04 Şubat 2015

MULK SURESİ FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ



FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ
MULK SURESİ 
67-Mülk

1- Sınırsız hükümdarlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.
Surenin başında yer alan ve Allah'ın yüceliğini, noksan sıfatlardan uzak oluşunu vurgulayan bu cümle yüce Allah'ın bereketinin çokluğunu ve kat kat fazlalığını ifade ediyor. Sürekli çoğalan, artan bu bereketi yüceltiyor. Bunun yanında
Allah'ın mülkünden, hükümranlığından söz edilmesi, bu bereketin bu mülkü topladığını ifade ediyor. Yine bu hareketin Allah'ın zatı katındaki yerini övdükten sonra, onun evrensel boyutunu da övüyor. Bu terennüm varlıklar aleminin her tarafında yankılanmakta, her varlığın kalbini canlandırıp, imar etmektedir. Bu terennüm Allah'ın yüce kitabındaki sesinden yayılmaktadır. Yani gözle görülmeyen kitaptan bilinen evrene yansımaktadır.
"Sınırsız hükümdarlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir."
Mülkün sahibi O'dur. Ona egemen olan, alnından yakalayıp kontrolü altında tutan, onu yönlendiren O'dur. Hiç kuşkusuz bu bir gerçektir. Bu gerçek vicdanda yer edince, O'na gideceği yönü ve varacağı yeri gösterir O'nu mülkün bu ortaksız ve tek sahibi, yönlendireni, ve hakimi olan Allah'tan başkasına yönelme veya dayanma yahut bir şey isteme duygusundan kurtarır. Aynı zamanda O'nu mülkün tek sahibinden, biricik efendisinden başkasına kul olmaktan, kulluk sunmaktan uzaklaştırır.
"Ve O'nun her şeye gücü yeter."
Hiçbir şey O'nu aciz bırakamaz, hiçbir şey gözünden kaçmaz, hiçbir şey O'nun iradesinin önüne geçmez, hiçbir şey O'nun isteğini sınırlandırmaz. Neyi isterse onu yaratır. Dilediğini yapar. Dilediğini yapabilme gücüne, emrini yerine getirme kudretine sahiptir. O'nun iradesi hiçbir kayıt, hiçbir sınır tanımaz. Evet bu bir gerçektir ve bu gerçek vicdanda yer edince, O'nun Allah ve Allah'ın yaptıklarına ilişkin düşüncesini duygusal alışkanlıkların veya aklı alışkanlıkların yahut hayalı alışkanlıkların oluşturduğu her türlü bağdan kurtarır. Çünkü her halûklarda insanın aklına gelen her şeyin gerisinde Allah'ın gözü vardır. Sınırlı varlıklar olmaları Dolayısıyla insanların düşüncelerini bağlayan kayıtlar, insanları içinde bulunulan anın, gözle görülür olgunun gerisinde meydana gelen değişimi, başkalaşımı değerlendirmede alışageldikleri ölçülerin esiri haline getirirler. işte bu gerçek, onların duygularını bu esaretten kurtarır. Dolayı siyle hiçbir sınırlandırma getirmeden her şeyi Allah'ın gücünün eseri olarak görürler. Her şeyi her türlü kayıttan uzak bir şekilde Allah'ın gücüne dayandırırlar. içinde bulunulan anın, gözle görülür olgunun zincirinden kurtulurlar.

2- O hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için, ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.
Mülkün üzerindeki sınırsız egemenliğinin, yönlendiriciliğinin, her şeyi yapacak güçte oluşunun ve iradesinin serbestliğinin bir sonucu da ölümü ve hayatı yaratmış olmasıdır. Ölüm kavramı hayattan önceki dönem ile hayattan hemen sonraki dönemi ifade eder. Hayat kavramı da hem dünya hayatını hem de ahiret hayatını kapsar. Bu ayette vurgulandığı gibi bunları Allah yaratmıştır. Bu şekilde ayeti kerime bu gerçeği insanın düşüncesine yerleştiriyor ve bunların gerisindeki amaç ve imtihan olgusuna karşı uyanık olmalarını sağlıyor. Çünkü ölüm ve hayat meselesi plansız-programsız tesadüfen meydana gelmiş değildir. Aynı şekilde amaçsız boş bir olgu da değildir. Ölüm ve hayat, yüce Allah'ın bilgisinin kapsamında gizli bulunan insanların yeryüzündeki davranışlarının ortaya çıkması, böylece insanların yaptıkları amellere göre karşılık almaları amacına dönük bir sınav aracıdır: "Hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için." Bu gerçeğin insan vicdanında yer etmesi, onun sürekli uyanık, sakınan, günah işlemekten çekinen, gerek gizli niyetlerde gerekse görünür amellerde büyük-küçük her şeye karşı bilincini koruyan bir insan olmasını sağlar. Gafil olmasına veya oyun ve eğlenceye dalmasına izin vermez. Aynı şekilde onun kendine güvenip de hiçbir sorumluluk duymadan, rahat davranmasına da müsaade etmez. Bu ifadeden sonra aşağıdaki değerlendirme cümlesinin yer alması da bu yüzdendir. "O, üstündür, bağışlayandır." Amaç, Allah'ı gözeten, O'ndan korkan kalbe huzur vermektir, güven aşılamaktır. Çünkü Allah üstün iradelidir, galiptir ama Aynı zamanda bağışlayıcıdır, hoşgörülüdür. Kalp uyanık olduğu, bu dünyaya sınanma ve denenme için gönderildiğinin bilincine varıp kötülüklerden sakındığı, korunduğu zaman, Allah'ın bağışlamasına ve rahmetine güvenebilir, onun himayesinde rahata kavuşabilir.
İslam'ın kalplere yerleştirmek üzere tasvir ettiği gerçeğe göre yüce Allah insanları rahmetinden kovmaz, onlara sıkıntı vermez ve onları azaba çarptırmak istemez. Tersine varoluşlarının amacının farkında olmalarını ister. Özleri itibariyle sahip bulundukları gerçeğin düzeyine yaraşır davranışlarda bulunmalarını; yüce Allah'ın bu varlık içinde kendi ruhundan üfleyerek dolayısıyla yarattığı birçok canlıdan üstün kılarak kendilerine bahşettiği onuru tamamlamalarını ister. Eğer bunu gerçekleştirirlerse, engin bir rahmete, büyük bir yardıma, geniş bir hoşgörüye ve birçok günahın bağışlanması durumu ile karşılaşacaklardır.
EVRENDE DÜZENLİLİK VE KUSURLULUK
Sonra bu gerçek, en büyük ve en yüksek alanlarında evrene bağlanıyor; yanı sıra, ölüm ve hayatta sınanma olgusundan sonra ahiret gününde yapılanların karşılık görmesi gerçeği de bir başka açıdan evrensel düzene bağlanıyor:

3- Yedi göğü tabakalar halinde yaratan O'dur. Rahman'ın bu uyarmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin?
4- Sonra gözünü iki kez daha döndür bak. Göz aradığı kusuru bulmaktan umudu keserek yorgun ve bitkin bir halde sana döner.
5- And olsun biz, dünyaya en yakın göğü lambalarla donattık. Bunları şeytanlara atılan taşlar yaptık ve onlara ateş azabını hazırladık.
6- Rablerini inkar edenler için cehennem azabı vardır. O ne kötü dönüştür.
7- Oraya atıldıklarında onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler.
8- Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her topluluk onun içine atıldıkça cehennem bekçileri onlara; "Size bir uyarıcı gelmedi mi?" diye sorarlar.
9- Onlar; "Evet, doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmedi, siz büyük bir sapıklık içindesiniz" dedik.
10- "Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık " derler.
11- Böylece günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar!
Bu ayetlerde yer alan bütün gerçekler surenin ilk ayetinin anlamının sonuçlarıdır. Mülkü yönlendiren egemenliğin, hiçbir kayıtla sınırlandırılamayan kudretin görüntüleridir. Ayrıca bunlar, ikinci ayetin içerdiği ölüm ve hayatın insanların sınanması için yaratıldığına ve her yapılan işin bir gün karşılığını göreceğine ilişkin gerçeği doğrular niteliktedirler.
Ayet-i kerimenin işaret ettiği yedi kat göklerin anlamını, astronomi ile ilgili teorilere dayanarak kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu teoriler, gözlem ve keşif araçları geliştikçe her zaman üzerinde değişiklik yapılmaya veya düzeltmeye açık teorilerdir. Bu yüzden ayetin anlamını her zaman değişikliğe ve düzeltmeye açık bu tür keşiflerle yorumlamaya kalkışmak doğru değildir. Şu halde yedi tane gök olduğunu ve bunların farklı boyutlara sahip tabakalardan meydana geldiğini bilmemiz yeterlidir.
Kur'an-ı Kerim, dikkatleri özelde göklere genelde de evrenin her alanına çekerek yüce Allah'ın yaratmasını insanlara göstermeyi amaçlıyor. Dikkatleri Allah'ın yaratmasına çekerken, bu yaratılışın kusursuz olduğunu vurgulayarak meydan okuyor. Gözler bu kusursuz yaratılışa çaresiz, yorgun, şaşkın ve dehşete kapılmış olarak bakakalır.
"Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın." Çünkü bu yaratmada bir boşluk, bir eksiklik, bir karışıklık yoktur. "Gözünü bir çevir bak." Bir kere daha bak, iyice araştırmak, kesin bir sonuç elde etmek için "Bir çatlak görebilir misin?" Gözün bir çatlağa, ya da bir yarığa veya bir bozukluğa ilişebilir mi? "Sonra gözünü iki kez daha döndür bak." Belki de birinci bakışta gözünden kaçan bir şey olur da bu sefer ortaya çıkarmış olursun. Bir daha bak, bir daha bak "Göz aradığı kusuru bulmaktan umudu keserek yorgun ve bitkin bir halde sana döner."
Bu meydan okuma üslubu hiç kuşkusuz göklere ve Allah'ın yarattığı tüm varlıklara bakma meselesine bir ciddiyet, bir önem kazandırıyor. işte Kur'an-ı Kerim'in harekete geçirmek, canlandırmak istediği, bu keskin, araştırıcı, düşündürücü ve irdeleyici bakıştır. Çünkü alışkanlığın neden olduğu uyuşukluk, bu ürpertici, hayret verici, güzel ve ince evrene yönelik bakışın dikkatini dağıtabilir. Oysa göz bu evrenin güzelliğini ve görkemini seyretmeye doymaz. Kalp bu evrenden gelen dolaysız mesajları ve işaretleri algılamaktan bıkmaz. Akıl evrenin düzenini ve ince sistemini düşünmekten yorulmaz. işte evreni böylesine düşündürücü bir gözle seyredenler, göz alıcı, görkemli ilahi bir panayırda yaşarlar. Bu panayırın olağanüstülüğü yıpranmaz, çünkü sürekli gözün, aklın ve kalbin önünde yenilenip durur.
Çağdaş bilimin bazı yönlerini ortaya çıkardığı şekliyle bu evrenin özüne ve kusursuz nizamına ilişkin bazı şeyler öğrenenler dehşete kapılıyor, kendilerin-den geçiyorlar. Fakat aslında bu evrenin görkemini, göz alıcılığını algılamak için böyle bir bilgiye de gerek yoktur. Çünkü sadece çıplak bir bakış ve yalın bir düşünme ile evrenle iletişim kurabilme yeteneğine sahip olması yüce Allah'ın insana yönelik büyük nimetlerinden biridir. Çünkü kalp açık ve gelen sinyalleri karşılamaya hazır olduğu zaman, bu dehşet verici ve göz alıcı güzelliğe sahip olan evrenden gelen mesajları dolaysız algılar. Bu dehşet verici ve şaşırtıcı evrenle ilgili düşüncesiyle ve gözlemiyle bir şeyler bilmeden önce bir canlının bir başka canlı ile iletişim kurması gibi iletişim kurar.
Bu yüzden Kur'an-ı Kerim insanları yalnızca bu evrene bakmaya, evrensel sahneleri ve olağanüstülükleri düşünmeye çağırmakla yetiniyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim her çağdaki tüm insanlara hitap eder. Hem ormanda yaşayanlara, hem çölde yaşayanlara, hem şehirlilere, hem de denizlerin üzerinde dolaşanlara hitap eder. Okuma yazmasız halk kitlelerine hitap ettiği gibi astronomi bilginine, tabiat bilginine ve teorisyenlere de hitap eder. Bunlardan her biri kendisi ile evren arasında iletişim kuracak, kalbinde evreni düşünme, algılama ve algıladıklarından haz alma duygularını harekete geçirecek mesajlar bulur Kuran'da.
Bu evrenin yaratılış planında eksiksizlik/kemal olgusu ile birlikte güzellik olgusu da göz önünde bulundurulmuştur. Aslında bunlar bir gerçeğin iki değişik ifadesidirler. Çünkü bu evrendeki eksiksizlik/kemal olgusu güzellik/kemal düzeyine ulaşır. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim dikkatleri göklerin kusursuzluğuna çektikten sonra şimdi de dikkatleri göklerin güzelliğine çekiyor:
"And olsun biz, dünyaya en yakın göğü lambalarla donattık."
Dünya göğü ile acaba ne kastediliyor? Belki de bununla üzerinde yaşayan insanların bu Kuran'a muhatap olduğu yeryüzüne en yakın gök kastediliyor. Belki de burada işaret edilen lambalar gözle görülen yıldızlar ve gezegenlerdir. Göğe baktığımız zaman bunları görebiliriz. Bu da, muhatapların göklere bakmalarına ilişkin az önceki direktifle uyuşmaktadır. Çünkü o zaman bu Kuran'la muhatap olanlar göğü süsleyen parlak cisimleri gören gözlerden başka gözlem araçlarına sahip değildiler.
Gökyüzündeki yıldızların sahnesi güzeldir. Bunda kuşku yok. Hem de kalpleri cezbeden bir güzellik. Sürekli yenilenen, vakitler değiştikçe görüntüsü değişen bir güzellik. Bu güzellik sabah başkadır, akşam başkadır. Bu manzara gün doğumunda başka güzeldir, gün batımın da başka güzeldir. Bu güzellik mehtaplı geceden, karanlık geceye, açık gökyüzünden, sisli bulutlu gökyüzüne göre farklıdır. Daha doğrusu bu güzellik saatine göre, gözlem yerine göre, bakış açısına göre değişir. Ama her an güzeldir, her an çekicidir, her an göz alıcıdır.
Şurada bir kenarda ışıldayıp duran şu küçücük yıldız, tıpkı güzel bir göz gibi sevgiyle parlıyor, adeta insanı yanına çağırıyor.
Şu köşede baş başa vermiş şu iki yıldız, kalabalıktan kurtulmuş, dertleşiyor gibidirler.
Şuraya buraya serpiştirilmiş yıldız kümeleri adeta gökyüzü şenliğinde halka tutmuş gece sohbetine dalmışlardır. Sanki şenlikte el ele tutuşup ayrılan dans eden arkadaşlar gibidirler.
Bir gece yavaş yavaş büyüyen, sessizce gelişen; Bir gece parlayan ve aydınlatan. Bir gece kırılan, küçülmeye başlayan. Bir gece hayata yeniden atılmış gibi doğan. Bir gece ağır ağır yokluğa doğru yol alan şu Ay...
Göz alabildiğine uzanan, boyutları insanın görme duyusunun sınırlarını fersah fersah aşan uçsuz bucaksız şu uzay boşluğu.
Evet gökyüzü her yönüyle, her şeyiyle güzeldir. insanın yaşayabileceği, ruhuna dolduracağı bir güzelliktir bu. Ama bu güzelliği anlatacak söz, onu tanıtacak ifadeler bulmak mümkün değildir.
Kur'an-ı Kerim insan ruhunun dikkatini göklerin çekici güzelliğine, tüm evrenin göz kamaştırıcı güzelliğine çekiyor. Çünkü varlıkların yaratıcısının güzelliğini kavramanın en doğru, en kestirme yolu, varlıkların güzelliğini kavramak-tır. İşte insanı ulaşabileceği en yüce ufka yükselten bu kavrayıştır. Çünkü bu durumda insan kendisini, dünya aleminin ve dünya hayatının kirinden uzak, sınırsız ve güzel bir alemdeki sonsuz hayata hazırlayacak bir noktaya bağlamış olur. Hiç kuşkusuz insan kalbinin en mutlu anları, evrendeki olağanüstü ilahi sanatın güzelliğini doyasıya algıladığı anlardır. Çünkü bu anlar insan kalbini ilahi güzelliğe ulaşmaya, onu içine doldurmaya hazırlandığı anlardır.
ŞEYTAN VE YANDAŞLARI İÇİN ACI SON
Kur'an ayeti, burada yüce Allah'ın dünyaya yakın göğü süslediği lambaların bir başka görevlerinin olduğundan söz ediyor:
"Bunları şeytanlara atılan taşlar yaptık."
Fizilâl'il Kuran'da, yüce Allah'ın bize bir yönünü anlattığı gayba ilişkin konulara herhangi bir eklemede bulunmayıp, Kur'an ayetinin belirlediği sınırın yanında durup ötesine geçmeme kuralına hep bağlı kaldık. Çünkü gündeme getirilen gayba ilişkin meselelerin ispatı için Kur'an-ı Kerim'deki açıklamalar yeterlidir.
İsmi şeytan olan birtakım yaratıkların varlığına inanıyoruz. Bunların bazı nitelikleri Kuran'da anlatılmıştır. Bu tefsirimizde de daha önce bunlardan söz ettik. Bunun dışında bir şey söylemiyoruz ve yüce Allah'ın gökleri süslediği bu lambaları, adı geçen şeytanları kovmak için, bir diğer surede değinildiği gibi delen ve yakan alevli taşlar olarak kullandığına inanıyoruz: "Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk:" (Saffat suresi 7) "Ancak meleklerin konuşmalarından bir sözü kapan olursa, onu da delen ve yakan alevli yıldızlar takip eder." (Saffat suresi 10) Ama nasıl? Ne kadar ağırlıkta? Ve ne şekilde? Bütün bunlar yüce Allah'ın hakkında herhangi bir açıklamada bulunmadığı konulardır. Bu tür meselelerde açıklayıcı bilgi edinilecek başka bir kaynak da yok elimizde. Şu halde bu kadarını bilmemiz ve meydana geldiğine inanmamız yeterlidir. Zaten konunun kısa tutulmasında güdülen amaç da budur. Şayet yüce Allah fazla bilgi vermenin, konuyu biraz daha açmanın, ayrıntılara girmenin yararlı olacağını bilseydi hiç kuşkusuz daha geniş açıklamada bulunacaktı. Yüce Allah'ın açıklamasında fayda görmediği bir meseleye, şeytanların taşlanması meselesi ile biz ne diye uğraşalım ki!
Sonra ayet-i kerime taşlanmanın dışında yüce Allah tarafından şeytanlar için hazırlanan bir diğer azaba değiniyor:
"Ve onlara ateş azabı hazırladık."
Dünyadaki taşlanma cezası ve ahiretteki alevli ateş adı geçen şeytanlar içindir. Belki de yüce Allah'ın dünya ve ahirette şeytanlar için hazırladığı bu azabın gündeme getirilişi daha önce göklerden söz edilmiş olmasından dolayıdır. Sonrasında da kafirlerden söz ediliyor. Şeytanlarla kafirler arasındaki ilgi ise açıktır. Gökleri süsleyen lambalardan söz edilirken bunların şeytanları kovalamak için delen ve yakan alevli taşlar olarak kullanıldıkları gündeme getiriliyor. Şeytanlar için ahirette hazırlanan ateşten söz edilirken de, şeytanların izleyicileri olan kafirler için hazırlanan azap hatırlatılıyor:
"Rablerini inkar edenler için cehennem azabı vardır. O, ne kötü dönüştür."
Sonra bu cehennemin bir sahnesi canlandırılıyor. Burada cehennem kafirleri dehşet verici bir öfkeyle, büyük bir kinle karşılıyor:
"Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak: '
Burada cehennem canlı bir varlıktır. Büyük bir öfkeyle köpürüyor. Fokur fokur kaynayarak çıkardığı uğultulu nefesleri işitiliyor. Her yanı öfkeyle dolup taşmıştır. Kabaran öfkesinden dolayı çatlayacak gibidir. Öyle bir kızgınlık ve nefretle dolmuştur ki, bu, kafirlere şiddetli bir kin duyacak, onları görür görmez büyük bir öfkeye kapılacak düzeye ulaşmıştır.
Bu açıklama ilk bakışta cehennemin durumunu tasvir eden mesaj, bir ifade gibi görünüyor. Fakat aslında -anladığımız kadarıyla- bu bir gerçeği dile getiriyor. Çünkü yüce Allah'ın yarattığı her varlık canlıdır, kendi türüne özgü bir ruhu vardır. Her varlık Rabbini tanıyor, O'nu övgüyle tesbih ediyor; bir insanın Rabbini inkar ettiğini görünce dehşete kapılıyor; öz yaratılışının reddettiği, ruhunun nefret ettiği bu iğrenç inkarcılıktan dolayı öfkeye kapılıyor. Bu da gösteriyor ki, bu ifade varlık alemindeki her şeyin önünde gizli bulunan bir gerçeği dile getirmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de bütün açıklığıyla şöyle denmektedir: "Yedi kat gök, yer ve buralardaki varlıkların tümü onu tenzih ederler, noksanlıklardan uzak olduğunu dile getirirler. Evrendeki her varlık O'nu överek tesbih eder. Fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra suresi 44) Yine bir başka yerde şöyle denmektedir: "Ey dağlar, o tesbih ettikçe söylediklerini tekrarlayın. Ey kuşlar siz de." (Sebe suresi 10) Bunlar açık ve yoruma yer bırakmayan gerçeğin dolaysız ifadeleridir.
Yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle denmektedir: "Sonra duman halinde olan göğe yöneldi. Ardından O'na ve yeryüzüne isteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. Onlar da "İsteyerek geldik" dediler."(Fussilet suresi 11)
Ancak bu ayet için, göklerin ve yerin Allah'ın evrensel yasalar sistemine boyun eğişini tasvir için kullanılan mecazi bir ifadedir denebilir. Fakat böyle bir yoruma başvurma zorunluluğu yoktur. Hatta bu yorum ayet-i kerimenin ifade ettiği açık ve dolaysız anlamdan çok uzak düşmektedir.
Evet Kur'an-ı Kerim cehennemi bu şekilde tasvir etmektedir. Nitekim bir başka yerde de evrenin, Allah'a şirk koşulması karşısında dehşete kapıldığı, öfkelendiği ifade edilmiştir: "Sizler böyle demekle son derece çirkin bir iddia ileri sürdünüz. Bu iddia karşısında nerede ise gökler paramparça olacak, yer yarılacak ve dağlar gürültü ile göçerek yerle bir olacak. Onlar Rahmeti bol olan Allah'a çocuk yakıştırdılar diye! Oysa Rahmeti bol olan Allah'a çocuk edinmek yakışmaz." (Meryem suresi 89-92)
Bütün bu ayetler bir gerçeğe işaret ediyorlar. Bütün varlıkların yaratıcısına inandığı, varlıklar aleminde yer alan her şeyin O'nu övgüyle tesbih ettiğini dile getiriyorlar. insan Rabbini inkar etmek suretiyle varlıklar bütününden kopup, halifeden ayrılınca bütün varlıklar dehşete kapıldıklarını, korktuklarını anlatıyorlar. Bu ayetlerde, değer verdiği, kendi yanında önemsediği bir şeye saldırıldığını, çiğnendiğini görüp te bu yüzden öfkelenen, bu davranışta bulunanlara kin besleyen ve öfkesinden çatlayacak gibi olan biri gibi varlıklar aleminde yer alan her şeyin büyük bir kinle, kabaran bir öfkeyle Rabbini inkar eden insanın üstüne atılmayı istediği vurgulanıyor. İşte cehennemin durumu da budur. Cehennem "Kaynıyor ve neredeyse öfkesinden çatlayacak." gibi oluyor.
Aynı şekilde bu olguyu cehennem bekçilerinin sözlerinden de anlıyoruz: "Her topluluk onun içine atıldıkça cehennem bekçileri onlara: "Size bir uyarıcı gelmedi mi? diye sorarlar."
Böyle bir durumda, bu yönden bir sorunun sorulmuş olmasının muhatabı rezil etme, azarlama amacına yönelik olduğu açıktır. Dolayı siyle cehennem bekçileri de cehennemin kafirlere duyduğu kine ve öfkeye ortak oluyorlar. Nitekim bunlar kâfirlere azap etme işine de katılıyorlar. Başına büyük bir musibet gelen, bu yüzden içinden çıkılması bir sıkıntı ortamında yaşayan biri için rezil edilmekten, azarlanmaktan daha acı bir işkence olamaz.
Gelen cevap, aşağılanmışlığın, kırılmışlığın, ahmaklığı ve gafilliği kabullenmenin izlerini taşıyor. Halbuki daha önce büyük bir gurura kapılmış, peygamberleri sapıklıkla suçlayarak onları inkar etmişlerdi:
"Onlar derler ki: Evet, doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yakalandık ve Allah hiçbir şey indirmedi, siz büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik. Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık" derler."
Çünkü uyarıları dinleyen, aklını kullanarak verilen mesajların üzerinde düşünen biri, kendini böylesine korkunç bir akıbete mahkum etmez. Şu bedbaht insanlar gibi Allah'ın ayetlerini inkar etmeye kalkışmaz. Hiçbir delile dayanmayan anlamsız bir inatta körü körüne peygamberleri sapıklıkla suçlamaz. Allah'ın doğru sözlü peygamberlerini inkar ederek, böylesine sorumluluğu büyük bir iddiada bulunmaz ve "Allah hiçbir şey indirmedi, siz büyük bir sapıklık içindesiniz." demez.
"Böylece, günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar."
Ayetin orijinalinde geçen "suhk" kelimesi uzaklık anlamına gelir ve onların dünyadayken inanmadıkları, gerçekleşeceğini doğrulamadıkları bir ortamda suçlarını itiraf ettikten sonra yüce Allah'ın kendi aleyhlerine yaptığı bir bedduadır. Allah'ın duası, isteği ise kesin karar ifade eder. Şu Halde onlar Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılacaklardır. Bağışlanma umutları, azabın hafifletilmesi gibi bir beklentileri olmayacaktır. Onlar çılgın alevli ateşin vazgeçilmez arkadaşlarıdırlar. Ne kötü arkadaşlık! Ve ne korkunç akıbet!
Fokur fokur kaynayan, hırıltılı nefesleri duyulan cehennemdeki bu azap, bu çılgın alevli ateş gerçekten korkunç insanı iliklerine kadar titreten bir azaptır. Allah hiç kimseye haksızlık etmez. Allah en iyisini bilir, ama, öyle sanıyoruz ki, öz yaratılışına iman gerçeğini ve delilini yerleştirdiği halde Rabbini inkar eden bir kişi her türlü iyilikten uzaklaşmış bir kişidir. Varlıklar bütünü içinde bir değere sahip olmasını sağlayan tüm olumlu niteliklerden soyutlanmış bir kişidir. Şu halde o cehennemin tutuşması için kullanılan bir taş parçası gibidir. Çünkü fıtratı dejenere olmuş, ters yüz olmuştur, O'nun yeri bu ateştir, kaçıp kurtulması mümkün olmayan bu ateşe layıktır.
Yeryüzünde Allah'ı inkar eden bir kişi yaşadığı her gün biraz daha baş aşağı yuvarlanır, biraz daha dejenere olur. Gün gelir ters yüz olmuş, iğrenç bir şekil alır, çirkinleşir. Tiksindirici, cehennemi bir görünüm kazanır. Öylesine çirkin, öylesine iğrenç ve öylesine itici bir görünümdür ki, evren içinde bir benzerine rastlamak mümkün değildir. Çünkü varlıklar aleminde yer alan her şeyin ruhu mümindir, her şey Rabbini övgüyle tesbih eder, her şey özünde bu iyiliği barındırır, her şeyin içinde kendisini varlık bütününün eksenine bağlayan bu bağ mevcuttur. Ancak varlık bütününün bağlarından kopan, anormal insanlar, kötülük kaynağı yırtıcılar, fıtratlar tersyüz olmuş kaçaklar hariç... Peki varlıklar aleminde yer alan her şeyle bağlarını koparmış bulunan bu sapıklar nerede barınacaklardır. Onlar öfkeyle kabaran, çılgınca fokurdayan, yakan, kasıp kavuran her türlü manayı, her türlü gerçeği ve her türlü saygınlığı yiyip bitiren cehennemde barınacaklardır. Hem bunlar ruhlarındaki manayı, gerçeği ve saygınlığı yitirmiş değiller miydi?
Kur'an-ı Kerim'in akışı içinde bir kıyamet sahnesinde azap ve nimet sayfalarının birlikte sunulması alışageldiğimiz bir kuraldır. işte burada da kafirlerin yer aldığı sayfaya karşılık, müminlerin yer aldıkları sayfa da sunuluyor, böylece surenin ikinci ayetinin "Hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için" ayetinin ifade ettiği anlam, sınamadan söz edildikten sonra, amellerin karşılık görmesi de gündeme getirilerek tamamlanmak isteniyor:

12- Fakat görmeden Rablerinden korkanlar var ya, işte onlar için bağışlanma ve büyük mükafat vardır.
Burada işaret edilen gayb kavramı, müminlerin gözleriyle görmedikleri Rablerinden korkmalarını kapsadığı gibi gözlerden uzak gizli gizli Rablerinden korkup yalvarmalarını da kapsıyor. Bunların her ikisi de büyük bir anlamın, tertemiz bir duygunun aydınlık bir bilincin ifadesidirler. İşte bu yüzden müminler, surenin akışını genel olarak, bağışlanma, günahların örtülmesi ve büyük bir ödül olarak ifade ettiği bu büyük karşılığı hakkederler.
Kalbin gizliden gizliye, gözlere görünmeyen gayb ortamında Allah'la iletişim halinde olması, O'na bağlı bulunması, insan kalbinin duyarlılığının ölçüsüdür, vicdan için hayatın garantisidir. Hafız Ebubekir el-Bezzar, Müsned'inde der ki: Bize Talût B. Ubbad anlattı. O da Haris B. Ubeyd'den duymuş, ona da Sabit, Enes B. Malik'in şöyle dediğini anlatmış: Bazıları; "Ya Resulallah, biz senin yanındayken başka, senden ayrılırken de başka duygular içindeyiz" dediler. Peygamber Efendimiz: "Peki Rabbinizle durumunuz nasıl?" dedi: `Allah, gizli-açık her zaman Rabbimizdir" dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz "Sizin durumunuz münafıklık değildir." buyurdu.
Şu halde asıl olan Allah'a bağlılıktır. Bir kalpte Allah'la bağlantı kuran bağ sıkıca bağlanınca, o kalp sadık bir mümindir, Allah'la iletişim kurmuştur. Biraz önce ele aldığımız ayet, öncesi ile sonrası arasında bağlantı işlevini görüyor. Ayet yüce Allah'ın gizli açık her şeyi bildiğini belirtirken, aslında insanlara meydan okuyor. Evet, insanların Rablerini yaratan yüce Allah'tır. Onların ruhlarına kendisinin yerleştirdiği gizli duyguları, giriş-çıkış noktalarını O, bilir.
13- Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, kalplerde olanı bilir.
14- Yaratan bilmez olur mu? O, latiftir, haberdardır."
İster gizleyin sözlerinizi, ister açıkça söyleyin fark etmez, hepsi yüce Allah'ın bilgisine açıktır. O, açık veya gizli olan şeylerden daha gizlisini bilir. "O, kalplerde olanı bilir." Kalplerin gizli bölmelerinde yer eden ve dışa yansımayan duyguları bilir. Çünkü göğüsleri yarattığı gibi, göğüslerin içindeki duyguları da O yaratmıştır! "Yaratan bilmez olur mu?" O'nun bilgisinin boyutları, çok ince küçük, gizli örgütlü şeylere kadar ulaşır.
İnsanlar herhangi bir hareketi veya sırrı yahut vicdanda geçen herhangi bir niyeti Allah'tan gizlemeye çalışırlarken çok komik duruma düşüyorlar! Çünkü niyetlerini içinde gizlemeye çalıştıkları vicdanı da Allah yaratmıştır. Vicdanlarının giriş çıkış noktalarını, gizli bölmelerini O, bilir. Ayrıca gizlemeye çalıştıkları niyetlerini de O yaratmıştır; niyetlerin nerede ve nasıl oluştuklarını bilir. Şu halde neyi gizliyorlar? Ve nereye gizleyecekler?
Kur'an-ı Kerim bu gerçeğin vicdana yerleşmesine büyük önem verir. Çünkü bu gerçeğin vicdanda yer etmesi ona meseleleri doğru biçimde kavrama yeteneğini kazandırır. Bunun da ötesinde O'na sürekli uyanıklık, duyarlılık ve takva duygularını yerleştirir. Çünkü yeryüzünde müminlerin omuzlarına bindirilen emanet, yani inanç emaneti, adalet emaneti, amel ve niyetlerde Allah için herşeyden soyutlanma emaneti bu duygulara bağlıdır. Çünkü kalp hem kendisinin hem de içindeki sır ve niyetlerin Allah tarafından yaratıldığını ve Allah'ın kendisini bildiğini O'nun latif ve her şeyden haberdar olduğunu kesin olarak bilmedikçe bu emanet gerçekleşmez.
Bu durumda mümin, gözle görülür hareketlerde ve açıkça duyulan sözlerde Allah'tan korktuğu gibi, gizli niyetleri göze görünmez duyguları hususunda da Allah'tan korkar, sakınır, çünkü mümin gizli-açık her şeyi bilen, göğüsleri yaratıp onların içindeki gizli duygulardan haberdar olan Allah'la iletişim halindedir.
Sonra, surenin akışı onları yüce Allah'ın yarattığı kendi iç alemlerinden alıp yine yüce Allah'ın kendilerinin yararlanması için yarattığı, üzerinde yaşamaya elverişli hale getirdiği, içine hayatı sürdürmek için gerekli olan sebepleri yerleştirdiği yeryüzüne yöneltiyor.

15- Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin sırtlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O'nadır.
İnsanlar uzun süre yeryüzündeki hayatlarına; üzerinde kolayca dengede durabilmelerine, üzerinde dolaşıyor olmalarına, toprağından, suyundan, havasından, yeraltı madenlerinden, enerji kaynaklarından, kısacası tüm rızklarından rahatlıkla yararlanmaya, onları zorlanmadan diledikleri gibi kullanmaya alıştıkları için... Yüce Allah'ın yeryüzünü onlar için boyun eğdirişinde, yeryüzünü onların hizmetine sokmasında somutlaşan nimetini unutuyorlar. işte Kur'an-ı Kerim, her kuşaktan her insanın yeryüzünün boyun eğdirilişine ilişkin bilgisi oranında kavrayabileceği bu yalın ama çarpıcı ifade ile bu akıllara durgunluk veren nimeti hatırlatmak istiyor, göstermek istiyor.
Yerin boyun eğdirilişi ifadesi, ilk önce bu Kuran'la muhatap olanların zihinlerinde; üzerinde gerek yaya, gerek hayvan sırtında gerekse denizlerde yüzen gemiler üzerinde yürümeye elverişli olan şu yeryüzü canlanıyordu. Tarım yapmaya, bağ-bahçe dikmeye, ürün elde etmeye uygun olan şu toprak akla geliyordu. Bitkilerin ekilip yeşermesine yardımcı olan toprak, su ve havayı içeren Dolayı siyle üzerinde yaşamaya elverişli olan şu dünya canlanıyordu zihinlerde.
Bunlar günümüze kadar pozitif bilimlerin ayrıntılı olarak ortaya koyduğu genel anlamlardır. Bu ayrıntılar, Kur'an ayetinin daha geniş boyutlarıyla kavranmasına yardımcı oluyorlar.
Yerin boyun eğdirilişi kavramı ile ilgili olarak bilim şöyle diyor: Genellikle hayvanlar için kullanılan "Boyun eğme" deyiminin burada yeryüzüne yakıştırılması bir amaca yöneliktir. Çünkü hareketsiz, sakin ve yerinde kımıldamaz olarak gördüğümüz şu yeryüzü aslında hareket halinde olan bir hayvandır... Seğirten, zıplayan, koşan bir hayvan! Ama aynı zamanda uysal, boyun eğen bir hayvandır. Sırtına bineni düşürmeyen, yürürken tökezlemeyen, serkeş hayvanlar gibi kontrolden çıkmayan, insanı sarsmayan, yormayan uysal bir hayvan. Bu hayvan uysal olduğu kadar sağmaldır da.
Sırtına bindiğimiz bu hayvan saatte bin mil gibi bir hızla kendi ekseni etrafında döner. Ama aynı zamanda aşağı yukarı saatte altmış beş bin millik bir hızla güneş etrafında da döner. Sonra güneş ve güneş sisteminde yer alan diğer gezegenlerle birlikte yaklaşık olarak saatte yirmi bin mil hızla gökteki (Cibar) Sirius burcuna doğru yol alır. Bütün bu konuşmalara rağmen insanoğlu bu hayvanın sırtında güvencededir, son derece rahattır, kendinden emindir, eklemleri birbirinden kopmaz, organları dağılmaz. Hatta beyni bile çalkalanmaz, yuvarlanmaz, bu uysal hayvanın sırtından bir kez olsun düşmez.
Dünyanın bu üç hareketinden her birinin bir hikmeti vardır. Biz iki hareketin insan hayatı, daha doğrusu yeryüzündeki tüm canlıların hayatı üzerindeki etkilerini biliyoruz. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi gece ve gündüzün meydana gelmesine neden olur. Şayet sürekli gece olsaydı yeryüzünde hayat soğuktan donardı. Eğer sürekli gündüz olsaydı bu sefer sıcağın etkisiyle hayat kavrulurdu, yanardı. Dünyanın güneşin etrafında dönmesi ile de mevsimler meydana gelir. Şayet yeryüzünde sürekli tek mevsim olsaydı yüce Allah'ın dilediği bu günkü şekliyle yaşamak mümkün olmazdı. Fakat dünyanın üçüncü hareketine gelince, henüz bu hareketin hikmetinin üzerindeki gayb perdesi aralanmış değildir. Ama genel evrensel ahenk ile bir bağlantısının olduğu kuşkusuzdur.
Aynı anda dehşet verici bu üç hareketi yapan bu uysal hayvan, hareket halinde hep aynı değişmez konumunu sürdürür. Bu konumu, ekseninin 23.5 derecelik eğimi belirler. Çünkü dünyanın güneşin etrafında dönmesi sonucu dört mevsimin meydana gelmesini sağlayan etken bu eğimdir. şayet hareket esnasında bu eğimin oranı bozulursa, yeryüzündeki bitkilerin, daha doğrusu yeryüzündeki bütün hayatın üstlendiği rolün dayanağı, kaynağı olan mevsimler de bozulur.
Yüce Allah yeryüzüne çekim gücü vermek suretiyle onu insanların yaşamasına elverişli hale getirmiştir, boyun eğdirmiştir. Dünyanın büyük çaplı hareketi esnasında bu çekim gücü insanları kendine doğru çeker. Ayrıca dünyanın yüzeyine doğru bir hava basıncı oluşturmuştur. Bu da dünyanın üzerinde hareket kolaylığı sağlar. Eğer hava basıncı şimdikinden daha güçlü olsaydı insanın yeryüzünde dolaşması zorlaşır veya basıncın ağırlığının oranına göre büsbütün imkansızlaşırdı. Ya da insan bu basıncın ağırlığı altında ezilirdi, hareket edemezdi. Eğer hava basıncı şimdikinden daha hafif olsaydı bu sefer insanın adımları karışacak, yürüyemeyecekti. Ya da içinden gelen basıncın çevresini saran hava basıncından daha fazla olmasından dolayı içindeki organları dışarı fırlayacaktı. Nitekim, hava basıncına karşı gerekli önlemleri almadan havanın yüksek tabakalarına doğru yükselenler bu duruma düşmektedirler.
Yüce Allah, yerin yüzeyini yaymak ve yüzeydeki toprağı da yumuşak kılmak suretiyle dünyayı insana boyun eğdirmiştir, uysallaştırmıştır. Eğer -Bilimin söylediği gibi dünyanın soğuyup yüzeyinin donmasından sonraki durumu devam edip- yüzeyi kayalık olsaydı üzerinde yürümek ve bitki yetiştirmek imkansızlaşırdı. Fakat hava ve yağmur gibi atmosferden gelen etkenler bu sert kayaları parçalayıp ufaltmışlardır. işte yüce Allah ufalan kayalardan hayata elverişli bu verimli toprağı meydana getirmiştir. Bunun sonucunda da şu uysal hayvanın binicisinin hoşuna giden bitkileri ve rızkları yaratmıştır.
Yüce Allah, dünyayı saran atmosfer tabakasının son derece özenle belirlenmiş bir oranda hayat için gerekli olan unsurları içerir nitelikte kılmak suretiyle yeryüzünü boyun eğdirmiş, uysallaştırmıştır. Şayet atmosferin içerdiği elementlerin oranları değişseydi yeryüzünde hayat olmazdı. Eğer temelde planlanmış olsaydı bile sürmesi imkansızlaşırdı. Şu anda havadaki oksijen oranı yaklaşık olarak % 70, % 21'dir. Havadaki Azot veya Nitrojen oram ise % 78'dir. Geriye kalanı ise on binde üç oranında Karbondioksit ve diğer elementlerden oluşur. Bu oranlar yeryüzünde hayatın olabilmesi için kesinlikle zorunludurlar.
Yüce Allah bunun gibi yeryüzünde hayat için vazgeçilmez olan birbirini bütünleyen binlerce etken sayesinde yeryüzünü uysallaştırmış, boyun eğdirmiştir. Yeryüzünün, güneşin ve ayın hacmi, dünyanın güneşe ve aya olan uzaklığı, güneşin ısı derecesi, yerkabuğunun kalınlığı, dünyanın hareket hızı, ekseninin eğimi, yeryüzündeki ve karaların dağılım oranı atmosfer tabakasının yoğunluğu... Evet bütün bunlar yeryüzündeki hayat için vazgeçilmez olan birbirini bütünleyen etkenlerdir.
Kur'an-ı Kerim bu gerçeklere işaret ediyor ki, her kuşaktan her fert yapabildiği kadar, bilgi ve değerlendirmesi oranında bunların bilincine varsın, mülkü kontrolünde tutan, hem kendisini hem de çevresindeki her şeyi çekip çeviren yöneten, yeryüzünü kendisinin hizmetine sokup boyun eğdiren ve onu her türlü tehlikeden koruyan Allah'ın elini hissetsin. Şayet yüce Allah bir saniye olsun evreni korumayacak olursa tüm evrenin dengesi bozulur, üzerindeki canlı cansız tüm varlıklar un-ufak olur, yok olur gider.
İnsanın vicdanı bu dehşet verici gerçeğin bilincine varınca Rahman ve Rahim olan Allah onun yeryüzünün sırtlarında dolaşmasına, yeryüzüne yerleştirilen rızklardan yemesine izin veriyor.
"Şu halde yerin sırtlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O'nadır."
Yeryüzünün sırtları, yükseklikler ya da kenarlardır. insanın yerin sırtlarında dolaşmasına izin verildiğine göre düzlüklerinde ve ovalarında dolaşmasına öncelikli olarak izin verilmiş demektir. Dünyanın engebeli, geçit vermez bölgelerinde dolaşmasına izin verildiği zaman, düz yerlerinde de dolaşmasına izin verilmiştir.
Yeryüzündeki bütün rızkları yüce Allah yaratmıştır. Bütün rızk kaynakları O'nun mülkünün kapsamındadır. Aslında bu kavram insanların rızk kelimesinden anladıklarından daha geniş kapsamlıdır. Buna göre rızk, sadece bir insanın ihtiyaçlarını gidermek, çeşitli yönlerinden yararlanmak üzere elinde bulundurduğu mal ve servet değildir. Rızk kavramı, yüce Allah'ın yeryüzüne yerleştirdiği tüm rızk sebeplerini ve rızkın elde edilmesine yardımcı olan tüm araç ve gereçleri, insanın sahip olduğu tüm yetenekleri kapsar. Rızk aslında, yeryüzünün meydana gelmesine neden olan elementlerin özü ile, bu elementlerin dünyanın oluşumundaki oranları ile, sonra yüce Allah'ın bitkilere ve -en başta insan olmak üzere- hayvanlara bahşettiği rızk elde etme yeteneği ile bağlantılıdır.
Bu anlamıyla rızk kavramının ifade ettiği gerçeğe çeşitli yönlerden ama özet olarak işaret edelim:
"Bilindiği gibi bütün bitkilerin hayatı neredeyse küçüklüğü sonsuza varan havadaki karbondioksit oranına bağlıdır. Denebilir ki bitkiler O'nunla soluk alıyorlar. Fotosentez olarak tanımlanan bu birleşik kimyasal reaksiyonu en basit yoldan açıklamak için şunları söyleyebiliriz: Ağaç yaprakları akciğer fonksiyonunu görürler. Ağaç yaprakları güneşin ışığı altında zor çözülür karbondioksit elementini karbon ve oksijene ayrıştırabilirler. Diğer bir ifadeyle ağaç yaprakları oksijeni dışarı verir, karbonu ise, bitkilerin kökleri aracılığı ile topraktan emdiği suyun hidrojeni ile birleştirerek içinde tutar. (Bilindiği gibi bitki kökleri aracılığı ile emilen su hidrojen ve oksijene ayrışır). Tabiat, sihirli bir kimyasal işlem sonucu bu elementlerden şeker, selüloz gibi çeşitli kimyasal ürünler, meyvalar ve çiçekler üretir. Bununla hem bitkinin kendisi beslenir, hem de yeryüzündeki tüm hayvanlara yetecek miktarda üretilir. Aynı zamanda bitkiler, bizim teneffüs ettiğimiz ve onsuz beş dakikadan fazla yaşayamadığımız oksijeni dışarı verirler.
"Böylece görüyoruz ki, bütün bitkiler, ormanlar, otlar, yosunlar, sulanan ekinler, karbondan, özellikle de sudan meydana gelmişlerdir. Hayvanlar solunum yoluyla karbondioksiti dışarı verirler, bitkiler de oksijen gazını dışarı verirler. Şayet bu karşılıklı alış-veriş olmasaydı, hayvanların ya da bitkilerin hayatı bütün oksijenin veya karbondioksitin tükenmesi sonucu sona erecekti. Bu dengenin tamamen bozulması ile bitkilerin koruması ve insanları peş peşe ölmesi birbirini izleyecekti. Son bilimsel keşiflerde az oranda karbondioksitin hayvanların büyük çoğunluğu için zorunlu olduğu, yine bitkilerin de bir miktar oksijen kullandığı belirlenmiştir.
"Biz teneffüs etmesek de, hidrojen de söz etmemiz gerekir. Çünkü hidrojensiz su olmaz. Hayvan ve bitkinin yapısındaki su oranının büyüklüğü ise insanı dehşete düşürüyor ve kesin olarak hidrojensiz olunamayacağı sonucuna götürüyor:
Yerden elde edilen rızkların oluşmasında Azotun rolünü de unutmamak gerekir.
"Azot olmadan, besin kaynağı bitkilerin hiçbiri gelişemez. Azotun ekime elverişli toprağa karışmasının iki yolu vardır. Bunlardan biri; belirli bakterilerin üremesidir. Bunlar, yonca, nohut, bezelye ve bakla gibi bitkilerin köklerinin yanına yerleşirler. Bu bakteriler havadan aldıkları azotu, bitkinin emmesine elverişli olacak şekilde ayrıştırırlar. Bitkiler kuruyunca bu birleşik azotun bir kısmı toprakta kalır.
"Azotun toprağa karışmasını sağlayan bir diğer yol da gök gürlemesidir. Havada şimşek çaktığı sırada az miktarda oksijen ve azot birleşir. İşte bu birleşik azot yağmur tarafından toprağa karıştırılır. (Yani bu azot bitkilerin emebileceği şekilde toprağa iner. Yoksa bitkiler -daha önce değindiğimiz gibi- havada % 78 oranında bulunan saf azotu emecek güçte değildirler.)
Yerin altında gizli bulunan katı ve sıvı maden yatakları gibi rızklar da bütünüyle yeryüzünün yapısal özelliği ile, varoluşuna etki eden durumlar ile bağlantılıdır. Ancak biz konuyu fazla uzatmak istemiyoruz. Bu seri açıklamaların ışığı altında rızk kavramının insanların bu sözden anladıklarından çok daha geniş boyutlu ve kapsamlı olduğu anlaşılıyor. Rızk sebepleri gerek yerin yapısında gerekse tüm evrenin projesinde insanların anladıklarından daha köklüdürler. Yüce Allah insanların kendisinin bahşettiği rızktan yemelerine izin verirken, onu hizmetlerine sunarak, kolayca elde etmelerini sağlayarak onlara büyük lütufta bulunuyor. Aynı zamanda insanlara da rızk elde etme ve yararlanma yeteneğini bahşediyor.
"Şu halde yerin sırtlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yiyin.
Bu rızk yüce Allah'ın bilgisi ve öntasarımı ile planlanmış bir zaman dilimi ile sınırlıdır. bu zaman insanın ölüm ve hayat ile, yüce Allah'ın dünya hayatında insanın hizmetine sunduğu her türlü nimet ile sınanması için belirlenen bir süreçtir. "Dönüş ancak O'nadır."
O'nadır... Başka nereye olacaktır şayet O'na değilse? Mülk O'nun kontrolündedir. Zaten ondan başka sığınak yok ki. O'nun gücü her şeye yeter.
İNSAN NEYE GÜVENİYOR?
Şimdi insanlar hizmetlerine sokulmuş, boyun eğdirilmiş yerin sırtlarında güven içinde yaşıyorlarken, Allah'ın izni ve buyruğu ile her yönden bolluk içinde yüzüyorlarken... Evet şimdi de ayaklarının altındaki bu sessiz yeryüzü sarsılmaya başlıyor. Adeta çalkalanıyor. Kendilerini saran hava tabakası birden karışıveriyor; yüzlere ve göğüslere çarpan taş yağmuruna dönüşüyor. Güvencede olmanın, denge bozulmadan yürümenin verdiği gafletten uyansınlar diye, bakışlarını göklere ve gayb alemine uzatsınlar diye, kalplerini Allah'ın kaderine bağlasınlar diye, bu dünya his alemlerinde sarsılıyor, düşüncelerinde taş yağdıran bu tipi estiriliyor:

16- Gökte olanın sizi yere batırmayacağından emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır.
17- Gökte olanın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.
18- And olsun ki, onlardan öncekiler de peygamberlerini yalanlamışlardı, ancak benim intikamım nasıl olmuştu?
Şu uysal hayvanın sırtında yaşayan, onu sağan, yüce Allah'ın içine yerleştirdiği rızktan kendi paylarına düşen miktarı elde eden insanlar, bu hayvanın kimi zamanlar nasıl serkeşleştiğini, sütünü sağdırmadığını bilirler. Yüce Allah birazcık sallanmasına izin verince, sırtındaki her şey sarsıldıkça sarsılır veya kırılıp dökülür. Üzerindeki her şey çalkalanır, kontrol edilemez olur, hiçbir güç, hiçbir önlem onu durduramaz. Bu durum uysal hayvanın içindeki, vahşi ve serkeş özelliğin ön plana çıktığı depremlerde ve volkanik patlamalarda görülür. Bu durumda yüce Allah dizginini tutar da sadece kısa bir süre sallanır, yalnızca birkaç saniye serkeşlik yapar. Buna rağmen insanın sırtına yüklediği her şeyi kırıp döker, içine yerleştirdiği şeyleri, ağızlarından birini açtığı zaman veya bir kısmı yerin dibine göçtüğü zaman taş taş üstüne bırakmaz. O zaman çalkalanır durur. Bu durum karşısında insanlar hiçbir şey yapamazlar, ellerinden de bir şey gelmez.
İnsanlar kendilerini güvencede hissedip eğlenceye daldıkları bir sırada, evrenin dizginini elinde bulunduran büyük ilahi güçten gafil oldukları bir zamanda ansızın tutuldukları bir depremde, volkanik bir patlama karşısında veya yerin çökmesi gibi dehşet verici bir anda korku kafesinde mahsur kalmış küçük fareler gibidirler.
Aynı şekilde insanlar, önünde taşları savuran, ortalığı kasıp kavuran, taş üstünde taş bırakmayan, yakıp yıkan, korkunç sesler çıkaran azgın kasırgalara da tanık oluyorlar. Ama bütün çırpınmalarına, çözüm arayışlarına rağmen bu korkunç kasırganın karşısında eli kolu bağlı, hiçbir şey yapamaz haldedirler. Kasırga kopup tozu dumana katarak taşlar savurmaya başladığı; karada, denizde ve havada ne bulursa önüne katıp savurduğu zaman, bu durum karşısında insanlar son derece küçük, çaresiz ve zavallı varlıklar gibi bakakalırlar. Yüce Allah kasırganın dizginini ele alıp dindirdiği, sakinleştirdiği zaman kendilerine gelebilirler ancak.
Kur'an-ı Kerim, bu hayvanın sessizliğine ve hareketinin güvenliliğine kanan, bu hayvanın yaratıcısını ve terbiyecisini unutmak suretiyle kendinden emin olma yanılgısına düşen insana, bu hayvanın serkeşliklerini, karşısında hiçbir şey yapamadığı inatlaşmalarını hatırlatıyor. Çünkü ayaklarının altında sabit gibi duran yer sallanır, sarsıldıkça sarsılabilir. içindeki kızgın lavları püskürtüp, kaynayabilir. Çevrelerinde esen hafif rüzgar da, yeryüzünde hiçbir beşeri gücün karşısına dikilemediği, ortalığı kasıp kavurmasına, taş üstünde taş bırakmamasına engel olamadığı korkunç bir kasırgaya, önünde taşlar savuran bir tipiye dönüşebilir. İşte Kur'an-ı Kerim insanın sınırlarını yay gibi gerdiren, dehşetinden mafsalları birbirinden ayıran bu tehdit ile onları uyarıyor, sakındırıyor:
"Benim uyarımın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz."
Ve buna insanlığın pratik hayatından, Allah'ın ayetlerini yalanlayan geçmiş milletlerin akıbetlerinden somut örnekler sunuyor.
"And olsun ki, onlardan öncekiler de peygamberlerini yalanlamışlardı, ancak benim intikamım nasıl olmuştu?"
Ayetin orijinalinde geçen "Nekir" inkar ve sonuçları anlamınadır. Yüce Allah, onlardan önceki milletlerden peygamberleri yalanlayanların bu davranışlarını kınamıştı. Şimdi de onlara soruyor: "Benim intikamım nasıl olmuştu?" Hiç kuşkusuz onlar nasıl olduğunu biliyorlar. Taş üstünde taş bırakmamanın, kırıp dökmenin izleri bu intikamın nasıl olduğunu gösteriyor. O milletlerin köklerinin nasıl kurutulduğunu somut olarak ifade ediyor.
Yüce Allah'ın hoş karşılamadığı güvenlik duygusu insanı Allah'tan, O'nun gücünden ve kaderinden gafil olmaya iten güven duygusudur. Yoksa Allah'ın gözetimine ve Rahmetine güvenmede değildir hoş karşılanmayan. Bunlar birbirlerinden ayrı şeylerdir. Çünkü mümin Rabbine güvenir, O'nun rahmetini ve lütfunu ümit eder. Fakat bu insanı gaflete, unutkanlığa, toprağa bağlı bulunmaya, toprağa bağlı değerlere dalmaya sürüklemez. Bu duygu insanı sürekli bir uyanıklığa, Allah'tan utanmaya, O'nu öfkelendirecek davranışlardan sakınmaya, Allah'ın kaderinde öngörülen olaylara hazırlıklı olmaya, bunun yanı sıra itaate ve güvene çağırır.
İmam Ahmed Hz. Aişe'nin şöyle dediğini aktarır: "Bir gün olsun Rasullullah'ın ağzının içi görünecek şekilde kahkaha atarak güldüğünü görmedim. Sadece gülümserdi. Rasulullah bir bulut veya bir rüzgar gördüğü zaman yüzünde hemen endişe izleri belirirdi. "Ya Resulallah, insanlar bir bulut gördükleri zaman yağmur yağdıracak diye sevinirler, ama sen bunu gördüğün zaman memnuniyetsizliğin yüzünden anlaşılıyor" dedim. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle dedi: "Ya Aişe bu bulutun bize yönelik bir azap taşımadığından nasıl emin olabilirim? Nitekim bazı milletler rüzgarla cezalandırıldılar. Onlar da bu bulut bize yağmur yağdıracak demişlerdi."(Buhari, Müslim)
İşte bu Allah'ı ve kaderini sürekli hissetmenin, Kuran'ın akışı içinde anlatılan olayları ibretle düşünmenin, uyanık bulunmanın belirtisidir. Ve bu Allah'ın rahmetine güvenmeye, O'nun lütfunu ümit etmeye engel değildir.
Ayrıca bu bütün görünen ikinci plandaki görünür sebepleri ilk sebebe bağlamayı, meseleyi olduğu gibi ve bütünüyle mülkü kontrolünde tutan ve her şeye gücü yeten Allah'a döndürmeyi öngören anlayışın da ifadesidir. Yerin göçmesi, önünde taşlar savuran kasırga, volkanik patlamalar, depremler ve fırtınalar gibi evrensel güçler ve doğal olaylar üzerinde insanların hiçbir etkinliği söz konusu değildir. Bunlar tamamen Allah'ın kontrolünde olan olaylardır. insanların bütün söyledikleri varsayımlardır. Bu varsayımlara dayanarak bunların meydana gelişlerini yorumlamaya çalışırlar. Ama bunların meydana gelişlerine müdahale edemezler. Bunların sonuçlarından, etkilerinden kendilerini koruyamazlar. Yeryüzünde yaptıkları her şey, yerin bir sarsıntısı ile, herhangi bir kasırga ile yok olup giderler. Tıpkı bir yaprakla oynar gibi. Şu halde en iyisi bu meselelerle ilgili olarak evrenin yaratıcısına, bu tür olaylara hükmeden evrensel yasalar sistemini koyan bu gibi olaylar esnasında bazı yönleri belirginleşen gücü evrene yerleştiren Allah'a yönelmeleridir. Göklere bakmalıdırlar -çünkü gökler yüceliğin sembolüdürler- mülkü elinde tutan ve her şeye gücü yeten Allah'ı anmalıdırlar.
Hiç kuşkusuz insan yüce Allah'ın kendisine bahşettiği oranda güçlüdür. Yine Allah'ın verdiği kadarıyla bilgilidir. Fakat şu dehşet verici Evrenin dizgini yaratıcısının elindedir. Evrene hükmeden yasaları O belirlemiştir. Evrenin sahip olduğu güçler ondan gelir. işte bu güçler evrensel yasalar sistemi uyarınca, Allah'ın belirlediği kaderin sınırları içinde hareket ederler. Bu güçlerin etkisiyle insanın başına gelen her şey önceden planlanmış, çizilmiştir. Bu güçlerle ilgili olarak insanın bütün bildikleri önceden tasarlanmış, belirtilmiştir. Zaman zaman meydana gelen olaylar esnasında insanoğlu dehşet verici evrensel güçler karşısında eli kolu bağlı çaresiz bir halde kalır. Bu güçleri yaratan ve onları yönlendiren yaratıcıyı anmaktan başka bir şey gelmez elinden. Bu güçleri karşılayabilmek için Allah'tan yardım istemekten, bu güçlerden emrine verilmesi planlanmış olandan yararlanmayı dilemekten başka seçeneği yoktur.
İnsan bu önemli gerçeği unutup, yüce Allah'ın kendisine bahşettiği bilgiye ve bazı evrensel güçleri kontrol altına alabilme becerisine aldanırsa o zaman ruhu yüce kaynağına yükselten gerçek ilimden kopuk tersyüz olmuş bir yaratığa dönüşür. Varlık aleminin ruhundan ayrı, toprağa karışır gider. Oysa mümin alem, göz alıcı bir güzelliğe sahip varlık alemi korosu ile birlikte Allah'ın önünde eğilir. Varlıklar aleminin ulu yaratıcısı ile iletişim kurar. Ama bu zevki ancak tadanlar bilir. Ancak ulu Allah'ın bu zevke varmasını dilediği kimseler bilir bu duyguyu.
İster bu zevki taksın ister bu zevkten yoksun kalsın, dehşet verici evrensel güçler insanı çaresizliğe ve bir şekilde teslimiyete zorlar. insanoğlu bu evrensel güçlere ilişkin birtakım şeyler keşfeder, bazı buluşlar ortaya koyar, bu sayede belli bir güç düzeyine erişebilir, buna rağmen evrensel güçler karşısında yenik, bitkin, küçük ve basit durumdan kurtulamaz. Gerçi insanoğlu zaman zaman kasırgadan korunabiliyor, ama kasırga yine de yoluna devam eder. insan ne onu durdurabilir, ne de önünde durabilir. Fırtınadan korunup güvencede kalma gücünü ise çoğu zaman bulamaz kendinde. Bulursa da ancak zaman zaman bu güç ve yeteneği bulabilir. Kimi zaman da kasırga onu öldürür, dibine sığındığı duvarı, içinde korunduğu binayı başına yıkar, ezer geçer. Bazan deniz dalgalanır, korkunç fırtınalarla çalkalanır. Bu durumda insanların yaptıkları en büyük gemiler rüzgarın önündeki çocuk oyuncağına dönüşürler. Depremler ve volkanik patlamalar dünya kurulduğunda ne iseler, şimdi de öyledirler, kıyamete kadar da aynı dehşeti saçacaklardır! Dolayısıyla sadece gerçeği göremeyen bazı körler uğursuz laflar edebilirler. Varlık aleminde "insan yalnız başına" hareket ediyor, veya varlıklar aleminin hakimi O'dur, diyebilirler!
İnsan Allah'ın izniyle şu yeryüzünde halife olarak görevlendirilmiştir. Bu yüzden Allah'ın dilediği oranda güç, beceri ve bilgi bahşedilmiştir kendisine. Bu varlık bütünü içinde sığınağı, korunağı Allah'tır. Allah'tır onun rızkını veren, çeşitli nimetler bahşeden. Eğer Allah'ın eli bir saniye olsun onu yalnız bırakacak olursa, hizmetine verilen en küçük bir güç onu derhal ezecektir. Sinekler veya sineklerden çok daha küçük canlılar başına üşüşüp yiyeceklerdir. Ne var ki insan Allah'ın izniyle ve O'nun gözetimi sayesinde güvenliktedir, korunmuştur ve saygın bir konumdadır. Şu halde bu saygınlığın nereden kaynaklandığını, bu büyük lütfun kimin tarafından bahşedildiğini bilmesi gerekir.
RAHMAN'IN TEHDİDİ ACİZ BIRAKIR
Bundan sonra surenin akışı onları, tehdit ve uyarıyı ön planda tutan sert mesajdan alıp insanı düşünmeye, aklını bulunmaya zorlayan bir mesajla baş başa bırakıyor. Bu mesaj çok defa gördükleri ama üzerinde çok az düşündükleri bir sahne aracılığı ile sunuluyor. Hiç kuşkusuz bu sahne ilahi gücün belirtilerinden biridir, latif ilahi planın bir sonucudur.

19- Üzerlerinde kanat çırparak uçan dizi dizi kuşları görmezler mi? Onları havada Rahman olan Allah'tan başkası tutmuyor; doğrusu o her şeyi görendir.
Her an gerçekleşen bu olağanüstü olayın sık sık gözlerimizin önünde meydana gelmesinin neden olduğu alışkanlık yüzünden işaret ettiği büyük gücü ve ilahi yüceliği unuturuz. Fakat bir kuşun her iki kanadını açarak süzülüşünü, sonra kanatlarını çırpmaya başlamasını, sonra açık tutarak uçmaya devam etmesini, sonra kanatlarını kapatıp yine süzülüp gitmesi... Bu kuş her iki durumda da; genelde yaptığı gibi kanatlarının açarak ama çırpmadan süzülüşü ile zaman zaman yaptığı gibi kanatlarını açmadan süzülüşü durumlarında gayet rahat bir şekilde gök boşluğunda yüzer. Bu kuşlar bazen öyle hareketlerde bulunurlar ki, bakanlar, gökyüzünde halka tutma sonra ayrılma ve uçsuz bucaksız semaya doğru süzülmenin güzelliklerinin sergilendiği özel bir gösteriyi seyrettiklerini düşünürler.
Bu sahneyi seyretmeye, her kuşun kendi türüne özgü hareketlerini izlemeye doymaz göz, kalp bunları düşünmekten bıkmaz. Bu manzarayı seyretmek insanı Allah'ın olağanüstü sanatını düşünmeye sevk etmesi bir yana, aynı zamanda doyumsuz bir zevk verir insana. Bu manzarada güzellik ve kusursuzluk kucak kucağadır.
Kur'an-ı Kerim insanın dikkatini bu heyecan verici sahneye çekiyor: "Üzerlerinde kanat çırparak uçan dizi dizi kuşları görmezler mi?" Sonra bu sahnenin arka planındaki plana ve takdire işaret ediyor: "Onları havada Rahman olan Allah'tan başkası tutmuyor."
Rahmeti bol olan Allah onları evrensel yasalar sisteminin akıl almaz ahengi ile tutuyor. Bu sistemde büyük küçük her şey düşünülmüş, atom çekirdeğinden hücreye kadar her şeyin hesabı yapılmıştır. Bu yasalar sistemi birbirini bütünleyen binlerce etkeni, havayı, kuşun yaratılışı, bir araya getiriyor, sonuçta alışageldiğimiz bu olağanüstü manzara ortaya çıkıyor ve aynı düzen içinde meydana gelmeye devam edecektir.
Rahmeti bol olan Allah onları tükenmez gücü ile, her zaman göz önünde bulunan gözetimiyle tutuyor. Bu evrensel yasalar sisteminin sürekli işlemesini, ahenkli ve düzenli çalışmasını sağlayan, bu sürekliliğini koruyan işte bu güçtür, bu gözetimdir. Bu sistem Allah'ın dilediği bir zamana kadar, bir göz açıp kapama anı gibi kısa bir süre için dahi gevşemeden, bozulmadan, karışmadan devam edecektir: "Onları Rahman olan Allah'tan başkası tutmuyor." Bu dolaysız ifade, direkt olarak bütün kuşları, bütün kanatları, kanatlarını açarak ve açmadan gökte asılı duruyormuş gibi süzülen bütün kuşları havada tutan gücün Allah'ın eli olduğunu vurguluyor.
"Doğrusu O her şeyi görendir."
Her şeyi görür ve gösterir. Durumunu görür ve ona haber verir. Bu yüzden onu durumuna ve içinde bulunduğu şartlara göre ahenkli ve uyumlu bir şekilde yaratır. Ona bir güç verir, beceri verir. Her şeyden haberdar ve her şeyi gören biri olarak her şeyi her an gözetir.
Kuşların havada durması, tıpkı canlıların üzerindeki her şeyle birlikte uzay boşluğunda uçan dünya üzerinde durması gibidir. Allah'tan başka hiç kimsenin yerinde tutamadığı diğer cisimler gibidir. Fakat Kur'an-ı Kerim muhataplarının dikkatlerini görüp algılayabilecekleri tüm evrensel sahnelere çekiyor. Bu sahnelerin ifade ettiği anlamlarla, sunduğu mesajlarla gönül tellerine dokunuyor. Yoksa Allah'ın yarattığı her şey bir mucizedir, olağanüstüdür. Onun yarattığı her şeyde bize yönelik bir mesaj vardır. Birtakım gerçekleri gösteren işaretler vardır. Her kalp ve her kuşak, yüce Allah'ın başarılı kılması oranında ve gücünün yettiği kadarı ile bunlardan bir şeyler kavrar, gördüklerini becerisi ve yeteneği oranında yorumlar.
Sonra Kur'an bir kez daha kalplerini okşuyor; onları bu sefer yerin dibine girmekten, önünde taşlar savuran kasırgaya tutulmaktan doğan dehşet ve korkunun egemen olduğu bir sahne ile karşı karşıya getiriyor. Biraz önce ise onları havada güven içinde yüzen kuşlar arasında dolaştırmıştı. Böylece Kur'an-ı Kerim döne döne onları değişik sahneler ve uyarı amaçlı mesajlar arasında götürüp getiriyor. Çünkü yüce Allah bu götürüp getirmelerin kulların kalpleri üzerinde olumlu yönde derin etkiler bıraktığını biliyor:

20- Rahman olan Allah'a karşı size yardım edecek askerleriniz hani kimlerdir? Kâfirler derin bir gaflet ve aldanma içindedirler.
Kur'an-ı Kerim bundan önce onları yerin dibine geçirilme ile, önünde taşlar savuran dehşet verici bir kasırgaya tutulma ile korkutmuştu. Yüce Allah'ın intikam alıp köklerini kuruttuğu geçmiş milletlerin acı akıbetlerini hatırlatmıştı. Şimdi ise onlara soru soruluyor: Allah'tan başka kim onlara yardım edebilir? Kim onları Allah'a karşı koruyabilir? Rahmeti bol olan Rahmandan başka kim Rahmanın can alıcı baskınını, karşı konulmaz öfkesini önleyebilir? "Kafirler derin bir gaflet ve aldanma içindedirler." Bu gurur onları, yalancı bir güvenliğe, korumaya ve sahte bir huzura itiyor. Rahmeti bol olan Allah'ın öfkesini ve karşı konulmaz baskınını, iman gibi bir aracı, rahmeti bol olan Allah'ın merhamet etmesini gerektirecek salih bir amel olmaksızın önleyebilecekleri yanılgısına düşürüyor. Öteki mesaj ise, her gün yararlandıkları, ama kaynağını unuttukları, üstelik ellerinden çıkıp kaybolmasından hiç endişelenmedikleri, üstüne üstlük onu azgın bir inatlaşma, burun kıvırma aracı olarak algıladıkları rızk olgusu ile ilgilidir:
21- Allah, rızkını tutacak olursa size rızk verecek kimdir? Doğrusu onlar azgınlık ve nefret içinde direnmektedirler.
Daha önce de söylediğimiz gibi, insanların rızkları Allah'ın iradesi uyarınca ilk sebeplerinde, evrenin planında hava ve toprağın elementlerinde belirlenmiştir. Bu sebepler üzerinde insanların kesin olarak hiçbir etkinlikleri yoktur. Onların bilgi düzeyleri bunlara hiçbir zaman erişemez. Çünkü bu sebepler insanlardan daha önce yaratılmışlar. Güçleri insanlarınkinden daha fazladır. Yüce Allah dilerse bunlar her türlü hayat belirtilerini yok edecek güçtedirler.
Peki yüce Allah suyu, havayı veya varlıkların ilk kaynağı olan elementleri tutacak olursa kim insanları rızklandıracaktır? Rızk kavramı, insanların bu kelimeden anladıklarından daha geniş boyutlu kökü çok daha eskilere dayanan ve daha derin anlamlı bir kavramdır. Büyük olsun küçük olsun her türlü rızkın kaynağı, Allah'ın kudreti ve evrensel planıdır, takdiridir. rızk sahiplerini dilediği zaman göndermek ve tutmak O'nun elindedir.
Başta insanların kendi kazancının ve gücünün ürünü olduğunu sandığı çalışmak, meydana getirmek ve üretmek olmak üzere rızk kelimesinin çağrıştırdığı tüm anlamlar bu geniş boyutlu Allah'ın ilk sebepleri ve elementleri var etmiş olmasına, bir diğer açıdan da yüce Allah'ın fertlere ve toplumlara bahşettiği beceri ve yeteneklere bağlıdırlar. Çalışan bir insanın tükettiği nefesler, yaptığı hareketler Allah'ın rızkından başka bir şey midir ki? O'nu var eden, O'na güç ve yetenek bahşeden, teneffüs edeceği havayı yaratan, vücudunda yanıp hareketi sağlayan, enerjiye dönüşen maddeleri var eden Allah'tır. Bir mucidin sarf ettiği akli çaba yüce Allah'ın verdiği rızktan başka bir şey midir ki? Ona düşünme ve bir buluş ortaya koyma yeteneğini veren Allah'tır. Bir işçinin veya ustanın ortaya koyduğu bir eser, bir ürün ancak başlangıçta Allah tarafından yaratılan bir maddeye değişik bir şekil vermekten ibarettir. Bunlar özü itibariyle yüce Allah'ın var ettiği rızkın kapsamında olan evrensel sebepler ve insana özgü becerilerden başka bir şey değildirler. "Allah rızkını tutacak olursa size rızk verecek kimdir?"
"Doğrusu onlar azgınlık ve nefret içinde direnmektedirler."
Surenin akışı rızk gerçeğini somut biçimde ortaya koyup insanların bu konuda Allah tarafından beslendiklerini vurguladıktan sonra küstah bir tipi, nankör bir karakteri çiziyor. Azgınlığın, nankörlüğün, küstahlığın ve şımarıklığın en çirkini. Beslemelerin kendilerini yedirip içiren bir insana kendilerini rızklandırıp barındıran insana karşı yaptıkları olumsuz hareketlerdir. Onun kendilerine yönelik lütfu dışında hiçbir şeye sahip olmamalarına rağmen burun kıvırmalarıdır, kendilerini barındıran kişinin dediklerine karşı çıkmalarıdır, küstahlaşmalarıdır. Bu tasvir serkeş bir azgınlık duygusu içinde, gerçeklerden yüz çevirerek uzaklaşan ruhların Allah'ın davetini karşılayış biçimlerini çarpıcı bir ifadeyle ortaya koyuyor. Bu ruhlar Allah tarafından yaratıldıklarını, O'nun lütfu sayesinde yaşadıklarını ve kesinlikle kendi varlıkları, yaşayışları ve rızklanmaları hususunda bir etkinliklerinin olmadığını unutuyorlar.
Buna rağmen onlar Peygamber Efendimizi ve beraberindeki müminleri sapıklıkla suçluyorlardı. Kendilerinin tuttuğu yolun daha doğru olduğunu iddia ediyorlardı. Nitekim, öteden beri onlar gibi düşünen insanlar Allah'ın dinine davet edenleri bu şekilde suçlamışlardı. Bu yüzden surenin akışı onların ve müminlerin gerçek durumlarını son derece canlı ve hareketli bir sahnede tasvir ediyor. Bu sahne gerçek durumu somut biçimde ortaya koyuyor:

22- Yüzükoyun sürünen mi, yoksa doğru yolda düpedüz yürüyen mi daha doğru yoldadır?
Yüzü koyun sürünen ifadesi ile anlatılmak istenen, ya gerçekten yüce Allah'ın kendisini yarattığı gibi normal olarak iki ayağı üzerine yürüyeceğine yüzü koyun sürünen kimsedir, ya da yolda yürürken tökezleyip yüzükoyun yere kapanan, sonra tekrar kalkan; ardından yine düşen kimsedir. Bu ikincisi de tıpkı birincisi gibi yorucu, zor ve insanın ikide bir ayağının sürçmesine neden olan bir durumdur. Ve kesinlikle hidayetle, iyilikle ve amaca ulaşma ile sonuçlanmaz. Bu durum nerede, dolambaçsız, sürçmesiz dümdüz bir yolda normal bir insan gibi dosdoğru yürüyen, hedefi de önünde açık ve belli olan birinin durumu nerede?
Birincisi, Allah'ın yolundan sapmış, O'nun yol göstericiliğinden yoksun, O'nun koyduğu evrensel yasalar sistemi ile çatışan, yarattığı varlıkların fıtratına ters düşen bedbaht ve uğursuz birinin durumudur. Bu adam hareketleri ile varlıkların öz yaratılışına ters düşmektedir. Onun gidişinden farklı bir gidiş, onun yolundan farklı bir yol tutmuştur. Bu adam sürekli tökezleyip durur, her zaman yorgun argın düşer ve sonsuza dek sapıklık içinde kalır.
İkincisi, Allah'a giden yolu bulan, O'nun yol göstericiliğinden yararlanan, imanı, hamdı ve Allah'ın yüceliğini vurgulamayı kendine şiar edinen kafilenin izlediği işlek ve kullanışlı yolda Allah'ın koyduğu evrensel yasalar sistemi doğrultusunda hareket eden mutlu ve şanslı birinin durumudur. Kuşkusuz bu yolu izleyen iman kafilesi, aralarında canlılar ve eşyalarda olmak üzere şu varlıklar aleminin oluşturduğu kafiledir.
İman esasına dayalı hayat, kolaylıktır, dengeli harekettir, doğru yolda yürümedir. Küfür hayatı ise, zorluktur, ikide bir tökezleyip düşmektir, sapıklıktır. Peki bunlardan hangisinin tuttuğu yol doğrudur? Acaba bu soruya cevap vermeye gerek var mıdır? Hiç kuşkusuz bu soruyu sormanın amacı gerçeği ifade etmek, istenen cevabı almaktır.
Kalbe şu canlı, somut ve hareketli sahneyi göstermek için soru ve cevap bir kenara bırakılıyor. Yüzükoyun sürünen veya belli bir hedefi ve tutacağı işlek bir yolu olmaksızın yürürken ikide bir tökezleyip yere kapanan grup ile, belli bir hedefe doğru, dosdoğru bir yolda, dengeli adımlarla yüksek idealler uğruna yol alan bir başka grubun yer aldığı bir sahnedir bu.
Burada Kur'an-ı Kerim'in bilinen tasvirli ifade tarzı uyarınca gerçekler somutlaştırılıyor ve tablolara hayat veriliyor"
İNSAN BU KADAR NİMETE ŞÜKRETMEZ Mİ?
Doğru yol ve sapıklıktan söz edilmişken surenin akışı yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği doğru yola iletici araçları ve bir türlü yararlanamadıkları ve karşılığında şükür sorumluluğunu yerine getirmedikleri algılama yeteneklerine bazı duyu organlarına dikkatlerini çekiyor.

23- De ki: "Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz."
insanoğlunu yaratanın yüce Allah olduğu gerçeği insan aklının kabul etmekten başka seçeneğinin bulunmadığı bir gerçektir. Bu gerçeğin kendisi başlı başına reddedilmesi mümkün olmayan bir kanıttır. insanoğlu bir başkası tarafından yaratılmıştır, Yeryüzündeki canlıların en üstünü, en bilgilisi ve en güçlüsü olmasına rağmen- kendi kendisini var etmiştir. Şu halde ondan daha yüce, daha bilgili, daha güçlü ve daha iyi yaratan bir zat olmalıdır. Bir yaratıcının olduğunu kabullenmek kaçınılmazdır. Bir kere insanın varoluşu onu bu gerçeği kabullenmeye zorlar. Bu gerçeği kabul etmemek, sözünü etmeye değmeyen kör bir inatçılık örneğidir.
Kur'an-ı Kerimin bu gerçeği gündeme getirmesinin nedeni yüce Allah'ın insanı donattığı bilgi edinme araçlarını hatırlatmaktır:
"Size kulaklar, gözler ve kalpler veren O'dur."
Peki insana verilen bu nimetlerin; varoluş, kulak, göz ve kalp nimetlerinin karşılığı nedir?
"Ne az şükrediyorsunuz: '
Kulak ve göz, insanı hayrete düşüren bazı özellikleri bilinen iki büyük mucizedir. Kur'an-ı Kerim'in kavrama ve bilme yeteneğini ifade etmek için kullandığı kalp ise, daha şaşırtıcı ve ilginç bir mucizedir. Hakkında çok az şey bilinmektedir. İnsan denen şu eşsiz yaratığın içine yerleştirilmiş Allah'ın bir sırrıdır.
Kulak ve göz mucizelerinin bazı yönlerini ortaya çıkarmaya yönelik modern bilimin bazı girişimlerinden söz etmek istiyoruz:
"İşitme duyusu dış kulak ile başlar, nerede bittiğini ise ancak Allah bilir. Bilim diyor ki. Sesin havada meydana getirdiği titreşim kulağa aktarılır. Bu titreşimler kulak içinde belli bir düzene girerek kulak zarına çarpar. Oradan kulak içindeki bir boşluğa geçer.
"Bu boşluk burgu ve yarım daire arasında bir tür kanalı kapsamaktadır. 23- Yazarın "Kuran'da Edebi Tasvir" adlı eserin "Kuran'ın ifade Tarzı ve Düşündürülme ve Somutlaştırma" bölümlerine bakınız.
Kanalın sadece burgu şeklindeki kısmında "Baş"ta ki işitme sinirine bağlı dört bin küçük yay vardır."
"Bu yaylardan birinin hacmi ve uzunluğu ne kadardır? Sayıları binleri bulan ve her biri özel bir yapıya sahip bulunan bu yaylar nasıl oluşmuşlar? içine yerleştirildikleri alan neresidir? Ve son derece duyarlı ve dalgalı yapıları ile o bölgede yer alan öteki kemikler. işte bütün bunlar neredeyse gözle görülmeyecek kadar küçük olan bu boşlukta yer alıyorlar. Bir kulakta yüz bin işitme hücresi bulunur. Sinirler son derece duyarlı püsküllerle sona ererler. Hiç kuşkusuz bu akıllara durgunluk veren bir incelik, insanı dehşete düşüren bir yüceliktir."
"Görme duyusunun merkezi gözdür. Göz yüz otuz milyon ışık alıcısını içerir. Bunlar görme sinirlerinin çevresinde yer alırlar. Göz, sklera denilen dış yüzeyi sert bir tabakadan iris tabakasından, Kornca tabakasından, Retinadan ve koroid örtüsünden oluşur. Bunların yanı sıra insanı dehşete düşüren sayıda sinirler ve alıcılar mevcuttur."
"Retina birbirinden ayrı dokuz tabakadan oluşur. Bunlardan en derinde olan çubuklardan ve konilerden oluşur. Çubukların sayısının otuz milyon, konilerin sayısının ise üç milyon olduğu söyleniyor. Bunlar gerek kendi aralarında gerekse merceklerle aralarında çok sağlam bir oranlama ile düzenlemişlerdir. Göz merceği değişik yoğunlukta bir yapıya sahiptir. Bu yüzden bütün ışınlar merceğin odağında toplanır. insanoğlu böyle bir şeyi tek türden bir maddede örneğin camda gerçekleştiremez."
"Efideh" olarak ifade edilen kavrama gelince, bu insanı insan eden bir organdır. Algılama, ayırt etme ve öğrenme yeteneğidir. insanoğlu bu güç sayesinde bu geniş mülke halife olmuştur. insanoğlu bu yeteneğe dayanarak göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındıkları iman, seçebilme, kendi başına doğru yolu bulma, isteğe bağlı olarak Allah'ın hayat sistemine göre hareket etme emanetini omuzlamıştır. Hiç kimse bu gücün mahiyetini, merkezini, bedenin içinde mi yoksa dışında mı olduğunu bilmiyor. Bu, yüce Allah'ın insanın yapısındaki bir sırrıdır ve bu sırrı O'ndan başka kimse bilemez.
Omuzlarına bindirilen bu büyük emanetin gereklerini yerine getirsin diye insana bahşedilen bunca büyük ve değerli bağışlara rağmen insanoğlu Allah'a şükretmiyor: "Ne az şükrediyorsunuz: ' Hiç kuşkusuz bu durum hatırlatılınca insanın utanması, mahcup olması gerekir. işte Kur'an-ı Kerim burada tüm insanlara ve Allah'ın nimetlerine karşılık şükretmeyen tüm kafirlere bu gerçeği hatırlatıyor. Aslında insan sadece şükretmekle geçirse ömrünü yine de Allah'ın nimetlerinin karşılığını vermiş olamaz.
Ardından surenin akışı yüce Allah'ın insanı boşuna yaratmadığını, bunca özellik ve yeteneği kendisine bir amaç ve hedef olmaksızın gerekçesiz olarak bahşetmediğini hatırlatıyor. Dünya hayatı insanların sınanması için bir fırsattır. Sonra kıyamet günü her şeyin karşılığı verilecektir:

24- Deki: Sizi yeryüzünde çoğaltıp yayan O dur, ancak O'nun huzuruna gelip toplanacaksınız.
Ayetin orijinalinde geçen "zere'e" kelimesi çoğaltmak anlamına gelir. Ama aynı zamanda yaymak anlamını da içerir. Haşir ise; dağıldıktan sonra toplanmak demektir. Düşünce açısından birbirini karşılayan bu hareket manevi açıdan da birbirlerine karşılıktırlar. Bu insanların yaratılıp çoğaltılmaları ardından yeryüzüne dağılıp yayılmaları sahnesi... Bu da dağılıp yayılmadan sonra toplanıp bir araya gelme sahnesidir. Surenin akışı Kuran'ın bilinen yöntemi uyarınca iki sahneyi duygu ve düşüncede karşı karşıya getirmek için iki olguyu bir ayette sunuyor. Bir de yeryüzünde dağılmış durumda bulunan insanlara bir hedefin bulunduğu, bununda toplanıp bir araya gelme olduğu, bu durumun ötesinde, yani ölüm ve hayatla sınanma olgusunun ötesinde bir başka durumun olduğu hatırlatılıyor.
Sonra onların toplanmadan kuşku duydukları, bu vaad konusunda şüphelerinin olduğu anlatılıyor:
25- Doğru sözlü iseniz söyleyin, bu tehdit hani ne zaman gerçekleşecek?" derler."
26- De ki: "O bilgi ancak Allah'a mahsustur. Ben ise sadece açık sözlü bir uyarıcıyım."
27- Fakat azabı gördükleri zaman, inkar edenlerin yüzleri kararır ve kendilerine "işte sizin arayıp durduğunuz budur" denir.
Bu, kuşku içinde kıvranan bir insanın sorusudur. Ayrıca demagoji yapan bir inatçı da böyle bir soru sorabilir. Çünkü bu vaadin gerçekleşeceği zamanı bilmek bu vakti ne öne alır ne de erteler. Bu vaadin ne zaman gerçekleşeceğini bilmenin onun gerçekliği ile de bir ilgisi yoktur. İmtihandan sonra her şeyin karşılığını göreceği bir günün geleceğine ilişkin gerçek değişmez. Onlar açısından o günün yarın gelmesi ile milyonlarca yıl sonra gelmesi arasında bir fark yoktur. Önemli olan o günün kesinlikle gelecek olmasıdır, o gün bir araya gelip toplanacak olmalarıdır. Dünya hayatında yaptıklarının karşılığını o gün alacak olmalarıdır önemli olan.
Bu yüzden yüce Allah o günün ne zaman geleceğini hiç kimseye bildirmemiştir. Çünkü onu bilmelerinde kendileri açısından bir yarar yoktur. Ayrıca bugünün ne zaman gerçekleşeceğini bilmenin o güne hazırlık olsun diye insanlar-dan yerine getirilmesi istenen yükümlülükler üzerinde de bir etkisi olmaz. Tersine o günün vaktini bütün insanlardan gizlemek ve bu güne ilişkin bilgiyi sadece Allah'a özgü kılmak insanlar açısından daha yararlı ve daha yerinde bir karardır.
"De ki: `O bilgi ancak Allah'a mahsustur. Ben ise sadece açık sözlü bir uyarıcıyım."
Burada yaratıcı ile yaratılanlar arasındaki fark açık seçik ortaya konuyor. Allah'ın zatı ve birliği benzerlerden ve ortaklardan soyutlandırılıyor. Bu konuya ilişkin bilgi sadece O'na özgü kılınıyor. Aralarında peygamberler ve melekler de olmak üzere bütün yaratıklar yüce ilahlık makamı karşısında kendilerine özgü kulluk makamında gerekli edep tavrını takınarak duruyorlar. "De ki: O bilgi ancak Allah'a mahsustur. Ben ise sadece açık sözlü bir uyarıcıyım: '
Benim görevim uyarmaktır. Her şeyi olduğu gibi açıkça duyurmaktır vazifem. Fakat kıyamet gününe ilişkin bilgi, her türlü bilginin kaynağı tek ve ortak-sız Allah'a özgüdür.
Onlar kuşkularının ifadesi olarak böyle bir soru yöneltip susturucu cevabı alırlarken Kur'an-ı Kerim, hakkında soru sordukları günün sanki gelip çattığını, gerçekleşeceğinden kuşku duydukları sürenin dolduğunu düşündürüyor. Şu anda o gün burun buruna gelmişler ve her şey olup bitmiş gibi bir tablo çiziyor:
"Fakat azabı gördükleri zaman, inkar edenlerin yüzleri kararır ve kendilerine "işte sizin arayıp durduğunuz" denir."
O günü yakından görmüşler artık, beklenmedik bir sırada ve hazırlıksız olarak burun buruna geldiler. Ansızın karşılarında görünce yüzleri kararıyor, karamsarlık yüzlerine vuruyor. Ve azarlanıyorlar: "İşte sizin arayıp durduğunuz budur, denir." İşte yakından görüyorsunuz. Olmayacağını iddia ettiğiniz günle burun burunasınız.
Bu, Kur'an-ı Kerim'in gelecekte olacak bir olayı sunarken sık sık başvurduğu bir yöntemdir. Amaç, yalanlama ve kuşku durumunu tasvirli düşünsel bir şokla karşılamaktır. Yalanlayanı veya kuşkucuyu yalanladığı ve kuşku duyduğu olayla yüz yüze getirmektir.
Ama aynı zamanda bu ifade tarzı bir gerçeği tasvir etmektedir. Çünkü bugün Allah'ın bilgisine göre olmuş bitmiştir. O gün ile insanlar arasındaki zaman çizgisi ise insanlara göre mevcuttur. zaman göreceli bir meseledir ve Allah'ın hesabındaki şekliyle yalın gerçeği temsil etmez. Şayet yüce Allah izin verirse o günü Aynı anda yüce Allah'ın bilgisi kapsamında gerçekleştiği şekliyle görürler. Dünyadan ahirete, kuşku, şüphe konumundan yüzleşme konumuna yapılan bu ani geçiş şu anda var olan bir gerçeğe işaret ediyor ve Allah dilerse bu gerçek görebilecekleri şekilde ortaya çıkabilir. Ama aynı zamanda surenin akışı bu gerçeği duygularında deprem meydana getirecek bir etkinlikte tasvir ediyor.
Müşrikler Peygamber Efendimizin ve beraberindeki bir avuç müminin bir gün ölüp gitmeleri, böylece onlardan kurtulmaları beklentisi içindeydiler; eceli dolup öleceği gün gelene kadar Hz. Peygamber'e karşı birbirlerine sabır tavsiye ediyorlardı. Böylece İslam çağrısının saflarında kopardığı fırtınanın dineceğini düşünüyorlardı. Nitekim zaman zaman daha da ileri giderek, sapık oldukları ve Allah'ın söylemediği şeyi ona dayandırdıkları için yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i ve beraberindekileri helak edeceğini ileri sürüyorlardı. İşte burada, surenin akışı mahşer ve dünyada yapılanların karşılık görmesi sahnesi karşısında, bu dilekleri gerçekleşse bile küfür ve sapıklığın akıbetinden kurtulamayacakları uyarısında bulunuyor. Şu halde iyisi mi şu anda sanki meydana gelmiş gibi karşı karşıya kaldıkları bu sahne fiilen gerçekleşmeden önce durumlarını etraflıca düşünsünler.

28- De ki: "Allah beni ve benimle beraber bulunanları isterse yok eder veya isterse merhamet eder; söyleyin bu taktirde kâfirleri can yakıcı azaptan kim kurtarabilir?"
Bu soru onları durumlarını düşünmeye, kendi sorunları üzerinde kafa yo: maya yöneltiyor. Zaten doğrusu da budur. Çünkü arzuları gerçekleşir de Alla peygamberini ve beraberindeki müminleri yok etse bu onlara bir yarar sağlamayacaktır. Aynı şekilde yüce Allah'ın peygamberlerine ve beraberindeki müminlere merhamet etmesi de onları azaptan kurtarmaz. Allah kalıcıdır, ölümsüzdü Onları yeryüzünde çoğaltıp dünyanın dört bir yanına dağıtan O'dur. Sonunda O'nun huzurunda toplanacaklardır.
Dikkat edilirse, "sizi kim can yakıcı azaptan kurtaracak?" denilmiyor. Yani onların kafir oldukları ifade edilmiyor da sadece kafirleri bekleyen azaba işaret ediliyor: "Kafirleri can yakıcı azaptan kim kurtaracak?" Davet esnasında başvurulması gereken son derece yerinde ve hikmetli bir üsluptur bu. Bir yan dan onları korkutuyor, ama öte yandan onlara içinde bulundukları bu olumsu konumdan dönme fırsatı tanıyor. Eğer direkt yüzlerine karşı kafir olduklarını acıklı azaptan kurtulamayacaklarını söylese, bu sefer cahilliklerinden ve ahmaklıklarından dolayı dolaysız tehdit ve açık bir suçlama karşısında günahla övün meye kalkışabilirler.
Çünkü bazı durumlarda imalı konuşmak, insan ruhu üzerinde açık konuş maktan daha etkilidir!
Ardından surenin akışı iki meseleyi denkleştirme olgusundan müminleri Rablerine karşı takındıkları tavrı ve ona dayanıp güvenmelerini vurgulamaya geçiyor. Bunun yanısıra imanlarına güvenmelerini, doğru yolda olduklarından emin olmalarını, kâfirlerin açık bir sapıklık içinde olduklarından kuşku duy mamalarını ima ediyor.
29- De ki: "O Allah, Rahmandır; biz O'na iman etmiş ve sırf O'na güvenip dayanmışızdır. Siz kimin apaçık sapıklıkta olduğunu yakında öğreneceksiniz."
Burada yüce Allah'ın Rahman sıfatından söz edilmesi, O'nun Peygamberine ve beraberindeki müminlere yönelik derin ve büyük rahmetine yönelik bir işarettir. Şu halde yüce Allah kafirlerin arzuladıkları veya iddia ettikleri gibi peygamberini ve müminleri helak etmeyecektir.
Peygamber Efendimize burada kendileri ile Rahmeti bol olan Rableri arasındaki bağı açıklaması direktifi veriliyor. Bu bağ imandır: "O'na iman etmişiz:' Dayanıp güvenme (Tevekkül) bağıdır: "Sırf O'na güvenip dayanmışızdır."
Sadece O'na... Bu ifade müminlerle Rahmeti bol olan Rableri arasındaki yakınlığı yansıtıyor. Yüce Allah burada Peygamberine ve müminlere büyük lütufta bulunarak aralarındaki yakınlığı duyurmasına izin veriyor. Bunu açıkça duyurmasını emrediyor. Sanki şunu demek istiyor yüce Allah: "Kafirlerin mesnetsiz sözlerinden dolayı korkma. Sen ve seninle beraber olan müminler bana bağlısınız, benim tarafımdansınız. Sahip bulunduğunuz bu saygınlığı, bu yüce makamı açıklamana izin veriyorum. Onlara söyle... Hiç kuşkusuz bu yüce Allah'ın müminlere yönelik sevgisini ve onlara kazandırdığı saygınlığın ifadesidir.
Sonra şu üstü kapalı tehdit yer alıyor: "Kimin apaçık sapıklık içinde olduğunu yakında öğreneceksiniz." Bu da onların ısrarlı tutumlarını gevşetmek, inatlarını kırmak, sapıklardan olabiliriz endişesiyle kendi durumlarını kontrol etmeye çağırmak için özenle seçilmiş hikmetli bir ifade tarzıdır. Geçen ayette "Kafirleri can yakıcı azaptan kim kurtarabilir?" diye işaret edilen azaba düşebiliriz korkusunu duymaları isteniyor. Aynı zamanda kendilerinin sapık oldukları da yüzlerine vurulmuyor. Alınıp günahla övünmesinler diye. Hiç kuşkusuz bu, bazı ruhsal durumlara uygun bir davet metodudur.
Ve şimdi de surenin son mesajı iletiliyor. Burada ahiret azabından önce dünya hayatında da cezalandırılabilecekleri ima ediliyor. Hayat için vazgeçilmez unsurların başında gelen sudan yoksun bırakılabilecekleri uyarısında bulunuluyor:
30- De ki: "Suyunuz yere batarsa söyleyin, size kim temiz bir su kaynağı getirebilir?"
Ayetin orijinalinde geçen "Ma'ul Gavr" yere batan kuruyan su demektir. Bu durum karşısında insanların elinde, hiçbir şey gelmez. "Main" ise, bol ve tazyikli su kaynağı demektir. Hayatlarında yakından gördükleri bir olgudur bu. Ne var ki insanlar böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermezler, böyle bir günün geleceğinden kuşku duyarlar. Mülk Allah'ın kontrolündedir ve O'nun gücü her şeye yeter. Peki, yüce Allah'ın iradesi, hayat için vazgeçilmez unsurların başında gelen sudan yoksun olmalarını öngörürse durumları ne olacaktır?
Sonra ayet-i kerime, bu sakıncalı olayın meydana gelmesi durumunda neler olacağını düşünmek üzere onları kendi hallerine bırakıyor.
Böylece sure sona eriyor. Bu mesajlar insanın duyarlı noktalarına yönelik bu psikolojik uyarılar, engin ufuklarda, dipsiz derinliklerde, göz alabildiğine uzanan katman katman mesafelerde çıkılan gezintiler, bu yolculuklar sona eriyor. Aşağı yukarı bu surede yer alan her ayet özel bir mesaj taşıyordu. Veya gaybın kapsamındaki bilinmez bir aleme doğru çıkılan bir yolculuğun ifadesiydi. Ya da gözlerin ve kalplerin farkına varmadıkları görünen bir alemde çıkılan bir gezintiyi anlatıyordu.
Bu sure büyük bir suredir. Hacminden, kapladığı yerden ve ayetlerinin sayısından çok daha büyüktür. Her bir ayeti uzakta bir yerlere işaret eden bir ok gibidir Ve neredeyse her bir ok başlı başına yepyeni bir alemi gün yüzüne çıkarıyor

Sure, İslam düşüncesinin temellerinden en önemlilerini, en başta gelenlerini içeriyor. Vicdanlara sınırsız ilahi güç gerçeğini, serbest ilahi egemenlik gerçeğini, mahşer ve kıyamet günü yargılanmaya bir hazırlık niteliğindeki ölüm ve hayatla sınanma gerçeğini yerleştiriyor. Allah'ın sanatındaki kusursuzluk ve güzellik gerçeğini, gizli-açık her şeyi kapsayan sınırsız ilahi bilgiyi, rızkın kaynağını,yüce Allah'ın yaratıkları koruduğunu, her zaman onlarla beraber olduğunu dile getiriyor. Müslümanın Rabbine ilişkin düşüncesinin, varlık alemine ilişkin düşüncesinin varlıkların yaratıcısı ile ilişkilerinin dayandığı bunun gibi daha birçok gerçeği kapsıyor. işte müminin Rabbi ile, kendi şahsı ile, bütün insanlar ile tüm canlılar ile, canlı cansız tüm evren ile ilişkilerini düzenleyen hayat sistemi bu düşünceden kaynaklanır. Müminin bilinci, vicdanı, kişiliği, değer ve ölçüleri,hayatı algılayış biçimi bu düşünceye göre şekillenir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...