OSMANLI TÜRKİYE`Sİ ENDERUN SİYASASI İLE SİVİL-ASKER PAŞALAR BÜROKRASİSİ VE ULEMA EKABİRLERİNDEN OLUŞAN
“DEVLET” ELİYLE YIKILDI
“Osmanlı`nın insan `çoban köpekleri` kamu hizmetleri için eğitmek üzere devşirdikleri Hıristiyan tebaanın çocuklarıydı… Devşirilen öğrencilerin en az zeki olanları saray bahçıvanı yahut denizci yapılıyor, bunların bir üst zekâ seviyesindekiler yeniçeri, daha yüksek seviyedekiler tımarlı sipahi oluyor, en zeki olanlar ise imparatorluğun idari kademelerinde görev almak üzere ayrılıyor ve sonunda vilayetlere vali yahut padişahın divanına üye, ya da divan başkanı, yani sadrazam olabiliyorlardı… Bu rejimin paradoksu şuydu: Kanuni olarak Osmanlı İmparatorluğu`nun birinci sınıf vatandaşı olan hür Sünni Müslüman Türkler Hıristiyanlıktan dönmüş ve ömür boyu köle olan idarecilerin emri altına giriyordu… Bu, Osmanlı İmparatorluğu`nun çöküşünün başlangıcıydı… Göçebelerin karakteristik değerleri olan tahammül gücü, disiplin ve birlik ruhu, 1919-1922 yıllarında Türk halkının kurtuluşu oldu. Türkler, tarihlerinin pek büyük bunalımlarından birinde yine bir büyük lider buldular ve onun çağrısına koştular.”
Endülüs İslam devleti (711-1492) 781 yıl sonra Batı Avrupa`nın Vatikan patentli “REKONKİSTA”, Osmanlı Türk İmparatorluğu da “ŞARK MESELESİ” ile feci bir şekilde tarih sahnesinden silinmiştir. Gerek Endülüs İslam devleti, gerekse Osmanlı İmparatorluğu, devlet yöneticilerinin içerideki ihanetleri ve gafletleri ile yıkılmıştır. Batı her iki yıkım projesinde DİN-FELSEFE-SİYASET-EKONOMİ temelinde dini cemaat/ Batıni İslamcı tarikatlar ve din kisvesi altında etnik unsurları ve/veya cemaatleri birbirine düşürerek hedefine ulaşmıştır. Rekonkista ve şark meselesi Cumhuriyet Türkiye`sine Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında aynı muhteva ile uygulanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti, devletin mekanizmasını elinde bulunduran bir kısım sivil-asker siyasetçi, bürokrat ve iş dünyası mensubu kullanılarak feci bir sona doğru sürükleniyor. “Kürt açılımı” veya “demokratik açılım” adı ne olursa olsun Osmanlı Türkiye`sinin yıkımında kullanılan “Hürriyet” Cumhuriyet Türkiye`sinde “demokrasi” olarak tezahür ettirilmiş bulunuyor.
Osmanlı Türkiye`sinde hem yöneten hem de yönetilen açısından hayata mana ve nizam veren üç ana omurga vardı: a) Padişah ve saltanat ailesi b) Enderun mektebi merkezli siyaset ve sivil-asker bürokrasi c) ulema, yani medrese eğitimli âlim-hukukçular. Siyasi ve askeri gücü oluşturan gulam/köle devşirme Enderunlular ile 1517`de Yavuz`un Mısır`daki Memluk-Türk devletini yıkarak oradan getirdiği 2000 dolayındaki Arap ve dönme Eşari İslam uleması ve onların çocukları zaman içinde padişahlara/saltanat ailesine daha açıkçası Müslüman Türk tebaaya karşı işbirliği içinde hareket etti. Şeyhülislamlar aynı konuda birbirine yüz seksen derece zıt fetvalar vermekten çekinmediler. Enderun-ulema işbirliği önce padişahların güç ve otoritesini sarstı. Arkasından Celali isyanlarına sebep olan Müslüman Türklere yönelik iltizam-mültezim sistemi yani “özelleştirilmiş gelir idaresi” vergi/ iktisadi zulmü ile Osmanlı İmparatorluğu`nun kurucu unsuru Müslüman Türkler “barışta reçber, savaşta asker” “şamar oğlanı” durumuna getirildi. 16. yüzyılın başından itibaren zulüm vergisine dönüşen Aşar vergisi, Müslüman Türk çiftçi-köylüsünün üzerinden 7 Şubat 1925`te Atatürk tarafından kaldırıldı.
Arnold Toynbee`nin “Kuzey Müslümanlığı” diye tanımladığı Semerkant-Buhara-İstanbul eksenindeki Hanefi ameli-Maturidi itikadındaki Türk-Müslüman ulemanın Osmanlı devlet mekanizmasından ve medreselerden 1517`den itibaren hızla tasfiye edilmesi, yerlerini alan Arap/devşirme/dönme ulemanın Enderun siyasası ve bürokrasisi ile şaibeli servet ve makamlar üzerinden işbirliğine yönelmeleri Osmanlı Türkiye`sini yıkan dâhildeki en temel unsurdur. Nitekim 1703-1839 döneminde Şeyhülislamlık makamına geçen 58 kişiden 29`u sadece 11 aileden çıkmıştı. Bu ailelerin en önemlilerinde biri de Atatürk liderliğindeki Türk kurtuluş savaşı komutanlarına ölüm fetvası veren Dürrizade ailesidir. Dürrizade Mustafa`nın (Ö.1775) oğlu Mehmet Ataullah`a dedesi Şeyhülislam Dürri Mehmet (Ö.1736) tarafından ALTI yaşında müderrislik icazeti verilmişti. Ha keza Ataullah`ın kardeşi Dürrizade Nurullah Mehmet`e de 11 yaşında müderrislik verilmişti. Zilfi`ye göre, 18.yüzyıldan itibaren saraydaki seküler seçkinlerin (Enderunlular) çocukları veya himayeleri altındakiler şeyhülislam ve ulema olmuşlardır.
Bugün Cumhuriyet Türkiye`si de benzer bir “yabancılaşmış” aydın, siyasetçi, işadamı, tarikat şeyhleri ve dini cemaat şeyhlerinin “siyasal laik” “siyasal İslamcı” ama “etnik takıntılı” işbirliği ile “Kürt açılımı”nda “daha çok demokrasi” çığırtkanlığı kılıfıyla pupa yelken yol alıyor.
Endülüs İslam devletinin ipini Emir Abdullah Gırnata-Badol tepesinde “Allahuekber” nidalarıyla çekmişti. Portekiz-İspanya Kraliçesi Korkunç İsabella`dan Müslümanlar için “himmet” dilemişti. Ama yüz binlerce Müslüman kadının ırzına geçildi, yüz binlercesi katledildi.
MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli`nin dile getirdiği gibi Osmanlı Türkiye`sinin ipini çeken Mondros Mütarekesi`ni imzalayanlar, fetva verenler devlet mekanizmasındaki aşağılık siyasetçi ve bürokratlar ile ulemalardandı. 30 Ekim 1918 Mondros Antlaşması`nı imza edenler akılları sıra Osmanlı Türkiye`sini kurtaracak “açılım” yapmışlardı. Sonrasında İstanbul`dan başlayarak Anadolu Türk yurdu Avrupalı emperyalistler tarafından işgal edildi.
Osmanlı Türkiye`sinde bugün olduğu gibi “laik liberaller” ile “siyasal İslamcılar” işbirliği içinde hareket etmişlerdi. “Bu laik ve İslamcı örgüt üyeleri, Avrupa`da bulundukları yıllarda örgütün tüzük tasarısını Polonya göçmeni Kont Vladislav Plater ile Avusturyalı Simon Doyç`la beraber hazırlamakta sakınca görmemişlerdir. Kaydedelim ki bu Simon Doyç, Birinci Enternasyonal`in ve Paris Komünü`nün üyesidir.
Osmanlı Türkiye`sine hizmet aşkıyla harekete geçtikleri halde, dâhili ve harici siyasi ve iktisadi cuntaların elinde oyuncak olup, vatana onulmaz zararlar verdikleri gibi; kendilerini de ele âleme rezil rüsvay eden aydın takımına YENİ OSMANLILAR diyoruz.
1850`lerden itibaren Osmanlı Türkiye`sinin mukadderatına hükmeden Tanzimat aristokrasisi diyebileceğimiz kesime tepkinin ifadesi olan Yeni Osmanlıların programı, mutlakıyet rejiminin yerine meşrutiyet rejiminin getirilmesiyle Osmanlı Türkiye`sinin bütün dertlerinden kurtulacağını öngörmekteydi.
Yeni Osmanlılar bünyelerine Türk-Müslüman olmayan bazı azınlık mensubu zenginleri de katmışlardı. Fransa`da yeniden düzenlenen cemiyetin programında Hıristiyan Osmanlı uyrukluların durumunun ıslahına çalışmak adeta temel prensip haline gelmişti. Böylelikle Yeni Osmanlılar belki de kendilerini destekleyen zengin Osmanlı Türkiye`si azınlıklarına diyet borçlarını ödüyorlardı. Bu şarlar altında Yeni Osmanlıların programı Osmanlı ticaret burjuvazisinin ideolojisine uygun düşen bir program haline geliyordu denilebilir. İlber Ortaylı`nın “Modern bir İslamcı” dediği Namık Kemal bile “Türk olmayan unsurlar hükümete alınacağı için yakınma hakları olmayacaktır, diyordu.
Mithat Paşa da aynı kanıdaydı. Meşrutiyetin ilanıyla din ve milliyet farkları sebebiyle meydana gelen çatışmalar ve ayrılma talep ve arzuları ortadan kalkacak, herkes huzur içinde yaşayacak, böylece Osmanlı İmparatorluğu`nun bütünlüğü de korunmuş olacaktı. Mithat Paşa, Türk olmayan halkların salt vatan birliği ve ortak vatanseverlik duygularıyla bir arada yaşayabileceklerine inanıyordu.
Gerçekte bu fikir, Nazım Hikmet`in dedelerinden Konstantin Borzekçki`ye aitti. Osmanlı Türkiye`sine sığındıktan sonra “Müslümanlığa dönen” ve adını Mustafa Celalettin olarak değiştiren, bilahare paşa unvanı verilen bu zatı muhtereme göre, bir mebuslar meclisi kurulmalıydı. Bu mecliste Hıristiyanlar 101, Müslümanlar 100 milletvekiliyle temsil edilmeliydi. Bulgarlar ve Ermeniler 25`er, Yunanlılar 14 milletvekilliliğine sahip olmalı ve geri kalan 37 milletvekilliliği de diğer Osmanlı azınlıkları tarafından paylaşılmalıydı.
İşte Osmanlı Türkiye`sinin siyasi mekanizmasına hükmeden Mithat Paşa, azınlık ayaklanmalarını teşkilatlandıran Hıristiyan topluluklarının ruhani reislerine neredeyse hükümdar yetkilerini bahşetmek kararındaydı.
Mithat Paşa, İngiliz elçisi Sir Henri Eliot`u ziyarete gider. Mithat Paşa`nın “Padişahlık makamı hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna İngiliz elçisi: “Bu makama ait yetkilerin daraltılması lazımdır, padişahın kuvvet ve kudreti tahdit edilmelidir” der. Ve İngiliz elçisi şöyle devam eder: “Meclisi Mebusan`ın teşkili zımmındaki tasavvurun kemali muvaffakiyetle kuvveden fiile ihracı için İngiltere devletinin muavenetinin ne kadar kıymettar olacağını tekrar ve tekrar beyan eyledi.”
Bugün Cumhuriyet Türkiye`sinde “siyasal laisizm” ve “siyasal İslamcı” aydın, siyasetçi, işadamı ve gazeteci nasıl oluyor da aynı “tarafta” buluşuyor diye hayret eden dostlarımızın cahilliği hakikaten Türkiye`nin trajedisidir. Hâlbuki bunlar dün de önce “kavga eder” gibi yaptılar sonra elbirliği ile koskoca Osmanlı Türk İmparatorluğu`nu içerideki hainler ve Avrupalılarla işbirliği yaparak yıktılar.
1876`da İstanbul`da yayınlanan 47 gazetenin ancak yedisi Türkçe idi. Dokuz Rumca, Dokuz Ermenice, Yedi Fransızca, Üç Bulgarca, İki İngilizce, İki İbranice, bir de Arapça yayın yapan gazete vardı. Bugün yazılı, sözlü ve görsel basının durumunu arif olana tarife gerek var mı?
Cumhuriyet Türkiye`sinde 10 Kasım 1938`den beri Yeni Osmanlıcılık hareketi adım adım “laik” ve “siyasal İslamcı” (siyasal İslam Kur`an ve sevgili Peygamberimizin hadislerindeki Müslümanlık olmayıp, Batı`nın emrindeki bir siyasal ideolojidir. Esas olarak Selefi/Eşari/Vahabi/Müslüman Kardeşler ekolünden beslenir) kulvarda Batı`nın politik mahvillerince tez-antitez olarak desteklenmiş olup, pek çok hususta olduğu gibi “Kürt açılımı”nda da her ikisi birlikte hareket etmektedirler. Aynı kulvardaki isimleri, “laik” ve “İslamcı” basını tek tek zikretmemize gerek var mı?
Bugün “milli görüş” içinden gelen ve Yeni Osmanlıcılığın her iki aşamasını da bilen kadrolar iktidarda.
“İslamcıların” Kürtlerle dansı: Görmezden gelme dönemi, hepimiz din kardeşiyiz dönemi, ümmet bilinci dönemi, Kürtçü çıkış dönemi, töhmet altındayız dönemi ve liberal çıkış dönemi.” Milli görüşün “Yeni Osmanlıcılığı” Özal`ınkinden çok daha İslami bir duruştu ve çok kültürlülük adına çok hukukluluk tartışmalarını da popüler kılıyordu. Fakat Kürt meselesi özelinde milli görüşün tutarlı bir görüşü olduğunu iddia etmek de zordu. Geleneğin bölgedeki nüfuzu ve güncel siyasi işlerin yürütülmesi ile yetindi. AKP`nin kurulması ile ise dengeler aniden değişti… Milli görüş içinden gelen ve Yeni Osmanlıcılığın her iki aşamasını da bilen kadrolar şimdi iktidarda. AKP`nin genel siyasetine (özellikle de dış politika manevralarına) bakınca politik referanslar açısından Yeni Osmanlıcı yönelimlerin baskın olduğu da aşikar… Görünen o ki AKP, milli görüşün Yeni Osmanlıcılığından ziyade Özal`ınkine yakın AKP, Kürt meselesine de benzer bir zaviyeden bakıyor. Ancak konjoktürel gelişmelerinde etkisi ile daha aktif.”
Ancak milli görüşün “klasik kanadı”nı temsil eden SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş” Asker dursun PKK koşulsuz silah bıraksın” sözleri ile AKP`den pek de farklı olmadığını ortaya koyuyor.
Türkiye Cumhuriyeti dönüştürülürken tıpkı atası Osmanlı Türkiye`si “açılırken” yapılanlar, kullanılan prototipler revaçta, soyguncu ticaret ve finans sermayesi, el parasıyla siyaset yapan sivil toplum örgütleri, basın, mübarek dinimiz İslam`ı kullanan bir kısım tarikatlar ile masonik ve dini cemaatler içindeki ajanlar, Attila İlhan`ın “yüzde 10 hain kontenjanı”nı oluşturan devşirilmişler tıpkı, Osmanlı Türkiye`sinin son günlerindeki “Hürriyet ve İtilaf Fırkası”, “Teali İslam Cemiyet” ve İngiliz “Muhipler Cemiyeti” gibi…
Bir de günümüzde de temsilcilerini hepimizin bildiği, askerlerden kurulu “Nigehban Cemiyeti Askeriyesi” vardı. Bu cemiyet emekli askerlerden kurulu idi. Görevi Türk İstiklal Harbi`ni başarısız kılmak için istihbarat toplamak ve isyanlar tezgâhlamaktı. Bunlar Muhipler Cemiyeti`nden aldıkları İngiliz altınları ile safa süren “paşalar”dı.
Nigehban Cemiyeti Askeriyesi topladığı istihbaratı İngiliz Muhipler Cemiyeti`ne ulaştırmaktaydı. Burada Sait Molla ve Rahip Robert Flew “emekli paşalar”dan gelen istihbaratları değerlendiriyorlardı. Sahi daha 1 Mart tezkeresi TBMM`den geçmeden ABD askerlerini Türkiye`de konuşlandırılanlar, sivil-asker kimlerdi?
Süleymaniye`de Türk subaylarının başına çuval geçirilmesini “Yarabbi şükür” niyetine hazmeden sivil-asker devletlülerimiz kimlerdi?
Bakınız “sahibinin sesi” Osmanlı Türkiye`sinin son günlerinde neler zırvalamış:”İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam olmaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak. İngiliz mandası için İstanbul`da 24 saat içinde 40 bin imza toplandı.”
Bir başkası Ali Kemal şöyle yazmaktadır: “Milli hareketin foyası çıktı. Bize teselli veren Anadolu halkının bunlara (Mustafa Kemal ve arkadaşları) arka çıkmamasıdır.”( 13 Eylül 1919) İdam, idam, idam; Mustafa Kemal cezasını bulacak. (25 Nisan 1920) Geleceğimizi İngilizlere bağlamamız gerekir. Kuvayı Milliye buna engel olarak millete büyük bir kötülük yapmakta”… Bugünkü işbirlikçi gazetecileri “12 kötü adamı”, profesör unvanlı “makak”ları saymaya gerek var mı?
İşgal yıllarının en “başarılı işbirlikçilerinden” biri de Manisa Mutasarrıfı (vali) Hüsnü Efendi`dir. Yunanlıların Girit`ten kovdukları Yahudi dönmesi Müslüman Nakşibendî-Halidi tarikatı mensubu Hüsnü Efendi Osmanlı merkezi hükümetini elinde bulunduran Enderun siyasası ve İstanbul`daki ulema ekabirleri tarafından baş tacı edilip Manisa valisi yapılmıştı. İşte bu şerefsiz adam Yunan işgal kuvvetlerini Manisa`ya girişinde törenle karşılamıştır. Üç sene süren Yunan işgali süresince işgalcilere her türlü hizmeti sunmuştur. Devlet memurluğu hizmetinde ne kadar Türk memur varsa hepsini görevinden atmış, yerlerine işgalcilerden onaylı gayrı Türk kişileri atamıştır. Üç yıl sonra Mustafa Kemal Atatürk komutasındaki Türk ordusu karşısında Yunan palikaryalarının geri çekilmeye başlaması üzerine önlerine fırlayarak Manisa`yı terk etmemeleri için yalvaran da Hüsnüyadis`tir.
Oysa işgalci Yunan askerleri bir gün içinde 3500 Türk`ü çocuk, kadın demeden diri diri yakmış 1500 kişiyi de kurşunlayarak katletmişlerdir.
Nihayetinde Hüsnü Efendi Yunan işgal kuvvetleri ile birlikte Yunanistan`a kaçmış, adını da Hüsnüyadis`e çevirerek dinini de değiştirmiş ve Ortodoks Hıristiyan olmuştur. Yunan Milli Bankası`ndan maaş alan, Yunan istihbaratı adına çalışan Hüsnüyadis ölünce kilisenin bahçesine gömülmüştür. Mezar taşında da “Palio Türk”, yani “serseri Türk” yazmaktadır. Menemen`de sözüm ona İslami şeriat adına isyan edenlerin elebaşı Derviş Mehmet, onun amcasının oğludur.
Başta Atatürk hakkında, 24 Mayıs 1920 tarihli idam fermanı olmak üzere milli mücadelenin kahramanları hakkında Avrupalı işgalcilerin isteği doğrultusunda idam fermanları düzenleyenler Padişah Vahdettin ile devşirme Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili Damat Ferit`tir.
Müslüman Türk evladı emperyalizme karşı bir ölüm kalım mücadelesi verirken Adana`da yayımlanan Ferda gazetesinde şöyle denilmektedir: “Anadolu, Mustafa Kemal zorbasıyla mücadele ediyor.”
“Milliyetçilik, çetecilik, soygunculuk ve yağmacılık demektir. Onların gayesi, milleti soymak, aç bırakmak ve tamamen öldürmektir.”
Bugün de Türk milliyetçilerini cahil, tutarsız, bilgisiz, çeteci, ırkçı olarak tanıtanlar kimlerdir? Bugün de ortalıkta bol bol örnekleri dolaşan siyaset, üniversite, basın ve iş dünyasının köşe başlarında el parasıyla iyice semirmişlerin o günlerdeki “hemcinslerinden” Rıza Tevfik Darülfünun`da (İstanbul Üniversitesi) 30 Mart 1922 tarihinde verdiği bir konferansta aynen şunları söylemişti: “Fuzuli Türk değil, Acem`dir. Türk`ün yüzyıllar boyu bileğinde salladığı kılıcından başka ne var? Hala İstanbul`da oturabiliyorsanız bunu büyük devletlerin İslam âlemine karşı hürmetine borçlusunuz.” İşte bu adam daha sonra işgalci güçlerin tavassutu ile Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) oldu. Dahası Paris Konferansı`na Osmanlı devletini temsil eden heyette yer aldı. Görüşmeler esnasında öne sürülen şartları çok ağır bulan, padişaha ve Bakanlar Kurulu`na danışma kararı alan heyetin diğer üyelerine çok fena kızan filozof müsveddesi Rıza Tevfik anasının bir odalık, babasının da devşirme olduğunu söyleyerek şöyle der: “İngilizlerden çok şey öğrendim. Fransız medeniyetine tutkunum. Bende fikir ve his itibariyle beğenilecek ne varsa sizindir. Bende fena olan her şeyin kaynağı benim.”
Rıza Tevfik`in durumunu ve o günleri değerlendiren Hüseyin Cahit Yalçın şunları yazmış: “Şaşılan şeydir ki o dönemde bu Türk yurdunda her unsur kendi varlığını avaz avaz söyleyip kendi soyunun arkasından birtakım “necip” (soylu, temiz) sıfatını yapıştırmak hakkına sahipti. Yalnız bu ülkede Türklerin ses çıkarmaya hakkı yoktu.”
Bakın bir başkası, Cenap Şahabettin ne diyor: “Türkler bilim ve medeniyet alanında hiçbir şey yapmamışlardır. Hiçbir eser vücuda getirmemişlerdir. Ne bir mezhep, ne bir felsefe, ne bir sanat yaratmamışlardır. İslamiyet`te yetmiş iki tarikat vardır, bunlardan hiçbiri bir Türk tarafından kurulmamıştır. Tefsircilerimiz birtakım naslar etrafına ekler yapmakla yetinmişlerdir.
Bunların eserleri tamamıyla skolastiktir. Bu edebiyat dört yüzyıl durmadan Arap ve Acem kaldı, sonra birdenbire batılılaştı. Daha doğrusu Fransızlaştı.”
Yukarıdaki satırlarda cahilliğin ötesinde aşağılık duygusunun derin izlerini görmek ne acıdır. Bugün de benzer tipolojiler ile karşı karşıyayız.
Dün de bugün de Batı`nın yargını benimseme hallerinin, Türk milletinin sırtından hançerlenmesinde en önemli etken olduğu görülüyor.
İş öyle bir noktaya geldi ki eski bir genelkurmay başkanı Türkiye`nin adını tartışmaya açıyor.
“Muhterem milletime tavsiye ederim ki, sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanlarında ve vicdanlarındaki asli cevheri tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin.”