FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ
CİN SURESİ
72-Cin
1- Ey Muhammed de ki: "Bana vahiy yolu ile bildirildi ki bir grup cin, Kur'ân'ı dinledi ve arkasından şöyle dedi: Biz harikulâde bir Kur an dinledik.
2- O doğru yola iletiyor. Hemen inandık ona. Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız.
3- Rabbimiz yüceler yücesidir, ne eş ne evlat edinmemiştir.
4- Meğer aramızdaki aptallar Allah hakkında asılsız sözler söylüyorlarmış.
5- Oysa biz insanların ve cinlerin Allah katında yalan sözler söyleyebileceklerine ihtimal vérmiyorduk.
6- Birtakım insanlar birtakım cinlere sığınırlar ve bu tutum onların sapıklıklarını arttırır.
7- O sapık insanlar, tıpkı sizler gibi, Allah'ın hiç kimseyi yeniden dirilemeyeceğini sanmışlardır.
İlk ayetin orjinalinde geçen "nefer" sözcüğü, üç kişi ile dokuz kişi arasındaki gruplar için kullanılan bir topluluk ismidir. İleri sürüldüğüne göre sözkonusu cinler yedi kişi idi.Surenin bu girişi şunu gösteriyor: Peygamberimiz, cinlerin kendisini Kur'an okurken dinlediklerinden ve bu dinlemeyi izleyen tepkilerinden olayın oluşu sırasında haberdar değildir. Bu bilgiyi O'na yüce Allah vahiy yolu ile iletmiştir. Yalnız belki cinlerin ilk Kur'an dinlemeleri böylesine habersizce olmuş, fakat daha sonra bir ya da birçok kez Peygamberimiz onlara bilerek ve haberli olarak Kur'an okumuştur. Bu ihtimal yabana atılamaz. Nitekim Peygamberimizin cinlere "Rahman" suresini okuduğu yolundaki rivayet bu ihtimali destekliyor. Tirmizî'nin aktardığı bu rivayete göre sahabilerden Cabir şöyle diyor: "Birgün Peygamberimiz, sahabilerin karşısına geçerek onlara başından sonuna kadar Rahman suresini okudu. Sahabiler sureyi hiç ses çıkarmadan dinlediler. Okuma bittikten sonra Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Ben bu sureyi cinlere okumuştum ve onların sureye karşı tepkileri sizinkinden daha güzel olmuştu. Çünkü `Fe bi eyyi alâi rabbikümâ tükezzibân ayetini her okuyuşumda `Ey Rabbimiz, senin hiçbir nimetini inkâr etmeyiz, hamdolsun sana' demişlerdi."
Herhalde bu surenin bize anlattığı Kur'an dinleme olayı Ahkaf suresinin aşağıdaki ayetlerinde anlatılan olayın aynısıdır. Az yukarda okuduğumuz bu ayetlere bir kere daha göz gezdirelim:
"Ey Muhammed, biz bir cin grubunu, Kur'an'ı dinlesinler diye sana yönelttik. Onlar oraya gelince birbirlerine `susun da dinleyin' dediler. Kur'an'ın okunuşu bitince soydaşları arasına birer uyarıcı olarak döndüler."
Dediler ki: `Ey soydaşlarımız, biz Musa'dan sonra indirilen, daha önceki kutsal kitapları doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola iletici bir kitap dinledik:
`Ey soydaşlarımız, Allah'a çağıran bu Peygamber'in çağrısına uyarak O'na iman ediniz ki, Allah günahlarınızın bir bölümünü bağışlasın ve sizi acıklı azaptan korusun:
`Allah'a çağıran bu Peygamberin çağrısına uymayanlar bilsinler ki, yeryüzünde Allah ile başa çıkamazlar ve O'nun dışında hiçbir koruyucu bulamazlar. Onlar açık bir sapıklığın pençesindedirler." (Akhaf 29-32)
Cin suresinin başlangıcını oluşturan yukardaki ayetler, Kur'an'ı işitmenin cinler için çarpıcı bir sürpriz oluşturduğunu gösterir. Kur'an cinlerin kalplerini titretmiş, duygularını sarmış, iç dengelerini Ali-üst etmiş, gönüllerinde şiddetli fırtınalar koparmıştır. içlerini doldurup taşıran bu fırtınanın dalgaları onları soydaşlarının yanına koşturmuştur. Yüreklerinde çalkalanan bu ateşli duygulara ne karşı koyabiliyorlar ve ne de katlanabiliyorlardı. Tek çareyi bu duygularını soydaşları ile paylaşmakta, içlerindeki ateşin kıvılcımlarını soydaşlarının kalplerine aktarmakta, bu çarpıcı heyecanın titreşimlerinde karşılarındakileri ile bütünleşme sağlamakta bulmuşlardı. Böylece paylaşılan duyguları genişleyecek, güçlenecek ve kalabalıkları sürükleyen toplumsal bir şenliğe dönüşecekti. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
"Biz harikulâde bir Kur'an dinledik."
Kur'an'ın cinleri çarpan ilk özelliği, onun harikulâdeliği, alışılmamışlığı ve şaşırtıcılığı ve bu yüzden kalplere dehşet salan niteliği olmuştur. Kur'an'ı bilenmiş idrakle, açık kalple, şeffaf duygularla ve deneyimli bir zevkle algılayan herkes onun bu niteliğini hemen farkeder. Acayip, harikulâde! Kalplere hemen egemen olan, karşı durulmaz bir çekicilik gösteren, gönül tellerini titreten ve duyguları sarsan bir mesaj var bu kitapta. Gerçekten şaşırtıcı, alışılagelmişin dışın-da bir kitaptır o. Bu ifadelerinden anlıyoruz ki, sözkonusu cinler gerçekten zevk sahibi kimselermiş! Devam ediyoruz:
"Doğru yola iletir."
Bu da Kur'an'ın ikinci belirgin niteliğidir. O kadar belirgindir ki, bu kitabın ayetlerini gerçek mahiyetleri ile kalplerinde bulan cinler bu niteliği farketmekte gecikmemişlerdir. "Doğru yol" kavramı özünde geniş boyutlu bir kavramdır. Buna göre Kur'an, hidayete, gerçeğe ve hakka iletici bir güce sahiptir. Fakat "doğru yol" kavramının gölgesi, bu saydığımız kavramların gölgelerinin toplamını aşan bir kapsama sahiptir. Bu kavram hidayet, hak ve doğruluk kavramlarına olgunluk, dosdoğruluk ve yetkin bilgililik kavramlarının gölgelerini de yansıtır. Bu kavram sayesinde gerçekler ve ilkeler öz kavrayışın ve sezgi gücünün zenginliğine kavuşur. Bu sayede vicdanlarda dinamik bir insiyatif gelişir ve bu insiyatif, sahibine iyiyi ve doğruyu buldurur.
Kur'an, insan kalbini dışa açarak, onu duyarlılığını arttırarak, ona kavrayış gücü .ve bilgi aşılayarak, nur ve hidayet kaynağı ile arasında bağlantı kurarak, onu evrensel yasalarla uyumlu hale getirerek insanı doğru yola iletir. Aynı zamanda hayatın pratiğini düzenleyip yönlendiren sistemi ile de insanı doğru yola iletir. Bu öylesine ileri bir sistemdir ki, insanlar tarihleri boyunca hiçbir uygarlık ve hiçbir rejim altında bu sistemin düzeyine çıkamamışlar; hiçbir dönemde ne birey ve toplum bazında ne kalp zenginliği ve sosyal gelişme alanında ve ne de kişisel ahlâk ve insanlar arası ilişkiler bakımından bu sistemin doruklarına erememişlerdir. Devam ediyoruz:
"Ona hemen inandık."
Bu tepki Kur'an'ı dinlemenin, onun doğasını kavramanın ve içerdiği gerçeğin etkisi altında kalmanın doğal ve tutarlı tepkisidir. Kur'an cinlerden gelen bu olumlu tepkiyi müşriklere sunuyor. Çünkü onlar Kur'an'ı işitiyorlar, fakat ona inanmıyorlardı. Bunun yerine onun cinlerden kaynaklandığını ileri sürüyorlar ve Peygamberimizi ya kahin ya deli ya da şair olarak niteliyorlardı. Bu sıfatların hepsi cin etkisini çağrıştıran sıfatlardır. Ama İşte cinlerin kendileri Kur'an'ı işitir işitmez çarpılıyorlar, gönüllerinde şiddetli bir çalkantı meydana geliyor, adamlar kendilerini kaybederek tepeden tırnağa sarsılıyorlar. Arkasından gerçeği tanıyarak ona olumlu tepki gösteriyorlar, onun içeriğine boyun eğiyorlar ve "Hemen ona inandık" diyerek bu boyun eğişi ilan ediyorlar, müşrikler gibi bu ilahi mesajın gönüllerine yönelik etkisini inatla inkâr etmiyorlar. Devam ediyoruz:
"Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız."
İşte saf, katışıksız, net, doğru, müşriklik tortusundan arınmış, içine kurun-tu sızmamış ve hurafe ile karışmamış iman böyle olur. Bu iman Kur'an'ın özünü ve benimsemeye çağırdığı içeriği iyi kavramanın sonucudur. Kur'an, muhataplarını her türlü müşriklik tortusundan arınmış bir Allah birliği (tevhid) ilkesine çağırır. Devam ediyoruz:
"Rabbimiz yüceler yücesidir; ne eş ne evlât edinmemiştir."
Ayetin orjinalinde geçen "cedd" sözcüğü "derece-paye", başka bir anlamı ile "değer-makam" diğer bir anlamda "yücelik-egemenlik" demektir. Bütün bu adamlar "cedd" sözcüğünün ayetteki kısa anlamı Allah'ın yüceliğine, ululuğuna, eş ve evlat edinmesi düşüncesini akla bile getirmeye engel olarak derecedeki erişilmezliğine ilişkin bir bilinçtir.
Bilindiği gibi araplar meleklerin Allah'ın kızları olduklarını ve cin kökenli analardan peydahlandıklarını ileri sürüyorlardı. Oysa şimdi cinler bu asılsız uydurmayı yalanlıyarak yüce Allah'ı bu tür yakıştırmalardan tenzih ediyorlar, bu tür hurafelerin akılların ucundan bile geçirilmesini yadırgıyorlar. Eğer böyle birşey olacak gibi olsa, bu asılsız ve masal ürünü hısımlıkla herkesten önce cinler iftihar ederlerdi. Buna göre cinlerden gelen bu yadırgama başta müşriklerin bu konudaki asılsız saplantıları olmak üzere şu ya da bu biçimde yüce Allah'a çocuk yakıştıran, aynı türdeki bütün sapık düşüncelerin başına indirilmiş ağır bir bombadır. Devam edelim:
"Meğer aramızdaki aptallar Allah hakkında asılsız sözler söylüyorlarmış. Oysa biz insanların ve cinlerin Allah hakkında yalan sözler söyleyebileceklerine ihtimal vermiyorduk."
Burada cinler aralarındaki aptallardan işittikleri Allah'ın ortağı olduğu, eşi ve çocukları olduğu yolundaki asılsız iddialara dönüyorlar. Onlar dinledikleri Kur'an'ın ışığı altında bu tür sözlerin saçma olduğunu kesinlikle anlamışlardır. Öyleyse bu tür sözleri söylemiş olanlar bilgiden ve akıldan yoksun aptallardır. Peki vaktiyle bu beyinsizlerin bu tür sözlerini niçin onaylamışlardı? Çünkü insan olsun, cin olsun, hiç kimsenin yüce Allah hakkında yalan söyleyebileceği akıllarının ucundan geçmiyordu. Başka bir deyimle onlara göre bir kimsenin Allah hakkında yalan konuşma cüretini göstermesi son derece müthiş ve ağır bir suçtu. Bu yüzden aralarındaki aptallar onlara "Allah'ın eşi, çocukları ve ortakları var" deyince bu sözlere inanmışlar. Çünkü o beyinsizlerin Allah'a iftira edebileceklerini düşünemiyorlardı.
İşte Allah hakkında yalan söylemeyi yadırgayan bu bilinç, şimdi onların iman etmeyi başarmalarını sağlamıştır. Bu bilinç onların kalplerinin temiz ve doğru olduğunu kanıtlıyor. Bu kalpler saflıklarından yararlanan kurnazların yanıltma girişimleri yüzünden sapıklığa uğramıştır. Nitekim gerçeğin okşayışı sayesinde aynı kalpler silkinmiş, gerçeği kavramış, doğruyu tanımış ve tadına varmışlardır. Arkasından da gür sesleri ile şöyle seslenmekte gecikmemişlerdir:
"Biz harikulâde bir Kur'an dinledik. O doğru yola iletiyor. Hemen inandık ona. Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız. Rabbimiz yüceler yücesidir; ne eş ne evlat edinmemiştir."
Gerçeğin okşayışından kaynaklanan bu silkiniş, Kureyş kabilesinin şefleri tarafından aldatılan çok sayıdaki kalbi de uyarmalıydı. Asılsız telkinlerle yüce Allah'ın ortakları, eşi ve çocukları olduğunu sanmaya itilen bu kalpler, böyle bir silkinişle ihtiyatlı bir uyanıklık kazanmalı, doğruyu söyleyen tarafın Peygamberimiz mi, yoksa Kureyşin ileri gelenleri mi olduğunu araştırmaya yönelmeli, kabile şeflerinin aptalca sözlerine karşı besledikleri geleneksel kör güven sarsılmaya yüz tutmalıydı. Bu gerçek dile getirilmekle bu sayılan amaçların tümüne erilmek istenmişti. Bu gerçeğe parmak basmak Kur'an ile serkeş ve inatçı Kureyş müşrikleri arasındaki uzun savaşın bir aşaması, Kureyşlilerin kalplerindeki cahiliye tortularını ayıklamaya, sapık düşünceleri silmeye yönelik sabırlı tedavi çabalarının bir halkası idi. Bu kalplerin çoğunluğu da gerçeği kabul etmeye yatkın, saf kalplerdi. Fakat kuruntularla, hurafelerle, cahiliye önderlerinin yanıltıcı telkinleri ile güdülerek saptırılmışlardı. Devam ediyoruz:
"Birtakım insanlar birtakım cinlere sığınınlar ve bu tutum onların sapıklığını arttırır."
Burada cinler, soydaşlarının dünya ve insanlar üzerinde egemenlik sahibi oldukları, bu yaratıkların fayda ya da zarar dokundurabilecek güçte oldukları; karanın, denizlerin ve havanın belirli bölgelerinde yaşamaya mahkum edildikleri yolundaki hurafelere değiniyorlar. Daha birçok türleri olan bu hurafelerin gereği olarak eski araplar ıssız bir çölde ya da kuytu bir vadide konaklamak zorunda kaldıklarında o yöredeki ayak takımından cinlerin kötülüklerinden korunmak için vadinin cin kökenli efendisine sığınırlar, arkasından güven içinde yatıp uyurlardı. Bu hurafeler ilkel cahiliye toplumlarında yaygın oldukları gibi günümüzün birçok toplumunda da egemendir.
Bilindiği gibi insanların kalpleri şeytanın her türlü kışkırtmalarına ve yıkıcı girişimlerine açıktır. Ancak Allah'a sığınan kimseler bu yıkıcı girişimlerden ve kışkırtmalardan korunabilirler. Eğer bir kimse şeytana sığınmaya kalkışırsa bu sığınmadan hiçbir yarar sağlamaz. Çünkü şeytan onun düşmanıdır. O ona ancak bunalım ve sıkıntı aşılar. Sözkonusu cinler burada bize olup biteni anlatarak şöyle diyorlar:
"Birtakım insanlar, birtakım cinlere sığınırlar ve bu tutum onların sapıklığını arttırır."
Burada sözü edilen sapıklık ve bunalım, belki de Allah'a sığınacakları, Allah'ın yardımını dileyecekleri yerde düşmanları olan şeytana sığınan kimselerin kalplerini alt-üst eden sapıklık, bunalım ve endişe duygusudur. Oysa insanlar ilk ataları Adem'den ve onunla şeytan arasında beliren o eski düşmanlıktan beri şeytandan uzak durarak Allah'a sığınmakla emrolunmuşlardır.
İnsan kalbi, yarar sağlamak ya da zararı savmak umudu ile Allah'tan başkasına sığınınca endişeden, şaşkınlıktan, istikrarsızlıktan ve güvensizlikten başka birşey elde edemez. İşte bu bunalımların en beteridir. Kalbe huzur ve güven yüzü göstermeyen koyu bir bunalımdır.
Yüce Allah'ın dışındaki herşey ve herkes değişmeye açıktır, sabit ve kalıcı değildir; gidici-geçicidir, sürekli değildir. Eğer kalp bu geçici ve değişmeye mahkum şeylere ve kişilere bağlanırsa onlarla birlikte sarsılır, değişir, beklentilerin titreşimlerinde dalgalanır, kaygılı olur, umut bağladığı şeyin ya da kişinin ortadan kalkması ile amacını kaybederek boşlukta kalır. Hiç yok olmayan "kalıcı" hiç ölmeyen "diri" ve hiç değişmeyen "sürekli" sadece yüce Allah'tır. Kim O'na yönelirse hiç yıkılmayan, hiç kaybolmayan değişmez ve istikrarlı bir dergaha yönelmiş olur. Devam ediyoruz:
"O sapık insanlar, tıpkı sizler gibi, Allah'ın hiç kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sanmışlardır."
Peygamberimizi dinlemeye gelen cinler bu sözleri soydaşlarına söylüyorlar, onlara birtakım cinlere sığınan insanlardan sözederek "Onlar da, sizler gibi, Allah'ın peygamber göndermeyeceğini sanıyorlardı" diyorlar. Fakat işin aslı sizin ve onların sandığı gibi değildir. İşte Allah şu Peygamberi gönderdi ve O'na doğru yola ileten şu Kur'an'ı indirdi.
Ayetin anlamı şöyle de olabilir: "O insanlar tıpkı sizler gibi, ölümden sonra diriliş ve hesaplaşma olmayacağını sanmışlar, bu yüzden ahiret için hiçbir hazırlık yapmamışlar, ahireti kökten inkar ettikleri için Peygamberin oraya ilişkin verdiği tüm haberleri yalanlamışlardır."
Bu sanıların (zanların) her ikisi de gerçeğe terstir. Bunlar yüce Allah'ın insanları yaratma gerekçesini kavramaktan yoksun cahillik örnekleridir. Yüce Allah insanları hem iyiliğe hem kötülüğe, hem doğru yola hem sapıklığa yönelmeye yatkın yeteneklerle donatılmış olarak yarattı. Bu surenin ayetlerinden öğrendik ki, cinler de böyledir, onlar da çift yönlü bir yapıda yaratılmışlardır. Yalnız iblis (şeytan) gibiler hariç. O varlığını bütünü ile kötülüğe adamış, Allah'a küstahça kafa tutarak O'nun rahmetinden kovulmuş, böylece çift yöne açık yeteneklerini dumura uğratarak katıksız kötülüğün pençesine düşmüştür. Bundan dolayı yüce Allah'ın rahmeti Peygamberler eli ile insanlara yardım etmeyi gerektirmiştir. Peygamberleri insanların vicdanlarındaki iyilik potansiyelini harekete geçirmekle, fıtratlarındaki doğru yola dönük yeteneği uyarmakla görevlendirmiştir. Buna göre yüce Allah'ın insanlara peygamber göndermeyeceği biçimindeki ön yargı yersiz ve dayanaksızdır.
Bu açıklama ayetteki "Yabasa" fiilini "Peygamber gönderme" anlamına aldığımız takdirde doğrudur. Bu sözcüğün "yeniden dirilme" anlamına geldiğini farz ettiğimiz takdirde şu açıklamayı yapabiliriz: Bu hayatı izleyecek olan ahiretteki yeniden diriliş olayı, kaçınılmaz bir gerekliliktir. Çünkü dünya hayatının hesabı dünyada tam olarak görülmüyor. Bunun böyle olmasını belirli bir hikmete dayanarak yüce Allah dilemiştir. Varoluş olgusunu bütünleştirmeyi öngören bu hikmeti, bu anlamlı gerekçeyi O biliyor, fakat biz bilmiyoruz. Bu hikmetin sonucu olarak yüce Allah ahirette yeniden dirilmeyi öngörmüştür. Amaç kulların hesaplarını tam olarak görmek ve dünyadaki yaşantılarına uygun düşen karşılıkları elde etmelerini sağlamaktır. Buna göre yüce Allah'ın hiçbir kulunu yeniden diriltmeyeceğini sanmak yersiz ve tutarsızdır. Bu düşünce yüce Allah'ın "kemal" sıfatına, yaptığı her işi yerinde yaptığı inancına ters düşer.
İşte Peygamberimizin Kur'an okurken dinleyen bu cin heyeti soydaşlarının bu yanılgısını düzeltmeye çalışıyorlar. Kur'an'da cinlerin bu sözlerini aktararak müşriklerin aynı doğrultudaki saplantılarını doğrultmaya çalışmaktadır.
CİNLERİN GÖKYÜZÜNDEN BİLGİ HIRSIZLIGI
Okuyacağımız ayetlerde bize yine cinlerin sözleri aktarılıyor. Bu sözler evrenin çeşitli birimlerine, varlık aleminin çeşitli köşelerine, göklerin ve yeryüzünün değişik durumlarına ilişkin açıklamalardır. Onlar bu açıklamaları Kur'an'ın verdiği bilgilerden öğrenmişlerdir. Bu sözleri ile yüce Allah'ın Peygamberimize inen mesajında beliren iradesi ile çelişen her türlü girişimden el çekiyorlar, gaybı bildiklerine ilişkin asılsız iddiaları kendi dilleri ile çürütüyorlar, bu tür olağanüstü güçleri olduğu yolundaki yaygın saplantıları yalanlıyorlar. Okuyoruz:
8- Göğü yokladık, orayı sert bekçilerle ve göktaşları ile dopdolu bulduk.
9- Daha önce göğün elverişli dinleme yerlerinde pusuya yatardık. Fakat şimdi hangimiz oranın seslerini işitmeye çalışsa kendisini bekleyen göktaşları ile karşılaşır.
10- Acaba yeryüzündekiler için kötülük mü dileniyor, yoksa Rabbleri onlar hakkında iyilik mi diliyor, bunu bilmiyoruz.
Bu ayetlerde cinlerin kendi sözlerinden aktarılan olaylar bize şunu düşündürüyor: Onlar Peygamberimiz gelmeden önce -belki de Hz. İsa ile Peygamberimizin gelişi arasındaki geçiş döneminde- yüceler alemi ile ilişki kurma, meleklerin yeryüzünde yaşayan yaratıklara ilişkin konuşmalarından bilgi sızdırma girişimlerinde bulunabiliyorlardı. Meleklerin bu konuşmaları yüce Allah'ın yeryüzüne ilişkin plânının ve dileğinin uygulanması ile ilgili idi. Cinler sızdırdıkları bu bilgileri dostları olan kahinlere ve bilgiçlere aktarıyorlar, bu kahinler de şeytanın plânları uyarınca insanlar arasında bozgunculuk çıkarıyorlardı. Başka bir deyimle şeytanların kuklaları olan bu kahinler ve bilgiçler, cinlerden sızdırdıkları az miktardaki gerçeğe büyük o~anda "batıl" ve eğrilik katarak bu yanıltıcı karışımı halk yığınlar ı arasında yayıyor, iki dönem arasındaki peygambersiz boşluktan yararlanarak yeryüzünün düzenini bozuyorlardı. Bu bilgi sızdırma ve onu kahinlere aktarına işleminin nasıl gerçekleştiğine gelince Kur'an bu konuda bize hiçbir bilgi vermiyor. Böyle olunca bu meseleyi kurcalamak gereksizdir. Burada bize anlatılan gerçeğin özü ve içeriği ile yetinmeliyiz.Peygamberimizin okuduğu Kur'an'ı dinlemeye gelen cinlerin bu konudaki söyledikleri şudur: Cinler artık gökten bilgi sızdıramıyorlar. Şimdilerde böyle bir y " " "
İşe giriştiklerinde -ki bu girişimlerini "göğe dokunma , göğü yoklama olarak tanımlıyorlar- önlerindeki yolu kapalı ve güvenlik ekipleri tarafından sıkı koruma altına alınmış buluyorlar. Bu koruma ekipleri tarafından göktaşı bombardımanına tutuluyorlar, alev saçan bu taşlar gökten bilgi sızdırmaya kalkışanların başlarına yağarak ölmelerine yolaçıyor. Ayrıca "Acaba yeryüzündekiler için kötülük mü dileniyor, yoksa Rabbleri onlar hakkında iyilik mi diliyor, bunu bilmiyoruz" diyerek insanların geleceğine ilişkin gayb hakkında hiçbir şey bilmediklerini ilan ediyorlar. Bu sözleri ile kısaca şunu demek istiyorlar: "Gaybın sırlarına ilişkin bilgi yüce Allah'ın tekelindedir, bu sırları O'ndan başka hiç kimse bilemez. Buna göre yüce Allah'ın kulları için ne gibi bir gelecek belirlediğini biz bilemeyiz. Acaba onlara kötülük indirmeyi planlamıştır da bu yüzden sapıklığın kucağına mı atılmışlardır, yoksa onların doğru yola girmelerini, hidayete ermelerini mi planlamıştır, bu konuda hiçbir şey söyleyemeyiz." Görülüyor ki, cinler doğru yolu, hidayeti kötülüğün karşısına, yani iyiliğin yerine koyuyorlar. Gerçekten doğru yolda olmak, hidayete ermek iyiliğin ta kendisi olduğu gibi getireceği sonuç da sadece iyiliktir.
Kâhinlerin, gayba ilişkin sözde bilgilerine dayanak saydıkları kaynak gayb alemi hakkında hiçbir şey bilmediğini belirttiğine göre artık söylenecek hiçbir söz kalmamış, bu konudaki bütün iddialar havada kalmış, kâhinlik ve bilgiçlik işi son bulmuştur. Gayba ilişkin bilginin yüce Allah'ın tekelinde olduğu tartışmasız bir gerçek olmuştur. Artık hiç kimse gaybın sırlarını bildiğini ve bu alanda kehanette bulunabileceğini söylemeye cüret edemez. Böylece Kur'an insan aklını bu tür kuruntuların ve iddiaların tümünün tutsaklığından kurtararak özgürlüğe kavuşturmuştur. O günden itibaren insanlığın olgunluk çağına erdiğini, hurafelerin ve masalların kıskacından yakasını kurtardığını ilan etmiştir.
Peki, gökteki bu güvenlik ekibi nerede duruyor? Kimlerden oluşuyor? Şeytanları nasıl göktaşları ile bombalıyor? Ne Kur'an ve ne de hadisler bu konuda birşey söylemiyor. Bu gayb konusu hakkında bu iki kaynak dışında bilgi alacağımız başka bir kaynak da yok. Eğer yüce Allah bu konularda ayrıntılı bilgi vermenin yararımıza olacağını bilseydi, mutlaka bu bilgiyi verirdi. Böyle bir bilgiyi bize vermediğine göre bizim bu konuları kurcalamamız, hayat düzeyimize ve yararlı bilgi dağarcığımıza hiçbir katkısı olmayan boş bir çabadır.
Şu tür itirazlar yapmak ve bu yolda tartışmalara girişmek de yersizdir: "Efendim göktaşları, meteorlar Peygamberimizden önce de sonra da evrensel düzenin belirli kanunlarına göre hareket ederler. Astronomi bilginleri bu kuralları açıklamaktadırlar." Bir kere astronomi bilginlerinin dayandıkları kuramlar doğru da olabilir, yanlış da. Doğru olduklarını farzetsek bile bu durum konumuzun dışında kalır. Çünkü bu göktaşları doğal hareketlerini yaparken aynı zamanda şeytanları da bombalamış olabilirler. Bunun yanısıra doğal kanunları dileği uyarınca yönlendiren yüce Allah'ın iradesi uyarınca bu ateşli gök cisimleri kimi zaman şeytanları bombalamak için ve kimi zaman da başka bir amaçla harekete geçebilirler.
Bir de Kur'an'ın bu tür açıklamalarını sembolik ifadeler sayanlar var. Onlar göre göre Allah, Kur'an'ı onunla çelişen unsurların saldırılarına karşı korumak amacına yönelik olarak bu tür sembolik ifadelere yer vermiştir, buna göre bu ifadeleri,somut anlamlarına göre algılamak doğru değildir. Böylelerini bu tür düşüncelere sürükleyen sebep, Kur'an'a kafalarındaki ön yargılarla yaklaşmalarıdır. Onlar bu ön yargıları Kur'an-dışı kaynaklardan almışlardır. Sonra Kur'an'ı kafalarında önceden yer etmiş olan bu peşin yargılara göre açıklamaya kalkışırlar. Bu yüzden melekleri iyiliği ve Allah'a bağlılığı simgeleyen güçler, şeytanları da kötülüğü ve Allah'a başkaldırmışlığı sembolize eden güçler olarak yorumlarlar. Çünkü Kur'an'la yüzyüze gélmeden önce kafalarına çöreklenen ön yargılara göre meleklerin, şeytanların ve cinlerin ayetlerde anlatıldığı biçimde varolmaları, böylesine somut hareketlere girişmeleri ve pratik etkiler meydana getirmeleri mümkün değildir.
Peki, bu adamlar bu görüşleri nereden aldılar? Kur'an'ın ayetlerini ve Peygamberimizin sözlerini değerlendirirken kriter olarak kullandıkları bu ön yargılarının kaynağı nedir?
Kur'an'ı anlamanın, açıklamanın ve İslâm'a uygun bir düşünce sistemi oluşturmanın ideal yolu şudur: İnsan böyle bir işe girişirken bütün eski düşüncelerini kafasından silip atmalı, Kur'an'a her türlü ön yargıdan arınmış bir mantık ve bilinçle yaklaşmalı, varlık alemine ilişkin gerçekleri Kur'an'ın ve hadislerin açıklamaları ile uyuşan yargılara dayandırmalı, Kur'an'ı ve hadisleri Kur'an-dışı kriterlere göre değerlendirmeye kalkışmamalı, Kur'an'ın "var" dediği hiçbir şeyi ne inkâr etmeli ne çarpıtmalı, Kur'an'ın "yok" dediği hiçbir şeye de "var" dememelidir. Kur'an'ın ne "var" ne de "yok" dediği konulara gelince o alanda herkes aklının erdiği ve bilgi birikiminin elverdiği ölçüde söz söyleyebilir.
Biz bu sözleri, elbette ki, Kur'an'a inanmakla birlikte onun ayetleri ile kafalarındaki ön yargılar ve zihinlerinde çöreklenen doğal gerçeklere ilişkin eski düşünceler arasında uyum sağlamak amacı ile ayetleri çarpıtarak yorumlamaya kalkışanlara söylüyoruz.
Bir de Kur'an'a inanmadıkları halde sırf bilimsel buluşlar o noktaya eremedi diye Kur'an'daki bu tür kavramları inkar etme gayretkeşliğine kapılanlar var ki, bunların tutumu gerçekten gülünçtür. Sebebine gelince bilim, henüz önünde duran ve deneylerinde kullandığı varlıkların sırlarını bilemiyor. Ama onun bu bilmeyişi, doğaldır ki, bu varlıkların varoldukları gerçeğini ortadan kaldırmaz. Üstelik azımsanmayacak sayıdaki gerçek bilim adamları yavaş yavaş, tıpkı dindarlar gibi, "bilinmezlik" gerçeğine inanmaya başlamışlar, en azından bilmediklerini inkar etmekten vazgeçmeye yönelmişlerdir. Çünkü bu adamlar daha önce bilimin aydınlığa çıkardığını sandıkları, Üstelik gözleri önünde duran birçok konuda bilinmezlik duvarları ile yüzyüze geldiklerini görmüşlerdir, hem de bu çıkmazlara saplanırken kullandıkları yöntem bilimsel araştırma yöntemi olmuştur. Bu yüzden soylu ve bilimsel bir alçak gönüllülüğü benimsemişlerdir. Bu alçak gönüllü tutumda ne iddialı konuşmaların belirtilerine ve ne de bilinmezlik gerçeğini küstahça reddeden bir şımarıklığın damgasına rastlayamazsınız. Fakat Bilim simsarları ile bilimsel düşünce yaygaracıları böylesine soylu bir alçak gönüllülüğün uzağındadırlar, onlar hem din kaynaklı gerçekleri ve hem de bilgimize kapalı gerçekleri pervasızca inkar etmeyi sürdürüyorlar.
Çevremizi saran evren çeşitli sırlarla, güçlerle dolu, çeşitli ruhlarla donatılmıştır. Elimizdeki bu sure -tıpkı Kur'an'ın öbür sureleri gibi- bu varlıklara ilişkin gerçeklerin bazı yönlerini bilgimize sunuyor. Bu gerçekler varlık alemine ve bu varlık aleminde bulunan güçlere, ruhlara ve canlılara ilişkin doğru ve gerçek bir düşünce oluşturmamızı sağlayacak yeterliliktedir. Çevremizde kımıldayan bu güçlerle, ruhlarla ve canlılar ile bizim varlıklarımız ve hayatlarımız arasında karşılıklı etkileşim vardır. İşte bu düşünce Müslümanı diğer insanlardan ayrı yapan, onu saplantılar ve hurafeler ile kof iddialar ve şımarıklıklar arasındaki orta noktaya yerleştiren tutarlı düşüncedir. Bu düşüncenin kaynağı Kur'an ve sünnettir. Müslüman öbür bütün düşünceleri, bütün sözleri, bütün yorumları bu iki kaynağın ışığında değerlendirir.
Şunu da hemen belirtelim ki, insan aklının bilinmezin ufuklarını kurcalayacağı belirli bir araştırma alanı vardır. islam bu alandaki araştırmaları ısrarla teşvik eder, aklı güçlü bir destekle o yöne doğru iter. Fakat bu belirli alanın ötesinde insan aklının araştırma çalışmasına girişemeyeceği bir başka alan vardır. Akla bu güç verilmemiştir. Çünkü insanın bu alanı araştırmaya ihtiyacı yoktur. Yeryüzündeki halifelik görevi için gerekli olmayan bilgiler insana kapalı tutulmuştur. Ona bu alanda yardımcı olmanın hiçbir gerekçesi yoktur. Çünkü bu tür bilgiler ona göre olmadıkları gibi onun uzmanlık alanına da girmezler. Bu tür bilgilerin çevresindeki canlı ve cansız varlıklara göre evrendeki konumunu bilmesine yarayacak kadarı gereklidir ki, bu kadarlık gayb bilgisini insana açıklama işini yüce Allah'ın kendisi üstlenmiştir. Çünkü bu bilgi onun öğrenme gücünü aşar, ayrıca yüce Allah ona verdiği bu gayb bilgisinin dozajını kapasitesine göre ayarlamıştır. İşte meleklere, şeytanlara, ruha, ilk yaratılışa ve insanın ilerde ne olacağına ilişkin gayb bilgileri bu tür bilgiler arasındadır.
Yüce Allah'ın hidayeti sayesinde doğru yolu bulanlar bu konularda yüce Allah'ın indirdiği kutsal kitaplarda ve Peygamberlerin sözlerinde buldukları bilgilerle yetinirler. Bu sınırlı bilgilerden yararlanarak yaratıcının yüceliğini, yaratma olayının taşıdığı hikmetleri düşünürler: bu alemler ve bu ruhlar ortasında insanın konumunu irdelerler; gerek yeryüzünde ve gerekse uzaydaki öbür gezegenlerde aklın bilgi edinme sınırlarına bağlı kalan bilimsel araştırmalar yaparlar; edindikleri bilgileri davranış alanında, üretim faaliyetlerinde, yeryüzünü kalkındırma çabalarında ve halifelik görevinin gereklerini yerine getirmede kullanırlar. Bu çabalar sırasında yüce Allah'ın direktiflerine bağlı kalırlar, O'na yönelirler, O'nun yükselmesini istediği doruğa tırmanmaya çalışırlar.
Yüce Allah'ın gösterdiği yoldan saparak başka yollar tutturanlara gelince bunlar iki ana gruba ayrılırlar.
Birinci gruptakiler sınırlı akılları ile "sınırsız"ı kavramaya kalkışırlar; kutsal kitaplara başvurmaksızın yüce Allah'ın zatını ve bilgimize kapalı alemlerin sırlarını açıklamaya yeltenirler. Evrenin sırlarını ve bölümleri arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışan filozoflar bu gruba girerler. Adamlar bu çabaları sırasında tökezlerler, tıpkı doruğuna erişilmez bir yüce dağa tırmanmaya kalkışan çocuklar gibi zavallılaşırlar. Ya da "varoluş" bilmecesinin sırrını çözmeye yeltenirler. Oysa evren alfabesinin daha ilk harflerini bellemiş değillerdir.
Ünlü filozoflar olmalarına rağmen bu adamlar gülünç düşünceler ileri sürmüşlerdir. Bu düşünceler Kur'an'ın yansıttığı açık ve tutarlı görüşlerle karşılaştırıldığında gülünçlükleri daha bariz biçimde ortaya çıkar. Bu düşünceler tökezlemeleri bakımından gülünçtürler, dağınıklıkları açısından gülünçtürler, tutarsızlıkları bakımından gülünçtürler, açıklamaya kalkıştıkları varlık aleminin görkemi ile karşılaştırıldıklarında basitlikleri açısından gülünçtürler. Bu gruba ünlü eski yunan filozofları da, onların düşünce yöntemlerine özenen islam filozofları da, çağdaş filozoflar da girerler. Hiç birini bu kategorinin dışında tutmuyorum. Hepsinin düşünceleri, islamın varlık alemine ilişkin orjinal düşüncesi karşısında komiktir.
Bunlar yüce Allah'ın direktiflerine yan çizen grupların birincisidir. Bu grupların ikincisine gelince bu adamlar felsefecilerin bilgi edinme yöntemlerinin yararsızlığını anlamışlar, bu yüzden bilim edinme ve araştırma çabalarını tümü ile deneysel ve uygulamalı bilimler alanında yoğunlaştırmışlardır, bilgimize kapalı alemlerin sırlarını kurcalamayı kesinlikle bir yana bırakmışlardır. Çünkü bu alana girecek yol bulamadıkları gibi yüce Allah'ın o alana ilişkin direktiflerini de umursamamışlardır. Bu yüzden zaten yüce Allah'ı kavramaktan da yoksun kalmışlardır. Bu adamlar onsekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda aşırılıklarının doruklarında gezindiler. Fakat bu yüzyılın başlarından itibaren içinde yüzdükleri bilimsel şımarıklığın sarhoşluğundan yavaş yavaş ayılmaya başladılar. Çünkü madde, avuçları içinden kayarak ışınlara (radyasyona) dönüştü, özü bakımından belirsizliğe gömüldü, hatta nerede ise hangi kanunlara bağlı olduğu bile bilinmez oldu.
Bütün bunlara karşılık islam, berraklık kayası üzerindeki yerinde sabit duruyor. insanlığa bilinmez aleminden gerektiği ve yararlı olduğu kadar bilgi sunuyor. Bunun dışında aklî enerjilerini yeryüzü halifeliğine ilişkin çalışmalar üzerinde yoğunlaştırıyor. Akıllar için güven içinde çalışılabilecek alanlar hazırlıyor. Araştırına yeteneklerini bilgimize açık ve kapalı alanlarda en tutarlı ve geçerli yöntemlerle iletiyor.
MÜ'MİN VE KAFİR CİNLER
Daha sonraki ayetlerde cinler, yüce Allah'ın hidayeti karşısındaki durumlarını ve tutumlarını anlatıyorlar. Bu açıklamalarda onların da tıpkı insanlar gibi ikiz karakterli bir yaratılışta olduklarını, hem doğru yola hem de sapıklığa yatkın olduklarını öğreniyoruz. Aşağıdaki ayetlerde cinler bize daha önce kendisine iman ettiklerini açıkladıkları Rablerine ilişkin inançlarından ve doğru yolda olan ile yoldan çıkanın karşılaşacağı akıbete ilişkin düşüncelerinden sözediyorlar. Okuyalım:
11- Aramızda iyiler de var, bu düzeye erişememiş olanlar da var; farklı yollara ayrıldık.
12- Yeryüzünde Allah ile baş edemeyeceğimizi ve O'ndan kaçıp kurtulamayacağımızı kesinlikle anladık.
13- Biz doğru yola ileten Kur'ân'ı işitir-işitmez ona inandık. Kim Rabbine inanırsa ne haksızlığa uğramaktan ve ne zora koşulmaktan korkar.
14- Aramızda Müslümanlar olduğu gibi gerçeğe sırt çevirenler de var. Müslüman olanlar, doğruyu arayıp bulanlardır.
15- Gerçeğe sırt çevirenler ise cehennem odunlarıdırlar.
Cinlerin aralarında iyilerin de, kötülerin de, Müslümanların da gerçeğe sırt çevirenlerin de bulunduğu yolundaki bu açıklamaları bu yaratıkların da, tıpkı insanlar gibi, ikiz karakterli olduklarım, hem iyiliğe hem de kötülüğe yatkın olduklarını ortaya koyar. Yalnız o soydan gelen şeytan ve adamları hariç. Onlar kendilerini sırf kötülüğe adamışlardır-. Bu açıklama bu yaratıklara ilişkin yaygın kanaatleri düzeltebilecek son derece önemli bir açıklamadır. Çünkü bazı araştırmacılara ve bilim adamlarına varıncaya kadar çoğumuz şu inancı taşıyor: Cinler kötülüğün simgesidirler, yapısal özellikleri itibarı ile kendilerini sırf kötülüğe adamışlardır, iki yönlü yaratılışta olan tek canlı insandır. Bu yanılgı, yukarda değindiğimiz gibi, varlıklar alemine ilişkin Kur'an-dışı önyargılarımızdan kaynaklanıyor. Şimdi bu asılsız yanılgımızı Kur'an kaynaklı bilgiler ışığında gözden geçirip düzeltmemiz gerekir.Sözkonusu cin heyeti şöyle diyor:
"Aramızda iyiler de var, bu düzene erişmemiş olanlar da var."
Bu sözler aracılığı ile durumlarını ana çizgileri ile açıklıyorlar. Sonra sözlerini şöyle bağlıyorlar:
"Farklı yollara ayrıldık."
Yani farklı yollara koyularak birbirine ayrı düşen, çelişik gruplara bölündük. Arkasından iman ettikten sonra Allah hakkındaki inançlarını açıklıyorlar:
"Yeryüzünde Allah ile başedemiyeceğimizi ve O'ndan kaçıp kurtulamayacağımızı kesinlikle anladık."
Bu yaratıklar yüce Allah'ın yeryüzüne egemen olan gücünü; O'nun egemenlik alanından kaçmaya, O'nun elinden kurtulmaya, O'nun gücünden yaka sıyırmaya güçlerinin yetmeyeceğini biliyorlar. Onlar yeryüzünde yüce Allah ile başedemeyecekleri gibi yeryüzünde kaçmakla da O'nunla başa çıkamazlar. Bu sözler kulun Rabbi karşısındaki zayıflığını, yaratığın yaratıcısı karşısındaki güçsüzlüğünü, yüce Allah'ın ezici ve üstün otoritesine ilişkin bilinci dile getirmektedir.
Birtakım insanların kendilerine sığındıkları, ihtiyaçlarını karşılamak için yardımlarına başvurdukları, hatta kimi müşriklerin Allah'ın akrabaları saydıkları cinler bunlardır. İşte bu cinler yüce Allah'ın sınırsız gücü karşısındaki güçsüzlüklerini, yüce Allah'ın üstünlüğü karşısındaki zavallılıklarını, yüce Allah'ın karşı konulmaz iradesi önündeki ezikliklerini kendi dilleri ile itiraf ediyorlar. Böylece sadece kendi soydaşlarının değil, müşriklerin yanılgılarını da düzeltiyorlar, evrene ve evrendeki tüm varlıklara egemen olan tek gücün Allah'ın gücü olduğunu vurguluyorlar.
Arkasından hidayete erdiren Kur'an'ı dinledikleri andaki tepkilerini anlatıyorlar. Bu durumu daha önce açıklamışlardı. Fakat burada söz sırası gelmişken, iman sınavı karşısında gruplara ve farklı kesimlere ayrıldıklarını belirtmişlerken bu tepkilerini tekrar gündeme getirmeyi uygun görüyorlar. Okuyoruz:
"Biz doğru yola ileten Kur'an'ı işitir-işitmez ona inandık."
Hidayete yönelik çağrıyı işiten herkesin böyle davranması gerekir. Cinler burada "hidayeti işitir-işitmez" derken Kur'an'ı kastediyorlar. Çünkü dinledikleri oydu. Görülüyor ki, Kur'an'a "hidayet" adını takıyorlar. Gerçekten Kur'an hem özü bakımından hem de sonuçları açısından "hidayet"tir.
Sonra Rablerine bağladıkları güveni dile getiriyorlar. Bu sözler mü'min bir kulun Rabbine yönelik güvenini sembolize eder. Okuyoruz:
"Kim Rabbine inanırsa ne haksızlığa uğramaktan ve ne zora koşulmaktan korkar."
Bu sözler yüce Allah'ın adaletine ve üstün gücüne beslenen güvenin ifadesidir; gerçek imanın özünden kaynaklanan huzurun kanıtıdır. Yüce Allah adildir, mü'mini hak kaybına uğratmaz, onu gücünü aşan baskılar altında ezmez. O güçlüdür, mümin kulunun hak kaybına uğramasına meydan vermez, gücünün üstünde emek harcamasına ve sıkıntıya katlanmasına göz yummaz. Yüce Allah'ın koruması ve gözetimi altında olan mü'minin hakkına kim el koyabilir ya da onu zora koşarak baskı altına alabilir? Kimi zaman mü'min dünyada bazı mahrumiyetlere uğratılabilir. Fakat bu onun hak kaybına uğradığı anlamına gelmez. Çünkü uğradığı mahrumiyetler ileride karşılanacak ve hakkının yokolmasına engel olunacaktır. Yine mü'min kimi zaman yeryüzünün kaba güçleri tarafından eziyetlere uğratılabilir. Fakat bu eziyetler de onun baskıların kucağına atıldığı anlamını taşımaz. Çünkü bu durumlarda yüce Allah onun imdadına yetişecek kendisine acılara katlanma gücü bağışlar; böylece mü'min bu eziyetlerden kârlı çıkar, onlar aracılığı ile derecesini yükseltir. Rabbi ile arasındaki sıkı ilişki çektiği sıkıntıları gözönünde hafifletir, bunları dünya ve ahirete yönelik mutluluğunun sermayesi haline getirir.
Buna göre hak kaybına uğrama ve katlanamayacağı zorluklar altında kalma tehlikesi karşısında psikolojik bir güven altındadır. Ayette belirtildiği gibi "Ne haksızlığa uğramaktan ne de zora koşulmaktan korkar." Bu güven kıvançlı günleri boyunca gönlünde huzur ve rahatlık duygusu doğurur. Bunun sonucu olarak endişe ve tedirginlik içinde yaşamaz. Sıkıntılı günlerle karşılaşınca da feryadı basmaz, umutsuzluğa kapılmaz, ferahlık kanallarını yüzüne kapatmaz. Tersine yüzyüze geldiği sıkıntıyı Rabbinin bir sınavı sayarak sabreder ve sonunda sevap kazanır. Yüce Allah'ın sıkıntısını gidereceğini umar, yine sevap kazanır. Her iki durumda da haksızlığa uğrama ve zora koşulma korkusuna kapılmaz. Haksızlıklar ve baskılara boyun eğmez.
Mü'min cinler bu aydınlık gerçeği en güzel anlatıyorlar!
Sonra bu cinler hidayete ve sapıklığa ve bunun yanısıra hidayete ve sapıklığa biçilecek karşılıklara ilişkin düşüncelerini anlatıyorlar. Okuyoruz:
Aramızda Müslümanlar olduğu gibi gerçeğe sırt çevirenler de var. Müslüman olanlar, doğruyu arayıp bulanlardır. Gerçeğe sırt çevirenler ise cehennem odunlarıdırlar."
Ayetin orjinalinde geçen "kasıtun" sözcüğü "zalimler", "adalete ve iyiliğe sırt çevirenler" anlamına gelir. Görüldüğü gibi mümin cinler bunları Müslümanların karşı kutbunda yer alan grup olarak tanımlıyorlar. Bu tanımlama, derin anlamlı, ince bir ima taşır. Demek oluyor ki, mü'min adil, yapıcı ve iyilik yanlısıdır, karşı kutbunda ise zalimler ve bozguncular yer alır. Ayetin ikinci cümlesi üzerinde biraz duralım:
"Müslüman olanlar, doğruyu arayıp bulanlardır."
Bu cümledeki "aramak" sözcüğü bize şunları düşündürür: islama kavuşmak demek doğruyu titiz bir biçimde araştırmak ve bulmak demektir. Bu da doğruya sırt çevirmenin ve sapıtmanın karşıtıdır. Müslüman olmak doğruyu araştırmak, onu iyice tanıdıktan sonra bilerek, isteyerek seçmek demektir. Yoksa körü körüne bir fikre saplanmak ya da anlamadan bir akıntıya kapılmak demek değildir. Bu cümle "o adamlar islamı bilerek seçince fiilen doğruyu bulmuşlardır" demektir. Burada ince ve esprili bir anlam saklıdır. ikinci ayeti okuyoruz:
"Gerçeğe sırt çevirenler ise cehennem odunlarıdırlar."
Yani böyleleri hakkında son söz söylenmiş, bu söze göre onların cehenneme odun olacakları karara bağlanmıştır. Odun nasıl ateşin alevlerini arttırırsa onlar da cehennemin alevlerini öyle besleyecek, öyle gürleştireceklerdir.
Bu ayet, cinlerin cehennem azabına çarptırılabileceklerini kanıtlıyor. Bundan onların cennetle ödüllendirilebilecekleri de anlaşılır. Kur'an böyle söylüyor. Bizim düşüncelerimizin kaynağı, tek dayanağı Kur'an'dır. O halde bundan sonra hiç kimse cinlerin nitelikleri ya da cennete ve cehenneme girip giremeyecekleri hakkında Kur'an-dışı düşüncelerden kaynaklanan başka bir görüş ileri süremez. Artık yüce Allah ne diyorsa, tartışmasız doğru o kabul edilecektir.
Mümin cinlerin kendi soydaşları hakkında doğru olan bu açıklamaları insanlar hakkında da geçerli ve doğrudur. Çünkü bu sözleri onlara vahiy kaynağı, peygamberlerinin dilinden söylemiştir.
Surenin şimdiye kadar okuduğumuz ayetlerinde cinlerin sözleri kendi ağızlarından aktarılıyordu. Şimdi ise bu anlatım yöntemi bırakılarak cinlerin Allah'ın doğru yolu izleyenlere yönelik tutumunu anlatan sözleri özetleniyor, bu sözlerin kendileri değil de içerikleri aktarılıyor. Okuyalım:
16- Eğer onlar doğru yola girselerdi kendilerine gürül gürül su sunardık.
17- Böylece onları sınavdan geçirirdik. Kim Rabbini anmaktan vazgeçerse gittikçe artan ağır azaba çarptırılır.
Yüce Allah şöyle diyor: Cinler bizim adımıza özetle şu açıklamayı yapıyorlar: "Eğer insanlar doğru yolu izleselerdi, ya da gerçeğe sırt dönenler eğer doğru yola girselerdi, biz onların üzerine gürül gürül su akıtırdık, kendilerine bol rızk sunarak refaha boğardık." "Böylece onları sınavdan geçirirdik." Kendilerine verilen nimetlere şükür mü ediyorlar, yoksa nankörce mi davranıyorlar, bunu belirlerdik.Bu ayetlerde cinlerin sözlerini olduğu gibi aktarma yöntemi bırakılarak onların sözlerinin özetinin sunulması yöntemine geçiliyor. Bu yöntem sözleri olduğu gibi aktarma ve söylenenleri yüce Allah'ın vaadi biçiminde dile getirme yönteminden daha vurgulu ve daha anlamlıdır. Bu tür anlatım değişikliklerine Kur'an'da çok rastlanır. Amaç söylenenlerin anlamlarına canlılık kazandırmak, etkinliklerini arttırmak ve onları daha dikkat çekici hale getirmektir.
Bu değişik üsluplu ayetler bir dizi gerçeği içerir. Bu gerçekler mü'minin inanç sisteminin ve olayların akışı ile bu olaylar arasındaki ilişkilere ilişkin düşüncesinin yapı taşları arasındadır. Şimdi bu gerçeklerin başlıcalarını irdeleyelim:
1- Milletlerin ve toplumların Allah'a vardıran tek yolu izlemeleri ile toplum refahı ve bu refahı sağlayacak imkanlar arasında sıkı bir bağ vardır. Bu refah imkanlarının başında toplumların bol suya kavuşturulmaları gelir. Hayat her yörede suya bağlıdır. Bolluk ve refah suyun bereketli akışım izler. Sanayileşmenin yaygınlaştığı, tarımın tek geçim ve refah kaynağı olmaktan çıktığı günümüz-de bile bu böyledir. Yani su kalkınmadaki önemini halâ korumaktadır.
Doğru yolda olmak ile refah ve yeryüzü egemenliği arasındaki bağ, olayların her zaman doğruladığı bir gerçektir. Mesela araplar vaktiyle çöl ortasında sıkıntı içinde yaşıyorlardı. Doğru yola koyulunca yeryüzünün kapıları yüzlerine açıldı, bol sulara ve zengin geçim kaynaklarına kavuştular. Sonra doğru yoldan sapınca sahip oldukları bol geçim kaynakları ellerinden alınıverdi. Şimdilerde yine sıkıntı ve perişanlık içinde yaşıyorlar. Tekrar doğru yola girinceye kadar bu böyle devam edecektir. Ne zaman doğru yola dönerlerse yüce Allah'ın kendilerine yönelik vaadi bir daha gerçekleşecektir.
Diyeceksiniz ki, dünyada yüce Allah'ın doğru yolunu izlemedikleri halde refah içinde yüzen nice zengin milletler var. Bu gözlem doğrudur. Fakat bu tür toplumlar başka afetlerle cezalandırılıyorlar. insanlıkları, güvenlikleri, psikolojik huzurları, değerleri ve onurları konusunda kayıplara uğratılıyorlar. Öyle ki, bu kayıplar ve bunalımlar yüzünden refahları ve zenginlikleri anlamlarını yitiriyor, hayatları insanlıklarının, insan ahlâkının, insan onurunun, güvenliğin ve huzurun aleyhine işleyen uğursuz bir lânete dönüşüyor. (Nitekim Nuh suresini açıklarken bu gerçeğe değinmiştik).
2- Bu ayetlerin ortaya koydukları ikinci gerçek şudur: Maddi refah ve bolluk yüce Allah'ın kullara yönelik bir sınavı, baştan çıkarıcı bir denemesidir. Nitekim yüce Allah "Nasıl davranacağınızı görelim diye sizi hem kötülükle ve hem de iyilikle sınavdan geçiririz" buyuruyor. (Enbiya 35) Bolluğa sabretmek, gerektirdiği şükür görevini yerine getirmek ve ona uygun davranışları yapmak sıkıntılara sabretmekten daha zor ve daha az görülür bir başarıdır. Oysa aceleci bir bakış, ilk anda bunun tersini görür. Çoğu insanlar sıkıntıya katlanırlar, sıkıntı karşısında soğukkanlılıklarını korurlar, sıkıntı karşısında enerjileri bir noktada yoğunlaşır, uyanıklıkları ve karşı koyma güçleri bilenir. Bu bilince bağlı olarak yüce Allah'ı anarlar, O'na sığınırlar, O'ndan yardım dilerler. Çünkü sıkıntı sırasında daha önce güvenilen bütün dayanaklar düşer ve Allah'ın dergahı dışında hiçbir sığınak kalmaz. Bolluğa ve refaha gelince bu durum insana Allah'ı unutturur, oyuna eğlenceye daldırır, vücudun bütün organlarını gevşetir, ruhtaki direnme noktalarını uyuşturur, nimetle gururlanmaya ve şeytana uymaya fırsat hazırlar.
Nimet aracılığı ile gerçekleşen sınav, insanı azgınlıktan koruyacak sürekli bir uyanıklığı gerektirir. Servet ve varlık nimeti çoğu kere insanı şımarıklığın ve şükür yetersizliğinin yanısıra ya savurganlığa ya cimriliğe sürükler. Bunların her ikisi de hem insan psikolojisini hem hayatının akışını sarsan birer afettir. Güç nimeti çoğunlukla insanı şımarıklığın ve şükür yetersizliğinin yanısıra zalimliğe, azgınlığa, başkalarının haklarını çiğnemeye, Allah'ın yasaklarını ayak altına almaya sürükler. Güzellik nimeti çoğu kez insanı kendini beğenmişliğe, alçaklığa, günahkârlık ve ahlâksızlık bataklığının derinliklerine düşmeye sürükler. Zekâ nimeti insanı çoğu zaman gururlanmaya, başkalarını küçümsemeye, ahlâk değerlerini ve kriterlerini hafife almaya sürükler. Her nimetin önünde kesinlikle bir azgınlık tuzağı vardır. Bu tuzaklardan kurtulabilmenin tek çaresi yüce Allah'ı anmak ve O'nun tarafından korunmaktır.
3- Bu ayetlerin dile getirdikleri üçüncü gerçek şudur: Servetle ve refahla sınava çekilmenin olumsuz bir sonucu olarak ortaya çıkabilecek olan Allah'ı hatırdan çıkarma afeti insanı yüce Allah'ın azabı ile yüzyüze getirir. Ayetin sonunda bu azaptan sözedilirken "Kim Rabbini anmaktan vazgeçerse gittikçe artan ağır bir azaba çarptırılır." buyuruluyor. Bu ifadede bir dağa tırmanan kişinin yukarıya çıktıkça sıkıntısının artacağını hatırlatan bir çağrışımın izleri vardır. Zaten Kur'an'da sıkıntının yukarıya tırmanma imajı ile simgelendiğine sık sık rastlanır. Mesela bir yerde şöyle deniyor:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse göğsünü islama açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü, sanki göğe tırmanıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." (En'am 125) Başka bir yerde "Onu sarp bir yokuşa sardıracağım" buyuruluyor. (Müddesir 17) Bu imaj herkesçe bilinen somut bir gerçektir. Bolluk sınavında uğranılan başarısızlık afeti ile bu yüzden karşılaşılacak azabı sıkıntısı arasındaki karşıtlık, görülüyor ki, son derece belirgindir.
Bir sonraki ayet, cinlerin sözünün aktarılmış biçimi sayılabileceği gibi doğrudan doğruya yüce Allah'ın sözü olarak da kabul edilebilir. Okuyalım:
18- Mescidler, camiler Allah içindirler. Öyleyse oralarda Allah'ın yanısıra başkasına yalvarmayınız.
Her iki durumda da ayetin verdiği mesaj şudur: Secde yerleri, yani camiler sadece Allah için olabilirler. Oralarda Allah'ın birliği ilkesi geçerlidir. Oralara hiçbir kesimin, hiçbir değerin, hiçbir görüş tarzının gölgesi yansıtılamaz. Buraların havasına sadece yüce Allah'a kulluk etmenin havası egemen olur. Ayetin orjinalinde kullanılan "Allah'tan başkasına dua etmek" deyimi ya Allah'tan başkasına kulluk etme ya Allah dışında birine sığınmak ya da Allah dışında birine kalpte yer vermek anlamına gelir.Eğer bu ayetin cinlerin sözlerinin aktarılmış biçimi ise ibadetten ve secdeden sözedilen bu özel noktada onların surenin başlarında geçen "Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız" biçimindeki sözlerinin pekiştirilmiş bir tekrarı niteliğindedir. Yok eğer doğrudan doğruya yüce Allah'ın sözü ise cinlerin Rabblerinin birliği dile getiren sözleri dolayısiyle, Kur'an'ın üslubu uyarınca tam yerinde yapılmış bir "yönlendirme" girişimidir.
Bir sonraki ayet de aynı niteliği taşır. Okuyoruz:
19- Allah'ın kulu Muhammed, Rabbine yalvarmaya durunca müşrikler birbirlerine abanarak keçe gibi çevresini sararlardı.
Yani Peygamberimiz namaza durup Rabbine dua ederken toplu halde etrafına üşüşürler. Bilindiği gibi ayetin orjinalinde geçen "salât" sözcüğü aslında "dua" anlamına gelir. Eğer ayet cinlerin sözü sayılırsa Peygamberimiz namaz kılarken ya da Kur'an okurken gruplar halinde çevresini saran müşrik arapların durumunu anlatıyor demektir. Nitekim "Mearic" suresinin "Kafirler ne oluyor da sağlı-sollu gruplar halinde sana doğru koşuyorlar" biçimindeki ayetleri aynı olaya değiniyor (Mearic 36-37). Yani Kur'an'ı dehşet içinde dinliyorlar, fakat ona olumlu karşılık vermiyorlar. Ya da müşriklerin gruplar hâlinde biraraya gelmesi Peygamberimize eziyet etmek içindir de yüce Allah, O'nu onların şerlerinden koruyor. Nitekim birkaç kez böyle oldu. O takdirde cinlerin soydaşlarına yönelik bu sözlerinin amacı müşriklerin bu davranışlarına karşı duydukları şaşkınlığı dile getirmektir.Eğer ayet doğrudan doğruya yüce Allah'ın kendi sözü ise o zaman bu cinlerin durumlarını anlatıyor olabilir. Bilindiği gibi bu cinler, kendi deyimleri ile bu "harikulâde" Kur'an'ı birbirleri üzerine abanarak Peygamberimizin çevresine üşüşmüşler, lifleri birbirine sıkı sıkıya yapışmış bir keçe gibi olmuşlar. Bana öyle geliyor ki, bu ikinci açıklama ayetin anlamı ile daha iyi bağdaşır. Çünkü cinlerin okuduğumuz tüm sözlerinde açığa vurulan Hayret, dehşet, çarpılmışlık ve kendinden geçme hali ile tam bir uyum yansıtıyor. Doğrusunu Allah bilir.
ALLAH'IN RASÛLÜNE HİTABI
Buraya kadar okuduğumuz ayetlerde cinler Kur'an'dan ve Peygamberimizin görevlendirilmesi olayından sözettiler. Kur'an bu yaratıkların vicdanlarında sürpriz etkisi yapmış, duygularını alt-üst etmiştir. Bu kitabın göklerin, yeryüzünün, meleklerin ve yıldızların hareketlerinde meydana getirdiği değişikliklerden, tüm evrenin işleyişi üzerinde bıraktığı etkilerden, içerdiği ciddiyetten ve beraberinde getirdiği yasalar sisteminden onları haberdar etmiştir.Bütün bunlardan sonra Peygamberimize sesleniliyor. Bu seslenişlerin mesajları ağırbaşlılık, kesinlik ve tok seslilik yansıtıyor. Bu seslenişlerde Peygamberimize verilen direktifler şunlardır: O sadece ilahi mesajı duyurmakla yetinmelidir, işin bundan sonrasına hiç karışmamalıdır; bunların yanısıra gayp alemi, insanların gelecekte ne olacakları, ahirette ellerine ne geçeceği konularında da kafasını yormamalıdır. Bu seslenişlerin havasında ciddiyetleri ve kesinlikleri ile uyumlu bir hüzün ve teselli meltemi esmektedir. Okuyoruz:
20- De ki: "Ben sırf Rabbime yalvarırım, O'na hiç kimseyi ortak koşmam."
21- De ki: "Ben size ne zarar verebilirim ve ne de fayda sağlayabilirim."
22- De ki: "Hiç kimse beni Allah'ın elinden kurtaramaz; ben O'nun dışında hiçbir sığınak bulamam."
23- "Benim görevim, sadece Allah'tan gelen direktifleri, O'nun mesajını duyurmaktır. Allah'a ve Peygamber'e başkaldıranları, içinde sürekli kalacakları cehennem ateşi bekliyor."
24- Onlar kendilerine yönelik tehditlerin somut olarak gerçekleştiğini gördüklerinde hangi tarafın destek bakımından zayıf ve sayıca az olduğunu anlayacaklardır.
25- De ki: "Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir vade mi belirlemiştir, bilmiyorum."
26- Gaybın bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın sırlarını hiç kimseye açmaz.
27- Bu sırları sadece seçtiği peygamberlerine açar. Onların önlerinden ve arkalarından gözcüler, korucular salar.
28- Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını insanlara duyurduklarını belirler. O onların durumlarını ve tutumlarını bilgisi ile kuşatmış, herşeyi bir bir saymıştır.
Evet, ya Muhammed, insanlara de ki:"Ben sırf Rabbime yalvarırım, O'na hiç kimseyi ortak koşmam."
Bu açıklama cinlerin "Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız" biçimindeki kendi soydaşlarına yönelik açılamalarından sonra geliyor. Bu yüzden ayrı bir tad, ayrı bir etkileme gücü kazanıyor. Buna göre bu söz insanların ve cinlerin üzerinde görüş birliğine vardıkları ortak bir ilkedir. Kim -müşriklerin yaptıkları gibi- bu ilkeyi çiğnerse bu iki alemden soyutlanmış, onların oluşturdukları ortak çerçevenin dışına çıkmış olur. Ayetleri okumaya devam edelim:
"De ki: `Ben size ne zarar verebilirim ve ne de fayda sağlayabilirim."
Bu ayette de Peygamberimize kulluk ettiği ve kendisine hiçbir ortak koşmadığı yüce Allah'ın yetkisinde olan konularda hiçbir iddiada bulunmaması, bu konulardan el çekmesi ve uzak durması emrediliyor. Zarar verebilme ve fayda dokundurabilme yetkisi sadece Allah'ın tekelindedir. Ayetin orjinalinde "zarar" sözcüğünün karşıtı olarak "hidayet" anlamına gelen "ruşd" kelimesi kullanılıyor. Aynı kelimenin cinlerin "Acaba yeryüzündekiler için kötülük mü dileniyor, yoksa Rabbleri onlar hakkında iyilik mi diliyor bunu bilmiyoruz." Biçiminde sözlerinde de kullanılmıştır. Görülüyor ki, bu iki söz arasında hem içerik hem de sözcükler bakımından büyük oranda uyum vardır. Hikâye ile o hikayeye ilişkin değerlendirme arasındaki bu uyum, Kur'an'ın birçok yerinde gözetildiği, arandığı görülen bir ifade özelliğidir.
Bu iki ayetle bir yandan fayda ve zarar verecek güçte oldukları sanıla gelmiş olan cinler, öbür yandan Peygamberimiz kenara çekiliyorlar. Sonuçta bu yetki bütünü ile yüce Allah'ın tekelinde kalıyor. Böylece imana dayalı düşünce ve kesin, belirgin ve kayıtsız-şartsız soyutlanma ilkesi üzerine oturarak tutarlılık kazanıyor. Devam ediyoruz:
"De ki: `Hiç kimse beni Allah'ın elinden kurtaramaz; ben O'nun dışında hiçbir sığınak bulamam."
Bu söz peygamberlik ve Allah'a çağrı konusunda kalbi ciddiyetle doldurup taşıran müthiş bir sözdür. Peygamber'e bu büyük gerçeği ilan etmesi ve şöyle demesi emrediliyor: Beni hiç kimse Allah'ın elinden kurtaramaz. O'nun dışında hiçbir himaye yeri, hiçbir sığınak bulamam. Tek çarem bu mesajı insanlara duyurmak, bu emaneti yerine getirmektir. Benim için tek sığınak, tek güvenilir kurtuluş yolu budur. iş, benim kendi işim değildir. Benim bu İşte duyurmaktan başka hiçbir fonksiyonum yoktur. Bu duyurma görevini yerine getirmek benim için kaçınılmazdır. Çünkü benden bu görevi yapmamı istiyor. O'nun elinden beni hiç kimse kurtaramaz. O'nun dışında beni koruyacak hiçbir sığınak bulamam. Buna göre O'nun bana indirdiği mesajı duyurmak, bu görevi yerine getirmek, benim için tek kurtuluş yoludur.
Aman Allah'ım, bu ne korku, bu ne dehşet, bu ne ciddiyet!
Çağrının önderi olan Peygamberimizin gönüllü girişimi değildir sözkonusu olan. Sözkonusu olan yükümlülüktür. Ciddi ve kesin yükümlülük. Yerine getirilmesi kaçınılmaz bir yükümlülük. Çünkü arkasında yüce Allah var.
Hidayeti ve iyiliği sırtlayıp insanlara iletmenin sağlayacağı psikolojik haz değildir sözkonusu olan. Görev, ne savsaklanabilecek ne tereddütle karşılanabilecek olan yüce bir görevdir.
İşte çağrı görevinin niteliği böyle açıklığa kavuşturuluyor, böyle belirleniyor. Bu iş bir yükümlülüktür, kaçınılmaz bir görevdir. Arkasında dehşet vardır, arkasında ciddiyet vardır, arkasında yüceler yücesi Allah vardır. Devam ediyoruz:
"Allah'a ve Peygambere başkaldıranları, içinde sürekli kalacakları cehennem ateşi bekliyor.
Onlar kendilerine yönelik tehditlerin somut olarak gerçekleştiğini gördüklerinde hangi tarafın destek bakımından zayıf ve sayıca az olduğunu anlayacaklardır."
Duyurma görevinin kesin ciddiliğinin ortaya konuluşunu izleyen bu hem açık ve hem de kapalı tehdit ilâhi mesajı aldıktan sonra, duyuru görevinin yerine getirilişinin arkasından başkaldıranlara yöneliktir.
O günün müşrikleri güçlerine ve sayısal üstünlüklerine sığınıyorlar, kendi güçlerini Peygamberimizin ve yanında bulunan az sayıdaki Müslümanların güçleri ile karşılaştırarak karşı tarafa tepeden bakıyorlardı. Ama dünyada ya da ahirette kendilerine yönelik tehditlerin somut olarak gerçekleştiğini gördüklerinde "Hangi tarafın destek yönünden zayıf ve sayıca az olduğunu" hangi tarafın perişan, güçsüz, zavallı ve yüzüstü bırakılmış olduğunu öğreneceklerdir.
Bu noktada eğer cinlerin sözlerine dönersek onların "Yeryüzünde Allah ile başedemeyeceğimizi ve O'ndan kaçıp kurtulamayacağımızı kesinlikle anladık" biçimindeki açıklamaları ile yüzyüze geliriz. Böylece hikaye ile hikayeye ilişkin değerlendirmenin uyuştuğunu görürüz. Hikayenin, değerlendirmeye zemin hazırladığını ve değerlendirmenin de tam zamanında ve yerinde karşımıza çıktığını belirlemiş oluruz.
Bir sonraki ayette Peygamberimize gayp aleminden el çekmesi, sıyrılması emrediliyor. Okuyalım:
"De ki: `Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir vade mi belirlemiştir, bilmiyorum."
Bu çağrı Peygamberimizin kendi işi değildir, özünde O'nun hiçbir rolü, hiçbir katkısı yoktur. O'na düşen sadece yükümlülüğünü üstlenerek bu mesajı duyurmak ve böylece kendini güvenlik bölgesine çıkarabilmektir. Eğer ilahî mesajı duyurma görevini yerine getirmezse sözkonusu güvenlik bölgesine çıkamaz. Allah'a başkaldıranlara, O'nun mesajını yalanlayanlara ne gibi tehditler yöneltildiği de Peygamberin yetkisi dışındadır, O'nun bu konuda ne bir rolü vardır ne de bu tehditlerin gerçekleşeceği zamanı bilir. Yüce Allah bu isyancıların yakasına yakında yapışır mı, yoksa onlara uzun süreli bir mühlet mi tanır, O'nun bu konuda bir bilgisi yoktur. Peygamberimizin bu bilgisizliği ve habersizliği dünya azabı için de ahiret azabı için de geçerlidir. Bunların her ikisi de sadece yüce Allah'ın bildiği "gayb" sırlarıdır. Peygamberimizin o alanda hiçbir yetkisi yoktur, ne zaman gerçekleşeceklerine ilişkin bir bilgisi de yoktur. Gayb aleminin bilgisi Allah'ın tekelindedir, bu alan yaratıklara kapalıdır. Devam ediyoruz:
"Gaybın bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın sırlarını hiç kimseye açmaz." Böylece Peygamber her türlü sıfattan soyutlanıyor, kendisine sadece "kulluk" sıfatı bırakılıyor. O Allah'ın kuludur. Bu en yüksek derecesi ile, en üstün rütbesi ile O'nun sıfatıdır. Böylece islam düşüncesi her türlü kuşkudan, her türlü dış sızıntıdan arındırılıyor. Çünkü doğrudan doğruya bu dinin Peygamberine "De ki: `Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir vade mi belirlemiştir, bilmiyorum. Gaybın bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın sırlarını hiç kimseye açmaz" demesini emrediyor, Peygamber de bu gerçekleri ilan ediyor.
Bu kesin ilkenin bir tek istisnası var. O da yüce Allah'ın izni ile Peygamberlere verilen gayb bilgileridir. Onlara verilen bu bilgiler, ilâhî mesajı insanlara duyurmaya ilişkin görevlerini kolaylaştırma amacı ile sınırlıdır. Her şeyden önce onlara vahiy yolu ile indirilen mesaj, gayb biliminin bir parçasıdır. Yüce Allah zamanı gelince bu bilgiyi peygamberlerine açıyor, miktarını belirliyor, bu mesajı insanlara duyururlarken kendilerini gözetiyor ve denetliyor. Okuyacağımız ayetlerde yüce Allah, Peygamberimize bu gerçeği ilân etmesini emrediyor. Bu emrin dili son derece ciddi ve dehşet uyandırıcıdır. Okuyalım:
"Bu sırları sadece seçtiği peygamberlerine açar. Onların önlerinden ve arkalarından gözcüler, korucular koyar.
Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını insanlara duyurduklarını belirler. O; onların durumlarını ve tutumlarını bilgisi ile kuşatmış, herşeyi bir bir saymıştır." Yüce Allah, mesajını insanlara duyurmak üzere seçtiği peygamberlere gayba ilişkin sırların bir bölümünü bildirir. Bu bilgiler "vahiy" diye adlandırdığımız ilâhî mesajı, bu mesajın konusunu, duyurma yöntemini, onu getiren melekleri, kaynağını, "Levh-i Mahfuz"daki saklanışını, Peygamberin görevleri ile ilgili ve daha önce bilmedikleri diğer gayb sırlarını içerir.
Bu arada yüce Allah, gönderdiği bu peygamberleri sıkı gözetim ve denetim altında bulundurur. Bu gözetim ve denetim işini yapmak üzere başlarına gözcüler ve denetleyiciler diker. Bu görevliler şeytanın dürtülerine ve ayartma girişimlerine karşı nefislerinin içgüdülerine ve kışkırtmalarına karşı, görev ihtimaline yolaçabilecek insani zaaflarına karşı, unutma ve sapma tehlikelerine karşı, kısacası insanoğlunda görülebilecek olan bütün yetersizliklere ve zayıflıklara karşı peygamberleri korurlar.
İlk ayetteki "Onların önlerinden ve arkalarından gözcüler koyar" ifade gerçekten dehşet saçıcıdır. Bu ifade Peygamberlerin büyük görevleri sırasında sıkı ve sürekli bir denetim altında tutulduklarını somut biçimde dile getirir. Arkasından şu cümle ile yüzyüze geliyoruz:
"Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını insanlara duyurduklarını belirler."
Aslında yüce Allah, peygamberlerinin neler yaptıklarını bilir. Fakat amaç, onların duyurma görevlerini yapmaları ve görevin pratikte yerine getirildiğine ilişkin bilginin Allah'ın bilgisine bağlanmasıdır. Sonra da şöyle buyuruluyor:
"O, onların durumlarını ve tutumlarını bilgisi ile kuşatmıştır."
Peygamberlerin iç dünyalarında, hayatlarında ve çevrelerinde olup biten bütün gelişmeler yüce Allah'ın bilgi alanı içindedir, hiçbir gelişme bu alanın dışında kalmaz. Şimdi de surenin son cümlesini okuyoruz:
"O, herşeyi bir bir saymıştır."
Onun bilgisi sadece peygamberlere ilişkin gelişmelerle sınırlı değildir, tersine akla gelen ve gelmeyen herşeyi içerir, her şeyi tek tek saymış, hesaba getirmiştir. Tek tek saymak ve hesaba geçirmek, bilgi yolu ile kapsamanın en duyarlı biçimini ifade eder.
Deminden beri okuduklarımızı zihnimizde yeniden canlandıralım: Peygamber sıkı bir gözetim ve denetim ablukası altındadır. Yüce Allah içinden geçen ve çevresinde olup biten herşeyi bilmektedir. O bir emir kuludur. Görevini yapmaktan başka bir seçeneği yoktur. Görev yolunu izlerken ne nefsinin içgüdüleri ile ne insanî zaafları ile ne kişisel arzuları ile ne sevgileri ve sempatileri başbaşa bırakılmamaktadır. Tersine son derece kesin bir ciddiliğin bilerek hiç sağa-sola bakmadan yolunda ilerlemektedir. Çevresini saran gözetim ve denetim ağının farkındadır. Yüce Allah'ın üzerine dönük bilgi ve keşif projektöründe haberdardır.
Bu tablo bir yandan Peygamberlerin konumuna yönelik ilgiye yoğunluk yüklerken öbür yandan da bu yüce görevi ürpertici dehşet duygusunun odak noktası haline getirir.
Cinlerin çarpıcı, ürpertici, sarsıcı, uzun ve ayrıntılı konuşmaları ile başlayan sure, bu müthiş ve ürpertici mesajın sarsıntıları ile noktalanıyor. Sadece yirmi sekiz ayetten oluşan bu kısa sure birçok temel gerçeği dile getiriyor. Bu temel gerçekler Müslümanın inanç sisteminin, dengele, tutarlı ve berrak düşünce yapısının tuğlaları niteliğindedirler. Bu düşünce yapısı her türlü aşırılıktan uzak, bilgi edinme kanallarını insanın yüzüne kapamayan, bununla birlikte insanı masalların ve asılsız kuruntuların peşinden koşturmayan, sağlıklı bir düşünce yapısıdır.
Kur'an'ı dinler-dinlemez hemen iman eden cinler ne kadar doğru söylüyorlar:
"Biz harikulâde bir Kur'an dinledik. O doğru yola iletiyor. Hemen inandık ona."