ALTAYLAR'DAN ANADOLU'YA ŞAMANİZM TEFEKKÜRÜ
Şamanizm İnancı-Nasıl Şaman Olunur-Şaman Giysisi-Şaman Davulu-Şamanizm ve Türkler-Türklerin İslamlaşması-Şamanlığın Anadolu’daki İzleri-AY-MUM- MÜZİK-40 Sayısı-MEZARTAŞI- KURBAN-ÖLÜM-DEDE - ŞAMAN-İÇKİ-NAZAR-KURŞUN DÖKME-HALI - KİLİM DESENLERİ-KÜMBETLER-
Sonsuzluğun bilinmeyen bir anında bir büyük patlama oluştu. Devâsâ boyutlardaki gazlar, kütleler sonsuz boşluğa yayıldılar ve patlamanın merkezinden hızla uzaklaşmaya başladılar. Sonsuzluk içindeki hareketlerinde dönüşümlere uğradılar. Büyük patlamadan uzun süre sonra adeta sonsuz uzayda bir toz bulutunu andıran bu sonsuz büyüklük içinde milyarlarca galaksi, güneş ve gezegen meydana geldi. Samanyolu olarak adlandırılan toz kümesi de bu milyarlarca galaksiden sâdece biriydi. Patlama merkezinden uzaklaşma sırasındaki soğuma sürecinde güneş sistemimiz ve dünyamız oluştular. Dünyamızın güneş etrafında dönmesinden kaynaklanan gece ve gündüz kavramları ile zaman değeri oluştu. Sonsuzluk içinde oluşan hareketler ve değişimler sonsuz büyük uzaydaki sonsuz sayıdaki toz zerresinden birinde onun değer ölçüleri ile değerlendirilmeye başlandı. Güneşin ısısı, yerdeki su bir araya geldi ve sularda ilk amino asit zincirleri oluştu. Evrimin son yüz yıllık tarihi içinde yapılan kazılar ve değerlendirmeler sonucu günümüzden 400 milyon yıl öncesinde sularda yaşamın başladığı, 300 milyon yıl öncesinde karada bitkilerin oluştuğu, 150 milyon yıl öncesinde deniz ve karalarda sürüngenlerin yaşadığı, 35 milyon yıl öncesinde de insansılaşmaya hazırlanan maymun türlerinin oluştuğu, 500.000 yıl önce de ilk Neandertal insanının ayakları üzerinde yaşamını sürdürmekte olduğu saptanmıştır.
Doğanın ürünü olan bu canlılar ve aralarındaki en gelişmiş türü olan insan başlangıçta yaratıldığı değerler, yâni vahşi doğa içinde çok güçsüzdü. Bugün İlk İnsan olarak adlandırdığımız bu insan lav kayaları üzerine çıkıp çevresine baktığında kendisinden aşağıda ve güçsüz olan diğer canlı ve cansız varlıklara hükmetmekte, onları öldürmekte ve kullanmakta, ancak kendisinden çok daha güçlü olan yukarıda gördüğü doğa karşısında korku duymaktaydı. Uçsuz bucaksız doğanın karşısında çok yalnızdı. Yaşamak için bulduğu güçsüz hayvanları parçalayıp yemekte ancak fırtınalar, seller, gök gürlemeleri ve yanardağlar karşısında silinip gitmekteydi. Uzun bir dönem bu korkular ve sevinçlerle yaşandı. Daha sonra bu güçlere bir anlam ve irade atanmaya başlandı.
Yukarıda bir “Gök” vardı. İlk insan bunu fark ettiğinde evrim sürecinin çok uzun bir döneminde gökten korkacak, binlerce yıl boyunca yücelik, tanrılık ve güçlülük ölçüsü ile maviyi özdeşleştirecekti. Doğa güçleri bir şeyi yakmak istediğinde yakabilmekte, sevmek istediğinde ısıtmakta ve can verebilmekteydiler. Onlar da insan gibi zekâ ve iradeye sahiptiler. Tanrı irade ve zekâsı ve buna yakarış duygusu böylece doğdu. Yaşamın ilk aşamasında avcılık ve tarımla geçinen insanlar için en güçlü tanrı “Doğa Tanrısı” yâni “Gök Tanrı”’sıydı. Gök kubbenin yarattığı yücelik duygusu insanın kozmolojiye ilgisini de arttırdı. Yaşantısının tümünü doğada geçiren insan gökyüzündeki tüm oluşumları ve değişimleri yakından izlemeye başladı. En parlak yıldız olan kutup yıldızı göğün direği olarak algılandı. Gök kubbe de o günün barınağı olan çadırla özdeşleştirildi. Samanyolu çadırın dikiş yerleri, yıldızlar da ışığın gelmesi için açılmış deliklerdi. Zaman zaman tanrılar çadırın bir yerini açıp yeryüzündeki insanlara bakmaktaydılar. Bu zamanlarda da yıldız kaymaları ve meteor yağmurları olmaktaydı.
Göğü inceleyen insan yıldızlarla mevsimleri ve doğa olaylarını bağdaştırdı. Büyükayı takımyıldızının kuyruğunun döndüğü yöne göre, mevsim de değişmekteydi. Büyükayı’nın kuyruğu, kuzeyde ise kış, batıda ise sonbahar, güneyde ise yaz ve doğuda ise ilkbahar geliyordu. Irmakların taşma dönemlerinde görünen yıldızlar “Taşma Yıldızları”, tarlalar sürülürken ve ekin ekilirken görülen yıldızlar “Öküz ve Boğa Yıldızları”, oğlaklar doğduğu zaman görünen yıldızlar “Oğlak Yıldızları” gibi isimler aldılar ve bunlara bu güçler verildi. Gökteki boğanın gücü bir süre sonra yerdeki boğaya da verildi ve yeryüzündeki canlı cansız varlıklar da kutsallaşmaya başladı. İyilik getirdiğine inanılan güçler ve kötülük getirdiklerine inanılan güçler de “İyilik Tanrıları” ve “Kötülük Tanrıları” olarak tanımlanmaya başlandılar. Genellikle İyilik ile Gökyüzü, Kötülük ile Yerin Altı özdeşleştirildiler.
Tarih öncesi olarak tanımlanan dönemde var olduğu söylenen Mu uygarlığının en önemli kolonileri Atlantis’te ve Orta Asya’da bulunmaktaydılar. Orta Asya’da Uygur kolonisi yaşamaktaydı. Bu kolonilerde tanınan en büyük güç, en büyük tanrı gökyüzünde bulunmaktaydı. Atlantis’in Mısır kolonisinde ise dünyaya hayat verdiği için güneş en büyük tanrı olarak görülmekteydi. “Ra” olarak adlandırılan bu tanrı daha sonra semavi dinlerde de “Rab” olarak adlandırılmış olan tüm evrenin tanrısı kavramına dönüşmüştür. Uygur kolonisinde ise gök kubbenin ve bunun altındaki tüm doğal güçlerin bir ruhu olduğuna inanılmaktaydı. Gök kubbenin mavi rengi de en kutsal renkler arasındaydı. Günümüzde de Uygur Kolonisini oluşturan Türk toplumlarının rengi olan “Turkuaz” rengi Gök Tanrı inancının rengidir.
Şamanizm İnancı
Yüzyıllar boyu doğa ile iç içe yaşayan Orta Asya insanı gökteki oluşumların ihtişamını izledi, onlara anlamlar atadı, yeryüzü ile gökyüzü arasında bağlar kurmaya çalıştı. Canlı cansız tüm varlıkların içindeki cevherler keşfedildi, bu güçlerle ilişkiler kuruldu, onlardan medet umuldu, bâzıları onlara yakın oldu. Doğa karşısındaki güçsüzlük sonucu doğaya teslimiyetle doğa dinleri oluştu. Günümüzden binlerce yıl önce yaşanılan bu tefekküre Şamanizm adı verilmiştir. Şamanizm, tarih öncesine âit olan, yeryüzünde hiçbir uygarlığın mevcut olmadığı dönemde oluştuğu varsayılan bir düşünce ve inanç sistemidir. Şamanlığın oluşum serüveninin takvimsel zaman bakımından Mezopotamya ve Sümerler'den 20.000 ilâ 25.000 yıl öncesine dayandığı varsayılır. Temel olarak sihir ve büyüye dayanır. Her hangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmadığı gibi ortaya çıkış tarihi de belli değildir. Köken olarak anaerkil dönemde ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.
Orta Asya’da oluşan Şaman inancı göçlerle dünyanın çeşitli alanlarına yayılmıştır. Şamanlık Laplar’ın ülkesinden Bering Boğazı ile Eskimolar'a, oradan da Kuzey Amerika’ya, Güney Amerika sâhillerine, Hindistan üzerinden de Güney Asya adalarına yayılmıştır. Böylece Orta Asya, Sibirya, Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında, Endonezya, Polenezya ve Avustralya’yı kapsayan dünyanın farklı bölgelerinde küçük ya da büyük toplulukların inanç sistemi olarak yer bulmuştur.
Orta Asya’da Şaman kelimesinin kökeni araştırıldığında bu kelimenin Asya halkları arasında “büyücü, sihirbaz“ anlamında kullanıldığı görülmektedir. Örneğin Tunguz’ca da “Şaman”, Mancu dilinde “Sama” olarak ifâde edilmektedir.
Bâzı araştırmacılar da kelimenin kökeninin Sanskritçe’ye dayandığını, Sanskritçe “Budist Râhip, Budist Derviş” anlamına gelen “Sramana” veya “Çramana” kelimelerinden türediğini düşünmektedirler. Şaman sözcüğü Therca’da “Samane”, Çince’de “Samen”, Farsça’da Budist râhip anlamına gelen “Semen” veya “Saman” kelimeleriyle ifâde edilir. Türk kavimleri Şamanlarına “Kam” adını vermişlerdir. Moğollar, Buryatlar ve Kalmuk Türk Boyları erkek Şamanları'na “bö, böge”, Aykutlar “oyun”, Çuvaşlar “yum”, Kırgız ve Kazaklar “bakşı, baskı, bahsı” demektedirler. Türkler'in kullandığı “Kam” kelimesi “kâhin, tabip, filozof, âlim” anlamına gelmektedir. Türkler'in az sayıdaki yazılı belgelerinden biri olan “Divan-ü Lügat İt-Türk”de Otacıların hastaları şifâlı otlarla tedavi ettikleri, kam’ların ise hastayı kendi usûllerine göre daha çok rûhi yollardan, efsun ve sihirle tedavi etmeye çalıştıkları yazmaktadır.
Orta Asya topluluklarının önemli bir bölümünün tarih boyunca göçebe olarak yaşamaları nedeniyle geçmişe âit çok az sayıda yazılı bilgi bulunmaktadır. Şamanizm’e ve Türkler'e âit bilgilere bu nedenle bu dönemin yerleşik toplumu olan Çinliler'in kaynaklarından erişilebilmektedir. Görüldüğü gibi bu dünyanın en eski inanç ve düşünce sisteminin kökeni konusunda yazılı bir kitabı olmadığı için kesin bir bilgi yoktur. Ancak tarih öncesi dönemlerden bu yana çok geniş bir coğrafyada toplumlar tarafından benimsenmiş bir sistemdir.
Nasıl Şaman Olunur
Şamanizm inancını yayan, törenleri yöneten ve toplumlara yön veren din adamlarına verilen ad da “Şaman” olarak tanımlanmıştır. Şamanlar toplumun en duygu yüklü ve farklı bireylerinden seçilmektedir. Bu kişiler trans durumuna geçebilme yeteneğine sâhiptirler. Bir kimsenin Şaman olup olamayacağı çocukluk çağında gösterdiği bâzı ruhsal belirtilerden anlaşılmaktadır. Şaman âyin sırasında önce kendinde büyük bir yorgunluk hisseder, vücudu kasılıp titrer, göğsü daralır ve birtakım sesler çıkartarak ağlamaya başlar. Sonra birdenbire ayağa kalkarak hoplayıp zıplamaya ve dans etmeye başlar. Ağzından köpükler saçarak yere yıkılır. Bu durumu inananlar tarafından Şaman'ın bu dünyadan koparak öbür dünyaya, yâni ruhlar âlemine geçtiği şeklinde algılanır. Nöbet geçtiğinde ayağa kalkar ve davulunu monoton bir ritmle çalmaya başlar. Tanımlanan bu belirtiler epilepsi hastalığı için belirtilen tanıları anımsatmaktadır. Kriz çan sesleri duyulması ile başlamakta ve bittiğinde de hastada zekâ kıvılcımları oluşmaktadır. Kriz bitiminde hayâl gücü en üst düzeydedir ve kişi olağanüstü yaratıcı bir durumdadır. Kriz sırasında cin, peri, devler ve ruhlar gören Şaman ayıldığı zaman öteki dünyadan haberler verir.
Belirtilen özellikleri gösteren Şaman adayı uzun süre sınanır. Genç aday değişik âyinlere ilişkin gerekli bilgileri topluluğun ihtiyarlarından ve kudretli Şamanlar'dan alır. Günü geldiğinde de yaşlı Şaman genç Şaman'ı yüksek bir dağa çıkartır. Orada Şaman elbisesi giydirir ve davulunu verir. Adayın sağında dokuz erkek solunda da dokuz kız çocuk yer alır. Hoca da Şaman elbisesini giymiş olarak adayın arkasında durur. Genç Şaman hocasının okuduğu yemini tekrarlayarak yoksullara ve düşkünlere yardım edeceğine ve yüksek dağların zirvesindeki ruhlara saygı gösterip hizmet edeceğine söz verir. Şaman daha sonra bir “Ölme ve Dirilme” sembolizmasını yaşar. Aday baygınlığa benzer bir trans durumuna geçer. Transa geçince bir deniz hayvanı tarafından yenilip yutulur. İskeleti kalır, ancak bir süre sonra uykudan uyandığında eski hâline döner. Bu görüntüsü ile tören bir inisiyasyon törenini andırır. Dünyanın en eski inanç sisteminde görülen bu yeniden doğuş sembolizmasının daha sonra günümüze kadar uzanan birçok yansıması görülecektir.
Şamanizm kan bağına dayanan bir inanç sistemidir. Şamanlık bilgisi sâdece öğrenmekle elde edilemez. Şaman olmak için belli başlı bir Şaman'ın neslinden olmak gerekir. Kimse Şaman olmayı istemez, ancak geçmiş atalarının ruhundan biri, Şaman olacak torununa musallat olur; onu Şaman olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar "töz basıp yat" (ruh basıyor) derler. Ata ruhunun musallat olduğu kimse Şamanlığı kâbul etmezse deli olur. Bu anlatım Şamanın ailesinde var olan genetik hastalığın nesilden nesile geçmesi nedeniyle Şamanlığın sâdece eğitimle değil bir âile bağı ile geliştiği göstermektedir.
Şaman Giysisi
Şamanlar dinsel törenler sırasında kendilerine özgü giysiler giyerler. Giysi Şaman için çok önemlidir. Giysilerinin üzerinde çeşitli maddeler ve motifler bulunur. Bu şekillerin de önemli olduğuna inanılır. Elbise üzerinde de genellikle hayvan motifleri vardır. Bu hayvanlar, kuş, ren geyiği ve ayı olabilir. Örneğin giysisinin üzerinde kuş resmi olan bir Şaman’ın öteki âleme kuş yardımı ile uçabildiğine inanılır. Giysi hangi hayvanı sembolize ediyorsa takı olarak da bu hayvanın tüyleri, kemikleri ve boynuzları takılır. Altaylılar'da Şaman, cübbesinin kollarına ve sırtına çıngıraklar takar. Dans etmeye başladığı zaman çıkan ses kötü ruhları korkutacak ve bunları ortamdan kovacaktır. Şaman giysileri özellikle Sibirya’da yaygındır. Türkler arasında ise Şaman dinî törenleri günlük giysileri ile yönetir. Sâdece Şaman davulu denilen özel davulunu kullanır.
Geleneğe uygun bir elbise hazırlamanın zor geldiği kamlar, ruhların özel izinleriyle birkaç yıl cübbesiz âyin yaparlar. Fakat cübbesiz kamlar kötü ruhlara karşı fazla cesaret gösteremezler. Bunun için kamlar ne yapıp edip Şaman kıyafeti edinirler. Şaman, cübbe ve davulunu kendi arzu ve isteğiyle değil, hizmetinde bulunduğu ruhun emir ve ilhamına göre yaptırır. Cübbe ve davulun nitelikleri, biçimi ve süsleri bütün ayrıntılarıyla bu ruh tarafından belirlenir. Ruhun istediklerinden en ufak biri bile eksik kalsa cübbe ve davul âyin yapmaya yaramaz. Giysi hazırlandıktan sonra özel bir törenle ruhların beğenisine sunulur.
Şaman cübbesi altmışa yakın çok çeşitli parçaya sâhiptir. Cübbenin asıl kısmı maral veya beyaz koyun derisinden yapılan ceketten ibarettir, başka parçalar bu cekete dikilir. Bu parçalar Şamanların ruhlar dünyasında bulunduğunu düşündüğü varlıkların sembolleridir. Sözgelimi cübbenin yakasından sallanan dokuz küçük kukla Ülgen'in dokuz kızını, küçücük cübbeler onların elbiselerini temsil eder. Kötü ruhlarla mücadelede kullandığı "mânevî" yayın ve diğer silâhların sembolleri, küçücük yay ve çıngıraklardır. Kötü ruhların fısıltılarını dinlemek için kulak, ay, güneş, yıldızlar, Erlik dünyasında yaşayan kurbağalar, yılanlar cübbede tasvir edilir.
Şaman Davulu
Şamanlar için cübbeden sonra en önemli parça “Şaman Davulu’”dur. Şaman cübbesini olduğu gibi davulunu da kendi isteğine uygun olarak değil, hizmetinde bulunduğu ruhun istemleri doğrultusunda yaptırır. Davul kayın veya sedir ağacının temiz ve zedelenmemiş, hiçbir insan eli değmemiş ve hiçbir hayvanın yaklaşmadığı düşünülen dallarından yapılır. Şaman öldüğünde davulu parçalanarak bir ağacın dalına asılır. Şaman da bu ağacın dibine gömülür.
Bazı bölgelerde Şamanlar'ın yeraltına veya gökyüzüne yaptıkları yolculuklarda bir binek hayvanı gibi davul ve tokmağı kullandıklarına inanılmaktadır. Davulun derisinin üzerinde birtakım kozmik resimler bulunmaktadır. Bu resimlerin dinsel ve büyüsel anlamları vardır. Davul üzerindeki ağaç motifi “Dünya Ağacını”, merdiven gökyüzüne tırmanmayı, atlar uzun mesafeleri aşmada yardımcı olmayı sembolize etmektedirler.
Şamanların âyin yapmak için zaman zaman kopuz kullandıkları da görülmüştür. Yenisey Kırgızları'nın da Şaman âyinlerinde saz çaldıkları bilinmektedir. Eski Oğuzlarda, İslâm’ın kabûlünden sonra Şaman geleneklerini sürdüren ozanlar kopuzu kutsal saymışlardır. Sözgelimi, Dede Korkut her öykünün sonunda kopuzuyla gelmekte, ad verirken, dua ederken kopuz çalmaktadır.
Tarih öncesi topluluklar ekonominin avcılığa dayandığı dönemlerde anaerkil özellik gösterirler. Eski Türk toplumlarında da anaerkil denen bir toplumsal dönem yaşanmıştır. Bu dönem erkeğin değil kadının egemen olduğu dönemdir. Şamanlık da anaerkil yapının izlerini taşımaktadır ve bu tarihsel sürecin ürünüdür. Örneğin Yakutlar’da erkek Şamanlar özel cübbelerinin olmadığı zamanlarda âyinlerde kadın entârisi giymektedirler. Erkek Şamanların uzun saç bırakmaları da anaerkil dönemin bir özelliğidir. Eski hanlar ve hakanlar tüm saçlarını uzatmasalar da bir tutam saçlarını uzun bırakarak veya kadına değişik şekillerde benzeyerek geçmişle bağlantı kurmakta, böylece otoritelerini ifâde etmektedirler.
Şamanizm ve Türkler
Orta Asya’da bugüne yansıyan görüntüsü ile Şamanist inanca göre dünya “Gök”, “Yeryüzü” ve “Yeraltı” olmak üzere üç parçadan oluşmaktadır. Altay Türkleri'nde “Aydınlık Âlemi” olarak adlandırılan gökyüzünü “Tanrı Ülgen” ve ona bağlı iyi ruhlar temsil etmektedir. Yeryüzünde, yâni “Orta Dünya”’da insanlar bulunmaktadır. Yeraltı dünyasını yâni “Aşağıdaki Dünyayı” “Tanrı Erlik” ve ona bağlı kötü ruhlar temsil etmektedir. İyiliğin, gücün ve güzelliğin sembolü olan Göktanrı eski Türkler'de en önemli tanrıdır. Tanrı veya en büyük ruh göğün en üst katında ve insan biçimindedir.
Gökle yeraltı arasında yâni güzellik ve kötülük arasında insanların yaşadığı yeryüzü bulunmaktadır. Yeryüzü iki zıtlık arasında yaşamın varolduğu bir yerdir. Siyahla beyazın, iyilik ile kötülüğün, güzellik ile çirkinliğin mücadelesi arasında kalan insanın kendi doğru yolunu ruhlarının yardımı ile bulmaya çalıştığına inanılırdı.
Altay’larda göğün üç ve dokuz katından söz edilmektedir. Âyinler sırasında göğün bu katlarına çıkılır. Bâzı toplumlarda 33 gök dairesinden bahsedilmektedir. Altay Türkleri'nde tanrı Ülgen’in yedi veya dokuz kızı ve birtakım yardımcı ruhları bulunmaktadır. Tanrı Ülgen ve eşi göğün en üst katında oturmaktadır. Tanrı Ülgen’in çocukları ve dünyadaki elçileri de göğün değişik katlarında oturmaktadırlar. Altay Şamanları âyinler sırasında transa geçip göğe yükselirken altıncı katta “Ay Baba’yı”, yedinci katta da “Güneş Ana’yı” selâmlamaktadırlar.
Türk Tatarlar, birçok başka halklar gibi gök kubbeyi bir çadır gibi tasarlarlar. Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi yıldızları temsil eden çadır dikişleri göğün çeşitli katlarının havalandırılması için açılmış delikler olarak tasvir edilir. Göğün ortasında büyük çadırı bir orta direk gibi tutan Kutup Yıldızı parlamaktadır. Samoyetler ona “Gök'ün Çivisi”, Çukçi ve Koryaklar “Çivi Yıldızı” demektedirler. Altaylılar Kutup Yıldızını bir direk olarak tasarlarlar. Moğol Kalmuk ve Buryatlar'a göre “Altın Direk”, Sibirya Tatarları ve Başkurtlara göre de “Demir Kazık”tır. Dünyanın Direği olan Kutup Yıldızı aynı zamanda atların bağlandığı bir direktir. Kutup yıldızını temsil eden bu direk, mikrokozmosta evin direğidir ve kutsaldır. Bu direğe bez parçaları bağlanır ve dibine sunular konur. Şamanlar'ın “Totem Direği” bu direktir.
Gök sırığına enlemesine çakılan 7 veya 9 ağaç, Türk düşüncesinde çok şey ifâde eden sembollerdir. Bilindiği üzere gök, Batı Türkleri'ne göre yedi ve Doğu Türkleri'ne göre ise, dokuz kattan meydana gelmişti. Sırık sembolik olarak göğün direği olmakta üzerine çift başlı bir kartal oturtulmaktadır. Bu düşünce düzeni, Çin denizinden İzlanda'ya kadar uzanan, bütün Altay kültüründe yer bulmuştur. Göçlerle geniş bölgelere yayılmış olan bu fikir yer yer değişikliklere de uğramıştır. Bazıları, bu kutsal çift başlı kartalı, göğün üçüncü katına oturtmuşlar ve bâzıları da onu göğün dokuzuncu katına kadar çıkarmışlardır. Göğün yedinci veya dokuzuncu katı, Büyük Tanrı'nın bir oturağıdır. Bâzı Altay kavimlerince, çift başlı kartalı, Tanrı ile beraber oturtmak hoş gelmemiş, onlar kartalı birkaç kat aşağıya indirmişlerdir.
Eski Türkler dağların Tanrı makamı olduğuna inanırlardı. Dağların, “ana” olarak algılanan yeryüzünün, göğe uzanan ve ”baba” olarak algılanan göksel güçlere dokunmaya çalışan kolları olduğu düşünülürdü. Doğal olarak göksel güçler, önce dağlarla ilişkiye geçerlerdi, bu nedenle dağlar tanrısal mekânlardı. Öldükten sonra yükselen ruhlar, yâni iyi insanların ruhları oraya giderlerdi. Her boyun bir kutsal dağı olurdu ve o dağda oturduğu varsayılan kutsal koruyucu ruhların olduğuna inanılırdı. Eski Türkler'in en kutsal dağı Ötüken’in “ıduk-başı” idi. Bugünkü Altay Türkleri'nin hepsince de Altay en kutlu dağdır. Altaylı Şor ve Beltirler de kurbanlarını Kök Tengri’ye yüksek dağ tepelerinde sunarlardı. Dünya üzerindeki çeşitli toplumların eski geleneksel bilgilerinde yer alan “Kutsal Dağlar” inancı Orta Asya’daki bu kültten gelmektedir. Gök tanrıya yakın olmaları düşüncesiyle kutsanan bu dağlar daha sonra tanrıların mekânları olarak görülmeye başlanmıştır. İsa peygamberin havarileriyle Zeytinlik dağında gizli toplantılarını gerçekleştirmesi, Musa peygamberin Sina dağında on emri alması, Muhammed peygamberin birçok sıra dışı olayları Nûr dağının Hira mağarasında yaşaması hep bu kültün izlerini taşır. Zeus’un Olimpos dağı, Hintliler'in Meru dağı bunlar arasında en fazla duyulanlarıdır. Bunların diğerlerine nazaran daha fazla bilinmesi bu dağların bu dinlerin kutsal kitaplarında dile getirilmiş olmasındandır.
Şamanizm tefekkürü çok tanrılı çok ruhlu ve totemli gözükmekle beraber, Uygur tapınakları incelendiğinde farklı bir görüntü ile karşılaşılır. Aslında var olan tek tanrı Gök Tanrısı'dır. Tanrının insanlarla veya başka cisimlerle tasvir edilmesini kabûl etmemektedirler. Putlar tanrının tasviri olarak yapılmamıştır. Birinin çok sevdiği bir yakını öldüğünde onun sûreti yapılmakta ve evde saklanmaktadır. Bu sûretin önüne yemekler konur, en sevilen şeylerin ilk lokmaları sûretle paylaşılır, önünde saygı ile yere eğilinirdi. Bu davranış biçiminin zaman içinde putperestliği ortaya çıkardığı düşünülmektedir.
Türklerin İslamlaşması
Göktanrı'ya inanan Şaman Türkler Müslüman Araplar'ın Orta Asya’ya ulaşması ile binlerce yıllık inançlarını değiştirmek zorunda kalırlar. Türkler’le Araplar'ın ilk karşılaşmaları Kafkasya üzerinden Hazar Türkleri, Horasan üzerinden de Göktürkler’le olmuştur. Türklerin İslâmlaşması 300-350 yıl kadar sürmüştür. Oğuzlar iki asırda, Kıpçak Türkleri de 14. yy başlarında İslâmlaşmışlardır.
Türkler Müslümanlığa eski inançlarını da taşıdılar. İslâm’ı aynen benimseme yerine kendi inançlarıyla harman edip yeni bir sentez oluşturdular. Bu sentez, İslâm'ın Orta Asyalılaşması olan ve başında Hoca Ahmet Yesevî’nin bulunduğu İslâm'ın sufî yorumudur. Sufîlik, yâni Tasavvuf, İslâmiyet'in siyasal mücadelelere, hırs ve menfaate âlet edilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Türkler arasında İslâmiyeti, dinin şer’î kurallarını önemsemeyen, dini sufîce yorumlayan, halkın benimseyeceği biçimde ifâde eden ve halkın eski inançları ile yeni dini kaynaştıran “sufîler” yaymıştır. 9. ve 10. y.y. da Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar; tıpkı şaman dedeler gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halk üzerinde sevgi ve saygıdan kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi. Daha sonra bu dedeler, babalar göçlerin başında, uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu’ya ulaştılar. Bunlar Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gâzi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını sürdürmek için dergahlar açtılar. Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş Velî’ler, Ahî Evran Velî’ler, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler, Yûnus Emre’ler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kollarıdır.
Şamanlığın Anadolu’daki İzleri
Türklerin İslâmiyet'i kabûlünden bu yana on asır geçmiş olmasına rağmen, bugün günlük hayatımızdaki birçok kültürel öğe İslam’dan önceki kültürün izlerini taşımaktadır. Şimdi bunlardan bazılarını ele alalım:
AY
Yakut Türkleri ay tutulmasını ayın küçülmesi olarak yorumlamakta, bu küçülmenin ayın kurtlar ve ayılar tarafından yenmesinden kaynaklandığını düşünmektedirler. Altaylılar ise ay tutulmasının “Yelbegen” isimli yedi başlı bir canavarın ayı yemesi sonucu oluştuğuna inanmaktadırlar. Orta Asya’da bu yaratıkları korkutup kaçırmak ve ayı kurtarmak için de havaya taş atılmakta ve gürültü yapılmaktadır. Bu inanışın devamı olarak bugün de Anadolu’da ay tutulması sırasında havaya silâh sıkılır, teneke çalınır ve gürültü yapılır.
Anadolu'da yeni ayın görünmesi sırasında yere diz çökerek niyaz edilmekte, gökyüzüne, aya ve toprağa bakarak dilekte bulunulmaktadır. Yeni ayın yeni umutlara ve yeni başlangıçlara vesile olacağını düşünülür. Bu olgu da Türkler'in eski Göktanrı inancından kaynaklanmaktadır.
MUM
Câmi avlularında mum yakılması, ağaçlara bez ve çaput bağlanması da Şamanizm döneminden günümüze aktarılan geleneklerdir.
MÜZİK
Şamanlar âyinlerinde davul ve kopuz kullanmışlardır. Müziksiz bir âyin düşünülemez. Oysa İslam dininde Kur'an dışındaki dinî eserlerin müzikle okunması günahtır. Şaman geleneğinin devamı olarak Anadolu’da Hz. Muhammed'in, Hz. Ali’nin hayatları müzikle okunmaktadır. Mevlit ve İlâhiler sâdece Anadolu’da uygulanan müzikli anlatımlardır.
40 Sayısı
Şaman inanışına göre ruh fizikî bedeni 40 gün sonra terk etmektedir. Türk destanlarında kırk sayısı çok yer alır ve kırk yiğitler, kırk kızlar epeyce geçer. Manas destanında olduğu gibi, Dede Korkut hikâyelerinde kırk yiğitler görülmektedir. Kırgız türeyiş efsânesinde de, Sağan Han’ın bir kızı ve otuz dokuz hizmetçisi ile kırk kız bir gölün kenarına giderek sudan gebe kalmışlardı. Oğuz’un verdiği şölende, diktirdiği sırıkların boyu kırk kulaç uzunluğunda idi. Hikâyelerde ve masallarda kırk gün ve kırk gece düğünler, kırk haremiler, kırk satır ve kırk katır çok geçer. Bazı ejderhalar vardır ki onlar yenilmez ve ölmezler, ancak bunların tılsımları bozulursa ölürler. Bu gibi ejderhaların kırk günlük bir uyku zamanı vardır. İşte bu zamanda ejderhanın yanına gidilir, üzerinden kırk tâne kıl koparılır, ateşe atılarak yakılırsa ejderha da ölür. 40 sayısı da totemcilik döneminden kalma bir inanıştır. Semâvî dinler dâhil tüm dinlerde 40 sembolizmasının görülmesi dinlerin evrim süreci konusunda fikir vermektedir. İslâmiyet'te ölümün ardından 40 gün geçtikten sonra Kur'an ve Mevlit okutma âdetlerinin, Musa'nın Tanrı'nın buyruklarını Tur dağında 40 gün 40 gecede almasının, eski Mısır’da firavunun ölümünden kırk gün sonra cennete gidebilmek için bir boğa ile mücadele etmek zorunda kalmasının, Hıristiyanlar'ın paskalyaya 40 gün oruç tutarak hazırlanmasının, Ayasofya kilisesinin zemin katında 40 sütununun ve kubbesinde de 40 penceresi olmasının kökeninde o devirlerden kalma şaman veya totem gelenekleri yatar.
MEZARTAŞI
Şaman âyin sırasında yardımcı ruhlarını kullanmaktadır. Ölülerin, âilenin vefat etmiş büyüklerinin, eski Şamanlar'ın ruhlarının, ormanın, suyun ve yerin yardımcı ruhlarının da Şaman'a yardım ettiği kabûl edilir. Ölen büyüklerin ruhlarının çoğalması sonucu bu ruhların en kıdemlisinin ruhların başına geçeceğine ve bunun da diğerlerinin yardımı ile Şaman'a yol göstereceğine inanılır. Kuş biçiminde düşünülen bu ruhlar Şaman'a gökyüzüne yapacağı yolculukta yardımcı olmaktadırlar. Toplumda ulu kabûl edilen kişilerin ölümünden sonra ruhlarından medet ummak mezarları kutsamış ve bu yerler medet umulan yerler hâline gelmişlerdir. Günümüzde mezar, türbe, yatır ve benzeri yerlerin ziyareti ve bunlardan medet umulması da bu inanç sisteminin devamı olarak ortaya çıkmıştır.
Göktürkçe'de ve Uygurca’da “ruh” için can anlamına gelen “tın” sözcüğü kullanılıyordu. Bu aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi, ruhun bedenden ayrılıp uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bâzen “öldü” yerine “uçtu” denilmektedir. Ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada rahatsız edilmemeleri, iyi yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle Eski Türkler’de mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın veya mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir.
Arap dünyasında mezar taşı yoktur.
Ölünün toprakla bütünleşmesi ve zaman içinde kaybolması istenir. Kutsanması günahtır. Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın san'at eseri hâline getirilecek kadar süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da görülmektedir. Şaman geleneğinin devamı olarak Anadolu’da mezarlara ölenlerin sevdiği eşyalar bile konmaktadır. Gelin ve genç kızların mezarları tel ve duvaklarla süslenmektedir.
KURBAN
Göktanrı inancında kanlı kurbanlardan başka bir de kansız kurbanlar vardır. Saçı, yalma, yani ağaçlara veya kamın davuluna bağlanan paçavralar, ateşe yağ atma, tözlerin ağızlarını yağlama ve kımız serpme gibi törenler bu kansız kurbanlardır. Kansız kurbanların en önemlisi ruhlara bağışlanarak başı-boş salıverilen hayvanlardır. Bu tür kurbanlara eski Türkler “ıduk” demişlerdir. Bunun kelime karşılığı “salıverilmiş”, “gönderilmiş” demektir. Terim olarak “tanrıya gönderilmiş, tanrıya bağışlanmış hayvan” anlamını taşır. Anadolu’da da ağaçlara çaput bağlama kafesteki kuşların salıverilmesi hâlen sürdürülen gelenekler arasındadır.
ÖLÜM
Şamanizm'de köpek ruhun yaklaştığını uzaktan acı ulumayla haber verebilmektedir. Sıradan bir kişi bu ruhu görürse bu onun pek yakında öleceğine işaret sayılır. Anadolu’da günümüzde köpek uluması uğursuz sayılmaktadır. Köpeklerin bâzı olayları önceden algıladıklarına ve bunu uluyarak anlattıklarına inanılır. Köpekler duyular dışı algılamalarıyla nasıl ki depremleri önceden haber veriyorlarsa bir evden ölü çıkacağını da önceden hissedebilmekte ve uluyarak duyurabilmektedirler.
Şaman dünyasında ölüme inanılmadığı için Anadolu’da çoğunlukla “öldü” kelimesi kullanılmaz. Ruhun ölmediğini vurgulamak için, “Göçtü”, “Dünya değiştirdi”, “Hakk’a yürüdü” gibi anlatımlar kullanılır.
DEDE - ŞAMAN
Anadolu’da dede olmanın temel koşulu dede soyundan gelmektir. Şamanlar'da da durum aynı idi. Gerek dedelik gerek Şamanlık'ın soydan gelme dinsel özelliği dışında, seçiliş şekilleriyle, kıyafetleriyle, gördükleri hizmetlerle ve kendilerine gösterilen sevgi ve saygıda, bu denli zaman aralığına rağmen aralarında şaşırtıcı benzerlikler bulunmaktadır. Dedeler de Şamanlar gibi tamamen hâfızaya dayalı zengin halk şiirini, nefesleri, duaları ve sözlü halk geleneğini nesilden nesile aktaran iletişim organları gibidirler. Şamanlar gibi dedelerin de hastalıkları iyileştiren olağanüstü güçleri olduğuna inanılır. Şaman kendi çocukları arasında Şamanlık'a en çok ilgisi olanı seçer ve geleceğe dayalı gizli bilgiyi de vererek yetiştirir. Bu durum aynen Anadolu Aleviliği’nde dede yetiştirme biçimine taşınmıştır. Şaman giysisindeki özellikler Bektaşî giysilerine de yansımıştır.
İÇKİ
Şamanlar (kamlar), tanrılar ve koruyucu ruhlar için arak (rakı) saçı saçarlar, bu kansız kurban sayılır. Oysa İslâm’da içki içilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. Eski Türk kültüründe içki içilmesi yaygın bir gelenektir. Özellikle düğünlerde ve mutlu günlerde müzik eşliğinde içki içilmesi geleneği vardır. İçki Şaman âyinlerinin de vazgeçilmez bir parçasıdır. Alevî ve Bektaşi tarikatlerinde içilen içkiye “içki”, “rakı”, “şarap” denilmeyip, şaşmaz bir kural olarak “tolu” veya “dolu” denilmesi ve içilen içkinin “dem” anlamına gelmesi benzerlik nedenlerini aydınlatmaktadır.
NAZAR
Anadolu’da halk arasında “nazar” olgusu çok yaygın bir inançtır. Bâzı insanların olağandışı özellikleri olduğu ve bunların bakışlarının karşılarındaki kimselere rahatsızlık verdiğine, kötülük yaptığına inanılır. Bunun önüne geçmek için “nazar boncuğu”, “deve boncuğu”, “göz boncuğu” v.s. takılır. Nazar olgusu da eski Türk inançlarındandır. Yine, istenmeyen bir olay duyulduğunda tahtaya el ile tokmak gibi üç kere vurulması da, kötülükten korunmak, kötü ruhların duymasını önlemek amacına yönelik eski bir Şaman inanışıdır.
KURŞUN DÖKME
Kurşun Dökme de Şaman geleneklerinden kalan bir âdettir. Şamanlar bu ritüele “Kut Dökme” anlamına gelen “Kut Kuyma” adını vermişlerdi. İnsana musallat olan kötü ruhların olumsuz etkisini ortadan kaldırmaya yönelik olarak çok eski dönemlerde uygulanan sihir kökenli bir ritüeldi. Kurşun dökme, obsesyondan kurtarma yöntemlerinden biri olarak kullanılmış ve günümüzde de Anadolu’da halk gelenekleri arasında yaşamaya devam etmektedir.
HALI - KİLİM DESENLERİ
Şaman'ın üzerine giydiği giysiye yılan, akrep, çiyan, kunduz gibi yabanî ve zararlı hayvan şekilleri çizilerek onların kaçırılacağına inanılırdı. Bugün Anadolu’da Türkmen köylerinde dokunan halı, kilim gibi örgüler Şaman giysilerinin izleri taşımaktadır. Türkmen halı ve kilimleri üzerindeki akrep, yılan, kırkayak gibi hayvan resimleri, eski Türk inanış ve geleneklerinden kalma özelliktir. Bunun amacının resmedilen hayvanları uzaklaştırmak olduğu kabûl edilir.
KÜMBETLER
Anadolu’da yaygın mimarî yapılardan biri de kümbetlerdir. Bunların mimarîsine dikkat edilirse, karşıdan çadıra benzemektedirler. Yâni göçebe kültürü olan “çadır’ın mimarîye taşınmasıdır. Bu kümbetler aynı zamanda, Göktanrı inancından gelen gök kubbelerdir. Göğün mimariye “gök kubbe” olarak taşınmasıdır. Renk verilirken de, kubbelerin gökyüzünü andıran kısmı mavi olur. Bunun da, İslâm öncesi Göktanrı inancının mimarîye yansıması kabûl edilmektedir.
Tarih boyunca insanlığın tefekkürü Şamanizm, Hermetizm, Kabbala ve Epifani olmak üzere dört devre geçirmiştir. Budizm, Konfiçyüs dini ile Musevîlik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık bu dört tefekkürden ilham almış fakat ayrı bir yoldan insanlığı aydınlatmışlardır. Bu dört tefekkür bütün dinlerin dışında kalmış, insanlığı akıl ve hikmet, vicdan ve güzellik duygularıyla etkilemeye çalışmışlardır. Bu tefekkürler İslam âleminde tasavvuf kisvesiyle temelleşmiştir.
İnsanoğlu, var olduğu günden bu yana hep var oluşunun nedenini sorguladı. Yeryüzünde olmanın mutluluğunu yaşadı ve ölümsüzlüğü araştırdı. İlkel çağda kurtuluşu gökyüzünde sihirde ve büyüde aradı, geliştikçe kavramsallık ön plâna çıktı. Kurtuluşu olacağını varsaydığı şeylere anlamlar atadı ve kutsallaştırdı. Kimya ile ölümsüzlüğe erişeceği ilaçları aradı ve Simya ön plana çıktı. Kurtuluş reçeteleri hep zâhiri dünyadan geldi. Elçiler tarih boyunca kendinden geçti ve varsayılan öbür âlemden mesajlar ilettiler. Sihir ve büyü binlerce yıldan bu yana hep var oldu. Ölümsüzlüğe erişme ya da ölümden sonra devam etme isteği onu semavi dinlerle birlikte bu dünyada dürüst olma, kurallara uyma ve ölümden sonra mükâfatlandırılma düşüncesine itti. Semboller ilk çağdan bu yana neredeyse hiç değişmedi, onlara hep benzer anlamlar verildi.
Şaman inancındaki üçler, beşler, yediler, dokuzlar ve otuz üçler sembolizmaları, yedi basamaklı merdivenler, hayat ağaçları bugünün akl-ı selîmin ve bilimselliğin ön plânda olduğu düşünce sistemlerinde de yerlerini korudular. Günümüzde simyanın yerini kimya, sihirin yerini bilim aldı, tıp öbür dünyaya geçiş olarak varsayılan trans durumunu bilimsellikle târif etti. Genetik yapının keşfi ile ilâhî programın ilk satırları deşifre edilmeye başlandı.
Ancak sonsuz büyük uzayda büyük patlama ile oluşan yaşam süreci içinde varoluşun özünü hareketin ve dönüşümün oluşturduğu belki de henüz tam anlamı ile algılanamadı. İçinde yaşadığımız uzayda her şey her an hareket ediyor ve değişiyor. Evren, galaksiler, güneşler, gezegenler ve tabii ki dünyamızdaki canlılar ve insanlar. Evrenin mekanizmasını sürekli hareket ve değişim oluşturuyor. Canlılar için doğum, yaşam ve ölüm de bu büyük değişim sürecinin bir parçası. Her canlı için hareket sağlığı, durma ise çürümeyi getiriyor. O hâlde ne mutlu gerçeği aramak için çalışanlara, yerinde durmadan araştıranlara ve mücadele edenlere.
Mehmet Kurtoğlu
26.07.2006
Yararlanılan Kaynaklar:
- Şamanizm - Türkler’in İslamiyetten Önceki Dini; Etik Yayınları, Şubat 2000; Cemal ŞENER
- Okültizm – Tarih Boyunca Gizli Bilimler; Ege Meta Yayınları, 1996; M.Reşat GÜNER
- İlkel Mitoloji – Tanrının Maskeleri; İmge Kitabevi, Şubat 1992; Joseph CAMPBELL
- Düşünce Tarihi; Varlık Yayınları, Ekim 1963; Orhan HANÇERLİOĞLU
- Türk Mitolojisinin Anahtarları; Kabalcı Yayınevi, Haziran 2002; Yaşar ÇORUHLU
- Şamanizm; Okyanus Yayıncılık, 1996; Nevill Drury
- Oyun ve Bügü – Türk Kültüründe Oyun Kavramı; YKY, Ağustos 2003; Metin AND
- Türklerin Kültür Kökenleri; Sınır Ötesi Yayınları, Temmuz 2002; Ergun CANDAN
- Şamanizm; İmge Kitabevi, Kasım 1999; Mircea ELIADE
- Türklerin Dini Tarihi; Rağbet Yayınları, Mart 2003; Ü. GÜNAY, H. GÜNGÖR
- Türk Tarihinin Sosyolojisi; IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Temmuz 2003; Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN
- Tanrı’nın Türkleri; Kafkas Basın Yayın A.Ş. 2003; Semih Tufan GÜLALTAY
- Semboller ve Yorumları; Zafer Matbaası, Nisan 2000; Necmettin ERSOY
- Eski Tür İnançları ve Şamanizm; Anahtar Kitap Yayınevi, Ocak 2003; Esat KORKMAZ