sırasında dinlenmeye çekilmiş, yani gözetleme işi yavaşlatılmıştı. Mısır Hava Kuvvetleri'ne bağlı tüm uçakların imha edilmesine sebep olan böylesine büyük bir hatanın nasıl yapıldığı baskının bir türlü açıklanamayan karanlık yönlerinden biridir.
Kara savaşlarında da aynı şekilde büyük hatalar ve ihmallerin tekrarlanması nedeniyle Mısır ordusu büyük bir yenilgiye uğradı. Nasır, savaşın çıkmasında başlıca rolü oynayan Tiran Boğazı'nı tek kurşun atmadan İsrail'e teslim etti. Savaşın bu şekilde sona ermesinden Mısır Orduları Başkomutanı Nasır kadar, Mareşal Abdülhakim Amer de sorumluydu. Nasır'ın bir numaralı adamı olan Amer, Mısır Genel Karargahı'na yanıltıcı haberler gönderiyordu. Başkomutanlık Karargahı'na gönderilen zafer haberleri Ürdün cephesinin de bozguna uğramasına neden oldu. Amer'in bu hareketi İsrail'in savaşı kazanmasında çok önemli bir etken oldu.
"Arap komutanlar, İsrail'in saldırdığı, fakat Mısır uçaklarının İsrail hava kuvvetlerinin %75'ini tahrip ettiği, İsrail hava üslerine saldırılara devam edildiği ve Mısır kuvvetlerinin İsrail topraklarına girdiği şeklindeki haberlere inanmıştır. Ayrıca Ürdün radarları Mısır baskınından dönen İsrail uçaklarını tespit etmiş, Mısır Başkomutanlığının sözünü ettiği mesaj dolayısıyla, bunların İsrail'e saldıran Mısır uçakları olduğu sanılmıştır." (One Long War-Arap Versus Jew Since 1920, Lorch Netanel, Jerusalem 1976, sf.119-121)
Nasır ilk saldırıyı İsrail'den beklemesine karşın, savaş öncesinde ülkesinin savunmasında, tıpkı önceki savaşlarda olduğu gibi büyük hatalar yaptı. Arap ordusu doğudan gelecek bir saldırıya göre düzenlenmişken, Batı Mısır'ın savunması tamamen ihmal edilmiştir.
"Nasır, savaş sonrası yaptığı radyo konuşmasında Mısır ordusunu doğudan gelecek bir saldırıya göre hazırladığını, oysa İsrail'in batıdan harekete geçtiğini, bunun da bozgunu getirdiğini söylemişti. (American Foreign Policy-Current Documents, sf.189-194)
Savaş sonunda Sina Yarımadası, Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri Siyonistlerin "Dünya Krallığı" yolundaki yeni toprakları olur. İsrail 20.500 km karelik topraklarına 68.000 km kare toprak ekleyerek, yüz ölçümünü yaptığı işgallerle 4 katına çıkarır. Nasır, "Arap sosyalizmi" ideolojisi ve radikal politikasıyla, hem ülkesini hem de tüm Arap dünyasını büyük bir bozguna sürüklemiştir.
4. Arap-İsrail Savaşı (Yom Kippur) ve
Yeni Bir Aktör Enver Sedat
1967 Savaşı'nın ardından ölen Nasır'ın yerine Enver Sedat gelir. Enver Sedat, Arap-İsrail Savaşlarının dördüncüsü olan Yom Kippur sırasında Mısır'ın Cumhurbaşkanı'dır. Bu savaşla Arap dünyası, İsrail'in yenilmez bir güç olduğuna inandırılırken, Arap dünyasının lideri durumundaki Mısır'ın, Yahudi Devleti'nin yanında yer alması sağlanır.
Enver Sedat, Mısır ihtilalinin ikinci adamı idi. Henüz 19 yaşındayken Nasır'la tanışmış ve onun etkisinde kalmıştı. İktidara geldiğinde de aynı İslam aleyhtarı politikayı devam ettirdi. Mısır ihtilalini yapan Hür Subaylar Örgütü'nde de beraber olan Nasır ve Sedat ikilisinin uygulamaları sürekli İsrail'in kazançlı çıkmasıyla sonuçlandı.
Nasır'dan boşalan yere Cumhurbaşkanı olarak geçen Enver Sedat, ilk olarak muhaliflerini temizlemeye başladı. Boşalan yerlere kendi yandaşlarını yerleştirmeyi de ihmal etmeyen Sedat, yaptığı propaganda sayesinde masonik ilkeler doğrultusunda hazırlattığı anayasanın kabulünü sağladı. Kasıtlı olarak tırmandırdığı çatışmaları, yetkilerini artırmak için bahane etti:
"Sedat, Başkanlık Konseyi görevini üstlendiğini açıkladı ve kendisini askeri vali ilan ettirdi. En sağlam adamlarından biri olan Hafız Gahim'i Arap Sosyalist Partisi Sekreterliği'ne getirdi ve yeni bir hükümet kurdu." (Büyük Larousse Ansiklopedisi, sf. 8125)
Sedat yerini sağlamlaştıracak önlemler de aldı. Anayasada yaptırdığı bir değişiklik ile ölene dek Mısır'ın Devlet Başkanı seçildi. Daha önceki anayasa gereğince, en fazla iki dönem başkanlık yapabilme imkanı böylece genişletildi. Yom Kippur savaşından sonra başlayan barış sürecinde ise İsrail, Sedat'ı özel koruma altına aldı. Hatta İsrail ile yapacağı Camp David anlaşması öncesi, kendisine yapılacak suikastten Mossad'ın sağladığı istihbarat sayesinde kurtuldu. Tüm bunlar Mısır'ın, İsrail'e düşman Arap ülkelerinin oluşturduğu birlikten çıkarılmasını sağlayacak adam olan Sedat'ın iktidarının devamı için gerekliydi.
"Asıl ilginç olan, Sedat mevkisini korumasını İsrail tarafından sağlanan istihbarata borçluydu. Tabii ki bu istihbarat direkt olarak ona verilmiyordu; CIA aracılık yapıyordu." (The Israeli Secret Service, Richard Deacon, sf.230)
Yom Kippur Savaşı 1973 yılında, Arap ordularının İsrail'in Yom Kippur bayramı sırasında aniden saldırmasıyla başladı. İsrailliler önce bu ani saldırı karşısında bocaladılar, hatta paniğe kapıldılar. Ancak ardından, ABD'nin büyük askeri yardımının da etkisiyle, savaşta denge kuruldu ve İsrail Arap ilerleyişini durdurdu. Daha sonra ise diplomatik süreç başladı. Ve bu süreçte çok önemli bir isim ortaya çıktı: ABD Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger.
"Kissinger bir Yahudiydi ve bununla onur duyuyordu. II. Dünya Savaşı'ndan sonra milli bir Yahudi Devleti oluşmasını desteklemişti." (Yom Kippur, The Sunday Times, Savaş Muhabirleri, Sf. 382)
Gazeteci-yazar Fehmi Koru, "Yeni Dünya Düzeni" adlı kitabında, "Islamic Perspective of History" (Tarihin İslami Yorumu) adlı kitaptan ilginç bir alıntı yapıyor. Kitapta, Observer gazetesinde 1960 yılında yayınlanan bir makale aktarılıyor. Bu makale, 4. Arap-İsrail Savaşı'nın sonucunda varılmak istenen tabloyu gözler önüne seriyor:
"1960 yılında, Londra'da 'Observer' gazetesinde gözüme çarpan ilginç bir makale şöyleydi: 'Ortadoğu'da en önemli mesele Arap-İsrail ihtilafı ve Filistin meselesidir. Ortadoğu'da hiçbir Arap ülkesi İsrail'e karşı duramaz. Yine de en güçlü Arap ülkesi olan Mısır ile İsrail'i barıştırmak gerekir. Fakat, bu yoldaki en büyük engel, Mısır'ın İsrail'e yenilmesinin getirdiği psikolojik ezikliktir. Bu eziklik ortada dururken Mısır, İsrail ile barış masasına oturmaz. Ancak Mısır, İsrail karşısında küçük de olsa bir zafer kazanırsa iki ülke masaya oturabilir. Mısır ile anlaşarak onu Filistin'in hamiliğinden çıkartabiliriz."
Observer yazarının henüz 1960'da vurguladığı bu strateji, 4. Arap-İsrail Savaşı'nın ardından yürütülen diplomatik sürecin amacını özetliyordu. Kısıtlı bir İsrail yenilgisiyle, Mısır'ın anlaşmaya rahatlıkla yanaşabilmesi sağlanacaktı. Anlaşma Mısır'la yapılacağından, Sina'da Mısır'ın ilerlemesine fırsat verilirken, Golan'da da Suriye ağır bir yenilgiye uğratılacaktı.
"Kissinger sınırlı bir İsrail yenilgisi istiyordu. Mesele, bu yenilginin tam dengesini hesap edebilmekti. Yani Arapları tatmin edecek kadar mütevazi olması gerekiyordu." (Yom Kippur, The Sunday Times Savaş Muhabirleri, Sf. 389)
Kissinger, savaştan sonra ateşkes kabul edilir edilmez vakit kaybetmeden barış planının çalışmalarına başladı. Ama gerçek amacı Ortadoğu'ya barışı getirmek değildi.
"Kissinger Ortadoğu'da barış girişimlerini tekrarladı. Fakat buradaki esas amacı Arap Birliğini parçalamak ve Mısır'ı diğer Arap devletlerinden ayırmaktı. Böylece Camp David'i hazırladı." (Israel, The Hijack State, John Rose, sf. 13)
Savaş öncesinde, Amerikan Kongresi'nin farklı kanatlara bağlı olan pek çok üyesi, İsrail'in çıkarları doğrultusunda hemfikir oldular.
"Amerikan Yahudi Komitesi AIPAC'ın, Washington temsilcisi Hymann Bookbinder'ın söylediği gibi, Amerika'da dış veya iç konularda, kuzeyli olsun güneyli olsun, demokrat veya cumhuriyetçi, liberaller veya muhafazakarlar arasında İsrail konusunda bir fikir uyumu vardır. Bu durumu Senato Dış İlişkiler Komitesi (CFR) Başkanı Senatör Fullbrigth başka bir şekilde anlatır: İsrailliler Senato'yu kontrol altında tutuyor." (Israel, The Hijack State, John Rose, sf. 396)
Bu büyük Yahudi güdümü, elbette zaman zaman ABD Başkanı üzerinde de kendisini gösteriyordu.
"Nixon'un, İsrail'i desteklediğine hiç şüphe yoktur. Nixon İsrail'e daha çok eğilmeyi kendisinden evvelki Başkanlardan daha fazla yapmıştır. Nixon 1971 senesinin sonuna kadar İsrail'i eskisiyle kıyaslanamayacak düzeyde yeniden silahlandırdı. 1972 mali yılında ABD Kongresi İsrail'e yardım için ödenek ayırmaya başladı ve savaş başladığı zaman askeri yardım ödeneğinden İsrail'e 300 milyon dolarlık yardım ayrıldı." (Israel, The Hijack State, John Rose, sf.389-400)
İsrail'in hesapladığı şekilde, uluslararası bir anlaşmaya varılabilmesi için Siyonistler, ABD ile beraber Sovyetleri de kontrollü olarak kullandılar. Bu nedenle Sovyetler'in, savaş boyunca Mısır'a yaptığı silah sevkiyatı, dengeleyici bir faktör şeklinde kullanılarak Mısır'ın kısıtlı bir zafer kazanması sağlandı:
"...Yapılan Sovyet hava ikmali, Sovyet Rusya'nın, Kissinger'in istediği sonu arzuladığını göstermektedir. Yani ilk Arap başarısından sonra dengeli bir duraklama. Bunu başarmak için en etkili yol, Sovyet Rusya'nın düşünüş şeklinin Washington'un düşünüşünün aynadaki imajı gibi olmasıydı. Kissinger dengeli duraklamayı sağlamak için İsrail'e silah sevkiyatını durdurmayı öngörüyordu.
Kissinger'in, İsrailli yakın arkadaşı Uzi Narkiss daha 1971 yılında, çıkacak savaşta Sovyetlerin izleyeceği politika için, Kissinger'e hitaben şöyle der: 'Ben, Sovyetler Birliği'nin, İsrail'in kanalı geçmesi hariç, Araplar namına aktif olarak işe karışmayacağını söyledim... Kissinger Sovyet Rusya'nın işe karışmayacağını kabul etti.'" (Israel, The Hijack State, John Rose, sf. 193, 384)
Sovyet politikasının Kissinger planına uygun olduğu açıktı:
"Rus diktatörü Brejnev'e, Rusya'nın neden Ortadoğu görüşmelerinde bir rol almadığı sorulmuştu. O da şöyle cevap verdi: 'Bizim temsile ihtiyacımız yok, Kissinger bizim Ortadoğu'daki adamımızdır'." (The World Order-A Study in The Hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf. 57)
Savaş sona erdiğinde sonuç tam Kissinger'in istediği gibi olmuştu. Şimdi iki taraf da barışa daha çok muhtaçmış gibi görünüyordu.
Tüm Arap kuvvetlerinin kaybı 2000 tank, 450 uçaktı. İsrail'inki ise 800 tank ve 115 uçaktı. Kontrol altına alınan arazi bakımından da İsrail avantajlıydı. Suriye cephesinde İsrail, 1967'de kazandığı arazinin de ötesinde topraklara sahip olmuştu. Mısır cephesinde ise, kanalın batısında elde ettiği toprak, Mısır'ın doğuda işgal ettiği topraklardan fazlaydı. Mısır ve Suriye 8.000'er kişi kaybettiler. İsrail'in can kaybı ise Arapların kaybının üçte biri kadardı.
Ortadoğu'da Yeni Bir Boyut:
Camp David
Güvenlik Konseyi'nin 22 Ekim 1973 günü ve 338 sayılı kararı kabul edilince planın ikinci aşaması başlatıldı. İsrail, planın sağlıklı yürüyebilmesi için daha önce söz konusu bile olamayacak "fedakarlıkları" göze almıştı.
"338 sayılı karar, tarafları ateşkese ve 242 sayılı kararları derhal uygulamaya davet etmekteydi. 242 sayılı karar, İsrail'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesinden söz ettiği için, 338 sayılı kararın bu kısmı Araplara verilmiş bir tavizdi." (20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Fahir Armaoğlu, cilt 1, sf. 720)
1974 ve 1975 yıllarında imzalanan ve İsrail'in Sina'dan çekilmesini düzenleyen "Ayırma Anlaşmaları" aynı zamanda ileride imzalanacak olan barış anlaşmasının da taslağı niteliğindeydi. İsrail'in ayırma planını onaylamaktaki amacı, Sina'dan çekileceğini ortaya koymak değildi, zaten bunu da önceden belli etmişti. Amaç Amerikan kamuoyuna, İsrail'i barışı isteyen taraf gibi gösterip, ABD Kongresi'nin yeni bir yardımı rahatlıkla yapabilmesini sağlamaktı. Kissinger sayesinde savaş için İsrail'i finanse eden de, savaşın bedelini ödeyen de Amerika olacaktı.
"Kissinger ile İsrail Dış İşleri Bakanı Yigael Allon arasında 1 Eylül 1975 tarihinde 'Memorandum of Agreement' adlı bir anlaşma imzalandı. Anlaşma, İsrail'e yapılacak çok büyük bir yardım paketini içeriyordu:
1) Amerika, F-16 uçakları da dahil olmak üzere, İsrail'in bütün askeri ihtiyaçlarını karşılayacaktı.
2) 1975 Anlaşması ile İsrail, Mısır'a bırakılan Abu Rudeis ve Ras Sudar petrollerinden her yıl 4.5 milyon ton petrol satın alacaktı. Bu konuda bir aksama olursa, yani Mısır petrolü satma meselesinde bir anlaşmazlık çıkarırsa, Amerika İsrail'in petrolünü karşılamayı garanti ediyordu.
3) Mısır bu anlaşmalara uymayacak olur veya bu anlaşmaları herhangi bir şekilde ihlal ederse, Amerika, alınacak tedbirler konusunda İsrail'e danışacaktı.
4) Amerika, bundan sonra Mısır ile İsrail arasında yapılacak anlaşmanın 'Nihai Barış Anlaşması' olması hususunda mutabıktı.
5) Amerika Güvenlik Konseyi, bu anlaşmaya aykırı olarak sunulan her karar tasarısına aleyhte oy verecekti." (Bu madde sayesinde İsrail'e ters düşecek en ufak bir hareket bile önceden engellenmiş oluyordu.)
6) Amerika, İsrail'in aleyhine olan hiçbir teklife katılmayacaktı.
7) Amerika, İsrail'in varlığına, güvenlik ve egemenliğine yönelen her türlü tehdit halinde, İsrail hükümeti ile istişare halinde olacak ve İsrail'i her şekilde destekleyecekti."
(Kuruluşundan beri İsrail'i destekleyen Amerika, bu tavrını ilk kez resmi bir platformda açıkça ortaya koyuyordu.)
8) Amerika ve İsrail, bir kriz anında Amerika'nın yapacağı yardımları tespit etmek üzere, bu anlaşmanın imzasından itibaren iki ay içinde, bir anlaşma yapacaklardı.
9) Amerika'nın bu taahhütleri yerine getirmesi, ne Mısır'ın tutumuna ve ne de Araplarla İsrail arasındaki ilişkilerin şekline bağlı olmayacaktı.
10) BM Barış Gücü, Mısır ile İsrail'in onayını almadan çekilecek olursa, Amerika ve İsrail bu anlaşmanın bütün hükümlerine bağlı kalacaklardı." (The Washington Post, 16 Eylül 1975)
Bu büyük tavizler nedeniyleABD, İsrail'in Ortadoğu'daki kalkanı durumuna geliyordu. ABD'nin ulusal çıkarlarına da ters olan bu politika, Yahudi lobilerinin etkisi ile belirlenmişti. ABD'nin bölgedeki askeri dengeleri koruyarak barışı teşvik eden bir politika izlemek yerine, alınan kararlarla tek yanlı bir strateji izlemeye karar vermesi, bölge barışını tehdit eden bir unsur olmuştur. Bu yanlış strateji, bölgedeki pek çok dengeyi sarsmıştır.
Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'ın 1977'de İsrail'i ziyaret etmesiyle başlayan süreç, 1978-79 yıllarında ABD'de süren barış görüşmeleriyle devam etti. Yıllarca süren görüşme zemininde problem teşkil eden ana konu, İsrail'in işgal altında tuttuğu Gazze ve Batı Şeria'dan çekilmesi olmuştu. Enver Sedat, İsrail'in çekilmesi için ısrar ediyordu.
Begin ve Sedat'ın arasında yapılan 13 günlük görüşmelerin 12 gününde bir sonuç alınamaması ve Başkan Carter'ın son yarım gündeki girişimleriyle Sedat'ın imza atması, anlaşmanın önceden hazırlanmış olduğu yolundaki şüpheleri artırdı.
"Başkan Carter, görüşmelerin onuncu gününde, yani 15 Eylül'de fazla bir uzlaşma elde edilememesi karşısında, 17 Eylül Pazar günü görüşmeleri kesmeye karar vermişti. Bundan dolayıdır ki Carter, Kasım ayındaki bir demecinde, Camp David Anlaşmaları'nı, o gün göründüğünden çok daha büyük bir 'mucize' olarak nitelendirmiştir. Nitekim, ilk 12,5 günün kendisi için büyük bir başarısızlık olduğunu, fakat son yarım günün çok büyük başarı olduğunu söylemiştir." (American Foreign Relations, 1978, sf.54)
Sedat'ın, Carter aracılığıyla giriştiği bu anlaşmadan Arap dünyasının lehine bir karar çıkarması zaten mümkün değildi. Çünkü Carter, İsrail yanlısı kararları ile tanınmaktaydı:
"...Carter, yönetimi boyunca, İsrail'in isteklerini yerine getirmekle uğraştı. 'İsrail'e vadettiklerimde hiç tereddüte düşmedim' demiş ve 'İsrail'e kendisini koruyacak askeri ve ekonomik yardımı sağlamalıyız. Yahudi kimliklerini koruyarak, gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı yeteri kadar güçlü olmalılar' diye eklemiştir. New York Times gazetesiyle yaptığı bir röportajda, 'İsrail'e sınırsız ekonomik ve askeri yardım yapmaya devam edeceğim' diyordu." (Middle East International, 25 Mayıs 1974)
Sedat, yaptığı anlaşmada İsrail'in 1967 Savaşı'ndan önceki sınırlarına çekilmeyeceğini bildiği halde, anlaşmaya imza atmış ve Filistin'i İsrail'e teslim etmişti.
"Enver Sedat 25 Aralık'ta yaptığı konuşmada, İsrail'in barışı hiçbir zaman arzu etmediğini ve Nil'den Fırat'a kadar yayılabilmek için bölgede karışıklığı sürdürmek istediğini söylüyordu." (Camp David Aftermath: Anatomy of Missed Oportunities, M. Rubner, sf.37)
Camp David Anlaşması İsrail'e büyük avantajlar getirdiğinden, Sedat'ın yakın çevresi tarafından da tepki ile karşılandı. Daha Camp David görüşmeleri sırasında Mısır Dış İşleri Bakanı İbrahim Kamil gelişmeleri protesto ederek istifa etmiş, yerine İsrail'e yakınlığı ile tanınan, "İsrail dostu" sıfatıyla "onurlandırılacak" olan Butros Gali getirilerek anlaşmanın imzalanması sağlanmıştı. İstifa eden bir diğer kişi ise Mısır'ın ABD büyük elçisi Eşref Global'di.
Camp David Anlaşması'nın maddeleri şöyleydi:
1) İsrail, Sina'dan çekilecek.
2) İsrail ve Mısır arasında normal ve dostça ilişkiler kurulacak.
3) İki ülke de birbirinin toprak bütünlüğünü ve barış içinde yaşama hakkını kabul edecek.
4) Sina'da tampon bölgeye BM Barış Gücü yerleştirilecek.
5) İsrail gemilerine Süveyş Kanalı'ndan serbest geçiş hakkı tanınacak.
6) Gazze ve Batı Şeria'daki Filistinlilere tam özerklik verilmesi için görüşmeler yapılacak.
7) Batı Şeria ve Gazze'de kendi kendini yöneten bir idarenin yapılması için seçimler yapılacak. İsrail bölgeden 5 yıl içinde çekilecek. (Cumhuriyet, 8 Eylül 1982)
Bu anlaşmanın ilk maddesi gereğince İsrail, Sina Yarımadasından çekilecekti. İsrail, Sina'yı işgal altında tuttuğu 12 yıl boyunca petrol ihtiyacını buradan karşılamıştı. Şimdi Sina'dan çekilmesiyle, petrol ihtiyacını karşılaması zorlaşıyordu. Çünkü, hiçbir Arap ülkesi ona petrol satmıyordu. İsrail'in, Sina'nın Abu Rudeis ve Alma bölgelerindeki kuyulardan bir yolla faydalanabilmesi gerekiyordu. Bu pürüzü Kissinger halletti:
"Eski ABD Hükümet Sekreteri Kissinger, Abu Rudeis konusunda garanti verince, İsrail petrol ihtiyacını başka bir yerden sağlamak zorunda kalmadı." (Middle East International, 1982, sf.81)
Kissinger'in yönlendirmesi ile Sedat, Mısır petrolünü İsrail'e satmayı kabul etti. Böylece İsrail, her fırsatta Araplara karşı kullanmaktan çekinmediği tank ve uçaklarını, yine Arap petrolüyle hareket ettirecekti.
"Begin ile Enver Sedat'ın Hayfa'daki buluşmasında (4-6 Eylül 1979) varılan bir anlaşma ile, Mısır'ın piyasa fiyatı üzerinden İsrail'e her yıl 3 milyon ton ham petrol satması kararlaştırılmıştı. Belirtildiğine göre Alma petrol kuyularının yıllık üretimi de zaten bu kadardı." (Kessing's Contemporary Archives, sf. 29955)
Böylelikle İsrail petrol ihtiyacını sağlarken, aleyhine gözüken bu tek maddeden bile Kissinger-Sedat iş birliği sayesinde karla çıkıyordu.
İkinci maddeyle Sedat, İsrail'i Mısır'ın dostu olarak ilan ediyordu.
Beşinci maddeyle İsrail'in 1950'den beri devam eden bir problemi çözülüyordu. Bu madde ile İsrail, kendisi için son derece gerekli mühimmata kargo gemilerini Mısır'ın içinden geçirerek ulaşabilecekti. Aslında bu madde, 1888 İstanbul Anlaşması'nın getirdiği, kanaldan geçiş haklarının aynısını içeriyordu. İstanbul Anlaşması kargo gemileri ile beraber savaş gemilerine de geçiş hakkı veriyordu. Mısır'ın, Arap dünyasında fazla tepki görmemesi için, anlaşma metnine yazdırılmamış olmasına rağmen, İsrail savaş gemilerinin Süveyş Kanalı'ndan geçmesine izin verildi. Bununla Mısır, İsrail savaş gemilerinin kanaldan geçerek diğer Arap devletlerine saldırmasına imkan tanıdı.
Gazze ve Batı Şeria'daki Müslümanlara tam özerklik tanınması için görüşmeler önerilmesine rağmen, İsrail bu konuyu sürekli askıda bıraktı. Özerklik bir yana, bu bölgeyi Filistinliler için dev bir toplama kampı haline getirdi. Anlaşmayla İsrail'in, 5 yıl içinde bu topraklardan çekilmesi gerekirken aradan 30 yıldan uzun süre geçmesine karşın verdiği sözü tutmadı. Üstelik boşaltılacağı vadedilen, Filistinlilere ait bu topraklara, Sovyetler Birliği'nden getirilen Yahudileri yerleştirdi. 1992 yılına kadar gerekli yerleşim sağlandıktan sonra İsrail, bundan böyle yerleşimi durdurabileceğini söyledi. ABD yönetimi, İsrail'in bu "barışsever" tutumunu 10 milyar dolar vererek bir kez daha ödüllendirmeyi ihmal etmedi. Ancak İsrail, yerleşim birimlerinin inşaatını durduracağını, sadece alacağı yardımı dünya kamuoyuna makul göstermek için açıklamıştı. İsrail Başbakanı İzak Şamir, Yahudi Medya Kongresi'nde olayın gerçek yüzünü açıklıyordu:
"Yerleşme bölgeleri ayrı konu, kredi garantisi ayrı konudur. Lütfen karıştırmayalım! Tüm yanlış anlaşmalara son verelim! Yerleşim birimleri kurulmasına asla son verilmeyecektir. Bu böyle biline!" (Şalom, 5 Şubat 1992)
Sonuçta Camp David anlaşmasını, Ortadoğu'ya kısmen de olsa barış getirdiği için olumlu bir gelişme olarak görmek gerekir. 67 ve 73 savaşlarında akıtılan kanlar, Camp David ile durmuş ve İsrail ile Mısır arasındaki ihtilaf çözüme kavuşmuştur. Ancak Camp David sorunu çözmemiş, çünkü İsrail'in işgali bitmemiştir. Eğer İsrail Camp David'de sadece Sina Yarımadası'ndan değil, Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri'nden de çekilseydi, Ortadoğu'ya kalıcı bir barış getirmiş olurdu. Dolayısıyla Camp David, olumlu ama yetersiz bir barış adımıdır.
Camp David'in Ardından Mısır
Bir kısım Arap ülkeleri Mısır'ı, İsrail'e yanaşması üzerine protesto ettiler. Olay, Mısır'ın Arap dünyasından kopması ile neticelendi. İsrail'in bu anlaşmadan sağladığı en büyük kazanç, Arap Dünyası'nın bölünmesiydi.
Mısır'ın Arap Dünyası'ndan kopmasıyla bölge dört parçaya bölündü:
1) Verimli Hilal (Fertile Crescent) ya da Levant denilen Suriye, Filistin, Ürdün ve Irak'ı kapsayan bölge,
2) Arabistan Yarımadası ve Körfez,
3) Mağrip (Fas, Cezayir, Tunus ve bir ölçüde Libya),
4) Nil Vadisi (Mısır ve Sudan).
Sedat anlaşmadan sonra artan muhalefet karşısında halkını, Camp David nedeniyle aldığı ABD yardımını göstererek, ikna etmeye çalışıyordu.
"Mısır, İsrail'den sonra, ABD'den en çok yardım alan ikinci ülke durumuna geldi." (Büyük Larousse Ansiklopedisi, sf.8125)
Ancak alınan bu krediler, plansız ve programsız kullanıldı ve Mısır ekonomisi bundan yarar görmedi.
"Sedat'ın açık kapı politikası ülkenin çalkalanmasına neden oldu. Bu politika pek çok batı kaynaklı şeyi beraberinde getiriyordu. Tüketim malları, filmler, müzikler, diskotekler, videolar ve dünyaseverlik" (Frankfurter Allgemeine Zeitung, 14 Şubat 1983)
Bütün bunlar, çoğunluğu yoksul olan Mısır halkını sefaletten kurtaracak şeyler değildi. Yine de lüks bir hayata özendirilen fakir halk, zenginler gibi yaşamak için büyük bir çaba içine girdi, bu da bütün Mısır'da fuhuş, dejenerasyon ve israfın tırmanmasına neden oldu. Lüks tüketim mallarıyla Mısırlılara empoze edilen "dünyaseverlik", yönetimdeki büyük hataları halkın dikkatinden kaçırmak için kullanıldı. Fakat bu, tam başarıya ulaşamadı:
"Bütün bu uygulamalar, özellikle 1970'lerin sonlarına doğru Sedat yönetimine karşı ülke içinde çeşitli kitlesel muhalefet hareketlerinin güçlenmesine yol açmıştı." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, sf.1489)
Oyalama politikası işe yaramayan Sedat, daha etkili yöntemler uygulamaya başladı:
"1979 yıllarının sonlarında gergin geçen bir toplantıda iktidar partisinin ileri gelenlerinden birisi ona: 'Çok geç kalmadan biz onları (Müslüman Kardeşleri) sert tedbirlerle ezmeliyiz' diye uyarıda bulunmuştu." (Eric Rouleau, Merip Reports, Şubat 1982)
"Sedat, 5000 kişiyi tutuklamış ve böylece gelişen kitlesel muhalefete karşı açıktan açığa bir baskı politikası öne çıkarmıştı." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, sf.1489)
Enver Sedat'ın ülkeye sunduğu yapıya karşı çıkan Müslümanlara yönelik baskıcı tutumu o kadar şiddetli oldu ki, genelde bu konuda suskun kalmayı tercih eden Batı basınında bile yankılar uyandırdı.
"Enver Sedat'ın Mısır'da giriştiği temizlik hareketinin batı dünyasında neden olduğu yankılar sürüyor. İngiltere'de yayınlanan The Observer gazetesi, Sedat'ın Batı'da genellikle barışçı, yumuşak, ağzında piposu ile babacan ve demokratik bir lider olarak tanındığını, oysa Mısır önderinin ülkesini son derece sert ve otoriter bir şekilde bir Firavun gibi yönettiğini belirtiyor. Sedat'ın Avrupa standartlarına göre hiçbir zaman demokratik olmadığını belirten The Observer, Mısır liderinin son giriştiği temizlik hareketinin de dış politika etkenlerine ve Sedat'ın, İsrail Başbakanı Begin'e içerde duruma hakim olduğunu kanıtlama isteğine bağlıyor." (Cumhuriyet, 17 Eylül 1981)
Mısır halkı her fırsatta memnuniyetsizliğini dile getirdi.
Sedat'ın ölümüyle yerine geçen Hüsnü Mübarek de, Sedat'ın baskıcı politikasını sürdürdü. Sedat döneminde olduğu gibi Hüsnü Mübarek zamanında da Mısır hızla yoksullaşmaya devam etti:
"ABD bugüne kadar Mısır'a yardım ve borç adı altında yaklaşık 3 milyar dolar akıttı. Bu açıdan Mısır İsrail'den sonra ikinci gelmektedir. Bu, Mübarek hükümetinin yönetiminin önemini ortaya koyuyor. Bununla beraber, Mısır'daki yaşam standartı da hızla düşüyor." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.109)
İsrail'de 1992 seçimleriyle iktidar Şamir'den Rabin'e geçti. Bu değişiklikle dünya kamuoyuna İsrail'in barışa eskisinden çok daha yakın olduğu, Ortadoğu'da sorunların daha rahat çözülebileceği imajı oluşturuldu. Oysa İsrail'de, siyasi görüşü ister sağda isterse solda olsun bütün partiler, İsrail'in doğal sınırları olarak kabul ettikleri 'Kutsal Topraklar' için çalışmaktadır. Barışa en yakın kişi olarak reklamı yapılan Rabin'in ilk icraatı, Müslümanları, Şamir'in 'İsrail'i Filistinlilerden arındırma' pogramına paralel olarak Filistin'den sürgün etmek olmadı mı?
"Bütün İsrail yöneticileri, ister sağcı ister solcu tanınsın, ister İşçi Partisi üyesi, ister 'Likud' mensubu olsun, ister ordu sözcüsü, ister din adamları temsilcisi sayılsın hepsi birlik halinde Tevrat'a eğilmişlerdir. Filistin üzerinde herhangi bir 'toprak kalıntısı' üzerinde, hak iddia etmek için en ufak bir 'kanıt' dahi dikkatlerinden kaçamaz durumdadır. Sanki herşey imzalanan hibe senedine bağlıdır. En ufak bir işaret toprakların yerli sahiplerini dışarı atarak oraya yerleşmek için yeterli neden sayılmaktadır." (Siyonizm Dosyası, Roger Garaudy, sf.93)
Dikkat edilirse İsrail, tüm Arap ülkeleri ile uluslararası kuruluşların denetiminde yapılacak bir barışa hep karşı olmuştur. Genelde Araplarla ayrı ayrı ilişkiler kurmayı yeğlemektedir. Nitekim, İsrail'in bu amacına ters düşen ABD Başkanı Kennedy, Mossad'ın hedefi haline gelmişti. İsrail, doğrudan yapılacak görüşmelerde, Arap ülkelerinin tümünden daha büyük olan silah gücünü en büyük ikna unsuru olarak görmekteydi.
"1963 yılında ABD ile İsrail arasındaki ayrılma noktası, Amerika'nın Filistinli göçmenler sorununu ele alan BM Asamblesi'nde temsilci olmasıydı. İsrail her Arap ülkesiyle, BM'in karışması olmadan, tek tek anlaşmayı tercih etmekteydi. Çünkü; ancak İsrail doğrudan uzlaşma görüşmelerinde güç kullanabilirdi, karşısındaki Arap ülkesi kullanamazdı." (Taking Sides: America's Secret Relations with a Militant Israel, Stephen Green, sf.185)
İsrail bugün 'doğrudan anlaşma' konusunda başarı sağlamış durumda. Bu şekilde Mısır'la işini bitiren İsrail'in şimdiki hedefi Suriye'yle masaya oturmak.İsrail için 'Kutsal Topraklar'a' giden yol, anlaşmalardan sonra gerçekleşecek yeni bir senaryodan geçiyor. Bu senaryo ise bol figüranlı bir belgesel...
İsrail, kiralık dostları ve…
Ortadoğu’nun Bilinmeyen Öyküsü
"İsrail stratejik amaçlarına şu araçlarla ulaşacak: İsrail'in bölgesel gücüne boyun eğerek kukla rejimlerin başa geçmesini sağlamak. Arap ulusal hareketini bölmek ve Arap dünyasını parçalamak amacıyla hükümetleri devirmeye yönelik eylemlerin gerçekleştirilmesi."
(İsrail Başbakanlarından Moshe Sharett'in Özel Günlüğünden -
İsrail'in Kutsal Terörü, Livia Rokach, sf. 18-19)
Ortadoğu şüphesiz dünyanın en hareketli bölgelerinden biri. Son yüzyılda belki de en çok savaşa, çatışmaya sahne olan bölge burası. Bu kaos ortamının nedenini araştırdığımızda oldukça ilginç gerçeklerle karşı karşıya geliyoruz.
Ortadoğu, Osmanlı'nın yönetimi boyunca, bugünkünün aksine oldukça sakin ve istikrarlı bir bölge olma özelliğini korudu. Osmanlı'nın 20. yüzyılın başında bölgeden ayrılması ise, yeni bir gücün bölgeye girmesiyle eş anlamlıydı. Siyonist liderler, Kutsal Topraklara ulaşabilmek için Osmanlı'nın bölgeden çıkarılması gerektiği konusunda birleşiyordu. Bu hedef doğrultusunda yapılan ilk operasyonlar, satın alınan Arap liderleri devrinin ilk örneklerini de oluşturdu Ortadoğu'da. Kutsal Toprakların kontrol dışı kalması uğruna, ilk isyanlar, savaşlar ve senaryolar ortaya çıktı. Bölgede o günden bu yana istikrarsızlık, huzursuzluk bitmedi, kan ve gözyaşı sona ermedi...
"Pax-Otomana"yı sağlayan temel özellik olan İslam birliği bölgeden silinirken, Arap ırkçılığı kışkırtıldı. Araplar da kendi aralarında bölündü. Kiralık liderlerin önderliğinde, sınırları masa üstünde çizilmiş Arap devletleri kurduruldu. Slogan "herşey Kutsal Topraklar için"di. Sonunda, bu yapay coğrafyaya senaryonun başrol oyuncusu da bir ucundan, Kudüs yakınlarından dahil edildi. Ve senaryo devam etti ve ediyor da.
Satın alınan liderler, bölünen ülkeler ve işte bol figüranlı Ortadoğu belgeseli!..
Ortadoğu'daki Terör Odaklarının Üssü:
Lübnan
İsrail'in yakın komşusu Lübnan, 1950'lerden sonra, yoğun olarak İsrail müdahalesi altında kaldı. Sonuçta da büyük bir parçalanma süreci yaşadı ve İsrail tarafından her an işgal edilmeye elverişli bir konuma getirildi.
"1954'te David Ben Gurion ile Moshe Dayan, Lübnan'daki iç çatışmayı körükleyerek Lübnan'ı parçalamak üzere ayrıntılı bir plan geliştirdiler. Bu, Kral Hüseyin'in 'Kara Eylül' olarak bilinen olayda Filistinlileri katletmesinin ve bunun sonucu olarak Filistinlilerin 1970'te Ürdün'den kovulmalarının hemen ertesinde, Lübnan'da örgütlü bir Filistin siyasi varlığının ortaya çıkmasından on altı yıl öncedir. İsrail Başbakanı Moshe Sharett, Lübnan'ın işgalini kolaylaştırmak için terör ve saldırganlık meydana getirerek kışkırtma yoluna gidildiğini anlatır." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.9)
Ortadoğu'nun Bilinmeyen Öyküsü
İsrail, Lübnan üzerindeki hedeflerine ulaşmak amacıyla, Ortadoğu ülkeleri için uyguladığı klasik "böl-yönet" metodunu kullandı. Lübnan'da yaşayan toplumun Ortodokslar, Katolik Maruniler, Şiiler, Sünniler, Dürziler gibi farklı mezheplerden oluşması da bu plan için son derece uygun bir zemin hazırlamıştı.
1954 Mayısı'nda Ben Gurion ile Dayan, Lübnan'ın İsrail tarafından işgal edilmesi için uzun vadeli bir plan yaptılar. Böylece, 1982'deki Lübnan'ın işgali, İsrail'in işgal için bahane ettiği FKÖ'nün Lübnan'a yerleşmesinden 28 yıl önce hazırlandı.
"Dayan'a göre gerekli olan tek şey bir subay bulmamızdı. 'Bir binbaşı bile olur. Onu satın alıp kendisini Marunilerin kurtarıcısı olarak ilan etmeye ikna etmeliyiz. Ondan sonra İsrail ordusu Lübnan'a girer, gerekli yerleri işgal eder ve orada İsrail ile dost Hıristiyan bir rejim kurar. Litani Nehri'nin güneyindeki bölge tümüyle İsrail'e bağlanır ve herşey böylece yoluna girer' diyordu." (Israel's Sacred Terrorism, Livia Rokach, sf.29)
Ben Gurion da Lübnan'ı parçalamak için Marunileri "satın alma" konusunda Moshe Dayan ile aynı düşüncedeydi.
"Şimdi Merkezi görev budur... Lübnan'da köklü bir değişim yapmak için enerji sağlamalıyız... Dolarlar esirgenmemeli... Eğer bu tarihi fırsatı kaçırırsak kimse bizi bağışlamaz." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.65)
Moshe Dayan bundan sonra Lübnan'ın parçalanması, işgali ve ele geçirilmesi için, (planının) Genelkurmay'dan onayını istedi.
"İsrail Genelkurmay Başkanlığı kukla olarak hizmet görecek bir subay kiralayıp İsrail ordusunun, onun Lübnan'ı Müslümanlardan arındırmak yolundaki çağrısına karşılık veriyormuş gibi görünmesi biçimindeki planını destekler." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.29)
İsrail Lübnan'da aradığı yardımcıyı, kısa sürede buldu. Bu kişi Moshe Dayan'ın istediği gibi Lübnan ordusundaki Maruni bir binbaşıydı, Saad Haddad.
Haddad, Filistinlilerin Lübnan'a sığınmasıyla, ülkede Hıristiyanlar için bir Müslüman tehdidi oluştuğu yalanını ileri sürerek kendine bağlı bir kuvvet kurdu. Bu sayede Haddad kendisine biçilen "Hıristiyanların kurtarıcısı" görevini üstlendi.
Bundan sonraki yıllar içinde İsrail, Mossad aracılığıyla kullanacağı Lübnanlıları ayarladı. Bu kuklaların sayesinde Lübnan'ın kısa zamanda parçalanması sağlanacaktı. Bu arada FKÖ, Lübnan'a yerleşmeye zorlanacak ve FKÖ'nün, İsrail'in güvenliğini tehdit ettiği söylenerek Lübnan işgal edilecekti.
İsrail'in Lübnan Üzerindeki Oyunu:
İç Savaş
1975 yılında Lübnan'da değişik gruplar arasındaki hassas dengelerin İsrail aracılığıyla sarsılması iç savaşı getirdi. Önceleri Ortadoğu'nun finans ve ticaret merkezi durumunda olan Lübnan'da istikrar, bu olayla bozuldu. İç savaş, Lübnan'da her azınlığın kendisine ait, ancak dışarıdan yönlendirilmeye son derece uygun küçük ve zayıf bölgeler doğurdu. Bu bölgelerin çoğu, iç savaş sırasında destek aldıkları İsrail'in güdümüne girdiler.
Lübnan'da iç savaşın görünüşteki sebebi, Ürdün'e sığınmış olan Filistinlilerin, Kral Hüseyin tarafından buradan çıkarılmaları ve sonuçta Lübnan'a yerleşmeleriydi. Bu olay İsrail'in Lübnan'ı işgal etmesi için sistemli olarak planlanmıştı. İsrail tarafından, Lübnan'ı Müslümanlarla paylaşmamaları gerektiğine ikna edilen birtakım radikal Hıristiyan gruplar, Filistinlileri Lübnan'dan çıkarmak için mücadeleye girdiler. Lübnan'daki Müslümanların amacı ise, Lübnan ordusundaki Hıristiyan nüfuzunu kırmak ve Hıristiyanlarla eşit haklar elde etmekti. Filistinlilerin amacı da, iç savaştan yararlanarak, sadece Lübnan'ı değil, bütün Arap ülkelerini Filistin sorununa duyarlı hale getirmekti. Mücadele eden gruplar, Müslümanlar ve Hıristiyanlar gibi gözükse de, gerçekte bunlardan başka gruplar da savaşa dahildi. Ayrıca Hıristiyanlar ve Müslümanlar kendi aralarında da parçalanmışlardı. Pierre Cemayel komutasındaki Falanjist Parti, Velid Canbolat'ın komuta ettiği Dürziler, Camille Chamun'un Milliyetçi Liberal Partisi ve Saad Haddad'ın Hür Lübnan Kuvvetleri başlıca güçlerdi. Müslümanlar da Şii ve Sünni olmak üzere ikiye ayrılıyordu.
Hıristiyanlara çok fazla imtiyaz verilmesi kısa sürede azınlıkların iç hesaplaşmasına dönüştü. Bu aşamada İsrail kuvvetleri zaman zaman Lübnan sınırına tecavüz etmeye başladı. Lübnan ordusunun da gruplara ayrılarak çatışmalara dahil olduğu sırada Suriye kuvvetleri Lübnan'a girdi. Koyu bir İsrail ve ABD aleyhtarı görünümündeki Suriye'nin Lübnan'a müdahalesi ise, gerçekte İsrail'in planının bir parçasıydı.
İç savaş sırasında tarafların silah ihtiyacı duymaları, İsrail'in bu gruplarla doğrudan ilişki kurmasını sağladı.
"Camille Chamun'un adamlarından biri, bir İsrailli ile temas kurarak, silah temin etti. Fakat 1975 yazında çarpışmalar şiddetlenince, hem sayı ve hem de ateş gücü olarak daha fazla silaha ihtiyaç duyuldu. Chamounlar giderek İsrail'e daha bağımlı hale geldiler. 1976 yılı başlarında Camille Chamun ile İsrail Başbakanı İzak Rabin buluştular. Bu buluşmada birtakım anlaşmalar da yapıldı. Buna göre İsrail, Hıristiyanlara tanksavar ve diğer silahları vermeyi kabul etti. Ayrıca Hıristiyan kuvvetleri İsrail'de eğitilecekti." (Fire in Beirut-Israel's War in Lebanon with PLO, Dan Bavly-Eliahu Salpeter, sf.44)
İsrail'in kontrolündekiler sadece Chamoun'un grubu ile kısıtlı değildi. Cemayellerin Falanjist milisleri ile İsrail arasında da çok sıkı ilişkiler vardı. Beşir Cemayel'in İsrail bağlantısı henüz Amerika'dayken CIA aracılığıyla sağlandı.
"Beşir Cemayel'in adı CIA ajanlarının listesinde yer alıyordu. Lübnan Savaşı çıkmadan önce 70'li yılların başında CIA tarafından Washington'da bir avukatın yanında staj yaparken işe alınmıştı. 1976'da Falanjist Milislerin yönetimini ele aldığında derece atladı. CIA, onun gönderdiği raporlara daha fazla para ödemeye başladı. Bu uzun ortaklıkta William Casey, Beşir için 10 milyonluk bir yardım sağladı. Beşir Lübnan'a Bakan olduktan sonra Casey onun adını hemen CIA listesinden sildi. Amaç genç liderin geleceğini mahvetmemekti." (Arabies, Ekim 1988)
Bu olaydan iki yıl önce Mossad, Falanjist Milisleri ile de ilişki kurmuştu.
"Mossad ve Aman (Mossad'ın askeri istihbaratı) 8 yıl süreyle Lübnanlı Hıristiyan Falanjistlerle sağlam bağlantılar kurdu. İlk ilişki 1974'de kuruldu. Lübnanlı Hıristiyan liderler Camille Chamun ve Pierre Cemayel'i Yahudi Devleti'yle ilişkiye geçmeye ikna eden, kendisinin de İsrail'le gizli diplomasisi olan Ürdün Kralı Hüseyin'di. Chamun ve Cemayel'in İsrail Başbakanı Rabin'le uzun görüşmeleri oldu. Cemayel'in küçük oğlu Beşir Cemayel Mossad'ın özel ilgisini çekiyordu. Beşir avukattı ama kanun tanımazlığı ve caniliğiyle meşhurdu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.264-265)
Mossad, Falanjistlere verdiği destekle, "böl-yönet" stratejisi doğrultusunda bir adım daha ilerledi. Bunun sonucunda elde ettiği, Lübnan'da radyo istasyonu kurma hakkıyla da, istihbaratını sağlamlaştırma fırsatını buldu.
"Mossad'ın, 1975-1976 Lübnan iç savaşında Falanjistlerin başarı elde etmesini sağlamasından sonra, Lübnan'da yeni bir istasyon kurmasına izin verildi. Bu istasyona Jounieh Limanı'nda bir radyo alıcısı da dahildi. İsrail aynı zamanda güçlenen FKÖ'yü bastırmak ve kuzey sınırını korumak için kendi Lübnan ordusunu kurdurdu. Bu ordunun adı Güney Lübnan Ordusu'ydu ve yöredeki Hıristiyanlar tarafından idare ediliyordu.
Bu ordunun eğitiminden, araç gerecinden, maddi ihtiyaçlarından ve kıyafetinden İsrail'in askeri istihbarat örgütü Aman sorumluydu. Ayrıca Kuzey Lübnan'dan gelen Falanjistler de İsrail ordusunda Mossad ve Shin Beth tarafından eğitiliyorlardı; özellikle istihbarat ve soruşturma yöntemleri konusunda. Falanjistlerin İsrail'in yardımıyla kurdukları küçük Güvenlik ve İstihbarat Servisinin Başkanı Eli Hobeika'ydı. Hobeika, Aman ve Mossad'ın Falanjistlerle kurduğu ilişkinin kilit adamıydı. Bu ilişki kendisine birçok avantajlar sağlıyordu... Lübnanlı Falanjistler kolaylıkla İsrail'in dostu oldular, çünkü onlar da Müslümanlara düşmandılar. " (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf. 265-266)
Falanjistlerin lideri Beşir Cemayel, yaptığı hizmet karşılığında İsrail'in silahları ve tanklarının desteğiyle Lübnan Başkanlığına getirildi.
"Beşir Cemayel, 1982 Ağustosu'nda İsrail silahlarının gölgesinde Lübnan Devlet Başkanı seçildi." (Kader Üçgeni, Noam Chomsky, sf.225)
"İsrail, Falanjist iş birlikçilerine ve İsrail silahlarının gölgesi altında seçilmiş Falanjist hükümete sempati ile bakmakta ve garezden uzak bir tutum takınmaktadır." (Kader Üçgeni, Noam Chomsky, sf.302)
Falanjistlerin çarpıştığı Dürziler de gerçekte İsrail'in müttefiğiydi. Böylece İsrail, desteklediği bu değişik grupları birbirleriyle savaştırdı. Sonuçta bu küçük Ortadoğu ülkesi kana bulandı, yönetimi ise tamamen İsrail'in eline geçti. Niçin savaşa başladıklarını bile unutmuş etnik gruplar, galibin yalnızca İsrail olduğu bir savaşın figüranları oldular.
"İsrail ordusunda Yahudiler dışında görev yapma hakkına sahip tek cemaat Dürzilerdir. İsrail ve Lübnan Dürzileri birbirlerine çok bağlıdırlar." (Cumhuriyet, 25 Ağustos 1983)
"Dürzilerin büyük bir bölümü İsrail ordusunda görev yapıyorlar. 1948'de kurulmasından beri İsrail'e hep sadık kaldılar. İsrailliler Golan'ı alınca Hıristiyan ve Müslüman tüm Suriyeli halk Damas'a göç etti. Sadece İsraillilerle çok iyi anlaştıkları belli olan Dürziler yerlerinde kaldılar." (Les Murailles d'Israel, Larteguy, sf. 92)
İsrail'in Lübnan'ı Birinci İşgali (1978)
Lübnan'da istediği ortamı hazırlayan İsrail, 14-15 Mart 1978 gecesi tanklar, uçaklar ve deniz kuvvetleriyle desteklediği 25.000 kişilik bir orduyu ülkeye soktu. İsrail Kuvvetleri 19 Mart'ta Litani Nehri'ne kadar ilerlediler. Genelkurmay Başkanı Mordechai Gur, Lübnan'ın güneyinde 6 millik bir güvenlik şeridi oluşturduğunu açıkladı.
İsrailliler bu işgal sayesinde aradıkları su kaynağı olan Litani Nehri'ne de kavuşmuşlardı. İsrail, Lübnan'ın güneyinde güvenlik kuşağının kurulmasında, Saad Haddad komutasındaki Maruni Kuvvetlerini kullanmıştı. 7 Nisan'da BM'in sözde tepkisi nedeniyle geri çekilirken, tampon bölge olarak kullanacağı bu alanı, kuklası Haddad için bir devletçik olarak bıraktı.
"İsrail, 6 millik güvenlik şeridini, burada bulunan Maruni Kuvvetlerini komuta eden Binbaşı Saad Haddad'a terk etti. Saad Haddad, tamamen İsrail taraftarıydı ve bu kuvvetin ihtiyacını İsrail karşılıyordu. Binbaşı Haddad bu bölgede Hür Lübnan'ı ilan edince buradaki BM Barış Gücü daha kuzeydeki bölgelere çekildi. Hür Lübnan'ın toprakları 195 kilometre kare kadardı." (Les Murailles d'Israel, Larteguy, sf.152)
İsrail Yarım Kalan İşini Tamamlıyor:
İkinci İşgal
1982'de İsrail, yarım kalan hareketini tamamlamak için yeni bir işgal girişiminde bulundu. Bu girişim için ileri sürülen bahane, İsrail'in İngiltere elçisinin öldürülmesiydi. Fakat işin ilginç yönü, elçiyi öldürerek işgalin bahanesinin oluşmasını sağlayan kişinin Mossad'ın kiralık adamı Ebu Nidal olmasıydı.
"6 Haziran 1982'de İsrail, Lübnan'a girdi. Niyetinin FKÖ üyelerini Lübnan'ın güneyinden sürüp çıkarmak olduğunu açıkladı. Bu hareketini haklı göstermek için de Londra'daki elçisine karşı üç gün önce bir suikast girişiminde bulunduğunu iddia etti.
"...CIA ve çok geçmeden İngilizler, bu nedenin doğru olmadığını öğrendiler. İsrail elçisine saldıranlar FKÖ'den kopmuş olan Ebu Nidal grubundandılar. Ve bu grup Lübnan'da üstlenmiş olan esas FKÖ'yle de savaş halindeydi. İsrailliler yanlış Filistinlilere saldırıyorlardı. Ama Şaron'a göre bu pek de önemli değildi. Birkaç gün içerisinde İsrail ordusu, Beyrut'un dış mahallelerine ulaştı." (CIA ve Gizli Savaşları, Bob Woodward, sf.143-144)
"Lübnan işgalinin, Londra suikasti ile yahut Galilee (Lübnan sınırındaki İsrail bölgesi) üzerine yönetilmiş hayali bir tehditle hiçbir ilgisi olmadığını anlamak için Lübnan hedefini, 'Büyük İsrail' Siyonist projesinin içinde düşünmek yeterlidir." (Siyonizm Dosyası, Roger Garaudy, sf.168-169)
Dönemin İngiltere Başbakanı Margareth Thatcher ise, İsrail'in Lübnan saldırısı için ileri sürülen ilk neden olan suikast ile ilgili olarak, basına şu açıklamayı yapmıştı:
"Suikastin düzenleyicilerinin üzerinde bulunan öldürülecek kişilerin listesinde FKÖ'nün Londra temsilcisi de var. Bu durum şunu gösterir ki katiller İsrail'in iddia ettiği gibi FKÖ tarafından desteklenen kişiler değiller. İsrail'in Lübnan'a saldırmasının bu olaya karşı bir misilleme olduğunu sanmıyorum. İsrailliler savaşı sürdürmek için olayı bahane saydılar." (International Herald Tribune, 8 Haziran 1982)
Kendisine karşı girişilen saldırıları durdurmak için Lübnan'a girdiğini söyleyen İsrail, 6 Haziran günü 90 bin kişilik ordusuyla üç koldan ilerlemeye başladı.
"Lübnan'ın 1982 yazında işgal edilişinin amacı, katliam ve terör yoluyla tüm Filistinli nüfusun dağıtılmasıydı. 1982'deki işgalden önce Ariel Şaron ile Beşir Cemayel farklı zamanlarda Lübnan'daki Filistinli sayısını beş yüz binden, elli bine indireceklerini açıklamışlardı." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.66)
İsrail Genelkurmay Başkanı Rafael Eitan da, yönettiği 'Oranim Operasyonu'nun amacının, Lübnan içlerine kadar girerek FKÖ'ye darbe vurmak olduğunu açıklamıştı. İsrail'in tek amacının, karşı eylemlerde bulunan FKÖ'yü dağıtmak olmadığı, sivillere karşı giriştiği yok etme hareketiyle belli oldu. Ayn El Helve, Sabra ve Şatilla'daki Filistinlilerin kamplarında dünya tarihinde eşine az rastlanır katliamlar yaşandı. "İşgal, 6 Haziran 1982 Pazar günü sabah saat 5.30'da yoğun hava bombardımanı ile birlikte başladı. İsrailliler Ayn El Helve'yi çeyrek daire düzeni içinde aralıksız bomba yağmuruna tutup kalbura çevirdiler. Önce hedefin bir çeyreklik bölümü ateş altına alınıyor, sonra öteki çeyreğe geçiliyor, gayet sistemli ve amansız bir biçimde bir çeyrek hedeften çıkarken, öteki çeyrek yeniden hedefe giriyordu. Bombardıman bu şekliyle on gün on gece sürdü. Küme bombaları, sarsma bombaları, yüksek ısılı yangın bombaları ve beyaz fosfor bombaları kullanıldı." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.66)
İsrail'in Lübnan'daki bu temizlik hareketinin baş destekçisi Falanjist Militanlarıyla, Filistinli mültecileri öldürerek Sabra ve Şatilla katliamlarını gerçekleştiren Beşir Cemayel'di. İsrail'in kiralık adamı Beşir Cemayel'in, katliamda öldürülenler hakkındaki düşünceleri de İsrail'inkine paraleldi:
"Filistinliler lüzumsuz bir halk... Her gerçek Lübnanlı, bir Filistinli öldürene kadar durulmayacak." (Going All the Way, Jonathan Randal, sf.188)
"Filistin halkının katledilmesi ve dağıtılması İsrail stratejisinin bir parçasıydı. Bir başka parçası ise; İsrail'in, Ortadoğu'nun finans-kapital merkezi olarak yükselmiş olan Lübnan'ı ekonomik bakımdan çökertmesiydi. 1982'deki İsrail işgalinin ilk aylarında 20 bin Filistinli ile Lübnanlı öldü, 25 bini yaralandı, 400 bini de evsiz kaldı." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.71)
"İsrail'in işgali sırasında sadece Beyrut'a atılan bombaların ağırlığı, Hiroşima'yı yerle bir eden atom bombasınınkini kat kat aşıyordu. Okullar, hastaneler özel olarak hedef seçilmişti. Lübnan fabrikalarında üretilmiş bütün demiryolu araçlarıyla, teçhizat ganimet olarak İsrail'e götürüldü. Hatta BM Yardım ve Hayır Servisi mesleki eğitim merkezlerine ait torna tezgahları ile küçük çaplı makinelere kadar herşey yağmalandı. Lübnan'a ait narenciye ve zeytin üretimi tamamen felce uğratıldı. İsrail ihraç mallarıyla rekabet halindeki Lübnan ekonomisi yok edildi. Şeria ve Litani Nehirlerini besleyen akarsular yataklarından saptırıldı ve Güney Lübnan bir İsrail pazarı haline getirildi." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoeman, sf.71)
Başkanlığı öncesinde ABD ve İsrail için casusluk yapan Beşir Cemayel, Begin tarafından desteklenerek Lübnan'da Başkanlık koltuğuna oturtulmuştu. Bu vefa borcunu da, İsrail için Lübnan'daki Filistinlileri katlederek ödemeye çalıştı. Ancak, İsrail kendisiyle yüzde yüz iş birliği yapmayanları pek sevmiyordu; Cemayel'in İsrail'le olan ilişkisinde çıkan bazı pürüzler, hayatına mal oldu. Cemayel'in ölümü İsrail'in Lübnan işgalini yayması için de yeni bir basamak olarak kullanıldı.
"İsrailliler için çok az uyumlu olduğu anlaşılan Beşir Cemayel, İsrail ordusunun izni olmadan yanına gidilemeyecek şekilde korunduğu sırada kendi Genelkurmay Karargahı'nda öldürüldü. Bu cinayet İsrail ordusuna Lübnan işgalini daha da yaygın hale getirilmesi için yeni bir fırsat verdi. İsrailliler güvenlik sağlayacaklarını ve karşılıklı hesaplaşmaya engel olacaklarını söylüyorlardı." (Siyonizm Dosyası, Roger Garaudy, sf.168)
İsrail, yakın zamanda kontrol altında tuttuğu bölgeyi Beyrut'a kadar genişletmek amacıyla Lübnan'daki üçüncü işgal hareketini de gerçekleştirdi. Bu harekette diğerlerindeki gibi mümkün olduğunca çok Arabı yok etmeyi amaçlıyordu. Yazar Livia Rokach, İsrail'in Lübnan üzerindeki hareketlerini, İsrail Başbakanı Moshe Sharett'in günlüğünden yararlanarak hazırladığı eserinde şöyle açıklıyor:
"İsrail'in, Lübnan'da on yıldan fazla süren ve kısa sürede aşağılık bir vahşet halini alan sistematik kitle katliamları eşi görülmemiş boyutlardadır. Bu katliamlar hiçbir şekilde haklı çıkarılamaz. Burada sunulan belgelerle İsrail'in kendini ve Lübnan Hıristiyanlarını FKÖ terörüne karşı koruma bahaneleri daha da gülünç ve utanç verici olmaktadır. Bu bahane Batılı iletişim araçları ve hükümetlerince her zaman desteklenmektedir.
İsrail'in BM Daimi Temsilcisi Yehuda Blum 'Lübnan'daki temel problemler çok önceki yıllara dayanmaktadır. Güney Lübnan'daki durum bu sorunların belirtisi ve yan ürünü olarak görülmelidir.' (The Nation, 15 Eylül 1979) derken, kuşkusuz dünya kamuoyunu küçümsemekte ve kara cahil olduğunu hesaplamaktadır. Temsilci, İsrail'in 'Made in USA' silahlarla, Binbaşı Saad Haddad yönetimindeki İsrail Maruni kuklalarına yaptırdığı kitle katliamını işte böyle nitelendirmektedir." (İsrail Başbakanlarından Moshe Sharett'in Özel Günlüğünden, İsrail'in Kutsal Terörü, Livia Rokach, sf. 89-90)
Suriye'nin Karanlık Bağlantıları
Suriye de, I. Arap-İsrail Savaşı'ndan bu yana, Mossad'ın satın aldığı liderler sayesinde İsrail çıkarlarının gizli destekçilerinden biri haline getirildi.
Suriye'de 1943 ve 1947 seçimlerini kazanan Milli Blok Hükümeti'nin iç ve dış politikaları tamamen İsrail çıkarlarına paraleldi. Sonuçta ekonomik sıkıntılar, rüşvet ve yolsuzluklar nedeniyle ortaya çıkan büyük tepkiler hükümetin istifasına neden oldu. 17 Aralık 1948'de Halid El-Azm tarafından yeni bir kabine kuruldu. Yeni Başbakan 28 Aralık'ta Suriye Parlamentosu'nda yaptığı bir konuşmada "Filistin'in kurtarılmasının esas amaç olduğunu ve Filistin'in taksimiyle kurulacak bir Yahudi Devleti'ni kabul etmeyeceklerini" söyledi.
Yeni kabinenin takındığı bu kararlı tutumdan rahatsız olan İsrail hemen harekete geçti. İsrail'le bağlantılı bir Suriyeli askerin sayesinde düzenlenen ihtilalle bu problem halledildi. Albay Hüsnü Zaim 30 Mart 1949'da yaptığı bir darbe ile iktidarı ele geçirdi.
"Hüsnü Zaim 1949 yılının Mart ayında İsrail'e barış önerisinde bulundu. Zaim, Amerika, Fransa ve hatta İsrail istihbaratından para alıyordu. CIA ajanları düzenlediği devrimde Zaim'e yardımcı oldu. İsrail'in başka Irak ve Mısırlı liderlerle de rüşvet üzerine kurulmuş ilişkileri vardı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.81)
İsrail'in Suriyeli liderlere olan ilgisi Hüsnü Zaim'le sınırlı kalmadı. İsrail, Zaim'den sonra gelen bazı liderleri de desteklemiş, kimi zaman da daha iyi iş birliği yapabileceği kişileri bulmak için ülkedeki muhalefet gruplarına arka çıkmıştır:
"50'li yıllarda İsrail'in Suriye'ye yönelik girişimleri sadece yayılmayı amaçlayan terör planlarıyla sınırlı değildi. 31 Temmuz 1955'te 'İsrail Dış İşleri Bakanlığı Temsilcisi' olan Gidon Raphael, Moshe Sharett'e, Avrupa'da sürgünde bulunan Araplarla yaptığı "ilginç görüşmeler" konusunda bilgi sundu. Görüşmelerden birini Suriye'nin sürgündeki Başbakanı Hüsnü Barazi ile yapmıştı:
'Hüsnü iktidarı yeniden ele geçirmek istiyor ve bunun için her türlü yardımı kabul etmeye hazır... Suriye'nin gelecekte Batı'ya bağlanmasına karşılık ABD'den; bir barış anlaşması karşılığında ise İsrail'den yardım almaya çalışıyor.' Barış İsrail'in ilgilendiği en son şeydi. İsrail'in Hüsnü'ye sunacağı desteğin fiyatı daha değişik olacaktı: "Barazi bu arada bir dizi ricada bulunmuş, gazeteleri ve bir dizi şahsiyeti satın almak ve partilere rüşvet yedirmek için para istemiş… Gidon, Hüsnü'ye bir grup toprak sahibini birleştirip, rejimden kaçanları bölgede yerleştirerek daha büyük bir planla hareket etmesini önermiş. Kendisi de bir büyük toprak sahibi olduğundan bunu kolayca yapabilirdi... Hüsnü dikkatle dinlemiş ve bu fikri harika bulduğunu belirtmiş..."
Moshe Sharett, Araplarla İlişkiler Danışmanı Josh Palmon'dan İsrail'in Suriye'deki hükümet komploları konusunda son bir rapor aldı:
"Edip Çiçekli ile ilişkilerimiz güçlendi. İktidarı ele geçirmesinden sonra yapacağımız ortak eylemlerin ana hatları tespit edildi. ABD'nin ilgisini bu konuya çekmek için bazı girişimlerde bulunmayı kararlaştırdık." (İsrail Başbakanlarından Moshe Sharett'in Özel Günlüğünden... İsrail'in Kutsal Terörü, Livia Rokach, sf.42)
Baas Partisi'nin İlginç Kökeni
Mısır'ın mason lideri Nasır'ın ırkçı Pan-Arabist görüşü kısa zamanda Suriye'de de kendini gösterdi. Bu görüş, Suriye siyasi hayatına Arap Baas Sosyalist Partisi'yle girdi ve etkisini günümüze kadar sürdürdü. Daha sonra Irak'ta da faaliyete geçen Arap Baas Sosyalist Partisi'nin vatanı Suriye idi.
"Annesi Yahudi, babası Fransız olan Mişel Eflak ve Salah El-Bitar 1943 senesinde Şam'da Arap Diriliş Partisi'ni kurdular." (Yeni Rehber Ansiklopedisi, C.3, sf. 108)
"Baas denildiğinde akla iki isim gelir: Mişel Eflak ve Salah El-Bitar. Parti'nin bütün felsefesi ve tüm görüşleri bu ikisinin özellikle de Eflak'ın eseridir. İlginç olan, Parti'yi ırkçılığa varan koyu bir Arap milliyetçiliğine göre şekillendiren Eflak'ın Yahudi asıllı olmasıydı." (Irak Dosyası, M. İmamzade, sf. 76)
Baas'ın 1947 yılında yapılan ilk kongresinde, Parti'nin ideolojisini belirleyen programı ve tüzüğü kabul edildi. Eflak, Hitler'in nasyonal sosyalizminden ilham almış olduğu faşist fikirlerini, Parti'nin resmi ideolojisi olarak belirledi. Nedense Yahudi kökenli Eflak, kraldan çok kralcı kesilmiş, Arap ırkçılığının en ateşli savunucusu haline gelmişti.
"Suriye'deki faaliyetleriyle etkinleşmeye çalışan Eflak, bir süre sonra İsrail adına casusluk yaptığı için idama mahkum edildi. Bunun üzerine Irak'a kaçan Eflak, fikirlerini buradan yaymaya çalıştı." (Irak Dosyası, M. İmamzade, sf.86)
Baas Partisi, Arap Birliği'nin propagandasını yapmasına karşın, hiçbir zaman bunu sağlayacak fiili bir çaba sarf etmemiştir. Mısır ve Suriye'nin birleşerek oluşturduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti'ni desteklemiş, daha sonra buna karşı çıkmıştır. Parti ileri gelenleri hazırladıkları bildirgeyle, Arap Birliği'nin dağılmasının kaçınılmaz olduğunu açıklamışlardır.
Mişel Eflak, nüfusunun %70'i Sünni Müslüman olan Suriye'de, halkın sempatisini kazanmak için fikirlerinde dine de yer verdi. Fakat bu din anlayışı, İslam'ın ruhundan oldukça uzaktı.
Hafız Esad'ın Bulanık Görünümü...
Suriye konusunda incelenmesi gereken en önemli isim hiç kuşkusuz Hafız Esad'dır. 1971-2000 yılları arasında Suriye'nin başında bulunan bu diktatör, Ortadoğu'daki Nasır, Sedat gibi pek çok "meslektaşı" ile benzer bir yapıya sahipti.
"İsrailli bir politikacı bize şöyle demişti: İsrail Şam'da bir Sedat'a sahip olmak istiyor." (İsrail Başbakanlarından Moshe Sharett'in Özel Günlüğünden.. İsrail'in Kutsal Terörü, Livia Rokach, sf. 89)
Suriye liderinin İsrail'le iş birliği yapması aslında yeni bir olay değildi. Esad, görünüşte son derece radikal ve uzlaşmaz bir üslupla hedef aldığı İsrail'le uzun zamandır gizlice görüşüyordu. Hafız bu gizli görüşmelerin gerçekleşmesinde ise, kendisinden sonra gelecek adam olarak yetiştirdiği kardeşi Rıfat Esad'ı kullanıyordu.
"Ocak 1982'de Ariel Şaron ve yardımcısı Tamir, Cenevre'de Suriye'li General Rıfat Esad ile gizlice buluştu. Bu, imkansız diye bir şeyin olmadığının delilidir. İsrail ve Suriye'nin ortak planı, Lübnan'ı parçalamak ve FKÖ'yü güçsüz kılmaktı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.264)
Suriye ile anlaşan İsrail, işgal için Lübnan'a girmişti. Esad'ın ülkesindeki Sünni Müslümanlara karşı sindirme hareketinin de Cenevre'de gizli toplantının hemen ardından gerçekleşmesi, bu toplantının başka bir ilginç yönüdür.
Bu da Siyonistlerin Ortadoğu planının bir parçasıydı.
"Mossad'ın Başkanlarından Reuve Shiloah, İsrail ajanları, Arap liderleri ve politikacıları üzerinde ne kadar başarılı olsalar da, bunun Arap halkının İsrail Devleti'ne olan kinini azaltmayacağını fark etmişti. Fakat, Suriye Alevileri, Irak Kürtleri, Sudan'daki etnik gruplar gibi Müslümanlara karşıt olan her azınlık, İsrail'in dostuydu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.81)
Rıfat Esad'ın komutasında Hama ve Humus'ta Sünni Müslümanlara karşı yapılan katliamda ise İsrail'in kullandığı terör metodları kullanıldı.
"Suriye'deki sosyalist düzen, dostu ve hocası Menahem Begin'den öğrendiği bir çeşit terör yolu icat etti. Bu, evlerin mahremiyetine tecavüz etmek, kadın ve kızların kaçırılması, mal ve mülklerin sahiplerinin elinden alınması, karılarının ve çocuklarının gözleri önünde aile reislerinin parçalanması gibi cinayetlerdir." (Hürriyet, 15 Kasım 1984)
"Suriye rejimi, evleri Yahudi metodlarıyla kundaklamaya devam ederken, mücahitlerin bulundukları bölgeleri daraltmaktan geri kalmıyordu. Suçsuz vatandaşlardan olayların öcünü almayı aşırı boyutlara vardırırken, toplu kıyım cinayetlerine de ara verilmiyordu. Bu yapılanlara dayanamayan bazı askerler ise vatandaşların saflarına katılıyorlardı." (Alman DPA Ajans'ından Hürriyet, 12 Şubat 1984)
Esad rejiminin 1982 Şubatı'nda düzenlediği bu operasyon katliamdan başka birşey değildi. Aslında yapılan bu hareket yeni bir olay da değildi. Bundan iki yıl önce de Suriye'nin Halep, Hama, Humus gibi büyük şehirlerinde evler kuşatılarak taranmış ve sayısız yerde toplu katliamlar yapılmıştı. Suriye'de acımasızlığı ve caniliğiyle tanınan Rıfat Esad, yaptığı katliam sırasında şöyle diyordu:
"Napalm bombalarıyla vurun! İçinden ateş çıkmayan tek ev görmek istemiyorum." (Cumhuriyet, 6 Mart 1982)
Hama katliamlarından sonra Rıfat Esad yıkılmış şehrin üzerinde helikopterle dolaşırken "En az beş yıl için başarılı bir nüfus kontrolü yaptık." demişti. (Hürriyet, 13 Kasım 1984)
İsrail'in Ortadoğu'daki Eski Müttefiği:
Şah Pehlevi
Bölgede yayılmacı bir politika izleyen İsrail, hedefine ulaşabilmek için çevresinde kendisine yardımcı olacak pek çok Arap lider bulmuştu. Fakat bunların yanı sıra, Ortadoğu'da şüphesiz büyük etkiye sahip olan İran da, İsrail'in kontrolü altına alınmalıydı. Bu kontrol imkanını İsrail'e İran Şah'ı sağladı. Şah'ın iktidarı boyunca İran, İsrail'in bölgedeki güvenilir bir müttefiği oldu. 1941'de ülkesinin başına geçen Şah Muhammed Rıza Pehlevi İsrail'in klasik kiralık dostlarından biriydi:
"Amerikan Senatosu'nun çok saygı gören bir üyesi Jacob Javits, Şah rejimine silah satışını Şah'ın İsrail'e olan bağlılığından dolayı destekledi. Şah'ın İran'ı, az rastlanır bir İsrail müttefiğiydi. Amerikan senatörleri ve Kongre üyeleriyle pek çok önde gelen basın üyeleri İsrail'e olan sadakatinden dolayı Şah rejimini desteklemiştir." (The Eagle And The Lion, The Tragedy of American-Iranian Relations, James A. Bill, sf. 365-367)
İsrail'in, Pehlevi liderliğindeki İran ile olan ilişkileri kısa zamanda büyük bir iş birliğine dönüşmüş ve bu ilişkiler Şah devrilene kadar uyum içinde devam etmişti.
"Pehlevi-İsrail ilişkisi politika, ekonomi, askeri iş birliği, istihbarat ve İsrail'e petrol sağlanması konularında büyük bir gelişme gösterdi. Bütün üst dereceli İsrailli liderler Tahran'ı ziyaret ettiler. Bu şahıslar Ben Gurion, Moshe Dayan, Golda Meir, Abba Eban, İzak Rabin ve Yigael Allon'du. İran askeri liderleri de İsrail'in savunmasını sağlayan çevrelerle görüşmek üzere İsrail'e gittiler." (The Eagle And The Lion, The Tragedy of American-Iranian Relations, James A. Bill, sf.430)
Şah'ın başa geçmesiyle, İsrail'le İran arasındaki yakın ilişkiler, iki ülkenin gizli servisleri arasında da kuruldu:
"Şah'ın Savak'ıyla Mossad'ın arası oldukça iyiydi. Mossad ve Savak 1950'lerden beri iş birliği içindeydi." (Israel, The Hijack State, John Ross, sf.19)
Mossad birkaç yıl sonra İran ile ilişkiyi doğrudan sağlamak için adamlarından Nimrodi'yi görevlendirdi.
"İsrailli Yaakov Nimrodi, 1956'da Mossad ve Aman için çalışmak üzere Tahran'a gönderildi. İran'a 250 milyon dolar tutarındaki İsrail savunma araçlarını sattı. Yıllar sonra da İsrail'de gizlice eğitilen İran askerleri İran ordusunda görevlerine devam ettiler. Nimrodi ayrıca İran askeri istihbarat gruplarını yetiştirmek için de ülkesinden kredi aldı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.327)
İran Şahı, İsrail'in Araplara karşı başlattığı düşmanlığı desteklemiş ve Arap-İsrail Savaşlarında İsrail'in yanında yer almıştı. Özellikle İsrail'in Irak üzerindeki planlarının gerçekleşmesi için çalışmıştı. Şah, Irak'tan İsrail'e göçen Yahudileri taşımak için kendi uçaklarını tahsis etmiş, Irak'ın parçalanması için buradaki Kürtlere Yahudi yardımının ulaşmasını sağlamıştı.
"İran Şahı, İsrail'in Araplarla olan savaşına saygı duydu ve Iraklı Yahudiler için Tahran'dan Tel-Aviv'e uçak seferleri düzenledi. İsrail'in İran'la ilişkisinde temel amaç, İran hükümetinde İsrail taraftarı bir izlenim yaratmaktı. Mossad ve Shin Beth, İran askerlerinin ve Savak ajanlarının eğitilmesini sağlıyordu. Savak'ın adamları sık sık İsrail'e gider ve Irak Kürt devrimcilerine yapılan yardımın transferine yardımcı olurlardı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.82)
Mossad, Savak için eğittiği ajanları "pis işlerinde" de kullanırdı. İsrail gizli servisinin eğitiminden geçen Savak, İran'da istihbarat toplamak için kullandığı zalim metodlarla ünlenmişti.
"CIA görevlileri, İsrail'in işkence, zorla itiraf işlerini Savak'a yaptırdığını söylüyorlardı." (The Eagle and The Lion, James A. Bill, sf. 403)
Şah'ın kendisi de, doğrudan Mossad ve CIA ile bağlantı içindeydi. Şah tahtından indirildikten sonra da bu bağlantı devam etti.
"O zamanlar ABD'nin İran'da askeri operasyonları da vardı. Buna ek olarak Şah'ın tahtına geri dönmesine yardım edilecekti. CIA, İran gizli servisi Savak'ı desteklemek için gizli fonlar kullanıyordu. Bu Şah'ın politik yaşamına devam etmesi için gerekliydi." (Ropes of Sand, Wilbur C. Ereland, sf.87)
Şah ABD'yle üst düzeyde ilişki kurmuştu. Yaklaşık 40 yıl boyunca İran'daki Pehlevi Rejimi, ABD'nin politik ve ekonomik çevresiyle düzenli, dikkatli ve profesyonel bir ilişki kurdu. Bu güçlü ilişkiler, seneler boyunca ABD'nin resmi ve sivil üst kademeleriyle devam ettirildi. Şah Rıza Pehlevi'nin ABD'de kurduğu ve Pehlevi Lobisi olarak anılan bu çevrenin Siyonistlerden ya da "İsrail dostları"ndan oluşması da olayın ilginç yönlerinden biriydi:
"Pehlevi lobisindekilerin ortak özelliği İsrail'e olan aktif bağlılıklarıdır. Bu lobinin Şah'a olan bağlılığının sebebi ise Pehlevi'nin İsrail'le olan yakın ilişkisiydi." (The Eagle and the Lion, James A. Bill, sf.377)
"Pehlevilerin ilişkileri New York ve Washington'daki ekonomik ve politik çıkarlar üzerine kurulmuştu. Buradaki ilişki Pehlevi'yi ABD'deki en güçlü mali ve politik merkeze bağladı. Bu ilişki Rockefeller ailesini ve Rockefeller'ların Henry Kissinger gibi danışmanlarını da içermekteydi. Geçen yıllar boyunca Nelson Rockefeller, İran Şahı'nın ABD'deki mevkisini artırdı. Bunun karşılığında Şah, Rockefeller ve Pehleviler arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırdı." (The Eagle and the Lion, James A. Bill, sf.319)
İsrail'in politik olarak resmen ilişki kuramadığı ülkelerle temas kurmak için kullandığı David Rockefeller, İran'la mali yönden de ilgilendi. Rockefeller'ların İran'daki diğer ortağı ise hem danışmanları hem de sırdaşları olan başka bir Yahudiydi: Henry Kissinger. Bir Rockefeller yatırımı olan Chase Manhattan Bank (CMB) İran'da birçok işe girişmiş, bu sayede Yahudi sermayesinin İran'ı ekonomik olarak da ele geçirmesini sağlamıştı.
"Rockefeller-Kissinger Grup, Şah'ın politik ve ekonomik danışmanlarını kapsayan grupla da yakın ilişkiye girmişti. Nelson Rockefeller tarafından kurulan IBEC (Uluslararası Temel Endüstri Ortaklığı) İran'daki inşaat sektöründe uzun yıllar görev almıştır. CMB %35'lik bir payla İran International Bank'ı kurdu... Şah, ülkenin bütün büyük yatırımlarının gelirlerinin tümünü CMB'ye yatırmıştı. Ayrıca petrol alım-satımı için gerekli kredi işlerinin de CMB tarafından yapılmasını emretmişti." (The Eagle and the Lion, James A. Bill, sf. 319)
Şah öldükten sonra ABD, İran milli varlığını bloke edince Şah'ın buradaki serveti de yine Yahudi şirketlerine kaldı.
Şah'ın başka hizmetleri de vardı:
"Rıza Pehlevi masonluğa karşı olgun bir ilgi göstermiştir. Şah Rıza Pehlevi masonluğa karşı ilgisini göstermek için, İran'daki düzenli localar için bir ferman da yayınlamıştır. Bu hareketin masonluğun İran'da yayılmasında büyük bir etkisi olmuştur." (Türk Mason Dergisi, sayı 57, sf. 3024)
İsrail'in,1982'de Parçalanmasını Planladığı Ülke:
Irak
Irak'ın İsrail'le yaptığı ilk iş birliği, Yahudi Devleti'nin kurulmasının hemen ardından gerçekleşti. İsrail gizli servisleri, nüfus artırma politikası doğrultusunda, dünyanın çeşitli bölgelerinde kiralık liderler yoluyla sahte Yahudi aleyhtarı provokasyonlar düzenliyordu. İçinde önemli sayıda Yahudi nüfusu bulunan Irak da, bu politikanın uygulandığı önemli sahalardan biri oldu.
Mossad'ın İsrail dışındaki Yahudileri İsrail'e göç ettirmekle görevli kolu Aliyah Beth, Iraklı liderleri kullanarak bir göç operasyonu düzenledi.
"Aliyah Beth ajanları liderlerle direkt ilişkiye geçerlerdi. Bunun örneği sadece Irak Başbakanı değildi. Macar politikacılar, İran Şahı ve Ürdün Kralı Abdullah da bunlardandı." (Every Spy A Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.36)
Mossad bağlantılı Irak Başbakanı, yalnızca göstermelik Yahudi aleyhtarı propagandasıyla göçü teşvik etmekle kalmıyor, göç eden Yahudilerin ulaşım sorununu da kendi uçak şirketi ile çözüyordu. Tevfik El-Savidi'den sonra gelen Başbakan Nuri As-Said de İsrail'e çalışıyordu:
"Aliyah Beth Enstitüsü 'Sihirli Halı' operasyonu adı altında bir operasyon düzenledi. Near East Air Transport Corporation'ın İsrail hükümetiyle gizli bağları vardı. 1942 ve 1949'da bu şirket Yemen ve Adenli 50 bin Yahudiyi gizlice İsrail'e taşıdı. Irak'ta süren bütün antisemitik propagandaya rağmen 1950 Martı'nda meclisten çıkan yasayla isteyen bütün Iraklı Yahudilerin, Irak'ı terk edip İsrail'e gidebileceği açıklandı. Tek şart, Irak vatandaşlığından vazgeçmeleriydi. Bu sürpriz açıklamanın altında, Yahudilerin Irak Başbakanı Tefik el Savidi'ye İsrail ajanları tarafından verilen rüşvetler yatıyordu. Tevfik el-Savidi aynı zamanda Irak Tur'un Başkanıydı ve bu tur şirketi, Near East Air Transport'un bir acentasıydı. Başbakan yalnız değildi. Daha sonra Başbakan olan Nuri as-Said'e de İsrailli ajanlar tarafından para verilmişti" (Every Spy A Prince, Dan Raviv-Yossi Melman, sf.36)
Bu dönemin ardından gelen Irak liderleri içinde İsrail için en iyi çalışanlardan birisi de, Saddam Hüseyin oldu. 1979'da Şark-ül Kebir Mason Locasının direktifleri ve Mossad'dan aldığı destekle İran'a saldırdı. Bu saldırıda amaç, parçalanması planlanan İran'dan petrol bölgesi Kuzistan'ı koparmaktı.
"İran'ın parçalanması, petrol üretim bölgelerinin işgal yoluyla bu ülkeden koparılmasıyla gerçekleşebilirdi. Mossad, Irak'taki rejimi bu istila konusunda cesaretlendirmişti." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.106)
İsrail, operasyonun İran'daki Kuzistan'da yaşayan Arapların Irak'ı desteklemesi ile başarıya ulaşacağını düşünmüştü. Ancak bu sefer hesap tutmadı, bölgedeki Araplar İran'dan yana hareket ettiler ve İran'ın galibiyeti gündeme geldi. Bunun üzerine olayın kontrolden çıkmaması için yeni bir plan yapıldı.
"Irak'ın saldırısı geri tepti. Arap azınlık bunu kendisine yönelik bir saldırı olarak gördü. İsrail'in politikası şimdi her iki tarafı birden silahlandırıp savaşı elden geldiğince uzatmak, böylece İran'ın zaferini engellemekti" (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralp Schoenman, sf.106)
Bu yeni plana, Ortadoğu'da İsrail kontrolündeki Arap yönetimleri doğal olarak büyük destek verdi: "S. Arabistan Krallığı İran'a karşı bir silah ambargosu oluşturup Irak'a büyük miktarda silah yardımı yaptı. Mısır ile Ürdün de Irak'ı desteklediler." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralp Schoenman, sf.107)
Saddam Hüseyin, İran'la yaptığı bu savaşta Yahudi silah tüccarlarına büyük karlar sağladı. Irak, savaş boyunca Yahudi silah şirketlerinden 80 milyar dolarlık silah satın almış ve 50 yıllık petrolünü 9 yılda harcamıştı. Irak'ın silahlanması İran'la yaptığı savaştan sonra da tüm hızıyla devam etti. Saddam silahlarını işgal için Kuveyt'e yöneltti. Bu da komşularına göre oldukça güçlü olan Irak ordusu için zor olmadı. İşin ilginç yanı, İsrail tarafından tehlikeli derecede büyük bir silahlı gücü olduğu sık sık vurgulanan Irak'a silah satanların yine aynı çevreler olmasıydı.
Ne ilginç ki, Irak'a askeri müdahalenin yapıldığı dönemde dahi, İsrail ile yakın ilişkileri olan bir silah tüccarı başrolü oynuyordu: Gerald Bull. Bull'un tasarladığı ve 'cehennem topu' olarak da bilinen süper topun parçaları her nasılsa, değişik ülkelerden Irak'a doğru giderken birden ortaya çıkarıldı:
"Bilim adamı Gerald Bull'un Baltimore'da, Space Research Co. adında bir şirketi vardı. Bu şirket bilgisayar ve bilgisayar programları için ihracat izinleri alıyordu. Bunlar sonuçta birleşerek Bağdat'ta bulunan 'Süper Silah'ı oluşturdu. Daha önce de denenmiş olan silahta, nükleer, kimyasal ve biyolojik savaş başlıkları da kullanılabiliyordu.
İngiliz gümrüğünde Nisan 1990'da Middlesborough Limanı'nda sekiz parçadan biri yakalandı. BM ambargosu delinerek, Irak'a Kuveyt'i işgal etmeden kısa süre önce silah ve teknoloji gönderildi. Irak'a gizlice finansal yardım da yapıldı." (Spotlight, 15 Şubat 1993)
İsrail'in Ortadoğu'daki Son Politikası
"1982'de, Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı Enformasyon Dairesi'nin yayın Organı Kivunim'de önemli bir belge yayınlandı. Oded Yinon eski bir Dış İşleri görevlisi olarak bu yazısında, İsrail'de gerek ordu, gerekse haber alma örgütünün üst kademelerine egemen olan düşünce yapısını sergilemektedir. '1980'lerde İsrail için strateji' başlıklı yazı Arap devletlerinin parçalanması halinde, İsrail'in bölgede yayılmacı güç olarak sivrilmesinin zamanlaması konusunda bir programı içeriyor." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf. 103)
Söz konusu planda hangi ülkelerin, hangi bölgelere ayrılacağı ve bu bölme işinde hangi unsurlardan yararlanılacağı ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
"Lübnan zaten fiilen var olan beş bölgeye bölünecektir. Bu bölgeler, bir Maruni-Hıristiyan bölgeyi, bir Müslüman bölgesini, bir Dürzi bölgesini ve bir Şii bölgesiyle Haddad'ın milisleri aracılığıyla İsrail'in denetimi altındaki bölgeyi içerecektir. Daha sonra sıra, Suriye ve Irak'ın etnik ve mezhebi temeller üzerine bölünmesine gelecektir. Suriye'nin, kıyısında bir Alevi Devleti, Halep bölgesinde bir Sünni Devleti, Şam'da bir başka Sünni Devleti ve Golan, Hauran ve Kuzey Ürdün'de bir Dürzi Devleti'ne bölünmesi öngörülüyor. Projede, Irak'ın da Basra çevresinde güneyde bir Şii Devleti, kuzeyde Musul çevresinde bir Kürt bölgesi, ortada Bağdat çevresinde bir Sünni Devleti olarak üçe bölünmesi hedefleniyor." (Dünya Siyonist Örgütü'nün yayın organı Kivunim, Oded Yinon, Şubat 1982, sayı 14)
İsrail, Camp David Anlaşmasından sonra "Kutsal Topraklar" üzerinde yine aynı planı uygulamaya koydu. Böl-parçala-yönet olarak özetlenebilecek olan bu plan, bölge ülkelerindeki etnik ve dini azınlıkları kullanarak, öncelikle Ortadoğu'nun parçalanmasını amaçlamaktadır. Planın sağlıklı bir biçimde yürüyebilmesi için ilk olarak, Mossad'ın desteği ile bölge devletlerinin başına, genellikle azınlıklardan, birer İsrail kuklası lider geçirilmiştir. Suriye'de Hafız Esad, Irak'ta Saddam Hüseyin gibi. Parçalanma sonucu ortaya çıkan küçük devletler zayıf ve yıpranmış olacaktır. ABD'nin aracılığıyla devamlı kontrol altında tutulacak olan bu küçük devletçikler, planın son aşamasında İsrail tarafından rahatlıkla yutulabilecektir. Duruma bakılacak olursa, planın temellerinin çok daha önceleri, henüz bölgedeki ülkelerin sınırları çizilirken atıldığı görülebilir.
"Müslüman Arap alemi, buralarda yaşayan insanların dilek ve arzuları hiç dikkate alınmadan yabancılar tarafından biraraya getirilmiş iskambil kağıtlarından yapılma geçici bir ev gibidir. Keyfi olarak on dokuz devlete bölünmüşlerdir. Her biri birbirine düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşturulmuştur. Dolayısıyla bugün her Müslüman Arap devleti içten, etnik, toplumsal çöküntü tehditi altındadır. Bazılarında ise iç savaş kaynaşması başlamıştır bile." (The Zionist Plan For the Middle East 1982, Israel Shahak, sf.5)
Ortadoğu'daki her devletin içine biraraya toplanmış azınlıklar, yaşadıkları ülkede huzursuzluk kaynağı olmaktadır. İsrail, azınlıkların sebep olduğu bu çatışmalarda rahatlıkla taraftarlar bulup, kendi çıkarları doğrultusunda öteki topluluklardan hak talep edebilecektir. Ortadoğu'daki azınlıkların dağılımına bakılacak olursa, İsrail'in bu planı gerçekleştirmekte fazla zorlanmayacağı kolaylıkla görülebilir. Irak'ta Şii çoğunluk, Sünni azınlık tarafından, Lübnan'da Müslüman çoğunluk, Hıristiyan olan Maruni azınlık tarafından, Filistin'de Müslüman çoğunluk, Yahudi azınlık tarafından yönetilmektedir.
Din ahlakının çoğu zaman göz ardı edildiği yerlerde yönetim soya dayalı azınlıklara tesis edilmiştir. Etnik ayrımlar, öne çıkarılarak bu planda kullanılacaktır. İran' da etnik azınlık olarak; Araplar, Beluciler, Türkmenler ve ülkenin üçte birini oluşturan Azeri Türkler. Irak'ta Kürtler, Türkmenler ve Şiiler; Mısır'da Koptlar, Cezayir'de Berberiler, Sudan'ın güneyinde siyahlar ve Hıristiyanlar, Lübnan'da Maruni Hıristiyanlar, Dürziler, Sünniler, Şiiler. Bu özelliklerden yola çıkan İsrail kurmayları, tek tek Ortadoğu'daki her ülkenin bölünmesi için, kimi uzun kimi de kısa vadeli planlar yapmışlardır.
Lübnan'ın Bölünmesi
Lübnan'ın bölünmesi fikri 1919'da ortaya atılmış, 1936'da planlanmış, 1954'te fiilen başlatılmış, 1982'de tam anlamıyla gerçekleştirilmiştir.
"Lübnan'ın beş bölgeye bölünmesi, Mısır, Suriye, Irak ve Arap Yarımadası dahil bütün Arap alemi için işarettir ve o yolda da ilerlenmektedir. Sonradan Suriye ve Irak'ın da Lübnan'da olduğu gibi etnik ve dini bakımdan ayrı ayrı bölgelere bölünmesi İsrail'in, uzun vadede Doğu cephesindeki birinci hedefidir. Kısa vadedeki hedefi ise bu devletlerin askeri gücünün dağılmasıdır." (The Zionist Plan for the Middle East, Israel Shahak, sf.9)
Suriye'nin Parçalanması
"Suriye, etnik ve dini yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan'da olduğu gibi çeşitli devletlere ayrılacaktır. Böylece kıyıda bir Şii Alevi Devleti, Halep bölgesinde Sünni Devleti, Şam'da buna düşman başka bir Sünni Devleti ve Havran, Kuzey Ürdün ve belki bizim Golan'da bir Dürzi Devleti. Böyle bir devlet uzun vadede bölgede barış ve güvenliğin garantisi olacaktır ve bu hedef bugün artık erişebileceğimiz kadar yakındır." (The Zionist Plan for the Middle East, Israel Shahak, sf.9)
"Siyonist" yazarın "barış ve güvenlik garantisi" olarak tanımladığı Suriye'nin parçalanmasının, İsrail'in işgal politikasına yarayacak bir gelişme olduğu açık. Bu planda her Arap devletinin nasıl parçalanacağı inceden inceye hesaplanmıştır. Suriye'nin bölünmesinde de kullanılacak unsurlar yine azınlıklardır. Bugün Suriye ordusunun büyük bölümü Sünni olmakla beraber, başlarında Alevi subaylar da vardır. Bunun uzun vadedeki önemi büyüktür ve bunun için ordunun rejime sadakati kısa ömürlü olmaktadır.
"İktidardaki güçlü askeri rejim dışında Suriye'nin, temelde Lübnan'dan hiçbir farkı yoktur. Bugün Suriye'de Sünni çoğunluk ile iktidardaki Alevi azınlık (nüfusun yalnızca %12'si) arasında sürmekte olan iç savaş, ülkedeki sorunun dev boyutlarını gözler önüne sermektedir." (The Zionist Plan for the Middle East, Israel Shahak, sf.4)
Ortadoğu'da Lübnan'dan Sonra Parçalanan
İkinci Ülke: Irak
"Irak bir yandan petrol bakımından zengin, öte yandan da içte bölük pörçük bir ülke olarak, İsrail için sağlam bir hedef olmaya adaydır. Irak'ın bölünmesi bizim için Suriye'nin bölünmesinden çok daha önemlidir." (The Zionist Plan For the Middle East, Israel Shahak, sf.97)
Ortadoğu'daki en büyük silahlı kuvvet olan Irak'ın gücü, Körfez Savaşı sayesinde eritilirken, ülkedeki Sünni, Şii ve Kürt grupların ülkeyi bölmesi sağlanmıştır.
"Irak, çoğunluğun Şii, yönetici azınlığın ise Sünni olmasına karşın özde komşularından farklı olmayan bir ülkedir. Nüfusun %65'nin iktidara hiçbir siyasi katılımı yoktur. İktidar, %20'lik bir seçkin tabakanın elindedir. Ayrıca, kuzeyde büyük bir Kürt azınlık vardır. İktidardaki rejimin elinden, ordu ve petrol gelirleri alındığında Irak'ın gelecekteki durumu, Lübnan'ın geçmişteki durumundan farklı olmayacaktır." (The Zionist Plan For the Middle East, Israel Shahak, sf.4)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İsrail Dış İşleri Bakanlığı'nda üst düzey görevlisi olan Oded Yinon, 1982'de, Dünya Siyonist Örgütü'nün Kivunim adlı yayın organında yazdığı "İsrail için strateji" adlı yazıda Irak'ın 3'e bölünmesi planı şöyle açıklanıyordu.
"Irak etnik ve mezhebi temeller üzerine bölünecek; kuzeyde bir Kürt Devleti; ortada bir Sünni ve güneyde Şii Devleti."
Bu hedef, Körfez Savaşı'nın ardından gelen gelişmelerle büyük ölçüde gerçekleşti. Bölgede İsrail'in ileri karakolu olan Çekiç Güç, bu parçalanmanın mimarlarından oldu.
Ortadoğu'nun kiralık lideri Saddam Hüseyin, Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti kurulması konusunda son perdeyi açtı:
"Saddam Hüseyin'in yıllarca sindirip asimile etmeye çalıştığı Kürtlere bir anda bağımsızlık yolunu açması, Irak liderinin Kürtler üzerinde değişik planlar yaptığı yorumuna yol açtı. Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı Celal Talabani, Saddam'ın ülkenin kuzeyinde otonomi ilan eden Kürt ulusuna bağımsızlık hakkı tanıdığını ve bağımsız Kürt Devleti'ni ilk olarak kendisinin tanıyacağını açıkladığını bildirdi. Uzmanlar, Saddam'ın, Türkiye ve İran'daki Kürtleri de bağımsızlığa özendirmek isteyebileceğini ve böylece bu iki ülkede kargaşalıklara yol açma amacında olabileceğini belirttiler." (Sabah, 10 Mart 1993)
İsrail'in Mısır'daki Hedefi, Nil'e Ulaşmak...
"Bugünkü iç siyasal görünümüyle Mısır tam bir ölüdür; hele hele, Müslüman ve Hıristiyan alemleri arasındaki gitgide derinleşen uçurumu da göz önüne alırsak, bu daha da doğrudur. Mısır'ı farklı coğrafi bölgelere ayırmak, İsrail'in 1980'lerde batı cephesinde güttüğü başlıca siyasi hedefidir." (Kivunim, Oded Yinon, Şubat 1982, sayı 14)
Sedat'ın Mısır'ı yeniden Faruk dönemindeki "yeni sömürge" konumuna döndürmesine karşılık, Sina Yarımadası ödül olarak bu ülkeye geri verilmişti. Ne var ki, İsrail'in gözünde bu pek de kalıcı bir durum değil: "İsrail uzun vadede, ekonomik açıdan olsun, enerji rezervi olarak olsun, stratejik öneme sahip olan Sina üzerinde denetimi yeniden sağlamak için doğrudan veya dolaylı harekete geçmek zorunda kalacaktır. Mısır içteki sorunları nedeniyle askeri stratejik bir sorun yaratmamaktadır. Dolayısıyla, 1967 Savaşı sonrasındaki yerine itilebilir." (Kivunim, Oded Yinon, Şubat 1982, sayı 14)
Yinon, yazısının devamında Mısır'ın nasıl bölüneceğini anlatırken, bu olayın gerçekleşmesinin Kuzey Afrika'da bir domino etkisi yaratacağını belirtiyor:
"Mısır birden çok iktidar odağına bölünmüştür. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler de bugünkü biçimleriyle varlıklarını sürdürmeyip Mısır'ı izleyeceklerdir. Yukarı Mısır'da, çok sınırlı güce sahip ve merkezi hükümetten yoksun birtakım zayıf devletlerin yanıbaşında kurulacak bir Hıristiyan Kopt Devleti tasarısı, ancak barış anlaşması ile ertelenebilen, fakat uzun vadede kaçınılmaz görünen bir tarihsel gelişmenin anahtarıdır. Bugün Müslüman Arap dünyasındaki en parçalanmış devlet olan Sudan, birbirine düşman dört gruptan oluşur: Arap olmayan Afrikalılar, putperestler, Hıristiyanlar ve bunların oluşturduğu çoğunluk üzerinde azınlık egemenliği kurmuş olan Sünni Müslüman Araplar. Öte yandan Mısır'da, ülke genelinde çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanlara karşılık, Yukarı Mısır'da güçlü olan yedi milyonluk Hıristiyan azınlık bulunmaktadır. Bunların hepsi kendi devletlerini kurmak isteyeceklerdir ve bununla da Mısır ikinci bir Hıristiyan Lübnan gibi olacaktır."
Bu arada, İsrail'in Mısır üzerindeki hesaplarının bir bölümü de Etiyopya'daki Nil'in suyunu kesecek olan baraj projesiyle sürüyor.
İsrail İçin Kısa Vadeli Bir Hedef:
Ürdün
İsrail, bugün kontrol altında tuttuğu Ürdün'ü kısa zamanda parçalayabileceğini düşünüyor. Zamanı geldiğinde Ürdün'ü ele geçirmek için, ülkede azımsanmayacak bir nüfusa sahip Filistinlileri kullanmayı hesaplıyor. İsrail'e göre Filistinliler, ülkedeki siyasi otoriteye karşı ayaklandırılacak, hatta iktidara geçirilecekler. Bu sırada İsrail devreye girecek ve klasik metodlarıyla Ürdün'ü topraklarına katacak:
"Ürdün, uzun vadede değil ama, kısa vadede yakın bir stratejik hedeftir. Ürdün'ün bugünkü yapısıyla uzun süre var olabilmesi mümkün değildir ve İsrail'in politikası da, savaşta ve barışta Ürdün'ün bugünkü rejiminin tasfiye edilip, iktidarın Filistinli çoğunluğa devredilmesine yönelik olarak işletilmelidir." (Kivunim, Oded Yinon, Ocak 1982, sayı 14)
Anlaşılan İsrail, Ürdün'e pek sadık değil, zamanı gelince onu da tasviye etme düşüncesinde...
"Ürdün'deki Haşimi Monarşisi, çöl ortasındaki çok sınırlı kaynaklarıyla, Suudi parasına ve ABD-İsrail askeri şemsiyesine bağımlılığıyla hiç de kendi başına egemen değildir. Öte yandan, kamplarda yaşayan Filistinli çoğunluğun üzerinde kurduğu yönetim biçimi, bütün devlet hizmetlerini görenler onlar oldukları halde, alabildiğine zalimcedir. Filistinlilerin siyasi söz hakları yoktur ve İsrailliler tarafından Batı Şeria ve Gazze'den bir kez atıldıktan sonra, artık her gün Ürdün polisi tarafından çağrılarak huzursuz edilirler." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.113)
Ürdün'deki Haşimi rejiminin devrilmesi, Siyonist lider Jabotinsky'nin 'nüfus transferi' olarak adlandırıldığı politikadan yola çıkarak hazırlanmıştır.
"Şeria Nehri'nin doğusundaki rejimi değiştirmek, batısında Arapların yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki sorunların çözümünü de sağlayacaktır. İster savaşta, ister barışta, bölgelerden göç ile bölgelerdeki ekonomi ve doğum ölüm oranlarındaki durgunluk, nehrin her iki yakasında da ortaya çıkmakta olan değişimin güvencesidir ve bizler de bu süreci en yakın gelecekte hızlandırmak için çalışmalıyız. Özerklik planı ya da başka her türlü uzlaşma veya bölgelerin paylaşılmasında olduğu gibi reddedilmelidir, çünkü bu ülkede şimdi olduğu gibi iki ulusu birbirinden ayırmadan, yani Arapları Ürdün'e, Yahudileri de nehrin batısındaki bölgelere göndermeden var olmayı sürdürmek mümkün değildir." (The Zionist Plan For The Middle East, Israel Şahak, sf.10)
İsrail'in Vazgeçmeyeceği Hedefi: İşgal
"1950'lerde, Arap devletlerinde sömürgeye karşı başkaldırı başlayınca, İsrail bu sorun için jeopolitik bir strateji belirledi. Bu strateji doğrultusunda; Lübnan'daki Falanjistlerle, Yemen'deki kralcılarla, Güney Sudan'daki direnişçilerle ve Irak'taki Kürtlerle ilişkiler kuruldu. Ortadoğu'da Maruniler, Dürziler, Kürtler gibi Arap ya da Müslüman olmayan gruplar, politik bağımsızlıklarını kazanmak için İsrail'le dostluk kurmaları gerektiğine inandırıldı. Bu yaklaşım İsrail'in Ortadoğu politikasının temelini oluşturdu." (The Israeli Connection, Benjamin-Beit Hallahmi, sf. 8)
Üstteki satırlarda ifade edildiği gibi, İsrail, Ortadoğu'da çok uzun süredir "kendisiyle iş birliği yapmaları gerektiğine inandırdığı" etnik ya da dini azınlıkları kışkırtma stratejisi güdüyor. Sonuçta büyük kapsamlı bir işgali hedef alan bu stratejinin aşamaları, zamana bağlı olarak uygun şartlar oluşturuldukça sahneye konuyor:
"Bu stratejiden çıkan sonuç, Siyonist hareket için herşeyin bir zaman tablosu üzerinde yazılı olduğu, her bölgenin fetih için işaretlendiği ve bir fırsat hedefi olarak kabul edildiği, ancak bu arada uygun güçler dengesi, ani ve yararlı sonuçlar sağlayacak bir savaş durumu beklendiğidir." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf. 109)
İsrail Ortadoğu'daki stratejisinin devamı için gereken kaos ortamını bölgede Mossad'a çalışan liderler sayesinde devamlı olarak canlı tutabilmektedir. Kaos ortamı, bölgedeki diğer ülkelerin de, Irak ve Lübnan örneklerindeki gibi etnik ve dini farklılıklara göre ayrılması için daha kolay senaryolar oluşturmasını sağlayacaktır. İzlenen stratejinin birinci aşaması sona erdiğinde, Ortadoğu'da, ekonomik olarak zayıf, politik olarak dışardan güdüme açık, daha çok nüfuz alanı niteliğindeki birçok ülke ortaya çıkmış olacaktır.
Tüm bunlar olurken, bir yandan da İsrail'in bölge ülkelerine oranla kat kat büyük olan silahlı kuvvetlerinin gücü daha da artırılıyor:
"İsrail'in kısa ve orta menzilli olmak üzere en az 100 tane nükleer silahı ve iki nükleer reaktörü var. Birincisi Nahal Soreq'te IRR-1, diğeri Dimona'daki IRR-2. Özellikle Dimona'daki reaktör İsrail'in askeri nükleer programının kaynağıdır." (L'Evenement du Jeudi, 7-13 Ocak 1993)
İsrail'in bu denli yoğun bir şekilde silahlanması, izlediği stratejinin ikinci aşamasının daha kolay gerçekleşebilmesi içindir. Bu aşamada bir devletçikler mozaiği görünümünü almış bölge, yeni bir senaryoyla, İsrail tarafından kolaylıkla yutulacaktır. İsrail'in bu düşüncesi eski Dış İşleri Bakanı şimdiki Başbakanı Ariel Şaron tarafından şu şekilde dile getirilmişti:
"İsrail süper bir askeri kuvvettir. Avrupa'nın bütün kuvvetleri biraraya gelse, bize ulaşamazlar. İsrail bir hafta içinde Hartum'dan Bağdat'a ve Cezayir'e kadar uzanan bölgeyi ele geçirebilir." (Yediot Aharanot, 26 Temmuz 1973)
Son operasyonu tamamladığı zaman İsrail, Ortadoğu'da Tevrat'ta da vadedilen Kutsal Toprakları işgal etmiş olacaktır.
"Aslında gerçekte ne kuzeydeki Dan, ne de güneydeki Beersheba, ne doğuda Ürdün ne de batıdaki Kenan ve Pelesketh toprağımızın tam sınırlarını çizmiyor. Büyük Fırat, Uzakdoğu'ya uzanan büyük çöl, iki sıcak körfeziyle Kızıldeniz, muhteşem Akdeniz, sürekli çizgileriyle Lübnan ve Hermon, bunlar Büyük Filistin'imizin topraklarıdır. Yürüyerek doğuya doğru 40 günden ve batıya doğru 30 günden az zamanda gidilmesi mümkün olmayan, 1 milyon kilometre kadar, Almanya'nın 1.5 katı İspanya ve Fransa'nın toplam yüzölçümü kadar." (A Zionist Primer, Sundel Doniger, sf.67)
Bu noktada İsrail'in stratejisinin, etnik kökenlere dayanan ayrılık ve çatışmalar olduğu açık bir şekilde ortada. Bu kaçınılmaz sondan Ortadoğu'yu kurtarabilecek tek çare ise ırk, kabile, aşiret gibi ilkel kimliklerden sıyrılıp, birleştirici bir düşünce sistemine sarılmak olabilir. İslam ahlakı altında canlandırılabilecek bir yapı ancak, İsrail'in, yayılmacı amaçlarına karşı koyabilir.
Bu gerçeğin İsrail de farkında. O yüzden bir asırdır bölge, ırkçı liderlerden geçilmiyor! Arap ırkçılığı ile başlatılan parçalanma, daha da küçük birimlere indiriliyor. Bölge toplumlarına, İslam ahlakı yerine, Mossad'a çalışan Arap liderlerinin şoven ideolojileri kabul ettiriliyor. Bunun sonucunda kültürsüz, yoz kitleler kolayca yönlendiriliyor.
Önemli olan, her gün adım adım ilerleyen bu planı görebilmek. Osmanlı'nın parçalanırken yapılan gizli planları, menfaat peşinde koşan liderleri, partileri, provokasyon ve ajitasyonları, şimdi, yani aradan 80 yıl geçtikten sonra görebiliyoruz. Ama ya günümüzde olanlar?
Hele çok yakınımızda gelişen bir olay, Güneydoğu sorunu. İsrail, diğer Ortadoğu ülkelerini parçalarken, Kutsal Topraklarına dahil olarak kabul ettiği Güneydoğu Anadolu'da boş durmuyor elbette.
"... İsrail Savunma Bakanı'nın özellikle 'Türkiye bizim ilgi alanımıza girer' sözü, İsrail'in emperyalist emellerinin bir belirtisi olarak görülmekte, bu ülkenin yayılmacı ve saldırgan tutumunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu durum İsrail'in Ortadoğu'da barışı istemediğinin de bir belirtisidir." (Hayat, 13 Eylül 1982)
Ortadoğu için tek çözüm etnik kimlikleri gözetmeden İslam'ın birleştirici, bütünleştirici ruhuna dayalı olarak kurulacak bir birliktir. Bu, İsrail'i işgal altındaki topraklardan çekilmesi için ikna edecek bir yaptırım meydana getirecektir. Böylece, bölgede 50 yıldır akan kan duracak ve gerçek bir barış kurulacaktır.
Kuşkusuz İsrail'in var olma hakkı vardır. İsrailli Yahudilerin, atalarının topraklarında bugün de özgürce yaşama ve ibadet etme hakkı saklıdır. Bunlara saygı duyuyoruz. Sorun, İsrail'i yöneten Siyonist anlayışın, tüm Filistin'e egemen olmak istemesi, Filistin'deki (ve hatta diğer Arap ülkelerindeki) Müslümanların haklarını göz ardı etmesidir.
Buna dur denmesi için adil bir barışın yapılması, adil bir barışın yapılabilmesi içinse bunu taraflara empoze edecek üst bir iradenin var olması gerekir. Osmanlı'nın asırlar boyu Ortadoğu'ya sağladığı "Pax Ottomana"nın sırrı budur.
Barışa gidecek yolun bir diğer şartı ise, tarafların radikalizmden vazgeçmesi, aklı selim ile hareket etmesidir. Gerek İsrail'in acımasız işgal politikası, gerekse bazı radikal Filistinlilerin sivil İsraillilere karşı gerçekleştirdiği hunhar terör eylemleri yanlıştır.
Gerçekte aynı Allah'a inanan, aynı peygamberleri seven, aynı ahlaki değerlere sahip olan Yahudiler ile Müslümanlar arasında bir çatışma olması çarpık bir durumdur. Filistin'de savaşan her iki taraf da bu gerçeği daha iyi düşünür ve kavrar ise, barışa giden yoldaki en önemli adımı atmış olacaklardır. İsrailliler, Müslümanları, 3 bin yıl önce Filistin'de yaşayan barbar putperest kavimlerden (örneğin Amelek'ten) söz eden Tevrat pasajlarına göre yorumlamak yanılgısından kurtulmalı, bunun yerine yine Tevrat'ta geçen, barışı, dostluğu ve uzlaşmayı öven pasajlara göre hareket etmelidirler. Müslümanlar ise, Allah'ın aşağıdaki hükmüne büyük özen göstermeli, İsrail'in yapmış olduğu tüm tecavüzlere karşı savunmasız insanlara saldırmak gibi bir adaletsizliğe başvurmamalıdırlar:
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
İsraillilere Çağrı
Ortadoğu bir kez daha İsrailliler ile Müslümanlar arasındaki çatışmalara sahne oluyor. İsrail ordusu, Filistinli sivillerin yerleşim birimlerini acımasızca bombalıyor, çocuklara ateş açıyor, Filistin'i yaşanmaz hale getirmeye çalışıyor. Filistinli bazı radikaller ise, İsrail'in sivil halkını hedef alıyor, masum çocukları veya kadınları hedef alan korkunç intihar saldırıları ile dehşet saçıyorlar. Müslümanlar olarak bizim temennimiz, her iki tarafın da öfkesinin ve nefretinin dinmesi, akan kanların durması ve Ortadoğu'ya barış gelmesidir. İsraillilerin masum insanları vurmasına da, bazı radikal Filistinlilerin teröre başvurarak masum İsraillileri bombalamasına da karşıyız.
Bizce bu çatışmaların sona ermesinin ve Ortadoğu'ya gerçek bir barışın gelmesinin en önemli şartı, her iki tarafın da kendi inançlarını samimi ve doğru bir şekilde anlaması ve uygulamasıdır. Çünkü İsrail-Filistin çatışması, Yahudiler ve Müslümanlar arasındaki bir "din savaşı" kimliğine bürünmüş durumdadır. Oysa böyle bir din savaşının yaşanması için hiçbir neden yoktur. Yahudiler ve Müslümanlar, aynı şekilde Allah'a inanan, aynı peygamberleri seven ve sayan, aynı ahlaki prensiplere sahip olan insanlardır. Birbirlerine düşman değildirler; aksine ateizmin ve din düşmanlığının yaygın olduğu bir dünyada birbirlerinin müttefikidirler.
Bu temel prensip üzerine, İsraillilere (ve tüm Yahudilere) çağrıda bulunuyoruz:
1) Müslümanlar ve Yahudiler, tüm evrenin ve canlıların Yaratıcısı olan tek bir Allah'a inanmaktadırlar. Hepimiz Allah'ın kullarıyız ve O'na döneceğiz. O halde neden birbirimize düşman olalım? İnandığımız kutsal kitaplar birbirinden farklıdır; ama hepimiz o kitaplara Allah'ın vahyi olduğuna inandığımız için uyuyoruz. O halde neden birbirimize cephe alalım?
2) İsrailliler Müslümanlar yerine, ateist veya putperest insanlarla mı birarada yaşamayı tercih ederlerdi? Kitab-ı Mukaddes, putperestlerin Yahudilere yaptıkları korkunç zulümleri anlatan pasajlarla doludur. Ateist ve dinsizlerin (örneğin Nazilerin, antisemit ırkçıların veya Stalin Rusyası gibi komünist rejimlerin) Yahudilere uyguladıkları korkunç soykırım ve zulümler de ortadadır. Söz konusu dinsiz güçler, Yahudilerden Allah'a inandıkları için nefret etmişler ve bu yüzden onlara zulmetmişlerdir. Hem Müslümanlara hem de Yahudilere düşman olan söz konusu ateist, komünist veya ırkçı güçlere karşı, iki dinin mensupları aynı safta değiller midir?
3) Müslümanlar ve Yahudiler, aynı peygamberleri sevmekte ve saymaktadırlar. Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf, Hz. Musa veya Hz. Davud Yahudiler için ne kadar önemli ise, Müslümanlar için de o kadar önemlidir. Bu mübarek insanların üzerinde yaşadıkları ve Allah'a hizmet ettikleri topraklar, Yahudiler için ne kadar kutsal ise, Müslümanlar için de o kadar kutsaldır. O halde neden bu toprakları gözyaşına ve kana boğalım?
4) İsrail'in temel değerleri biz Müslümanlar için de kutsaldır. "İsrail" kelimesi, Kuran'da övgüyle anlatılan ve tüm Müslümanların saygıyla andıkları Hz. Yakub'un ismidir. Hz. Davud'un altı köşeli yıldızı, bizim için de bir peygamber sembolüdür. Sinagoglar, Kuran'a göre Müslümanların koruması gereken ibadethanelerdir. (Hac Suresi, 40) Şu halde iki dinin mensupları, neden birarada ve barış içinde yaşamasınlar?
5) Tevrat Yahudilere yeryüzünde toprak işgal etmeyi ve kan dökmeyi değil, barış ve huzur sağlamayı emretmektedir. İsrail soyu "milletler üzerine bir ışık" olarak tarif edilmektedir. Haham Dovi Weiss'in dediği gibi;
Sonsuz Kudret Sahibi Allah, Yahudi halkına, dünyanın üstündeki tüm insanlarla ve uluslarla barış içinde yaşamayı emretmiştir. Bizim görevimiz kolaydır: Her zaman için Yaratıcıya mütevazice kulluk etmek. Tevrat'a inanan Yahudiler olarak, hangi insan veya insan grubu acı çekerse, onlara merhamet hissetmek ve göstermekle sorumluyuz. (http://www.netureikarta.org/speeches.htm)
Eğer İsrailliler Filistinlilere bugün davrandıkları gibi davranmaya devam ederlerse, bunun hesabını Allah'a veremeyebilirler. Masum sivil İsraillileri öldüren Filistinliler de, bu cinayetlerinin hesabını veremeyebilirler. Her iki tarafı da şeytani bir şiddete sürükleyen bu çatışmalara bir son vermek, Allah'ın rızasının gereği değil midir?
Yahudileri tüm bu gerçekler üzerinde düşünmeye davet ediyoruz. Allah biz Müslümanlara, Yahudileri ve Hıristiyanları "ortak bir kelimeye" davet etmeyi emretmiştir:
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. (Al-i İmran Suresi, 64)
Bizim, Kitap Ehli olan Yahudilere çağrımız da budur: Allah'a iman eden ve O'nun vahyine itaat eden insanlar olarak, gelin ortak bir "iman" kelimesinde birleşelim. Hepimiz Yaratıcımız ve Rabbimiz olan Allah'ı sevelim. O'nun emirlerine uyalım. Ve Allah'ın bizi daha da doğruya eriştirmesi için dua edelim. Birbirimize ve yeryüzüne husumet, gözyaşı ve kan değil, sevgi, merhamet ve barış getirelim.
Filistin sorununun ve dünyadaki daha diğer pek çok kavganın çözümü burada yatmaktadır. Gelin, hep birlikte bu çözüme ulaşalım. Öldürülen ve acı çeken bunca masum insan, bunun son derece acil bir görev olduğunu her gün bize hatırlatan bir işarettir.
Zulüm ve İşkence Sistemi:
Faşizm
Faşizm, haklının değil güçlünün sistemi... Tıpkı Siyonizm gibi ırkçı bir ideoloji olan faşizm, şiddete, baskıya ve zulme dayalı bir sistemi savunur.
İşte faşizmin genel bir tanımı ve üç büyük faşizm örneğinin perde arkası... Hitler, Mussolini ve Franco’nun localar tarafından desteklenen rejimleri...
Faşizm, ciddi olarak ilk defa Mussolini ve Hitler aracılığıyla uygulanmışsa da tarihe bakıldığında başka faşist uygulamalara da rastlanmaktadır. Roma İmparatorluğu ve Persler ırkçı uygulamalarıyla bunun ilk örneklerindendir.
Faşizmde, ülkeyi yöneten kadro, ülkenin tek hakimidir. Alınan kararlar, yapılan uygulamalar tamamen bu kesimin iradesiyle gerçekleşir. Söz konusu kadro sadece kendi sahip olduğu ideolojiyi hakim kılmaya çalışır. Bu nedenle halkın, yönetim üstündeki eleştirileri, tavsiyeleri dikkate alınmaz. Halka empoze edilmek istenen ideolojiye ters düşen fikir ve düşünceler baskıcı yöntemler kullanılarak susturulmaya çalışılır. Halkın oluşturabileceği kurumlar ve yapabileceği faaliyetler sadece bu yönetim tarafından şekillendirilir. Kısacası faşizmde her birey, yönetimin oluşturduğu resmi ideolojiye hizmetle yükümlü olan bir araç haline getirilir.
Georges Sorel, Faşist Teorinin
En Önemli İdeoloğu
Faşizmi yukarıda anlatıldığı şekilde kuramsal manada ilk defa ortaya koyan kişi 19. yüzyılda Georges Sorel oldu. Sorel, teorisini uygulamaya geçirmek için Mussolini'yle iş birliği yaptı ve İtalya'da faşist bir yönetimin iş başına gelmesine yardımcı oldu. Sorel'in özellikle Mussolini ile büyük bir yakınlık kurmasının nedeni araştırıldığında ortaya çok ilginç sonuçlar çıkmaktadır. Mussolini, masonluk örgütünün en yüksek dereceli üyelerinden biridir:
"Mussolini, Palermo Locasından 33. derece madalyasını almıştır." (Faşizmler, Henry Michel, sf.126)
Sorel'in teorisinden derinden etkilenen isimlerden birisi de Mussolini idi:
"Mussolini üzerindeki Sorel etkisi kesindir. Mussolini onunla pek çok kere biraraya gelmiştir. Hatta bu faşist diktatör bir gün halka şöyle bir açıklamada bulunmuştur: 'Şu anda sahip olduğum herşeyi Georges Sorel'e borçluyum'."(Notre Maitre M. Sorel, sf.303)
Sorel sadece Mussolini'yi değil, diğer birçok masonu da etkilemiş ve bunların da faşist partiye üye olmalarını sağlamıştı:
"Faşist Parti'ye mensup olanlar arasında birçok mason vardı. Mesela Balbo, Bottai, Acerbo, Farinaci, Grandi ve sonraları Mussolini'nin damadı olan Ciano masondu. Hatta, Faşist Parti'nin Genel Sekreterliği'ni yapmış olan Farinaci hem Palazzo Giustiniani'deki hem de Gesu Meydanı'ndaki masonluğa intisap imkanını bile bulmuştu." (Mimar Sinan Dergisi, yıl 1977, sayı 25, sf.41)
Faşizm; Haklı Olanın Değil, Güçlü
Olanın Hakimiyeti...
Faşizm ilk anda süslü sloganları ile bir kısım cahil halk üzerinde sempati uyandırsa da; akıl, mantık ve vicdanla düşünenler için faşizmin vaat ettiği geleceğin karanlık olduğu, tüm yetkilerin din düşmanı, zalim ve baskıcı bir elde toplanmasının zulüm ve şiddetten başka bir şey getirmeyeceği açıkça görülmektedir. Aslında bu durum faşist ideologlar ve liderler tarafından da bilinen bir gerçek ve zaten ulaşılmak istenen amaçtır. Nitekim bu gerçeği İtalyan faşist diktatör Mussolini, iktidarının çökmeye başladığını görünce şöyle dile getirmişti:
"Faşizm özgürlük değil, zalimin hakimiyetidir. Milletin güvencesi değil, özel çıkarların savunmasıdır. Bunu herkes bilirdi." (Mussolini and Fascism, John P. Diggins, sf.15)
Gerçekten de faşizm gibi şiddet ve baskı yanlısı bir düşüncenin uygulamada getireceği sonuç, doğal olarak, haklı olanın değil, güçlü olanın kazanması, güçlünün haklıyı ezmesidir. Diğer bir deyişle, faşist bir toplumda para kimin elindeyse, silah kimin elindeyse o en güçlüdür ve onun dedikleri doğrudur. Bu ideolojiden farklı olan bütün fikirler yanlış ve zararlıdır. Dolayısıyla "zararlı olan fikir", ancak o fikrin sahibinin güç kullanılarak susturulmasıyla ortadan kaldırılabilir.
Faşizm ve Siyonizm İş Birliği
Normal bir insanın kan dökmesi, baskı ve şiddeti savunması mümkün değildir. Böyle bir durumun oluşabilmesi için kişinin ancak sapkın bir ideolojiyle beyninin yıkanması gerekir. Hem faşist teoriyi ortaya koyan Sorel'in, hem de bu teoriyi uygulayan Mussolini, Franco ve Hitler gibi liderlerin gerek düşüncelerinin gerekse yaşayışlarının Siyonist felsefeyle olan paralelliği de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Pek çok kişiye garip de gelse, faşistlerin Siyonist sermayedarlar tarafından teşvik görmesi, faşist ideoloji ile Siyonizmin paylaştığı ortak paydadan kaynaklanmaktadır. Siyonizmin temeli üstün ırk inancıdır. Siyonistlerin bu inançlarının temel dayanağı ise, Muharref Tevrat'ın bazı açıklamalarına dayanarak yaptıkları art niyetli yorumlar ve kimi batıl geleneklerden gelen ön kabullerdir. Bu düşüncelerini savunurken öne sürdükleri bir Tevrat pasajı ise şöyledir:
"Siz Allah'ınız Rabbin oğullarısınız... Çünkü siz Allah'ın Rabbe mukaddes bir kavmisin ve Rab yeryüzünde olan bütün kavimlerden üstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere sizi seçti." (Tesniye Bölümü, 14/1-2)
Allah'ın bir dönem Yahudilere nimetler verdiği ve yine bir dönem onları diğer milletlere hakim kıldığı bir gerçektir. Ancak Siyonistler, Allah'ın birçok peygamberi bu soydan göndererek, Yahudileri bir dönem geniş topraklara hakim kılmış olmasını yanlış yorumlayıp bunu bir tür ırk üstünlüğü gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Bunun sonucunda da, her Yahudi'nin doğuştan bir üstünlük sahibi olduğuna ve İsrailoğullarının tüm diğer kavimlerden ebediyen üstün sayıldıklarına dair çarpık bir anlayış geliştirmişlerdir.
Bu durum Siyonist liderlerin düşünce yapılarını oldukça derinden etkilemiştir. Bu etki, Siyonizmin fikir babalarından Ahad Ha Am'ın ifadesinde de açık şekilde kendini göstermektedir:
"Yaratılış merdivenlerinde farklı basamaklar olduğunu herkes doğal olarak kabul eder. Önce inorganik nesneler, bitkiler ve hayvanlar alemi, sonra konuşan yaratıklar ve hepsinin üstünde Yahudiler." (Siyonizm ve Irkçılık, AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, no 511, sf.49)
Bu ırkçı düşünce, Siyonist felsefe ile yakın ilişkileri olan masonların da önemli ilkelerinden biridir:
"Bu her biri bir öncekinden daha yükseğe varan parlak kültür aşamalarına insanın yücelişi de deniyor. Ama bütün bunlar bizim anladığımız insan, sokakta her gün gördüğümüz insan değildir. İki ayaklı, iki kulaklı, az çok usa da sahip insanı biz burada kastetmiyoruz, biz insan dediğimiz zaman, bütün masonik ilkeleri sinesinde toplayan bir insanı, insan olarak ele alıyoruz." (Mimar Sinan Dergisi, sayı 27-28, sf.35)
Dolayısıyla, Siyonist felsefeyi benimseyenler için, kendileri dışındaki insanlara hayvan gözüyle bakmak, diğer bir deyişle onlara hayvan muamelesi yapmak oldukça makuldur.
Kendi ırkından olmayan insanlara hayvan gözüyle bakan düşünce yapısının, onlar için ne gibi bir sistemi uygun göreceğini tahmin etmek pek de zor değildir. Onlara düşen görev kendilerinden istenenleri yerine getirmek, aksi halde ise, "cezalandırılmak"tır. İşte bu noktada kullanılan cezalandırma yöntemi ise, baskı ve şiddetin ta kendisi olan faşizmdir.
Faşist felsefe, sadece savaşın insanı yücelttiğine inanır. Bu felsefeye göre insan ancak savaşarak gelişebilir. Bu düşünceyi Mussolini'nin şu ifadesinde görebilmek mümkündür:
"Sadece savaş bütün insansal enerjiyi en yüksek gerilimine getirir ve onu göze almak cesaretine sahip olan toplumlara bir soyluluk damgası vurur." (Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi, cilt 2, sf.242)
Mussolini gibi Hitler de aynı faşist düşünceye sahip olduğundan her zaman şiddeti ve savaşı desteklemişti:
"Güçten, şiddetten, savaştan başka üstün değer tanımayan Hitler ve yakın çevresi, bu kavramlarda mistik, gizli bir anlam bulmuşlar ya da kendilerini bu anlamı bulduklarına inandırmışlardı. Savaşı yüceltmelerinin nedeni buydu." (Hitler'den önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 26 Kasım 1992)
Faşizmin genel karakterinde savaşın, savaşmanın bu derece önemli bir yerinin olması, Siyonizm ile faşizm arasındaki bir diğer ortak noktadır. Siyonist İsrail Devleti'nin elli yılı aşkın süredir aralıksız sürdürdüğü işgal politikası, beraberinde sürekli bir çatışma ve savaş ortamını getirmektedir. İsrail'in sorunları çözmek için sürekli şiddete başvurması, daha çok şiddetin yaşanmasına neden olmakta, Ortadoğu'da kan, gözyaşı ve acının bir türlü sonu gelmemektedir. Pek çok Müslüman ve Yahudinin hayatını kaybettiği bu savaşın barışla neticelenmemesinin en büyük sorumlusu ise, işgalden vazgeçmeye bir türlü yanaşmayan Siyonist anlayıştır.
Dinden Uzak Toplumun Kaçınılmaz Sistemi
Böyle bir tablo, faşist düşüncenin gerçekte din ahlakından uzak bir toplumun kaçınılmaz ürünü ve insanın kaba içgüdülerinin bir dışavurumu olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü baskı, şiddet, zulüm, din ahlakının ortadan kalktığı bir ortamın temel özelliklerindendir. İnsanı, basit çıkar hesapları uğruna yaşamaktan, bu çıkarlar uğruna başkalarını ezmekten uzaklaştıran tüm değerleri ise gerçek din ahlakı içerir. Din ahlakının hakim olmadığı ortamın da, hangi sistem uygulanırsa uygulansın "arena"ya dönüşmesi kaçınılmazdır. Faşizm de bu dinden uzak "arena"nın kanunlarından biridir. Hitler ve Mussolini'nin hayatı, faşizmin din ahlakından ne kadar uzak olduğunu ve buna paralel olarak faşist diktatörlerin kendilerini nasıl ilahlaştırdıklarını çarpıcı bir şekilde göstermektedir.
Ayrıca özellikle günümüz Avrupası'nda yaşayan, Hitler ve Mussolini'nin "torunları"olan neo-Nazilerin dejenere hayatları da faşist ruhun din ahlakından uzak yapısını belgelemektedir.
Zaten Siyonizmin ve masonluğun temel hedeflerinden birisi toplumları din ahlakından uzaklaştırmak ve hak dinin yaşanmadığı ortamlar oluşturabilmektir. Bu nedenle Siyonizm ve masonluk, her ne kadar faşizmin karşı safında yer alıyorlarmış gibi görünseler de, aslında faşizmin en önemli destekçilerindendirler.
Faşizm ve faşist karakter, bu noktada, şu şekilde maddeleştirilerek özetlenebilir:
Faşist düşüncede temel prensip, "haklı olanın değil, güçlü olanın haklı olması" esasına dayanır. Bu prensip aynı zamanda masonik ahlak anlayışının da temel özelliğidir. Tarihteki tüm faşist liderler de bu ahlak anlayışını uygulamışlardır. Hitler, Mussolini, Franco, Salazar; yakın geçmişte Bokassa, İdi Amin gibi diktatörler bunun tipik örnekleridir. Masonu, masonluğa çeken çoğunlukla güce duyduğu hayranlıktır; faşist de gücün peşindedir. Bu yönüyle faşistler tam anlamıyla mason ahlakını benimsemişlerdir.
Faşizm ve Marxizm gerçekte aynı hedefe yönelen iki kardeş felsefedir.
Zulüm ve işkenceden zevk alma faşist felsefenin temel esaslarındandır. Özellikle Hitler ve Mussolini gibi diktatörlerin iktidarı ele geçirdiklerinde yaptıkları işkence, kan dökme, sadizm gibi vahşi tavırlar, Siyonist felsefeden kaynaklanır.
Faşist sistem, egoizmin üstüne kurulmuştur. Bu olmayınca faşist düşünceye göre, ilerleme de olmaz. Bu nedenle faşistler, Siyonistler gibi barış ve yardımlaşma esasına dayanan bir dünyanın hiçbir anlamı olmadığına inanırlar.
Faşist karakter şeytanın Kuran'da tarif edilen karakteri ile çok büyük benzerlik gösterir. Kendisi acı çeker, başkalarına da acı çektirmek ister. Kendisi perişan bir hayat sürer, başkalarına da perişan bir hayat sürdürmek ister.
Faşist her gün her kılığa girebilir. Bir gün en azılı Marxist terör örgütüyle iş birliği yapar, ertesi gün yabancı bir istihbarat örgütüyle bağlantı kurarak sinagog bombalayabilir. Bir başka gün koyu bir Siyonizm dostu olarak karşınıza çıkabilir.
Faşistler genellikle halktan kopuk, marjinal yaşamayı severler. İnsana yakışmayan karanlık, izbe, adeta çöplüğü andıran yerlerde yaşarlar. Buralarda kendi şahsi kinlerini tatmine çalışırlar. Sadizmi, korkuyu, kaosu, güzelliğe düşman olmayı savunurlar. Din ahlakı ise, bunların tam tersini; şefkati, merhameti, affı, barışı emrettiği için, din ahlakından hep uzak dururlar. Çünkü faşistlere göre kan, savaş, kin, nefret, sadizm yoksa, yaşamanın da bir anlamı yoktur.
Faşist karakterde merhametli olmak kara bir leke sayılır. Merhametli, müşfik kimselerle beraber hareket edilemeyeceği fikri, faşist ideolojinin karakteristik özelliğidir. Faşist tam anlamıyla sado-mazoşist bir ruh hali yaşar. Zulmetmekten hoşlandığı gibi, kendisine zulmedilmesinden de zevk alır. Faşist ideolojiye uzun yıllar hizmet edenlerde akıl almaz derecede korkunç, zalim, vicdansız bir yüz ifadesinin oluşması bu düşünceden kaynaklanır.
Faşistlerin tavır ve davranışları, zalim yapıları nedeniyle son derece kabadır.
Faşistlerin en bariz vasıflarından biri hür düşünememeleridir. Ufukları dardır. Bu nedenle komploları, sahtekarlıkları, ilkel yalanları her seferinde ortaya çıkar.
Din Ahlakı Faşizmi Kesin
Olarak Reddeder
Dünyada bugüne dek var olan faşist sistemlerin sahip oldukları ortak noktalardan biri dine karşı tutumlarıdır. İlk bakışta, tüm faşist sistemlerin halkın sahip olduğu dini savunduğu görülür. Ancak, faşistler dini samimi olarak savunmazlar. Masonik-faşist zihniyet için din sadece araçtır. Tek amaçları, dini kurumlardan ve inançlı halktan destek almak, dini terim ve kavramları kullanarak halkı kendilerine bağlayabilmektir. Bu dinin İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi İlahi dinler, Budizm ya da herhangi başka bir din olması faşistler için fark etmez. Yeter ki söz konusu dini inanç o topluluğu birarada tutsun, onları faşist ideolojinin çıkarları doğrultusunda motive etsin. Hitler, Mussolini, Franco gibi faşist diktatörlerin ve hatta Saddam Hüseyin gibi çağdaş faşistlerin politikaları ve uygulamaları incelendiğinde, dine karşı tutumlarının iç yüzü de kolaylıkla görülebilmektedir.
Faşistlerin, kendilerine sorulduğunda Allah adına, din adına, millet adına ortaya çıktıklarını söyleyip aklın alamayacağı pek çok sapkınlığı olağan karşılamaları; iyiliksever, barışçıl, hoşgörülü ve insancıl amaçlar uğrunda mücadele ettiklerini öne sürmeleri, faşistlerin Kuran'da anlatılan ikiyüzlü (münafık) karakteriyle tam bir uyum içinde olduklarını göstermektedir.
Herşeyden önce faşistlerin samimi olarak dini savunmaları imkansızdır, çünkü faşistlerin sahip oldukları karakter ve hayata bakış açıları dinin insanlara kazandırdığı güzel ahlakla taban tabana zıttır. Allah'ın insanlar için seçtiği dinde barış ve huzur varken, faşizmde savaş ve huzursuzluk vardır. Allah insanlara güzel söz söylemeyi, affetmeyi ve sevgiyi emrederken, faşistler kin ve nefreti, bitip tükenmeyen mücadeleyi ve savaşı emrederler. Dolayısıyla, faşistler dinin samimi olarak yaşanmasını ve topluma dinin getirdiği güzel ahlakın hakim olmasını istemezler, çünkü böyle bir durumda kendileri topluma hakim olamayacaklardır. Bu nedenle, hem dindar görünür, hem de hak dinin yaşanmasını gizlice, sinsi tedbir ve uygulamalarla engellemeye çalışırlar.
20. yüzyıl tarihi, bunun kanıtlarıyla doludur.
Duçe'nin Faşizm Macerası
MUSSOLINI İTALYASI
Mussolini, gerek iktidara geliş sürecinde gerekse iktidarı boyunca belirli çevreler tarafından büyük destek gördü. Bunların başında ise, Siyonistler vardı. Siyonistler diğer bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, İtalya'da da iç ve dış siyasete yön verebilecek konumda olmayı hedefliyorlardı. Siyonizme sıcak bakan kişilerin iktidarda olması, bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştıracaktı. Çoğu yerde olduğu gibi İtalya'da da masonların desteği ile Siyonistler bu alanda çeşitli faaliyetler yürüttüler.
Mussolini'nin başa getirilmesindeki en önemli etkenlerden biri ise üstad mason olmasıydı:
"Mussolini Palermo Locası'ndan 33. Derece Madalyası'nı almıştır." (Faşizmler, Henry Michel, sf.126)
Mason localarında kullanılan bir sembol olan "balta", Mussolini tarafından faşizmin ve Faşist Parti'nin simgesi olarak seçildi. Masonik felsefede ölüm ve katliamı sembolize eden "balta", faşizmin amacı olan şiddeti ve savaşı simgeliyordu.
Mussolini kendisinin ve Siyonizm-masonluk menfaatleri doğrultusunda oluşturulan kadronun Siyonist ideallere hizmet için uğraş vereceğini, Siyonist liderlerle yaptığı bir toplantıda şu ifadesiyle belirtmişti:
"Bir Yahudi Devleti kurmalısınız. Ben kendim, bir Siyonistim ve bunu Dr.Weizmann'a (ilk İsrail Cumhurbaşkanı) da söyledim. Gerçek bir devletiniz olmalı. İngilizlerin size lütfettiği milli bir ev değil. Bir Yahudi Devleti kurmanızda size yardım edeceğim." (Mussolini and the Jews, Meir Michaelis, sf.131)
Siyonist Yahudiler, Mussolini'nin kendilerine sağladığı bu yardımları karşılıksız bırakmadılar. Amerika'daki Yahudi banker J. P. Morgan aracılığıyla İtalya'daki faşist yönetime para yardımında bulundular:
"‘J.P. Morgan bankerlik şirketi 1926 yılında İtalya'daki faşist Mussolini hükümetine 100 milyon dolar veriyor." (Mussolini and Fascism, John P. Diggins sf.32)
Mussolini, İspanya'daki Kanlı
Faşist Diktanın Destekçisi
Mussolini'nin destek verdiği bir diğer grup ise İspanyol faşistleri idi. Mussolini, İspanya'da faşistleri iktidara getirebilmek için Hitler'le birlikte büyük çaba gösterdi ve bunda da başarılı oldu:
"Mussolini ve Hitler müdahalede bulunduklarını saklamadılar. 19 Temmuz 1936'dan itibaren Franco'yu desteklediklerini açıkça ilan ettiler." (Pietro Nenni, İspanya'da İç Savaş ve Faşizm, sf.75)
Mussolini İspanya'ya faşist diktayı getirebilmek için, var olan Cumhuriyetçi yönetime karşı, monarşi yanlısı karşı-Cumhuriyetçi gruba destek verdi. Roma'da karşı-Cumhuriyetçi grupla gizli bir anlaşma imzaladı. Yapılan anlaşmayla Mussolini, İspanya'da faşist yönetimi kuracak, karşı-Cumhuriyetçi grubu maddi-manevi destekleyerek iş başına gelmesini sağlayacaktı. Bu anlaşma daha sonra gizli olmaktan çıktı. Mussolini İspanya'ya faşizmi yerleştirmek için İtalyan ordusunun kendi askeri ve teçhizatıyla bizzat savaştığını şu sözleriyle itiraf etti:
"II. Dünya Savaşı bastırdığında bize pek az can kaybına mal olan, ama muazzam bir askeri ve mali külfet yükleyen İspanya ve Habeşistan Savaşı'ndan henüz çıkmıştık." (İspanya'da İç Savaş ve Faşizm, Pietro Nenni, sf.74)
Mussolini'nin Kendini Kutsal Bir
Varlık Olarak Gösterişi
Mussolini, hemen tüm faşist liderlerde görülen bir özellik olarak kendini ilahlaştırma yoluna gitmiştir. Bunun için devletin sahip olduğu resmi yayın organlarını kullanmıştır:
"Milizia Fascista adlı resmi dergi vatandaşlarına şu çağrıyı yapar: 'Tanrıyı sevmekten bir an bile geri kalma. Ama unutma ki, İtalya'nın Tanrısı Duçe'dir'." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 4, sf.1474)
Mussolini, bu sapkın iddiasını kanunlara da yerleştirmişti. Yayınladığı kurallar listesini, Musevilerin 'On Emirinden' esinlenerek On Emir koymuştu. Bu emirler içinde kendisinin her zaman haklı olduğuna dair bir madde de bulunmaktaydı:
"Duçe'nin yanılmazlığı yediden yetmişe her İtalyanın kafasına sokulur. On Emir'in 8. maddesinde yer alan, 'Duçe her zaman haklıdır' sözü toplumun her bireyi için ilk ağızda benimsenilmesi gereken bir ilkedir." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 4, sf.1474)
Diğer yandan Mussolini, küçük çocukları faşist sisteme uygun bir şekilde yetiştirmek ve onların gözünde kendini sözde ilah gibi göstermek için "Balilla"adında, çocukları örgütleyen bir teşkilatın kurulmasına da önayak olmuştur:
"Çocukları örgütleyen Balilla'nın 'Credo'su (temel inançları) 'Kutsal Papa'nın şahsında faşizme inanıyorum' diye başlar, 'Mussolini'nin dehasına iman ederim' sözleri ile devam eder." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 4, sf.1474)
Sözde ilahlık iddiasıyla yapılan bütün bu propaganda ve telkinlerle halk artık Mussolini'yi insan üstü bir varlık olarak görmeye başlamış ve sonunda Mussolini arzuladığını elde etmişti:
"Güneyli köylü kadınları, 'Mussolini- insan üstü' diyorlardı; ve Duçe'nin harman dövmesine bakarak şöyle haykırıyorlardı: 'O bize ekmek veriyor, bunu bize harmanda döğüyor, bizde onu koruyoruz.'." (Faşizmin Analizi, Maria Macciocchi, sf.117)
Mussolini'nin bu davranışları, masonik felsefede birçok kez tekrar edilen mantığın bir benzeridir. Masonik felsefede de insanı herşeyin üzerinde gören, çarpık bir anlayış hakimdir:
"Mason, kaynağına yaklaştıkça nurlanır, fakat yanar. Hedef güneşe varmak değil, güneş olmaktır. İşte bu güneş ilahlık mertebesidir." (Doğuş Kolu, Mason Yıllığı, sf.41)
Nitekim aynı düşünce bir başka masonik kaynakta daha açık bir şekilde ve şu ifadelerle anlatılmıştır:
"İlkel toplumlar acizdirler, aczleri dolayısıyla etraflarındaki kuvvetleri ve hadiseleri ilahlaştırdılar. Masonizm ise insanı ilahlaştırdı." (Selamet Mahfilinde Üç Konferans, sf.51)
Mussolini'nin bu sapkın düşünce ve uygulamalarının yanı sıra, ayırımcı politikaları da ünlüydü. Örneğin kadınlara karşı tam anlamı ile bir ayırımcılık uygulanıyor, kadınlar ikinci sınıf insan muamelesi görüyor ve hatta tamamen yok sayılıyorlardı. Mussollini bu düşüncesini Journal adlı Fransız gazetesine verdiği demeçte şu şekilde ifade etmiştir:
"Bizim devletimizde kadın hesapta olmamalıdır." (Faşizmin Analizi, Maria Macciocchi, sf.128-129)
Mussolini'nin kadınlara karşı olumsuz bakış açısına sahip olmasının temelinde mason localarında aldığı telkinlerin büyük etkisi vardı. Mason teşkilatlarına da sadece erkekler alınıp kadınlar kabul edilmemekte ve masonlar, kadınları hor, zayıf insanlar olarak görmektedirler:
"...Kadınlık bizim düzenimiz haricinde bırakılır, alınmaz." (World Freemasonary, sf.19)
"Kadın pek nadir olarak karar istidat ve kabiliyetine maliktir. Zira za'fı, onu bencilliğe sürükler. Hem de o, erkekle mukayesede, tembel, az faal, az sebatkardır, çabuk yorulur... Kadın, nefsine karşı da samimi değildir. Hiçbir zaman kusurlarını itiraf etmesini bilmez... Riyakarlık onda fıtridir. Buna bir de kibir ve azameti ilave ederseniz kadının hakiki seciyesini elde etmiş olursunuz. " (Türk Mason Dergisi, sayı 11, sf.50)
Mussolini'yi kadınları bu şekilde toplum dışına itmeye götüren kuvvetlerden biri de esasında her faşistte var olan şiddet duygusudur:
"Mussolini'nin değişmez inançlarından biri zorbalıktır ve bunu Sorel'den öğrendiğini söylemenin bazen politik olarak faydalı olduğunu düşünüyordu, şiddete başvurmak kafasında çoktan gelişmiş esas içgüdüdür." (Mussolini, Denis Mack Smith, sf.14)
Nitekim Mussolini kendisinde yer eden şiddet duygusunu uygulamaya dökmüş ve "Kara Gömlekliler" adında her türlü şiddet ve zorbalık eylemlerini gerçekleştiren silahlı birlikler oluşturmuştur. Bu birlikler vasıtasıyla sadist arzularını halk üzerinde terör havası estirerek yerine getirmeye çalışmıştır:
"...Mussolini normal duruma geri dönmekten bahsediyor olmasına rağmen, gizliden gizliye teğmenlerine dehşet eylemlerini artırmalarını öğütlüyordu." (Mussolini, Denis Mack Smith, sf.81)
Diktatörlüğün muhafızları olan bu silahlı faşist birliklere "Kara Gömlekliler" denmesinin sebebi Mussolini tarafından belirlenen siyah üniformaları giymeleridir. Siyah, masonlar için özel anlamlar taşıyan bir renktir. Locaların iç dekorasyonlarında yoğun olarak kullanılan siyah renk, masonik felsefede ölüm ritüellerini ve ölümü temsil etmektedir. Masonlukta siyahın diğer bir önemi de, üstad-ı azamın kıyafetinin rengi olmasıdır.
Mussolini "Kara Gömlekliler" vasıtasıyla sadece kendi ülkesinde şiddet uygulamakla kalmamış, bu idealini gerçkleştirmek için diğer ülkeleri de işgal etme yoluna gitmiştir. 1935 yılında Etiyopya'yı işgal etmiş ve 1941 yılına kadar 15 bin Müslümanın katledilmesine neden olmuştur. Diğer yandan 3 Ekim 1911 yılında İtalya'nın Libya'yı işgal etmesiyle başlayan ve Müslümanlara karşı yapılan zulmü devam ettirmiştir. Mussolini'nin göreve gelmesiyle Ömer Muhtar yönetimindeki Müslümanlara karşı yapılan saldırılar daha da artmıştır. İşgal ancak Mussolini öldükten sonra 10 Şubat 1947'de yapılan barış anlaşmasıyla son bulmuştur. Bu süre içinde 1,5 milyon Müslüman şehit edilmiş, yüz binlercesi de yaralanmıştır.
Mussolini'nin Din Düşmanlığı
Mussolini'nin en belirgin özelliklerinden birisi, din konusunda gösterdiği ikiyüzlülüktür. Mussolini, bir yandan siyasi çıkarları ve geleceği endişesi ile, Papa ve diğer din adamları ile yakın ilişkiler kurmaya çalışırken, diğer yandan Allah'ın varlığını ve dini inkar ettiğini ifade etmesi ile ünlüdür.
Mussolini'nin yaşadığı bu gayri-meşru hayat ve halk üzerinde meydana getirdiği zulüm ve baskı, günümüzdeki birçok faşist liderler gibi dinsiz olmasının bir sonucudur:
"Mussolini ateistlikten de öte dine karşı tamamen düşmanlık gösteriyordu. 1915'de Lausanne Halk Sarayı'nda şunları söylüyordu: 'Allah yoktur; din, bilim karşısında bir saçmalıktır. İnsanlar için bir hastalıktır'." (Histoire de Mussolini, Louis Roya, 1926)
Hatta iktidara gelmeden önce de "La Lima"adlı gazetede "gerçek dinsiz" takma adıyla yazılar yazıp dine saldırmıştır. Mussolini'nin bu ilkel mantığı, büyük oranda cahilliğinden kaynaklanıyordu. Çünkü, ateizmin hızlı bir çöküş süreci yaşadığı günümüzde, pek çok bilim adamı tarafından da açıkça kabul edildiği gibi din hiçbir şekilde bilimin karşısında yer almamakta, tam tersine elde edilen tüm bilimsel sonuçlar ve bulgular Allah'ın varlığını bir kez daha tasdik etmektedir.
II. Dünya Savaşı'yla başlayan süreç Mussolini'nin sonunu hazırlamıştır. İtalyan ordularının her çarpışmada başarısızlığa uğraması ve 1943 yılında müttefik ordularının Sicilya'ya ayak basması, halkın Mussolini'ye artık olumsuz gözle bakmasına neden olmuştur. Gelişen bu olaylar karşısında Yüksek Faşist Konseyi toplanmış ve yönetimi Mussolini'den alarak Kral'a devretmiştir. İtalyanlar tarafından dışlanan Mussolini daha sonra Hitler'in işgal ettiği Kuzey İtalya'da kurulan "İtalyan Sosyal Cumhuriyeti" adında yeni ve küçük bir Cumhuriyetin başına geçmiştir. Mussolini burada tamamen Hitler'in yönlendirmesiyle hareket etmiş ve onun isteği doğrultusunda da ilk iş olarak kendisini İtalya'nın yönetiminden uzaklaştıran konsey üyelerini öldürme kararı almıştır. Nitekim daha sonra aralarında damadı Ciano'nun da bulunduğu bu kişiler yakalanarak öldürülmüştür. Bütün bu çabalarına rağmen Mussolini, müttefiklerin ve partizanların birçok yeri ele geçirmesi nedeniyle zor duruma düşmeyi engelleyememiştir. Almanların da yardım etmediğini görünce yandaşlarıyla beraber kaçmaya çalışmış, fakat partizanlar tarafından yakalanarak, 28 Nisan 1945'de kurşuna dizilerek öldürülmüştür.
HITLER ALMANYASI
Almanya'da Hitler iktidarının yaşandığı dönem, Siyonistlerin birtakım gizli planlarını gerçekleştirebilmeleri için önemli bir fırsat olmuştur. Her ikisi de ırkçı birer ideoloji olan Siyonizm ve Nazizm arasında gizli bir ittifak olduğu, pek çok tarih bilimci tarafından ele alınmış bir gerçektir.
II. Dünya Savaşı sırasında bütün Avrupa'yı kasıp kavuran Hitler ve Nasyonal Sosyalist Parti, Almanya'da ilk ortaya çıktığı zaman henüz kimse tarafından tanınmaz ve kendilerine taraftar dahi bulamazken, önce ülkenin önde gelen Siyonist sanayicileri tarafından destek gördü. Krupp, I.G Farben ve diğer bazı Yahudi şirketlerin sahipleri 1929 yılında bu partiye girdiler:
"Toplantıda bulunanlar arasında, bir gün içinde Nazi oluveren Krupp von Bohlen, I.G Farben'den Bosch ve Schnitzler ile Birleşik Çelik Kurumu'ndan Voegler vardı." (Nazi İmparatorluğu, William Shirer, sf.304)
Bu kişiler daha sonra partide, faşist görüşe sahip Hitler'i destekleyen sanayiciler arasına katıldılar ve Hitler'i partinin başına getirebilmek için çok büyük paralar harcamayı göze alıp, istediği zaman kullanabileceği özel bir harcama fonu oluşturdular. Hitler'i 1933 yılında Almanya'nın başına getiren genel seçimlerde ona büyük maddi destek sağlayanlar ve seçim kampanyasının yürütülmesinde en büyük rolü oynayanlar da aynı Siyonist finansörlerdi.
Diğer yandan Yahudi bankerler de Hitler'e istediği zaman istediği miktarda maddi yardımda bulunuyorlardı. Özellikle uluslararası alanda çalışan Yahudi banker Warburg, aralarında Rockefeller'ın da bulunduğu Amerika'daki diğer Yahudi bankerler adına Hitler'le temasa geçmiş ve ona çok yüksek miktarda maddi destek sağlamıştı:
"Warburg Almanya'ya geldiğinde Hitler'in danışmanlarıyla görüşmeler yaptı. Temsil ettiği Amerikalı finansörler adına Führer'e başa geçmesi için 10 milyon dolar vaat etti.
Hitler, Wall Street'teki koruyucularıyla devamlı mektuplaşıyordu: 'Hareketimiz Almanya'da büyük bir hızla gelişiyor. Bana gönderdiğiniz para bitti. Bir daha ki sefere ne kadar alabileceğimi bana bildirmenizi önemle rica ediyorum'. Hitler." (La Haute Finance et les Revolutions, Henry Coston, sf.27)
"Hitler'in bu ricası Yahudi bankerler tarafından karşılıksız bırakılmadı. Yapılan kısa bir toplantıdan sonra Nazilere 15 milyon dolarlık yeni bir yardımın yine Warburg aracılığıyla yapılması kararlaştırıldı." (La Haute Finance et les Revolutions, Henry Coston, sf.29)
Maddi yardımda bulunanların bir diğeri ise, dünya petrol pazarının en büyük dilimlerinden birini alan Royal Dutch Shell şirketinin sahibi Samuel Ailesi'ydi:
"Hitler'in diğer bir destekçisi Samuel Ailesi'nce kurulan 'Royal Dutch Shell'den Sir Henry Deterding'di. Oswald Dutch'ın yazdığına göre 1931'de Sir Henry Deterding ve destekçisi Samuel Ailesi, Hitler'e 30 milyon pound verdi." (The World Order, A Study in the Hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf.109)
Yahudi sanayici ve bankerler Hitler'e sağladıkları büyük maddi destek ve bunun karşılığında elde ettikleri imtiyazlarla ülkenin gerçek hakimi durumuna gelmişlerdi:
"Hitler paraya ihtiyacı olduğu zaman Alman Yahudisi finansör Siegmund Warburg ailesinden milyonlarca dolar alıyordu... Bu sırada Warburg gibi yüzlerce Yahudi banker aile, hakimiyetleri altına aldıkları ülkede zenginleştiler." (Les Secrets de L'Empire Nietzschéen, Aron Monus, sf.614)
Siyonistler Hitler'i maddi olarak desteklerken, aynı zamanda bu desteklerini Almanya'daki resmi örgütleri olan "Almanya Siyonist Federasyonu" vasıtasıyla da yazılı olarak Nazi Partisi'ne bildirmişlerdi. 21 Haziran 1933'de Federasyon'un Hitler'e gönderdiği destek mektubunda şu ifadelere yer veriliyordu:
"Irk ilkesini hayata geçiren yeni (Nazi) devletin temelleri üzerinde kurulacak yapı içerisinde, bizler de, kendi topluluğumuza ayrılacak alanda baba yurdu (Fatherland) için elimizden gelen her türlü verimli faaliyeti sürdürmeyi umuyoruz..." (Zionism, Brenner, sf.48)
Bu düşünce doğrultusunda Siyonistler ilk olarak o dönemde büyük ekonomik kriz içinde bulunan "Babayurdu"Almanya'yı tekrar canlandırmaya çalışmışlar ve "Dünya Siyonist Örgütü" vasıtasıyla Nazi mallarının Ortadoğu ve Kuzey Avrupa'da dağıtımcılığını yapmışlardır. (The Hidden History of Zionism, 1988, Ralph Schoenman, sf.51)
II. Dünya Savaşı sırasında da Hitler'in en büyük destekçileri gene Siyonistler oldu. Yahudi şirketleri Hitler'in ihtiyaç duyduğu lojistik desteği büyük ölçüde sağladılar:
"Hitler'i savaşa sokmak için ona top güllesi ve petrol konularında garanti vermek gerekiyordu. İsveç Enskilda Bankası'ndan Yahudi Jacob Wallenberg 'SKK' top güllesi üretim fabrikasını kontrol ediyordu ve Nazilere savaş boyunca gülle top mermisi sağladı. Rockefeller'in sahibi olduğu 'Standard Oil', Nazi gemilerine ve deniz altılarına İspanya ve Latin Amerika'daki istasyonlarıyla petrol sağladı. II. Dünya Savaşı başlamadan önce, 'Ethyl-Standard', 500 tonluk ethyl kurşununu Warburgların sahibi olduğu 'I.G Farben' aracılığıyla 'Reich Hava Kuvvetleri Bakanlığı'na gönderdi ve ödeme 21 Eylül 1938 tarihli bir teminatla Brown Bros Harriman tarafından gerçekleşti." (World Order, A Study in the hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf.63)
Hitler ise, Siyonistlerin kendisine verdikleri desteği şu ifadesiyle açıkça ortaya koyuyordu:
"Yahudiler bana mücadelemde önemli katkılarda bulundular. Hareketimizde çok sayıda Yahudi beni mali olarak destekledi." (Hitler m'a dit, Hermann Rauschning, sf. 265)
Hitler ve Yahudi Göçü
Siyonistlerin ırkçı ve faşist düşünceye sahip bir partiyi desteklemesi ilk anda çelişkili gibi görülebilir. Fakat, o dönemde Siyonist liderlerin ulaşmak istedikleri hedef dikkate alındığında, Nazilerin yaptıklarının Siyonist amaçlarla uyum içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Siyonistlerin o dönemde ulaşmak istedikleri hedef, Filistin'deki Yahudi nüfusunu artırmak ve böylelikle güçlü bir Yahudi Devleti kurmaktı. Bunun için dünyanın dört bir tarafında dağınık halde yaşayan Yahudilerin Filistin'e göç etmesi gerekiyordu. Fakat Siyonist lider Theodor Herzl'in yaptığı çağrılara Avrupa'da ve de özellikle Almanya'da yaşayan Yahudiler -iyi hayat standardına sahip olmaları nedeniyle- olumlu cevap vermemiş ve bu çağrıyı duymazlıktan gelmişlerdi. Bu durum karşısında Siyonist liderler, Filistin'e göçü sağlamak için, Almanya'nın Ari ırk dışındaki tüm unsurlardan temizlenmesi gerektiğini düşünen Hitler ile iş birliği yaptılar.
İşte Siyonistlerin desteğiyle iş başına gelen Hitler ile Siyonistlerin en önemli ortak paydası buydu: Yahudilerin Almanya dışına çıkarılması. Yurtlarından çıkarılan Yahudilerin Filistin'e yönlendirilmesi ise Siyonistlerin sorumluluk alanıydı.
"Naziler ve Siyonistler Yahudilerin Almanya'dan Filistin'e mallarının bir bölümüyle göç etmelerini sağlamak için beraber çalıştılar." (Die Geschichte des Zionismus und des Staates Israel, Conor Cruise O'Brien, sf.130)
Göç Anlaşması İmzalanıyor
Filistin'de bir Yahudi Devleti'nin kurulabilmesi için öncelikle Hitler ile Siyonist liderler arasında bir anlaşma imzalandı:
"Wilhelmstrasse'nin gizli arşivleri, Hitler İmparatorluğu ile Yahudi örgütleri arasında, Alman Yahudilerinin Filistin'e göçlerini kolaylaştırmak amacıyla bir anlaşma imzalandığını ortaya koymaktadır." (Theodor Herzl, Paris 1960, A. Chouraqui, sf.225)
"Hitler, antisemitik liderler olan Luger, Schönerer ve diğerlerinin taktiklerini kullandığı halde, politikada antisemitik işlemler uygulamaktan oldukça uzaktır." (The Universal Jewish Encyclopedia, cilt 5, sf.400)
Siyonistler ile Hitler arasındaki bu ittifakın temel dayanak noktası ideolojik benzerliklerdir. Nazizm de Siyonizm de ırk saflığını savunmaktadır. Hitler'in Ari ırkı oluşturmak için yaptığı çalışmalarda, Yahudileri Alman toplumunun dışına itmesi, Siyonistler tarafından anlaşılması hiç de zor olmayan bir tutumdur. Çünkü Siyonistler de Yahudilerin üstün bir ırk olduğu ve diğer ırklarla karışmamaları gerektiği iddiasındadırlar. Bu durumda, Siyonistler için –kendi planlarına göre- Hitler'in politikaları karşısında yapılması gereken en akılcı hareket, minimum zarar ile maksimum fayda sağlamaktır. Bu da, bir yandan Hitler'i desteklemekle, bir yandan da Almanya'da yaşayan Yahudileri Hitler'in zulmünden koruyabilmek için hızlı bir şekilde Filistin'e ulaştırabilmekle mümkündür.
Siyonizm Sempatizanı Nazi Subayı:
Reinhart Heydrich
Gestapo şefi Heydrich, Nazilerin Siyonist ideolojiye duydukları sempatiyi, Siyonistlere seslenen şu mesajıyla açıkça ortaya koymuştu: "Kendilerine iyi dileklerimizle birlikte resmi desteğimizi de sunuyoruz." (Zionism, Brenner, sf.85)
Reinhart Heydrich, SS'lerin Das Schwarze Korps adlı resmi yayın organında Siyonizmi öven bir yazı yazdı. Heydrich, Yahudiler arasında iki temel grup (asimilasyonistler ve Siyonistler) olduğunu ve Siyonistlerin de kendileri gibi ırk düşüncesine sahip olduğunu yazıyordu. Ona göre asimilasyonistler tehlikeliydi, ama Siyonistlerle iş birliği yapmak çok makuldü. Yazısının sonunda Yahudi kafadarlarına duygusal mesajlar vermişti: "Filistin'in binlerce yıldır hasret olduğu kızlarına ve oğullarına kavuşacağı zaman uzak değildir. Onlara tüm iyi dileklerimizle birlikte resmi desteğimizi de sunuyoruz."
Ancak savaş yıllarının başlaması ile birlikte tüm Almanya'daki ve Avrupa'daki Yahudiler arasında büyük bir korku başladı. Milyonlarca masum Yahudiİ çocuk, kadın, genç, ihtiyar ayırımı yapılmadan korkunç bir soykırıma maruz kaldı. Dünya tarihinin en büyük katliamlarından biri olan bu vahşet, yaklaşık 6 milyon masum Yahudinin hayatına mal oldu. Kurtulabilen Yahudilerin bir kısmı Filistin topraklarına bir kısmı da ABD gibi diğer ülkelere göç etti.
Ne var ki, Filistin'de bir Yahudi Devleti kurmak için Nazi Almanyası ile kirli bir iş birliği yapan Siyonistler, Soykırım yıllarında bile Nazilerle dirsek temasını korumuşlar, dahası Yahudilerin Nazi zulmünden kurtarılması için en ufak bir girişimde bulunmamışlardır.
Bu, tarihsel kanıtlarla belgelenmiş bir gerçektir. Amerikalı Yahudi tarihçi Lenni Brenner, "Zionism in the Age of Dictators" adlı kitabında, II. Dünya Savaşı sırasında asimilasyonist Yahudi organizasyonlarının Nazi işgali altındaki ülkelerdeki Yahudileri kurtarmak için ellerinden gelen herşeyi yaptıklarını yazar. Ancak, Brenner'ın özellikle vurguladığı gibi, Siyonistler Naziler'in elindeki Yahudilerin kurtarılması konusu ile hiç ilgilenmemişler, hatta bu konudaki çabaların bir kısımını engellemişlerdir. Brenner, WZO'nun (Dünya Siyonist Örgütü) bu konudaki tepkisizliği karşısında, pek çok Yahudinin "Avrupalı kardeşlerimiz katledilirken, siz nasıl buna sırt çevirebilirsiniz?" mantığı ile isyan ettiğini yazar. (Zionism in the Age of Dictators: A Reappraisal, Lenni Brenner, Chicago, 1983, s. 233) Polonyalı Siyonist lider İzak Gruenbaum, bu konuda Siyonistlere yöneltilen suçlamaları ve kendilerinin cevabını 1943'teki bir yazısında şöyle anlatır:
"Şu içinde bulunduğumuz dönemde, Eretz İsrail'de bazı yorumlar yapılıyor. Bize, 'Eretz İsrail'i (İsrail topraklarını) şu zor günümüzde öncelikli hedef yapmayın, Yahudiler yok edilirken yalnızca Filistin ile ilgilenmeyin' diyorlar. Ben bunu kabul etmiyorum. Ve insanlar bize 'Keren Hayesod'dan (Filistin'deki Siyonist fon) Avrupalı Yahudileri kurtarmak için para ayıramaz mısınız?' diye soruyorlar. Ben de 'hayır' diyorum. Tekrar ediyorum, 'hayır'... Bence Siyonist hareketi ikinci sıraya koymaya çalışan bu eğilime karşı çıkmalıyız. Ve bu yüzden insanlar bize 'antisemit' diyorlar, Yahudileri kurtarma işlerine öncelik tanımadığımız için." (Zionism in the Age of Dictators: A Reappraisal, Lenni Brenner, Chicago, 1983, s. 234)
Adolf Eichmann'ın Kontrolünde Filistin'e Göç
Siyonistler ile Naziler arasındaki görüşmelerin bir neticesi olarak, Yahudilerin Almanya'dan çıkarılmaları Siyonistlerin denetiminde gerçekleştiriliyordu. Hitler, Yahudilerin Filistin topraklarına güvenli ve düzen içinde göç edebilmesi için bu işin başına Adolf Eichmann'ı getirdi. (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.6)
"1938 Martı'nda Avusturya'nın fethiyle beraber Eichmann, Yahudi göçünü ilerletmek üzere oraya gönderildi. Kendisini Yahudilerin göç politikasına adadı. Viyana'da kurduğu Yahudi göç merkezi çok başarılıydı." (Encyclopedia Judaica, cilt 6, sf.517-518)
Eichmann, düzenlediği göç operasyonunun, Siyonist çıkarlar doğrultusunda yürütüldüğünü şu ifadeleriyle açıkça ortaya koymuştu:
"Zihnimde tasarladığım çözüm, Yahudilerin ayaklarının altına katı, taze toprak koymak. Böylece kendilerine, sadece kendilerine ait toprakları olacak. Ben böyle bir çözüme memnuniyetle katılırım." (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.51)
"Benim kişisel çabam Yahudilere toprak ve vatan sağlamak." (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.45)
Eichmann, Yahudilerin göçünü sadece Viyana'da değil, Avrupa'nın diğer yerlerinde de organize etti. Macaristan'daki Yahudilerin göçünü sağlamak için Dr. Rudolf Kostner adındaki Yahudiyle iş birliği yaparak onunla bir göç anlaşması imzaladı:
"Eichmann'ın karşılaştığı Yahudiler arasında onun müthiş idealist diye söz ettiği Dr. Rudolf Kostner vardı. Onunla, Yahudilerin Macaristan'dan göç etmeleri için anlaşma imzaladı. Eichmann binlerce Yahudinin kanunsuz olarak Filistin'e göç etmesini sağladı." (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.37)
Eichmann 1939 yılında Çekoslavakya'nın Prag şehrinde bir başka Yahudi göç bürosu kurdu. Göç için yaptığı çalışmaları sadece kendi kurduğu göç merkezleriyle bırakmayan Eichmann, aynı zamanda soydaşı olan Heydrich'le de iş birliği yaparak Yahudilerin Filistin'e göçünü hızlandırmaya çalışıyordu:
Eichmann, 1941 yılına kadar yasal yollardan 250 bin Alman Yahudisinin Filistin topraklarına yerleşmesini sağladı. (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.54)
Hitler'in "Satanist" Locası: Thule
Hitler'in bir diğer ilginç yönü de, "Thule" adındaki kara büyü konusunda yoğunlaşmış olan mason locasına girip burada büyü ve büyücülük konuları ile ilgilenmiş olmasıydı:
"Hitler, yalnızca yüksek dereceli masonların alındığı Kabala ile ilgilenen 'Thule' Mason Locasına kayıtlıdır." (Modern Magick, Donald Michael Kraig, sf.33)
"Sebottendorf, yazdığı kitapta 'Hitler'den önce ben vardım' diyordu. Hitler'in ilk kez kendilerine- 'Thule' ye geldiğini ve burada eğitildiğini açıkladıktan sonra, Hitler'in, Thule'nin aristokrat olmayan Almanlara açık olan yan örgütü Alman İşçi Partisi'ne, sonra da Thule'nin üyesi ve görevlisi Karl Harrer tarafından kurulmuş olan Münih'teki Alman Sosyalist Partisi'ne üye yapıldığını açıkladı." (Hitler'den Önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 1 Aralık 1992)
Hitler bu büyü örgütünde aldığı bilgiler doğrultusunda "nasyonal sosyalizm"düşüncesini oluşturmuş ve Nasyonal Sosyalist Parti de bu örgütün ön ayak olmasıyla kurulmuştu:
"Hitler'in ünlü Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP), 1920'de, Thule tarafından başlatılan çabalarla kuruldu." (Hitler'den Önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 1 Aralık 1992)
Nitekim, "Thule"nin amblemi olan "Gamalı Haç"partinin de amblemi olarak kullanılmıştır:
"Thule'nin amblemi, yukarıda da belirtildiği gibi, Gamalı Haç'tı." (Hitler'den Önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 1 Aralık 1992)
Hitler siyasi hayatının ilk yıllarında uluslararası Siyonist finansörler dışında "Thule" locasının da desteğini görmüştü:
"Adolf Hitler, 1919'da Alman İşçi Partisi'ne katıldı, çünkü etkin bir Alman topluluğunun, aristokratların ve finansçıların oluşturduğu 'Thule Locası' tarafından desteklenmişti. J.H. Stein Bankasının sahibi ve Polonya bankacılarının ortağı olan Baron Kurt Von Schroder, Herrenklub'ün üyesi ve aynı zamanda Almanya'nın en etkin grubu 'Thule' Locası'nın lideriydi. 'Thule', 1919'da Hitler'in işini başlatmıştı. Schroder, tüm ITT'lerin ve Alman yan kuruluşlarının yöneticisiydi, SS Kıdemli Grup Lideri, Deutsche Reichsbank ve diğer yüksek seviyede yöneticilikleri vardı.
Hitler'in yardımcısı Walter Funk, Schroder'le görüşerek uluslararası bankacılarla ilgili sorularda Hitler'in gerçek görüşlerini tartışıyordu. Funk, Schroder'i tatmin etmeyi başarıyordu ve böylece Nazi Partisi'ne finansal destek devam etti.
4 Ocak 1933'te Hitler, Baron Kurt Von Schroder ile, Cologne'deki evinde buluştu. Schroder, Hitler'e onu Almanya'nın Başbakanı yapmak için gerekli fonu sağlayacağına dair garanti verdi.
Schroder'in J.H. Stein Bankası Hitler rejimi boyunca iş anlaşmalarına dahil olan bankaydı." (The World Order, A Study in the hegemony of parasitism, Eustace Mullins, sf. 107-108)
"Hitler için toplanan endüstriyel yardımlar Schroder Bank'a yatırılıyordu." (The World Order, A Study in the hegemony of parasitism, Eustace Mullins, sf. 63)
Nazilerin Karanlık Yönleri
Siyonistlerin, tarihin çeşitli döneminde iş birliği yaptıkları, kullandıkları kişi ve örgütler olmuştur. Naziler bunlardan yalnızca birisidir. Masonluk ve alt-üst örgütlenmeleri de Siyonistlerin yakın dostları arasındadırlar.
Fakat bu kişi ve örgütler genelde bazı ilginç özelliklere sahiptir. Para hırsı, zalimlik, ikiyüzlülük gibi özelliklerin yanında bazılarının cinsel sapıklıkları da oldukça ünlüdür. Nazilerin arasında homoseksüelliğin son derece yaygın olması, bu durumun en çarpıcı örneklerinden biridir:
ADOLF HITLER: Hitler hastalıklı ruha sahip bir liderdi. Tarihin en dengesiz diktatörlerinden biri olan Hitler'in buna rağmen kitleleri ardından sürükleyebilmesinin en önemli nedenlerinden birisi ise, cahil kitleleri galeyana getirebilecek bir üslup ve stil kullanmasıydı. Halka yaptığı en önemli telkinlerden biri ise, kendisinin adeta insan üstü bir varlık olduğu idi. Mussolini'nin hayatını ele aldığımız bölümde gördüğümüz, faşist liderlerin kendilerini sözde birer ilahmış gibi gösterme çabası, Hitler'de de yoğun olarak görülmekteydi:
"Açıkça görüldüğü gibi, Hitler kendisinin, Almanya'ya kurtarıcı olarak, insan üstü bir varlık gibi, özel bir görevle yükümlü olduğuna inanmaktadır." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, Walter C. Langer, sf.16)
Hitler yaptığı toplantılarda da bu özelliğini ön plana çıkarıyor ve insanlar üzerinde bu şekilde hakimiyet kurmaya çalışıyordu:
"Bütün bu toplantılar, doğaüstü ve dinsel bir hava yaratmayı amaçlıyordu, Hitler'in toplantı yerine girişi sözde bir ilah edası taşıyordu." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, sf.41)
Bu yönüyle insanları etkilemekte o kadar başarılı olmuştu ki, halk artık onu insan üstü bir varlık gibi görmeye başlamış ve tüm iradenin Hitler'e ait olduğu sapkınlığına inanmıştı. Hitler'in Hava Kuvvetleri Komutanı olan Goering'in şu ifadesi bu durumu en çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır:
"Vicdansızım ben. Benim vicdanım Adolf Hitler'dir." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, sf.52)
Hitler'in içinde bulunduğu bu "üstün insan" olma sapkınlığı onda şiddete dayalı bir ruhun yansımasına da yol açtı:
"Barbarlık, onur dolu bir sıfattır. Bu nedenle, tam anlamıyla barbar olmak istiyoruz." (Cumhuriyet, 26 Kasım 1992, sf.12, Hitler'den Önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal)
Hitler'in özel hayatı da birçok sapkınlıkla doluydu. Üst düzey Nazilerin çoğunda bulunan özelliklerden biri olan homoseksüellik Hitler'in de "alışkanlık"larındandı. Hitler gençliğinden itibaren bu tür bir kimliğe sahip olmuş ve gençlik yıllarında homoseksüellerle beraber yaşamıştı. Bu dönemde geçimini eşcinsel ilişkiler için kendisini kiralayarak sağladığına dair polis kayıtlarında çeşitli bilgiler yer almaktaydı:
"İşte bu günlerde, üstelik eşcinsel ilişkiler için kendilerini kiralayan insanların kaldığı bir otelde kalıyor ve belki de bu nedenle polis kayıtlarına, bir 'cinsel sapık' olarak geçiyordu." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, Walter C. Langer, sf.172)
Genel olarak bütün yakın korumalarını homoseksüel olan kişilerden seçmiş ve aynı zamanda kendisine homoseksüel eşler de edinmişti. Hitler, bu sapık ilişkilerinin, homoseksüelliğinin bilinmesinden hiç rahatsızlık duymuyor ve eşcinsel oluşunu gizlemeyip eşcinsellerin kendi aralarında kullandıkları bir ismi kullanıyordu:
"Hitler'in normal kişilerden çok, eşcinsellerin yanında rahat ettiği doğrudur. Strasser'ın belirttiğine göre, kişisel korumalarının hepsi eşcinseldir. Rauschning, Hitler'in eşcinsel eşi olduklarını söyleyen iki oğlana rastladığını belirtmiştir. Hitler'in, eşcinsellerin, arkadaşları için kullandıkları "Bubi" adını kullandığı büyük bir olasılıkla doğrudur." (Hitler Melek mi, Şeytan mı?, Walter C. Langer, sf.164)
ERNST ROEHM: Roehm, "Hücum Kıtaları" adı verilen ve ülkede çok büyük ağırlığı olan SA'ların lideridir. Aynı zamanda Hitler'in de en yakın çalışma arkadaşlarındandır. Nazilerin birçoğunda var olan özellik, Roehm için de geçerlidir:
"Roehm ilk Nazilerin birçoğu gibi bir homoseksüeldi." (Nazi İmparatorluğu, William L. Shirer, sf.75)
Nazilerde homoseksüelliğin normal bir anlayış olarak halka benimsetilmesi adeta bir devlet politikası haline getirilmişti. Özellikle Roehm bunu topluma yerleştirebilmek için etkin bir şekilde faaliyet gösteriyordu:
"Roehm, homoseksüelliği yeni ahlakın tabanı olarak tavsiye ediyordu. Tartışmalara yeni bir açı getirerek homoseksüelliği halka açık olan yerlerde teşhir ediyordu." (Hitler's Elite, Louis L. Snyder, sf.63)
Hitler de aynı çarpık ahlak anlayışını savunduğundan dolayı halkın yoğun tepkilerine rağmen Roehm'ün bu yöndeki faaliyetlerine her zaman destek vermiş ve onu savunmuştur:
"Roehm'ün özel yaşamı beni ilgilendirmez, ben ona mutlak olarak inanıyorum." (I Knew Hitler, Ludecke, sf.477-478)
Roehm homoseksüellik gibi bir sapkınlığı, halka, insanda muhakkak bulunması gereken, insanı yücelten bir özellik gibi göstermeye çalışıyor ve homoseksüel olmayanları aşağılayıp onları hor görüyordu:
"Homoseksüelleri süper insanlar olarak görüyordu. Çünkü ona göre homoseksüeller insanların en cesur olanlarıydı. Homoseksüelliğiyle övünüyordu. Hatta gurur duyuyordu. Normal -namuslu- insanlardan kendini ve homoseksüel arkadaşlarını daha iyi görüyordu." (Hitler's Elite, Louis L. Snyder, sf.63)
PAUL JOSEPH GOEBBELS: Hitler'in propagandadan sorumlu bakanıdır.
"Hitler'in Propaganda Bakanı iken, Der Angriff (Hücum) adını verdiği Siyonizmi öven on iki bölümlük bir rapor yazmıştır." (The Hidden History of Zionism, Socialist Action, Ralph Schoenman, sf.51)
HERMANN WILHELM GOERING: SA liderliği ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapmış olan Alman mareşalidir.
"Goering, tüm hayatı boyunca uyuşturucu bağımlısı olarak yaşamış ve birçok kere tedavi olabilmek için hastanelerde yatmıştır. " (NSDAP: The Party, sf.60)
"Goering, uyuşturucu bağımlılığının yanı sıra aynı zamanda bir homoseksüeldir. Devamlı kadınsı, egzotik kıyafetler giymiş ve bundan büyük haz duyduğunu belirtmiştir." (NSDAP: The Party, sf.61)
JULIUS STREICHER: "Nazilerin siyaset adamıdır. En büyük merakı pornografidir." (Eichmann in Jerusalem, Hannah Arendt, sf.27)
Aynı zamanda sadizme düşkün olmasıyla da ünlüdür:
"Sürekli kırbaç taşır ve kızdığı insanları kırbaçlardı. Kırbaçlayarak öldürdüğü insanları gülerek anlatırdı." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 3, sf.863)
FREIHERR WERNER VON FRITSCH: Hitler'in Kara Kuvvetleri Komutanı'dır.
"Homoseksüel ilişki sırasında yakalanmış ve Askeri Mahkeme'de yargılanmıştır." (Nazi İmparatorluğu, William L. Shirer, cilt 1, sf.497-554)
FRANCO ve İSPANYA İÇ SAVAŞI
Avrupa'nın bazı büyük sermayedarları, Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası örneklerinde görüldüğü gibi faşist lider ile hep yakın ilişki içerisinde oldular.Bu yolla söz konusu ülkelerde hem iktidardakilere etki edebiliyor hem de çeşitli ekonomik imkanlar sağlayabiliyorlardı. Bu şirketlerin İspanya'da Franco idaresindeki faşist yönetimin iktidara gelmesinde de önemli etkileri oldu. İspanya ordusu ile iş birliği yaptılar ve ürettikleri silahları bu orduya verip yüz binlerce insanın öldürülmesine aracı oldular.
Bu şirketlerin bir kısmını silah şirketleri oluşturuyordu. İspanya'daki zengin maden yatakları bu sermayedarların dikkatini çekmekteydi. Bu şirketler tüm maden yataklarını kendi kontrollerine almak için 1933 yılında İspanya'da iktidar olan aşırı sağ partilerin oluşturduğu konfederasyona destek verdiler ve bu konfederasyonun lideri olan faşist Gil Robles'le yakın temaslarda bulundular:
"Bu belgeler; Frankfurt Metal A.Ş.'nin (bu şirket I.G Farben ve Siemens'in ortak olduğu bir kuruluştur) daha 1934 yılından beri İspanyol gericiliğinin önderi Gil Robles ile İspanyol maden cevheri üzerinde görüşmelerde bulunduğunu ortaya koymuştu. Gil Robles imzasını taşıyan bir belgede, maden ocağı tekeli isteğinde bulunan Alman sanayicilerinin bu isteklerini uygulamaya hazır olduğu belirtilmektedir." (Franco kimdir, Falanjizm nedir?, T. Kakınç, sf.48)
Frankfurt Metal A.Ş, yapılan bu anlaşmayla İspanya'daki tüm ocakları kendisine bağlarken, hiçbir ülkenin ortaklığını kabul etmemişti. Kendisiyle beraber iş yapabilme şansını sadece faşist İtalya'daki şirketlere tanımıştı. Çünkü bu şirketlerin İspanyol ocaklarından elde edecekleri gelir faşist İtalya'nın daha da güçlenmesini sağlayacaktı.
Fakat, 1936 yılında yapılan seçimler büyük şirketlerin planlarını alt üst etti. Anti-faşist görüşlü partilerin biraraya gelip oluşturduğu "Halk Cephesi" seçimleri kazandı ve iktidara geldi. Bu durumda maden işletmeleri üzerindeki tekel hakkını yeniden alabilmek için "Halk Cephesi" ile görüşülüp anlaşma yapılması gerekiyordu. Fakat "Halk Cephesi" söz konusu şirketlerin böyle bir ayrıcalığa sahip olmasına baştan beri karşıydı. Zaten bu şirketlerin de bir önceki dönemde "Halk Cephesi" yerine "Aşırı Sağ Konfederasyon" ile ilişki kurmasının nedeni buydu.
Dev şirketlerin elde ettikleri büyük geliri kaybetmemeleri ve bu açmazdan kurtulmaları için önlerinde tek çözüm kalıyordu: "Halk Cephesi"ni iktidardan düşürmek.
Sanayicilerin Verdiği Darbe Kararı
Bu amaçla, iktidara gelmiş olan anti-faşist hükümete karşı, çok yakın ilişkilerinin olduğu ordunun kışkırtılıp desteklenmesine karar verildi. Böylelikle faşist rejim İspanya'da hakim kılınacak ve madenler üzerindeki işletme hakkı tekrar ele geçirilecekti:
"Alman maden işletmesi soylularının, kimya-banka ve elektrik tekelcilerinin, 'İspanyol Halk Cephesi'nden çekinmelerinin nedeni açıktır: İspanyol yer altı hazineleri üzerindeki haksız haklarının tanınmayacağından ve bu servet kaynaklarının elden gideceğinden korkuyorlardı. Bu yüzden de faşizmi tuttular: Franco'nun hükümet darbesini hazırladılar." (Franco Kimdir, Falanjizm Nedir?, T. Kakınç, sf.50-51)
Yapılan plan doğrultusunda hemen çalışmalara başlandı. Faşist görüşün liderlerinden ve 1936'daki faşist darbenin ele başlarından olan General Sanjurjoi ile birlikte Alman ve İtalyan kapitalistler Berlin'e giderek planlarını anlattılar. Darbe için Hitler'den maddi-manevi destek istediler:
"Ama ne fayda, artık bütün bütün anlaşan Alman ve İtalyan büyük kapitalizmi, maden işletmesi ayrıcalığını istemek için Madrid yerine bu defa Berlin'e başvurmak zorunda kaldılar. Çünkü, o arada yapılan İspanyol seçimleri umdukları sonucu vermemiş ve iktidar, faşizmin değil, İspanyol Halk Cephesi'nin eline geçmişti. Berlin'e yapılan başvurmayla aynı tarihe rastlayan günlerde General Sanjurjoi de Berlin'de göründü. 1936'daki faşist hükümet darbesini hazırlayanların ele başlarından olan general, Hitler'den silah ve asker yardımı istiyordu." (Franco Kimdir, Falanjizm Nedir?, sf.49)
Hitler'in böyle bir teklifi reddetmesi imkansızdı. Nitekim Hitler, Yahudi sermayedarların isteği doğrultusunda hareket edip, madenler üzerindeki tekel haklarının bu şirketlere verilmesi karşılığında yardım etmeyi kabul etti:
"Faşist generalin istekleri, İspanya'nın ve İspanyol Fası'nın maden ocağı işletmesi tekelini Alman tröstlerine vereceği teminatı alındıktan sonra yerine getirilmiştir." (Franco Kimdir, Falanjizm Nedir?, sf.49)
Faşist darbenin güçlü ve etkili bir şekilde yapılabilmesi için sadece Hitler'le değil, Mussolini ile de görüşüldü. Aşırı sağ konfederasyon üyeleri, subaylar ve kapitalistler darbe için asker ve silah yardımı istediler. Mussolini doğal olarak bu istekleri kabul etti. Yapılan anlaşmanın metni aynen şöyleydi:
"Aşağıda imzası bulunan bizler, yani kendi adına hareket eden Don Emilio Barrera, 'Gelenekçi Topluluk'u temsil eden Don Raphael Oldzabal ile M. Lisarsa ve 'Renovacıon Espanola'nın lideri Don Antonio Goicoecha; İtalyan Başbakanı Mussolini ile Mareşal Balbo arasında 31 Mart 1934'de öğleden sonra yapılan görüşmenin tanıkları olarak aşağıdaki hususları belirtiriz: İtalyan Başbakanı Duçe, ordunun, deniz kuvvetlerinin ve iki monarşist partinin durumu hakkında ayrıntılı bilgi edindikten sonra, İspanya'daki bugünkü rejimi devirmek ve yerine monarşinin gelmesini sağlayacak bir krallık naipliği kurmak için yapacakları mücadelede iki muhalefet partisini var gücüyle destekleyeceğini ve gerekli bütün imkanları sağlayacağını sözlerinin gerçekliğini ispatlayabilmek için de derhal; 20 bin tüfek, 20 bin el bombası, 200 mitralyöz ve 1.500.000 peseta (İspanyol para birimi) vermeye hazır olduğunu; bu yardımın sadece bir başlangıç sayılmasını ve gerektiği gibi çalışıldığı takdirde ve şartların elverdiği ölçüde, daha büyük bir yardımın yapılacağını söyledi... Hem her gruba verilecek silah miktarı, hem de bunların İspanya'ya nakli konusunda gerekli tedbirlerin bu liderler tarafından alınması kararlaştırıldı." (İspanya'da İç Savaş ve Faşizm, Pietro Nenni, sf.31-32)
Uluslararası şirketler, İspanya'da faşist bir darbe gerçekleştirmeye yönelik planlarını bu kadarla bırakmadılar. Faşist harekete karşı tavır alan Cumhuriyetçileri savunmasız bırakmak için kendi adamlarını kullanıp uluslararası çapta bir oyun tezgahladılar. Dönemin Fransa Başbakanı olan Leon Blum faşistlere karşı Cumhuriyetçilere silah sağlayacağına dair söz verdi. Fakat iç savaş başlayınca bu sözünü yerine getirmedi ve yüz binlerce Cumhuriyetçiyi ölüme terk etti. Böylelikle faşistlerin yönetime zorlanmadan gelmesini kolaylaştırdı:
"Paris Halk Cephesi hükümetinin ve onun Başkanı Leon Blum'un Cumhuriyetin savunulması için gerekli silahları sağlayacağına güvenen İspanyol halkı, ilk anlardan itibaren gözlerini Fransa'ya çevirmişti. Fransa Hükümet Başkanı Leon Blum'un Paris'te lunaparkta yaptığı ve İspanya'ya yardımın reddedilişine tarihi ve ideolojik bir kılıf giydirmeye çalıştığı nutku, İspanyol halkında büyük tepkiler uyandırmıştı." (İspanya'da İç Savaş ve Faşizm, sf. 54)
Uluslararası şirketlerin faşistler ve Cumhuriyetçiler arasında başlattıkları kardeş kavgası buradaki madenlerden elde edilen gelirin, bu kuruluşların menfaati için kullanılması amacını güdüyordu:
"İspanya'da 1936 yılında başlayacak kan dökümü, İspanyol maden cevherlerinin ve altınlarının Alman büyük kapitalistlerinin kasalarına oluk oluk akmasından öte bir amaca hizmet etmeyecektir." (Franco kimdir, Falanjizm nedir?, T. Kakınç, sf.48)
Sanayicilerin Keşfettiği İsim: Franco
Bu sırada bu planda önemli bir rol alan General Sanjurjoi bir uçak kazası sonucu öldü. Bu durum karşısında sermayedarlar, ordunun Cumhuriyetçiler karşısında başarısızlığa uğramaması için yeni bir lider arayışına girdiler. İşlerini "sağlama bağlayarak" ordunun başına, güvendikleri bir ismin getirilmesini sağladılar: Francisco Franco.
Franco zaman zaman çıkan ayaklanmaları durdurmak için vahşi bir karakter sergilemiş ve bu ayaklanmaları en sert şekilde bastırmıştı. 1934'de Oviedo'daki maden işçilerinin çıkardığı ayaklanma karşısında da aynı sert tutumunu korumuştu:
"Franco Fas'tan Lejyonerleri ve yerli halktan oluşturulan birlikleri, yani 'Regulares'leri getirmeyi önerdi. Özellikle Regularesler savaştaki ustalık ve hunharlıklarıyla tanınmaktaydı. Öneri herşeye rağmen kabul edildi. Sonraki günlerde Regularesler, bu ünlerinin boşuna olmadığını Oviedo işçilerini görülmedik gaddarlıklarla öldürerek kanıtlayacaklardı." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 2, sf.663)
Franco beraber çalıştığı subayları seçerken de, onlara bağlı bulunan askerlerin sadistçe davranmalarını göz önüne alıyordu. Nitekim bu subaylardan biri olan Yarbay Yagüe, Franco'nun istediği tipte askerleri yönetiyordu:
"Yagüe'nin askerleri toplu ırza geçme ve cinayet eğlenceleri düzenlemekte, polis tutukluları sadist işkencelerle, 'sorgu'dan geçirdikten sonra öldürmektedir. Çılgınca bir kan davasına dönüşecek iç savaşın başlangıç noktasına gelinmişti." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 2, sf.664)
İç Savaş Başlıyor
Ülkeyi binlerce insanın hayatını kaybettiği bir iç savaşa sürükleyen Franco, iç savaştan galip çıkmak için her yolu deniyor, Hitler'den ve Mussolini'den devamlı yardım alıyordu:
"Ancak bu arada iç savaş devam ediyordu ve Franco, artık bedelini nasıl ödeyeceğini düşünmeden, her başı sıkıştığında Hitler ve Mussolini'yi arıyordu." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 2, sf.669)
Franco, Hitler ve Mussolini'den sağladığı bu desteklerle 1936 yılı sonunda ülkenin yarısına hakim duruma geldi. Dışarıdan gelecek yardımların rahatlıkla kendilerine ulaşabilmesi ve kendi birlikleri arasındaki ikmal işlemlerinin kolaylıkla yapılabilmesi için özellikle Portekiz sınır boyunu ele geçirdi. Bu arada 1937 yılında Cumhuriyetçilerin elinde bulunan Madrid'in çevreyle bağlantısını kesmeye çalıştı fakat başarılı olamadı. Buna karşılık kendisine bağlı faşist birlikler aracılığıyla kuzeydeki Bilbao şehrini işgal etti. Franco'ya bağlı birlikler 1938'de Madrid'i tekrar kuşattı. 1939 yılı başlarında da hem Madrid'i hem de Cumhuriyetçilerin elinde bulundurduğu diğer şehirler olan Barcelona ile Valencia'yı ele geçirdi. Böylelikle Franco ve ona bağlı olan faşist birlikler ülkeyi tamamen kontrolleri altına aldılar.
Franco iç savaş sırasında çocuk, kadın, yaşlı demeden yüz binlerce kişiyi katletti. Bu sırada İspanya'da bulunan Mussolini'nin damadı Ciano, Franco'nun yarattığı vahşeti şu sözleriyle ifade ediyordu:
"Madrid'te günde 200 veya 250 kişi, Barselona'da 150, Seville'de 80 kişi öldürülüyor" (L'Express, 6-12 Ekim 1975)
Franco'nun Hitler'e Hediye
Ettiği Kasaba
İç savaş boyunca Hitler Almanyası Franco'ya hem ekonomik hem askeri yardımda bulundu:
"Tutkularının gerçekleşmesini, İspanya'yı kana ve felaketlere boğan vatandaş savaşında aradılar. Yine bu yüzden Alman uçakları İspanyol kadın ve çocuklarını mitralyöz ateşiyle acımaksızın biçtiler; Krupp'un topları yoksul İspanyol köylüsüne ölüm yağdırdı." (Franco kimdir, Falanjizm nedir?, T. Kakınç, sf.51)
Franco aldığı bu yardımları karşılıksız bırakmamış ve küçük bir kasabayı Nazilere, silah şirketlerinin yeni ürettikleri silahları deneyebilmeleri için "hediye"(!) olarak vermişti:
"Bilbao üzerine yürüyen Franco, belki İtalya'nın yardımı kesmesini önlemiş, ama Nazi dostlarına da yardımlarına karşılık, küçük bir kasabanın halkını gözünü kırpmadan vermiştir: 'Guernica!'.
5 Mayıs 1937 sabahı, küçük Guernica kasabasının halkı, Nazi teknolojisinin yeni harikalarıyla, dev bombardıman uçakları ve tonlarca bombanın getirdiği ölümle uyandı. Asturia harekatı için yok edilmesi hiç de gerekmeyen küçük kasaba, Nazi uçaklarının 'deney'ine, Franco tarafından terk edildi..." (Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 2, sf. 669)
İspanya'daki Loca: Opus Dei...
Franco'nun büyük sermayedarlarla olan ilişkisi ve onlara verdiği destek, iç savaş bittikten sonra da devam etti. Franco'nun destek verdiği gruplardan birisi de masonlardı. "Opus Dei" adındaki uluslararası mason locasının üyelerini, kurduğu hükümetlere bakan olarak ataması bu durumun önemli göstergelerinden biriydi. Opus Dei'ye bağlı Huarte ve Vila Blanco ailelerinin 1956'da Mateza adlı şirketi kurmasından sonra, Opus Dei'nin üyeleri Franco tarafından bakanlığa atanır. Ve kısa sürede Opus Dei'nin genel konseyi, bu bakanlıkların gücünün maksimuma çıkarılmasına karar verir:
"1962 Temmuzu'nda Opus Dei hükümette yer almak için baskı yapar, hem de tüm ekonomik birimlere el atarak: tarım, ithalat, ticaret, endüstri, çalışma..." (Les Vrais Maitres du Monde, Gonzales Mata, sf.96)
"Opus Dei" üyesi olan masonlar hükümete bakan olarak girdikten sonra, ilk iş olarak bankalara el atarak "ceplerini doldurmaya" başladılar. Yapılan yağma, daha sonra bir skandal olarak ortaya çıktı. Fakat bütün bu olup bitenlere karşın Franco, olayı örtbas edip kapattı:
"Kısa sürede, yeni gelenler, Opus Dei'nin birkaç yıl önce istediği çizgide bir dizi yeni reformlar yaparak onlara itaat ederler. Bu reformların en önemlisi banka sisteminde yapılandır. İspanya Bankası millileştirilir. (2 tane Opus Dei üyesi yardımcı müdür, bir tanesi de genel müdür olur.) Resmi Banka millileştirilir. Bu şekilde 6 kredi kuruluşu ortaya çıkar.
Opus Dei üyesi bakanların korunması sayesinde kendilerine verilen kredi inanılmaz boyutlara ulaşır. 13 milyar peseta kredinin usulsüz olarak verilmesi 1969'da skandala neden olur. Verilen rakamların sadece çok az bir kısmının üretildiği ortaya çıkar. Satılanlar ise, daha da azdır.
Franco, Opus Dei'nin koruyucusu Bakan Amiral Carrero Blanco'nun isteklerine uygun olarak olayın üzerine gidilmesini engeller. 1 Ekim 1971'de kamuoyunca suçlu bulunan kişileri affeder." (Les Vrais Maitres du Monde, Gonzales Mata, sf.96-97, 102)
Franco hayatının son yıllarına doğru faşist, baskıcı bir ruh taşıdığını tekrar göstererek kurmuş olduğu faşist rejime muhalefet eden herkesi terörist ilan eden bir yasa çıkartır. Çeşitli ülkelerin yoğun tepkilerine rağmen çıkartılan yasayla beş kişi, kafalarına "çivi çakılarak" idama mahkum edilir. Franco'nun 39 yıl süren diktatörlüğü 20 Kasım 1975 tarihinde ölümüyle sona erdi.
Bu baskıcı diktatörün arkasında bıraktığı kan, faşist ideolojilerin bir topluma nelere mal olduğunun göstergesi oldu...
FAŞİST ÖRGÜTLENMELER
Faşist rejimlerin iktidara gelmesini ve iktidarı sürdürmelerini sağlayan en önemli faktör ise, terör ve baskı politikalarını ustalıkla uygulayan Faşist örgütlenmeler oldu. Her ikisi de ırkçı ve saldırgan ideolojiler olan Siyonizm ile faşizm arasındaki ilişki çeşitli terör örgütlerinin yapılanmasında da ortaya çıkmaktadır.
Faşizmin bir ülkeye tümüyle hakim olmasının en açık örnekleri olan Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası bu faşist örgütlenmelerin "altın devirlerini" oluşturdu. Her iki rejimde de, faşist felsefeyi tam olarak kabul eden ve uygulayan, çoğu hasta ruhlu insanlardan oluşan resmi terör örgütleri kuruldu. İlk karakteristik özelliklerini bu dönemde ortaya koyan bu örgütler, II. Dünya Savaşı'ndan sonra da dünyanın pek çok ülkesinde gerek yer altı örgütü gerekse siyasi parti olarak faşist ideolojiyi ayakta tuttular. Yine pek çok ülkede de Mossad'ın uzantısı olan "Kontrgerilla" sistemleri ile yakın ilişki içindeydiler.
Siyonistlerin "Faşist" Gerilla Örgütü:
BETAR
Yakın tarihte Siyonistler tarafından kurulan ilk faşist örgüt "Betar"dır. Örgütü kuran ünlü Siyonist lider Vladimir Jabotinsky idi.
"Bir Rus yahudisi olan Jabotinsky, daha sonra gittiği İtalya'da faşist düşünce yapısını büyük ölçüde benimsemişti. Bu düşünceler doğrultusunda bir "Siyon ordusu" oluşturma fikrini geliştirdi.
Jabotinsky'ye göre, günümüz ahlak kuralları içinde çocuksu hümanizmin etkisi yoktur. Dünya siyasal yaşamını şekillendirecek manivelanın güç ve sadece güç olduğuna inanır. Ona göre, komşusu ne kadar iyi ve candan olursa olsun, ona inananlar aptaldırlar. 'Adalet, bileği güçlü olanın ve bu bileği büyük bir ısrarla isteklerini gerçekleştirmek için kullananındır' diyen Jabotinsky, çağın diğer sosyal Darwincileri gibi, bir milletin yaşamını baskı altına girmeden devam ettirebilmesi için güçlü ırki temellere sahip olması gerektiğini savunacaktır. 1913 yılında yazdığı 'Irk Üzerine' adlı makalesinde, dünya siyasal düşüncelerinde ırkçı düşüncenin temellerini atan A. Gobineau'nun ve 'Aryan' mitini Almanlara maleden H.S. Chamberlain'in fikirlerini nerede ise satır satır takip etmek mümkündür: 'Bir milletin muhtevası, milli karakterinin alfası ve omegası, onun fiziki kalitesinde, diğer bir deyişle, o milletin ırki kompozisyonunda aranmalıdır', der". (Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar, Mim Kemal Öke, sf.289)
Felsefesini "güçlü olanın haklı olduğu" temelinde oturtan Jabotinsky, faşist karakteri sebebiyle daha sonraları "Vladimir Hitler" olarak anılmıştır. O dönemde İngilizlerin mandası altında olan Filistin'de çarpışmak üzere yarı askeri bir gençlik örgütü kurdu:
"Jabotinsky'nin bu bakış açısı ona siyasal rakipleri tarafından 'Vladimir Hitler' lakabını kazandıracaktır ki, Jabotinsky'nin İtalyan faşitleri ile ilişkileri bu suçlamayı doğrulayacak güçtedir. İngiliz mandası altındaki Filistin'de çarpışmak üzere Jabotinsky'nin kurduğu Betar adlı gençlik örgütünün simgesi "kahverengi gömleklerdir"... Sloganı ise 'Doğu için İtalya Düzeni'dir. 1935'te verdiği bir demeçte Jabotinsky, 'Biz bir Musevi İmparatorluğu istiyoruz. Akdeniz'de bir İtalyan İmparatorluğu olduğu gibi, Doğu'da bir Musevi İmparatorluğu olmalıdır' diyordu... Bu imparatorluk, Filistin'le birlikte Ürdün'ü de içerecek, Mısır'ı ve Irak'ı da kapsayacak sınırlara sahip olacaktı. Jabotinsky 1934'de İtalya'da Civitavecchia'da, bir askeri okul açarak, Filistin'de çarpışacak Siyon gerillalarını yetiştirmeye başlar. Mussolini'nin denetlediği bu birlikler İtalyan yardımı ile Filistin'e peyderpey sevk edileceklerdir." (Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar, Mim Kemal Öke, sf.290)
Bu faşist-Siyonist örgüt, Filistin'de estirdiği terör havasıyla kendisinden bekleneni gerçekleştirdi. Encyclopedia Judaica Betar hakkında şu bilgileri veriyor:
"Betar Filistin'de, şebekeler halinde köylerde teşkilatlanmıştı. Betar bünyesinde Yirmiyahu Halpern tarafından bir eğitim kampı oluşturuldu. Kamplarda kendini savunma, sokak kavgaları, askeri taktikler ve silah kullanımı öğretiliyordu... Bazen Betar hareketleri, Tel Aviv sokaklarındaki çatışmalara dönüşüyordu." (Encyclopedia Judaica, cilt 4, sf.714)
Jabotinsky'nin kurduğu bu örgüt, SA'ları kurarken Hitler'e ilham kaynağı oldu. Hitler gibi Mussolini de Betar'dan etkilenmişti. Daha sonra İsrail'e Başbakan olacak olan Menahem Begin de Betar'ın liderlerindendi:
"Siyonizmin büyük oranda gizli tutulmuş olan tarihi, bir yığın lekeyle doludur. Mussolini, kara gömlekler giyerek, kendi Faşist çetelerine benzemeye çalışan Revizyonist Siyonist gençlik hareketi Betar'ın üyelerinden bölükler oluşturdu. Menahem Begin, Betar'ın Başkanı olduğunda Hitler çetelerinin kahverengi gömleğini tercih etti. Bu üniformayı gerek kendisi, gerek diğer Betar üyeleri tüm miting ve gösterilerde giyip birbirlerini faşist selamıyla selamladılar, toplantıları aynı selamla açıp kapadılar." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.50)
Naziler'in Sokak gücü: SA (Sturm Abteilung)
Hitler'in "Kahverengi Gömleklileri" ya da diğer adıyla "SA"ları, faşist yapıyı tam anlamıyla uygulayan bir örgüt oldu. Almanca "Sturm Abteilung" (Fırtına Kıtaları) ismini taşıyan SA'lar, faşizmin temel karakterine uygun olarak, kültürsüz, kabadayı karakterine sahip, zalim, acımasız hatta sadist insanlardan seçiliyordu:
"SA'lar işsiz insanlardan, sokak eşkiyalarından, katillerden oluşuyordu." (The Life and Death of Adolf Hitler, Robert Payne, sf.205)
"SA, Hitler tarafından, 1921'de Münih'de kuruldu. Örgütsel dayanağı, yeni gelişen Nazi hareketinin saflarına katılmış serserilerdi." (Ana Britannica, cilt 18, sf.564)
"Başlangıçta SA üyelerinin çoğu, Weimar Cumhuriyeti'nin ilk günlerinde solculara karşı çarpışan eski askerlerin oluşturduğu silahlı çapulcu gruplardan (Freikorps) geliyordu." (Ana Britannica, cilt 18, sf.564)
SA'lar, Hitler'in fedaileri olarak hareket etmeye başladılar. Karşıt görüşlü politik gruplara saldırılar düzenliyorlardı:
"Hitler, SA'ların ordu disiplininden uzak olmalarını istiyordu. Onlar 'kanun tanımayan şok örgütleriydi!' Amaçları politikti; politik toplantıları bölüyorlar, Hitler'in korumaları olarak görev yapıyorlardı." (The Life and Death of Adolf Hitler, Robert Payne, sf.168)
"SA kolları terörist metodları kullanarak kalıcı bir seçim kampanyası yürütmek ve böylece hafif bir direnç gösteren demokrat muhalefeti zayıflatmak üzere tasarlanmıştı." (The Order of Death's Head, Heinz Höhne, sf.62)
"Üyeleri Mussolini'nin Kara Gömlekliler'ine benzer biçimde kahverengi üniformalar giyen SA, parti toplantılarını koruma, Nazi gösterilerinde önde yürüme ve siyasal karşıtlara fiziksel saldırıda bulunma gibi görevler üstlendi. Hitler'in 1923'teki başarısız Birahane Darbesi'nin ardından geçici olarak dağıldıysa da, 1925'de yeniden örgütlendi ve kısa sürede şiddet yöntemlerini yeniden uygulayarak genel ve yerel seçimlerde seçmenlere gözdağı vermeye başladı." (Ana Britanica, sf.564)
Çoğunluğu ruhsal dengesizlik içinde bulunan SA üyeleri liderlerine karşı anlaşılması zor bir bağlılık içindeydiler. Liderlerine büyük bir sadakatleri vardı:
"Kahverengi Gömlekliler, Hitler'i ruhani liderleri olarak görüp, sadakat gösteriyorlardı." (All The Revolutions Devour Their Own Children, sf.329)
"Pfeffer Von Salomon, 'Yüce SA lideri' olarak isimlendirildi, ve Almanya'daki tüm SA'ların komutanlığına getirildi." (The Life and Death of Adolf Hitler, Robert Payne, sf.25)
SA'ların yöntemi ise, tüm faşist örgütlenmelerde olduğu gibi terör ve işkence oldu. Sadist, zalim, insanlara acı vermekten hoşlanan bu güruh, pek çok baskı operasyonunda kullanıldı. SA'ların işkence yuvalarında ise akıl almaz vahşetler yaşanıyordu:
"Hitler'in yanında çalışanlardan birinin ifadesine göre, Berlin'de SA karargahı Hedemannstrasse'nin dördüncü katında gizli bir SA işkence odası bulunuyordu. Bulduğumuzda insanlar açlıktan yarı ölmüş durumdaydılar. İtiraf ettirmek için günlerce dar dolaplarda tutuluyorlardı, 'sorguya çekme, ya dövmekten ya da demir sopalarla ve kırbaçlarla aşağılanmaktan ibaretti' dedi. İçeri girdiğimizde bu yaşayan iskeletler pis kamışlar üzerinde iltihaplı yaralarıyla yan yana yatıyorlardı." (Encyclopedia Judaica, cilt 4, sf.714)
Hitler'in Faşist Ordusu:
SS (Schutz Staffel)
Nazilerin iktidara gelmesinde önemli rol oynayan SA'ların yanı sıra, Hitler, 1925'de kendisini korumakla görevli küçük bir birlik kurdu. Schutz Staffel, "Koruyucu Kademe" olarak adlandırılan bu örgüt kısaca "SS" olarak anılmaya başladı.
Başlangıçta SA'lardan daha güçsüz bir örgüt olan SS'lerin başına geçen Heinrich Himmler, kurulduğunda 300 kişiden oluşan bu örgütü, Nazilerin iktidara geldiği 1933'e dek 50.000 kişiye çıkardı.
SA'lara göre ordu disiplinine daha yakın olan SS'ler zamanla SA'dan daha gözde hale geldiler. SA'ların disiplinsiz ve kontrolü güçleşen yapısı, Siyonist lobilerinin, daha disiplinli ve "kesin itaatli" olan SS'leri tercih etmelerine yol açtı.
Böylece SS'ler, Almanya'nın en büyük gücü haline geldiler. Doğrudan Hitler'e bağlı olan örgüt, faşist hedeflere uygun eylemlere girişti. Örgütün başındaki Heinrich Himmler, faşist felsefenin sadık uygulayıcılardan biriydi.
"Fanatik bir ırkçı olan Himmler, örgüte adayları, toplumun hangi kesiminden geldiklerine bakmaksızın, fiziksel kusursuzluk ve ırksal saflık ölçütlerine göre değerlendirerek kabul ediyordu. Parlak, siyah üniformaları ve özel nişanlarıyla (şimşeğe benzetilmiş rünik S harfleri, kurukafalı pazıbentler ve gümüş kamalar) SS'ler kendilerini, başlangıçta üstlerinde olan kahverengi gömlekli SA'lardan da (Sturmabteilung: Fırtına Kıtası) üstün sayıyorlardı." (Ana Britannica, cilt 20, sf.9)
Himmler, kendisine baş yardımcı olarak da Reinhard Heydrich'i seçmişti.
"Himmler ve başyardımcısı Reinhard Heydrich, Almanya'nın tüm polis kuvvetleri üzerinde denetim sağlayıp, örgütün sorumluluk ve etkinlik alanını genişleterek SS'lerin gücünü pekiştirdiler. Ayrıca özel askeri SS birimleri düzenli ordu sistemi içinde eğitildiler ve silahlandılar." (Ana Britannica, cilt 20, sf.9)
Acımasızlık ve sadist lidere körükörüne itaat SS'lerin temel özelliğiydi:
"SS'lere, insanların acı çekişi karşısında soğukkanlı kalmaları ve başka ırka nefret duymaları öğretilirdi. En önemli erdemleri, 'Onurun Sadakatindir' ilkesinden sapmaksızın Führer'e kesin boyun eğme ve bağlılıktı." (Ana Britannica, cilt 20, sf.9)
Mussolini'nin Faşist Ordusu:
Kara Gömlekliler
Mussolini İtalyası'nın faşist örgütü ise, Hitler'in SA'larını andıran "Black Shirts" yani Kara Gömlekliler'dir.
"Kara Gömlekliler, Benito Mussolini'nin emrindeki silahlı Faşist İtalyan birlikleridir. İlk birlikler Mart 1919'da Swuodre d'Azrone (Action Squca) adıyla sosyalistlere karşı kuruldu. 1920'nin sonunda sadece sosyalistleri değil, Cumhuriyetçileri ve diğer organizasyonları da yok etmeye başladılar. Faşist birliklerin sayıları artıkça yüzlerce kişiyi de öldürdüler. 24 Ekim 1922'de, Napoli'deki Kongre'de, Mussolini'yi başa getiren meşhur Roma'ya yürüyüşü için bütün ülkeden silahlanmış Kara Gömlekliler toplandı. Bir sonraki yılın başında, 1 Şubat 1923'de, özel Kara Gömlekliler resmi olarak ulusal milise çevrildi." (Encyclopedia Britannica cilt 2, sf.263)
Tüm diğer faşist örgütler gibi, Kara Gömlekliler de, ülkede büyük bir terör havası estirdiler:
"Kara Gömlekliler, kısa bir süre içinde, politik bakış açısı ne olursa olsun faşizme karşı gelen herkesi 'Kızıl' kabul edip düşmanca davrandılar." (Encyclopedia Americana, cilt 4, sf.45)
Kara Gömlekliler, Mussolini iktidara gelmeden önce rakiplerini, faşist yöntemlerle ezmeye başladılar:
"Mussolini, birliklerini kendi mitinglerinde karşıtlarına karşı oy pusulasından çok silah ve bomba kullanacak paralı ve üniformalı savaşçılar olarak yetiştiriyordu. Bu şekilde kanunsuz silah bulundurmaktan dolayı Mussolini ve diğer 100 faşist, polis tarafından tutuklandı, fakat ertesi gün hükümet kararıyla serbest bırakıldı... Yenilgileri onları sosyalistlerin bir geçiş törenine bomba atmaya itti, birkaç küçük bomba da Milan'ın Kardinal Büyükelçisi ve Sosyalist Vali'ye paketlerle gönderildi...
"Mussolini'nin kendi koruyucusu da bu 'squadristi'lerdendi ve 1921'in sonlarına doğru emrinde 400.000 silahlı ve disiplinli adam bulunmaktaydı.
Mussolini'nin Kara Gömleklileri, maceracıların, idealistlerin, eski askeri memur ve askerlerin, alt ve orta sınıf kişilerin bir karışımıydı. Politik görünümde radikal milliyetçi idiler ve düşmanlarını itaatleri altına alarak güç kazanırlardı. Karşıtlarına ceza verici seferler düzenler ve etrafa dehşet saçarlardı." (Mussolini, Denis Mack Smith, sf.65)
Bu örgüt yalnızca faşist ruhu tatmin etmek ve rakipleri ezmek için oluşturulmuş, daha sonra da çürük bir ideolojik temele oturtulmuştu:
"Kara Gömlekliler, Mussolini'nin kozuydu. Diğer faşist gruplar gibi en başta mecburiyetten oluşmuş, daha sonra felsefesi yapılmıştı." (Italy under Mussolini, William Bolitho, sf.55-59)
"Mart 1924'te İtalya'nın birçok bölgesinde seçimler bir terör havasında geçti. Faşistler hak ettikleri karşı konulmaz zafer için şiddetin şart olduğunu vurguluyorlardı. Dışarıdan bakan şahitler bundan faşizmin göze çarpan özelliğinin kanunsuzluk olduğu sonucuna varıyorlardı." (Mussolini, Denis Mack Smith, sf.67)
Mussolini'nin iktidara gelmesiyle, Kara Gömlekliler tüm ülkede büyük bir ağ kurdular:
"Kara Gömlekliler bütün ülkeye garnizonlar halinde yerleştirildi. 4 Ağustos 1924'de Fascist Militia'nın bütün yeni üyelerine Majestelerine bağlılık ve sadakat yemini yaptırıldı." (Italy Under Mussolini, William Bolitho, sf.55-59)
Kara Gömlekliler, faşizmi finanse eden sermayedarlar tarafından destekleniyorlardı:
"Faşizmin destekçileri Kara Gömleklilere parasal ve diğer yönlerde yardım için birleştiler." (Encyclopedia Americana, cilt 4, sf.45)
Bu sermayedarların başında Amerika'daki banker J.P. Morgan geliyordu. J.P.Morgan bankerlik şirketi 1926 yılında İtalya'daki faşist Mussolini hükümetine 100 milyon dolar veriyordu. (Mussolini and Fascism, John P. Diggins, sf.32)