31 Ocak 2015

FURKAN SURESİ FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ




FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ 
FURKAN SURESİ

1- Eğri ile doğruyu birbirinden ayıran Kur'anı, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye kulu Muhammed'e indiren Allah'ın şanı yücedir.
2- O ki, göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir hiç evlat edinmemiştir; egemenlikte ortağı yoktur; O her şevi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlenmiştir.
3- Müşrikler Allah'ı bir yana bırakarak hiç bir şey yaratamayan kendileri birer yaratık olan, kendilerine ne zarar ve ne de fayda dokunduramayan; öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri yetmeyen ilahlar edindiler.
Surenin temel konusunu sezdiren bir başlangıçla karşı karşıyayız. Bu ana konu şu ilkeleri içeriyor: Kur'an, yüce Allah tarafından indirilmiştir. Peygamberimiz bütün insanlığa gönderilmiştir. Yüce Allah tektir, oğul ve ortak edinmiş olması sözkonusu bile edilemeze. Bütün evren O'nun mülkiyeti ve O'nun hikmete dayalı, ön tasarılı yönetimi altındadır. Bütün bunlara rağmen müşrikler O'na ortaklar koşuyorlar, iftiracılar O'na asılsız sıfatlar yakıştırıyorlar, keçi inatlılar O'nun hakkında tartışmalara giriyor ve haddini bilmezler O'na dil uzatıyorlar. Şimdi okuduğumuz ayetleri teker teker irdeleyelim:
"Eğri ile doğruyu biribirinden ayıran Kur'anı, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye kulu Muhammed'e indiren Allah'ın şanı yücedir."
Ayetin orijinalinde geçen "Tebareke" kelimesi `Tefaale" kalıbında, "bereket" kökünden türemiş bir kelimedir. Fazlalık, sürekli çoğalma, tükenmezlik ve yücelik anlamlarını birarada ifade eder. Ayette yüce Allah'ın adı doğrudan doğruya geçmiyor, onun yerine "Kur'an'ı indiren" sıfatı kullanılıyor. Böylece Kur'an ile yüce Allah arasında sıkı bir bağ olduğu vurgulanıyor, okuyucunun dikkati bu sıkı ilişki üzerinde yoğunlaştırılıyor. Çünkü bu surenin tartışma konusu, Peygamberimizin peygamberliğinin doğruluğu ile Kur'anın Allah tarafından indirildiği gerçeğidir.
Burada Kur'an, "ayırıcı", "ayıraç" (furkan) adı ile anılıyor. Çünkü bu kitap doğru ile eğriyi (Hak ile batıl'ı) ve doğru yol ile sapık yolu biribirinden ayırır. Hatta o, yaşama tarzları ile insanlık tarihinin dönemlerini de biribirlerinden ayırd eden bir kriter işlevi görür. Çünkü Kur'an, gerek vicdanlara egemen olan değerler sistemi anlamında ve gerekse pratik hayata yansıyan somut uygulamalar anlamında belirgin ve kendine özgü bir hayat tarzının ana hatlarını çizer. Öyle ki, bu hayat tarzı, insanlığın daha önce tanıdığı diğer hayat tarzları ile karıştırılamaz. Yine bu kitap, insanlık tarihinin daha önceki hiç bir dönemi ile karıştırılamayacak olan, hem duygu ve hem de pratik uygulamalar düzeyinde kendine özgü olan ayrı bir tarih dönemini temsil eder. İşte Kur'an bu geniş ve yaygın anlamda bir "ayırd edici", bir "ayıraç"tır. O insanlık tarihinin çocukluk dönemini noktalayıp olgunluk çağını başlatan, somut olağanüstü mucizeler dönemini kapatarak akla dayalı mucizeler çağını açan, yerel ve süreli peygamberlikler dönemini sona erdirip evrensel, sürekli peygamberlik misyonunu başlatan, "tüm insanlar ve cinnler için uyarıcı" olan bir ayıraç, bir kriter, bir tarih çizgisidir.
Burada Peygamberimiz, onurlandırma ve yüceltilme amacı taşıyan bir yer= de "Allah'ın kulu" sıfatı ile nitelendiriliyor. Nitekim Mirac'a çıkarılması amacı ile gece yolculuğuna çıkarıldığını anlatàn ayette de ayni sıfatla nitelendirilmişti. "İsra" suresinde geçen o ayeti birlikte okuyoruz:
"Kulu Muhammed'i, bir gece, Mescid'i Haram'dan (Kabe'den) yola çıkararak, kendisine bazı mucizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i aksaya (Kudüs'e) ulaştıran Allah her türlü noksanlıktan uzaktır. (İsra Suresi, 1)
Aynı yaklaşımla yüce Allah'a dua edişi, ona yakarışı anlatılırken de bu sıfatlà anılmıştı. Cinn suresindeki o ayeti de birlikte okuyoruz:
"Allah'ın kulu Muhammed, O'na dua etmeye durduğunda müşrikler sanki bir keçenin tüyleri gibi kenetlenerek çevresini sararlardı." (Cinn Suresi, 19)
İşte Peygamberimiz Kur'anın kendisine indirildiğinin belirtildiği burada, "Kehf" suresinin benzer bir yerinde olduğu gibi "Allah kulu" sıfatı ile nitelendirilerek anılıyor. Kehf suresinin o ayeti de şöyle idi:
"Hiç bir çarpık yeri olmayan bu tutarlı Kitab'ı (Kur'anı) kulu Muhammed'e indiren Allah'a hamdolsun." (Kehf Suresi, 1)
Okuduğumuz ayetlerde Peygamberimizin kulluk niteliğinin vurgulanması, bu "makam"ın yüce bir makam olduğunu ve bir insanın tırmanabileceği en yüksek doruk oldùğunu kanıtlar. Bu nitelendirmede şu gizli mesaj da vardır: İnsan ne kadar yükselirse yükselsin, Allah'ın kulu olma niteliğini aşamaz, bu makama bir başka rütbe ekleyemez. Bu durumda ilahlık makamı, her türlü kuşkudan, her türlü ortaklık ve benzerlik yakıştırmasından arınmış bir yalınlıkla yüce Allah'a "özgü" olarak kalır. Çünkü Miraca çıkmak üzere girişilen gece yolculuğu gibi, yüce Allah'a dua etmek ve O'nunla "söyleşmek" gibi ve yüce Allah'tan vahiy yolu ile mesaj almak gibi ayrıcalıklı "makam"lar ve durumlar, öteden beri kimi peygamber bağlılarının ayaklarını kaydırmıştır. Yüce Allah'a oğul yakıştırma masalları ya da ilahlık-kulluk ilişkisi temeline dayanmayan başka ilişkilerin bazı peygamberlere yakıştırılması, hep bu ayrıcalıklı "makam" dan kaynaklanmıştır. İşte Kur'an-ı Kerim, bundan dolayı burada Peygamberimizin "kul olma" vasfını vurgulamakta, kulluğu insànların en seçkin simalarının en son yükselebilecékleri doruk olarak tanıtmaktadır.
Okuduğumuz ayetlerde Kur'anın Peygamberimize indirilişinin amacı, "tüm insanları ve cinnleri uyarmak" olarak gösteriliyor. Bu ayetin Mekke'de indiğini bildiğimize göre bu ifade, Peygamberimizin misyonunun daha ilk günlerinden itibaren evrensel nitelikli olarak ortaya çıktığını kanıtlar. Buna göre bazı müslüman olmayan sözde "tarihçiler"in bu konuya ilişkin iddiaları asılsızdır. Onların ileri sürdüklerine göre İslam, önce "yöresel" bir din olarak doğmuş, geniş alanlara yayıldıktan sonra milletlerarası, ya da "evrensel" olma amacına yönelmiştir. Oysa bu ayetten anlaşılıyor ki, İslamiyet daha doğarken "evrensel" bir misyon olarak doğmuştur. Sistemin karakteristik yapısı evrenseldir, kullandığı yöntemler tam anlamı ile "tüm insanlığa" yönelik yöntemlerdir, amacı da tüm insanlığı bir çağdan başka bir çàğa, bir hayat tarzından başka bir hayat tarzına geçirmektir. Bu çağ atlatma hamlesi, yüce Allah'ın, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye sevgili kulu, Hz. Muhammed'e indirdiği Kur'an aracılığı ile gerçekleşecektir. Görülüyor ki, Peygamberimizin Mekke'de müşriklerin sert direnişi, yalanlamaları ve inkarcılıkları ile boğuştuğu zor günlerde bu dinin "evrenselliği" kesin bir dille açıklanmaktadır.
Doğru ile eğriyi biribirinden ayıran Kur'anı, sevgili kulu Muhammed'e indiren Âllah'ın şanı yücedir.
"O ki, göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir; hiç evlat edinmemiştir; egemenlikte ortağı yoktur; O her şeyi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir."
İlk ayette olduğu gibi buràda da yüce Allah'ın adı açık açık anılmıyor, bunun yerine bir sıfat kullanılıyor. Böylece burada dikkatlerimiz, burada vurgulanmak istenen sıfat üzerinde yoğunlaştırılıyor. Tekrar okuyalım:
"O ki, göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir."
Yani göklerin ve yerin her anlamdaki egemenliği, gerek mülkiyet ve üstünlük anlamındaki egemenliği, gerek önceden tasarlama ve yönetme anlamındaki egemenliği, gerekse değiştirme ve yenileştirme anlamındaki egemenliği,O'nun tekelindedir. Devam ediyoruz:
"O hiç evlat edinmemiştir."
Üreme, yüce Allah'ın hayatın devamı için yarattığı doğal kanunlardan biridir. Oysa yüce Allah'ın varlığı geçici değil, kalıcı ve süreklidir. O'nun gücü her şeye yeter, hiç bir şeye muhtaç değildir. Devam edelim:
"Egemenlikte ortağı yoktur."
Göklerde ve yerdeki bütün varlıklar ve gelişmeler ortada bir karar birliğinin, bir yasal birliğinin, bir yönetim birliğinin olduğunu kanıtlar. Devam ediyoruz:
"O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir."
Yüce Allah, bu koca evrendeki her varlık biriminin hacmini, biçimini, fonksiyonunu, işini, zamanını, yerini, diğer varlıklarla uyumlu ilişkisini düzenlemiştir.
Gerek evrenin kendisinin ve gerekse evrende yeralan tüm varlıkların bileşimleri; insanı gerçekten hayrete düşürür, "rastlantı" düşüncesini kökünden çürütür. İnsanoğlunun bilgisi geliştikçe, evrenin yasalarına, işleyişine ve varlık birimlerine egemen olan uyumun yeni örneklerini keşfettikçe bu çarpıcı ayetin anlamını daha iyi anlıyor, onun kapsamını kavramaya çalışanın ufku biraz daha genişliyor. Tekrarlayalım:
"O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre düzenlemiştir."
Bakın Newyork bilimler akademisinin eski başkanlarından O'Crasy Morisson "İnsan Yalnız Değildir" adlı eserinde ne diyor?
"İnsanı dehşete düşüren bir başka nokta, tabiatın bu günkü biçimde düzenlenmiş olması, bu düzenin bu kadar üstün bir inceliğe ermiş olmasıdır. Mesela yer kabuğu şimdikinden bir kaç metre daha kalın olsaydı, karbondioksid'in oksijen atomlarından birini emecek, bunun sonucunda bitkilerin yaşaması mümkün olmayacaktı.
Eğer atmosfer, şimdikinden daha kalın olsaydı, atmosfer dışında yanan milyonlarca meteor, yerkürenin değişik yerlerine çarpacaktı. Bu meteorlar altı mil ile kırk mil arasında değişen bir hızla düşerler. Bu durumda yanabilen her şeyi tutuşturabilirlerdi. Eğer bu meteorlar kurşun hızı ile düşseler yere çakılırlar ve bundan korkunç sonuçlar doğardı. Eğer kurşun hızından doksan kat daha hızla düşen bir meteor parçası insana çarparak geçse sadece ısı etkisi ile onu paramparça ederdi.
Atmosfer, gerektiği kadar kalındır. Bu ölçülü kalınlık, bitkilerin muhtaç oldukları kimyasal etkili ışınları sızdırmaya elverişlidir. Ayrıca mikropları öldürür ve besinlerin gelişmesine imkan verir. Üstelik eğer insan gereğinden daha uzun bir süre güneşte kalmazsa bu ışınlardan zarar görmez. Uzun yüzyıllardan beri yeryüzü, çoğu zehirli olan gazlar yaydığı halde hava kirlenmiyor, temiz kalabiliyor, insanın yaşaması için gerekli olan dengeli oranını koruyabiliyor. Bu büyük dengeyi yerkabuğunu saran su kütleleri, okyanuslar sağlıyor. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar, yaşamaya uygun iklim, bitkiler ve son olarak insanın kendisi varlıklarını bu su kitlesine borçludurlar."
Yazar, kitabının bir başka bölümünde şöyle diyar:
"Eğer havadaki oksijenin oranı şimdiki gibi yüzde yirmibir değil de yüzde elli, ya da daha yüksek olsaydı, dünyadaki bütün yanabilen maddeler her an tutuşabilirlerdi. O zaman çakan şimşekten çıkan ilk kıvılcım bir ağaca çarpsa bütün bir ormanı patlamaları küle çevirirdi. Buna karşılık eğer havadaki oksijenin oranı yüzde on'a, ya da daha aşağıya düşse belki hayat, uzun yüzyıllar içinde kendini bu şartlara adapte ederdi, ama bu durumda şimdi insanın varlığına alıştığı uygarlık imkanlarının bir çoğundan mesela ateşten-yoksun olurduk."
Yazar, adı geçen eserinin üçüncü bölümünde ise şöyle diyor:
"Tabiatta ne hayret verici bir denge,bir denetim mekanizması vardır. Bu denge sert kabuklu hayvanların döneminden beri her hangi bir hayvan türünün dünyaya egemen olmasına meydan vermemiştir. Hiç bir hayvan türü ne kadar yırtıcı, ne kadar iri gövdeli ve ne kadar kurnaz olursa olsun dünyayı ele geçirememiştir. Yalnız insan bitkilerin ve hayvanların yaşama alanlarını değiştirerek bu doğal dengeyi bozmuştur. Fakat çok geçmeden hayvan, böcek ve bitki kaynaklı çeşitli afetlere uğrayarak bu yanlış uygulamanın ağır cezasını çekmiştir.
Şimdi anlatacağımız olay, bu kuralların insan varlığı açısından ne kadar önemli olduklarının canlı örneğidir.
Birkaç yıl önce Avustralya'da erozyonu önleme amacı ile başka yerden,getirtilen kaktüs türünde bir bitki geliştirildi. Fakat bu bitki türü o kadar hızlı bir şekilde yayıldı ki çok geçmeden tüm İngiltere'nin yüzölçümüne eş bir alan kapladı. Şehirlilerin de, köylülerin de hayatlarını zorlaştırmaya başladı, ékinleri yoketti, tarıma darbe indirdi. Ama Avusturyalılar yine de bu bitkinin hızlı yayılışını önleyecek bir çare bulamadılar. Tüm Avusturya hiç bir engel tanımadan yayılışını sürdüren, bu yabancı kaynaklı başıboş bitki ordusunun istilasına uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Bunun üzerine böcek uzmanları dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda sadece bu kaktüs bitkisi üzerinde yaşayan, sırf onun yapraklarını yiyerek beslenen bir böcek buldular. Bu böcek hızlı ürüyordu. Ayni zamanda Avustralya'da, düşmanı olan bir başka böcek türü yoktu. Bu yüzden çok geçmeden sözkonusu kaktüs türü bitkinin yayılmasını durdurdu. Arkasından kendi üremesi de yavaşladı. Günün birinde sözkonusu kaktüs türü bitkinin, sürekli yayılışını önlemeye yetecek kadar az bir nesli kaldı.
Görüldüğü gibi tabiatta her zaman kurallar ve dengeler egemendir ve dengeler her zaman faydalıdır.
Sıtma hastalığının taşıyıcısı olan sivrisinek neden bütün dünyaya yayılmayı başaramadı? Oysa atalarımız ya onun aşıladığı hastalıktan ölüyor, ya da aşıladığı mikroba karşı bağışıklık kazanıyorlardı. Ayni soruyu sarı hummayı yayan sinek için sorabiliriz. Oysa bu sinek bir zamanlar o kadar kuzeye doğru ilerledi ki, bir mevsimde Newyork şehrine kadar sokulabilmişti. Soğuk bölgelerde sık rastlanan sinek türleri için ayni sözü söyleyebiliriz. Niçin gece sineği asıl yurdu olan sıcak bölgeler dışında yaşayacak biçimde gelişerek insan türünü kökünden yok edebilecek bir etkinlik düzeyine erememiştir? Düne kadar insan koleranın, vebanın ve daha bir çok öldürücü mikrobun karşısında herhangi bir koruyucu önlemden yoksundu. Koruyucu aşılardan tamamen habersiz bir cahillik dönemi yaşıyordu. Bütün bunları hatırladığı takdirde bu aleyhte faktörlere rağmen insan soyunun varlığının devam etmesinin gerçekten hayret verici bir olgu olduğunu anlamakta gecikmez.
Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur. Solunumlarını borucuklar aracılığı ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler gelişip vucudları irileşince söz konusu borucuklar irileşen vucudları oranındaki oksijen akışını sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç santimden uzun böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının bu özellikleri ve solunum yollarının sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir böcek türünün varlığı mümkün değildir. Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm böcek türlerini frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma imkanı vermemiştir. Eğer bu doğal engel olmasaydı, yeryüzünde insan soyu varolamazdı. Arslan kadar iri bir eşek arısı ile ya da o kadar kocaman bir örümcek ile normal bir insanın karşılaştığını düşününüz. Acaba o insanın hali nice olur?
Bunlar dışında hayvan fizyolojisinde öyle müthiş, öyle şaşırtıcı düzenlemeler var ki, pek az insan bunların farkındadır. Ama eğer bu düzenlemeler olmasaydı, hiç bir hayvan, hatta hiç bir bitki varlığını sürdüremezdi.
Görülüyor ki, insan bilgisi gün geçtikçe yüce Allah'ın yaratıklarına ilişkin tasarlayıcılığının hayret verici yeni bir belirtisini, evrene ilişkin ince bir düzenlemesini keşfediyor; böylece O'nun sevgili "kul"una indirdiği Kur'anda yeralan "O her şeyi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir." şeklindeki buyruğunun her gün yeni bir anlamını kavramaktadır.
Gerçek böyle olmakla birlikte şu müşrikler bütün bunlardan hiç bir şey anlamıyorlar. Okuyalım:
"Müşrikler Allah'ı bir yana bırakarak hiç bir şey yaratamayan, kendileri birer yaratık olan, kendilerine ne fayda ve ne de zarar dokunduramayan; öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri yetmeyen ilahlar edindiler."
Görüldüğü gibi, müşriklerin sözde ilahları, bütün ilahlık vasıflarından soyutlanıyorlar. Çünkü "Onlar hiç bir şey yaratamıyorlar." Oysa Allah her şeyi yaratmıştır. Üstelik onların "kendileri birer yaratıktır." Eğer put ve heykel türü şeyler ise onları kendilerine tapanlar "yaratıyor" yani yapıyor. Eğer bu düzmece ilahlar melek, cinn, insan, taş ve ağaç ise o zaman onları yüce Allah "yaratıyor" yani yoktan varediyor. Yine bu düzmece ilahlar, değil bağlılarına "bizzat kendilerine ne fayda ve ne de zarar dokunduramazlar." Kendisine faydası olmayanın, zararlı olması kolay olabilir. Fakat bu düzmece ilahların buna bile güçleri yetmez. "Zarar vermek" bir insanın kendine kolaylıkla yapabileceği bir şey olduğu için ayette "fayda"nın önüne geçirilmiştir. Arkasında sadece yüce Allah'ın tekelinde olan vasıflara tırmanılıyor. Okuyoruz:
"Öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri yetmeyen ilahlar edindiler."
Bu düzmece ilahla ne diriyi öldürebilirler, ne yeni bir canlı meydana getirebilirler ve ne de ölüyü diriltebilirler. Peki geride ne kaldı? Hangi ilahlık sıfatına sahiptirler? Şu müşrikler hangi kuşkuya kapılarak bu putları ilah ediniyorlar?
Sözkonusu olan açık ve koyu bir sapıklıktır. İnsan bu kadar sapıtınca Peygamberimiz hakkında o adamların ileri sürdükleri saçma iddiaları ağzına alabilir. Bu sözler onlara çok görülmez. Çünkü Peygamberimize yönelik bu iddiaların daha çirkinlerini, daha ağza alınmazlarını yüce Allah hakkında ileri sürmüşlerdir. Bir insanın yüce Allah'a ortak yakıştırmasından daha çirkin bir iddia olabilir mi? Nitekim Peygamberimiz "En büyük günah nedir?" sorusuna "seni yaratan Allah'a eş koşmaktır." diye cevap vermiştir. (Buhari, Müslim)
MÜŞRİKLERİN KÜSTAHÇA TAVIRLARI
Yüce Allah'a yönelik bu edep dışı iddiaların sunulmasından sonra Peygamberimize yöneltilen küstahça iddialar gündeme getiriliyor, hemen arkasından bunların ne kadar saçma ve ne kadar yalan sözler olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz:

4- Kafirler "Şu Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir yalandır. Bu uydurma işinde kendisine yardım eden başkaları da vardır" dediler. Onlar gerçekten zulüm işlemişler ve yalan söylemişlerdir.
5- Yine onlar "Bu Kur'an, eski milletlerin masallarıdır. Muhammed onu adamlarına kopya ettirmiştir ve bu kopyalar sabahları ve akşamları kendisine okunmaktadır" dediler.
6- Onlara de ki; "Bu Kur'anı, göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi. Hiç kuşkusuz O, affedicidir ve merhametlidir. "
Kureyşli kafirlerin bu sözleri söylemelerinden daha koyu bir yalan düşünülemez. Çünkü onlar bu sözlerin bir takım asılsız yakıştırmalar olduklarını herkesten iyi bilirler. Bu asılsız yakıştırmaları halk arasında yayan kabile şefleri, Peygamberimiz tarafından okunan şu Kur'anın "İnsan sözü" olmadığını bilmiyor olamazlar. Onların dil ve ifade zevkleri bu gerçeği görmelerini sağlayacak düzeyde yüksektir. Böyle olduğu içindir ki, Kur'anın etkisine kapılmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Üstelik onlar Peygamberimizi, Peygamber olmadan önce yalan söylemez, hiç kimseyi aldatmaya kalkışmaz, özü-sözü doğru, "güvenilir" bir kişi olarak tanıyorlardı. Böyle bir adam Allah hakkında nasıl yalan söyleyebilir, nasıl O'na söylemediği bir sözü yakıştırabilirdi?
Fakat onlar kör inatları ve din önderi sayılmalarına dayanan sosyal mevkilerini yitirme korkuları yüzünden bu düzenbazlıklara başvuruyorlar ve halk arasında böyle ulu-orta iddialar yayıyorlardı. Çünkü cahil halk, edebi değeri olan sözle böyle olmayan sözü biribirinden ayıramaz, edebi sözün de edebilik derecesini belirleyemezdi. İşte halkın bu bilgisizliğinden güç alan mevki düşkünü kabile şefleri şöyle diyorlardı:
"Şu Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir yalandır. Bu uydurma işinde kendisine yardım eden başkaları da vardır."
Söylendiğine göre Kureyşli şefler "başkaları" derlerken arap asıllı olmayan üç kadar köleyi kasdediyorlardı. Onlara göre Peygamberimiz bu yabancı kölelerin yardımı ile Kur'anı uyduruyordu. Bu tartışma konusu edilmeye değmez, tutarsız ve boş bir sözdür. Çünkü bir insan, başkalarının yardımı ile bu Kur'anın benzerini düzebiliyordu. O halde onun bir benzerini ortaya koymalarına ne engel vardı? Niçin kendilerine bu yolda yardım edecek kimselerin yardımı ile bu Kitabın bir başka benzerini düzerek Peygamberimizin bu en büyük kozunu elinden almıyorlardı. Oysa Peygamberimiz bu konuda onlara meydan okuyor, onlar ise bu meydan okumaya karşılık veremiyorlardı.
Böyle olduğu içindir ki, bu tutarsız sözlerine karşılık verilmiyor, kendileri ile bu konuda tartışmaya girilmiyor. Bunun yerine açık ve değişmez sıfatları yüzlerine çarpılıyor:
"Onlar zulüm işlemişler, yalan söylemişlerdir."
Yaptıkları iş hem gerçeğe karşı, hem Peygamberimize karşı ve hem de kendilerine karşı zalimliktir. Sözleri, yalan olduğu, asli-astarı bulunmadığı besbelli olan bir uydurmadır.
Daha sonra yine Peygamberimize ve Kur'ana ilişkin saçma iddialarının aktarılmasına devam ediliyor. Okuyalım:
"Yine onlar `Bu Kur'an, eski milletlerin masallarıdır. Muhammed onu adamlarına kopya ettirmiştir ve bu kopyalar sabahları ve akşamları kendisine okunmaktadır.' dediler."
Bu sözleri söylerken Kur'an'da rastladıkları eski milletlerle ilgili hikayelere dayanıyorlardı. Kur'an, bu eskilerle ilgili hikayeleri, okuyanların ders almalarını, geçmişten ibret almalarını sağlamak için, insanları eğitmek ve yönlendirmek amacı ile anlatıyordu. İşte onlar bu doğru hikayelere "Eski milletlerin masalları" diyorlardı. İddialarına göre Peygamberimiz bu hikayelerin derlenip yazıya geçirilmesini sağlamış, arkasından da sabahları ve akşamları onların kendisine okunmasını istemişti. Hani okuması, yazması olmayan bir "ümmi" idi ya. Sonra da kendisine anlatılan bu hikayeleri anlatıyor ve onları tutup Allah'a yakıştırıyordu!
Bu sözler, onların hiç bir temele dayanmayan ve dolayısıyle tartışma konusu edilmeye değmez tutarsız iddiaların bir uzantısıdır. Çünkü Kur'an'da anlatılan hikayeler çarpıcı bir ahenk gösterirler. Bu hikayeler ile asıl sözün konusu arasında sıkı bir uyum vardır. Hikayeler o konunun doğruluğunu gösteren somut kanıtlar olarak sunulurlar. Hikayelerin amaçları ile içinde anlatıldıkları surenin ilgili bölümünün amaçları arasında da denge ve örtüşme görülür. Bütün bu özellikler bu hikayelerde bir amacın derin bir tasarlayıcılığın ve ince bir esprinin varlığını kanıtlar. Oysa bu niteliklere, bir ana fikir etrafında örülmemiş olan, belirli bir amaç taşımayan, sadece insanları oyalamak ve boş zamanlarını doldurmak için anlatılan eski masallarda rastlayamayız.
Bu adamlar "Kur'an eski milletlerin masallarıdır" derken sözünü ettikleri masalların çok eski yıllara ait olduğunu vurgulamak istemiş olmalıdırlar. Buna göre Peygamberimiz onları kendiliğinden bilemez. Bunun için masal hafızlarının, yani bu masalları kuşaktan kuşağa aktaran kimselerin onları, ona anlatıp belletmeleri gerekir. İşte su saçma iddiaların sahiplerine verilen cevap, bu espriye dayanıyor. Onlara şöyle deniyor: Muhammed'e bu masalları belleten zat,bütün bilginlerden daha bilgindir. Çünkü o sırların tümünü bilir. Ne eskilere ne yenilere ilişkin bir olayı, ne de bir bilgi O'ndan gizli kalamaz. Okuyalım:
"Onlara de ki; `Bu Kur'anı, göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi. Hiç kuşkusuz O, affedicidir ve merhametlidir."
Masal hafızlarının, masal aktarıcılarının bilgisi nerede, bu geniş kapsamlı bilgi nerede? Göklerin ve yerin esrarı yanında eskilerin masallarının lafı mı olur? Uçsuz-bucaksız okyanusun içinde küçücük bir noktanın ne yeri olabilir?
Ama o adamlar, Peygamberimiz hakkında bu tutarsız iddiaları ileri sürmekle büyük bir suç işliyorlar. Bundan da önemlisi yüce Allah'ın yaratıkları olduklarını unutarak O'na ortak koşmakta ısrar ediyorlar. Fakat bütün bunlara rağmen tevbe kapısı açıktır, günahtan dönmek mümkündür. Çünkü göklerin ve yerin sırlarını bildiği gibi, o edepsizlerin iftiralarını ve dalaverelerini de iyi bilen yüce Allah, bağışlayıcı ve merhametlidir. Okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz O, affedicidir ve merhametlidir."
YİNE ESKİLERİN SÖZLERİ
Daha sonraki ayetlerde müşriklerin Peygamberimize ilişkin ileri-geri sözlerinin, O'nun bir insan olmasına yönelik cahilce itirazlarının ve Peygamberlik görevi konusundaki katı önerilerinin sunulmasına devam ediliyor. Okuyoruz:

7- Yine onlar dediler ki; "Bu ne biçim Peygamberdir ki, bizim gibi yemek yiyor ve çarşıda-pazarda geziyor? Ona, kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir melek indirilseydi ya. "
8- "Ya da kendisine bir hazine verilseydi veya ürünleri ile beslenebileceği bir bahçesi olsaydı. " Bu zalimler, müminlere "Sizler, büyülenmiş, aklı dengesi bozuk bir adamın peşinden gidiyorsunuz" dediler.
9- Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır ve doğru yolu bir türlü bulamıyorlar.
10- Eğer dilerse satın onların sözünü ettiklerinden daha iyisini, yani altlarından çeşitli nehirler akan cennetleri verebilen ve senin için köşkler hazırlayabilen Allah'ın şanı yücedir.
Bu nasıl bir Peygamberdir ki, herkes gibi yemek yiyor ve çarşıda-pazarda dolaşıyor? Nasıl bir peygamberdir ki, tıpkı öbür normal insanların yaptıklarını yapıyor? Bu itiraz, insanların tüm peygamberler hakkında öne sürdükleri ortak bir itirazdır. Evet filanca oğlu falanca, çevresindekilerin yakından tanıdıkları, nasıl yaşadığını iyi bildikleri, herkes gibi yiyip içen ve sıradan insanlarınkine benzer bir hayat yaşayan bir adam, nasıl olur da yüce Allah'tan vahiy alan bir peygamber olabilir? Nasıl. olurda yeryüzü dışında başka bir alemle ilişki kurup o alemden mesaj alabilir? Oysa o adam, "onlardan biri"dir, onlar gibi etten ve kemikten yapılmış, onlar gibi damarlarında kan dolaşan bir insandır. Oysa o alemden, onlara vahiy gelmiyor; kendilerinden hiç bir üstünlüğü olmayan bu adamın vahiy yolu ile ilişki kurduğu o alem hakkında onların hiç bir bilgileri yoktur!
Meseleye bu açıdan bakınca tuhaf ve garip görülebilir. Fakat başka bir açıdan bakınca normal ve anlaşılabilir olduğu görülür. Şöyle ki: Yüce Allah, şu insana öz ruhundan bir soluk üflemiş ve bu ilahi soluk sayesinde diğer canlılara göre ayrıcalıklı bir konum kazanarak "insan" olmuş ve arkasından yeryüzü halifeliğine atanmıştır. Ama bu insan, bilgisi sınırlı, tecrübesi kısıtlı, başarma araçları yetersiz bir canlıdır. Yüce Allah'ın onu bu ağır halifelik görevinde desteksiz, yolunu aydınlatacak bir kılavuzdan yoksun bırakması sözkonusu değildir. Zaten diğer canlılar karşısında ayrıcalığını oluşturan o yüce "soluk" sayesinde ona kendisi ile ilişki kurma yeteneğini bağışlamıştır. Buna göre yüce Allah'ın, bu canlı türü arasında ilahi mesaj almaya yetenekli olan, ruhi yapısı bu özellikle donanmış olan bir "ferd"i seçmesi tuhaf değildir. Bu seçkin ferde, hemcinslerinin yollarını şaşırdıkları her dönemde doğru yolu gösterecek ilkeleri vahyetmesi, yardıma muhtaç oldukları her çıkmazda onlara kılavuzluk elini uzatması son derece normaldir.
Bazı yönleri ile tuhaf görülmekle birlikte başka açıdan bakınca son derece normal olduğu farkedilecek olan bu destek, aslında yüce Allah'ın insan soyuna yönelik bir onurlandırmasıdır. Fakat bazıları ne bu "insan" denen varlığın değerini kavrayabiliyorlar ve ne de yüce Allah'ın onun hesabına dilediği onurluluğun özünün farkındadırlar. Onlar bu bilinçsizlikleri yüzünden bir "insan"ın yüce Allah ile ilişki kurmasını, O'ndan vahiy yolu ile mesaj almasını, Allah'ın insanlara seslenen elçisi olmasını inkar ediyorlar, "Ona kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir melek indirilseydi ya" gibi sözlerle meleklerin, peygamberlik görevine daha öncelikle layık adaylar olduklarını düşünüyorlar. Oysa yüce Allah, insanoğlu önünde meleklere secde ettirdi. Çünkü insanoğluna, meleklere üstünlük sağlayan nitelikler armağan etmiştir. Bu nitelikler; o yüce ve onurlandırıcı "soluk"tan kaynaklanan yeteneklerdir.
Öteyandan insanlara kendi aralarından bir elçi gönderilmesinin kolayca kavranabilecek gerekçeleri, ilahi hikmetleri vardır. Çünkü o "insan" hemcinslerinin duygularını paylaşır, onların algılarını tadar, onların psikolojik deneyimlerini yaşar, acılarını ve umutlarını kavrar, içgüdülerini ve özlemlerini tanır, ihtiyaçlarını ve bağımlılıklarını yakından bilir. Bu yüzden yetersizliklerini ve kusurlarını hoş görür, güçlenmelerini ve yükselmelerini gönülden diler; onları adım adım ileriye götürürken psikolojik faktörlerini, nelerden etkilendiklerini ve nelere nasıl tepki gösterdiklerini başka bir canlı türüne göre çok daha iyi değerlendirir. Sebebine gelince eninde-sonunda o da onlardan biridir, yüce Allah'tan gelen mesajın kılavuzluğu ve desteği ile hemcinslerini Allah'a ulaştıran yolda iletmeye çalışmakta, bu yolda belirecek engelleri bertaraf etmeye çalışmaktadır.
Ayrıca hemcinslerinden olan bir peygamber, insanlar için özendirici ve cesaretlendirici bir örnek oluşturur. Çünkü bu seçkin insan onlàrdan biridir. Onları yavaş yavaş, adım adım ileriye götürmesi mümkündür. Yüce Allah'ın insanlara farz kıldığı davranışları ve yükümlülükleri, uygulamalarını istediği ahlak modelini, gözleri önünde hayata yansıtır. Kendi kişiliği ile tanımını üstlendiği inanç sisteminin canlı tercümanı odur. Onun hayatı, hareketleri, tutum ve davranışları diğer insanların önlerine açılmış bir kitap sayfası oluşturur. İnsanlar bu sayfayı satır satır okurlar, cümlelerinin anlamlarını aşama aşama özümlerler. Onu yanı başlarında gördükleri için vicdanlarında onu taklit etmeye, ona özenip onun gibi olmaya ilişkin güçlü bir heves uyanır. Kendileri gibi bir insanda somutlaşan sözkonusu hayat biçimini, hiç bir zaman yapamayacakları, özü itibari ile düzeylerini aşan bir yaşama tarzı olarak algılamazlar. Ama eğer başlarındaki Peygamber bir melek olsaydı onun davranışlarını düşünce süzgecinden geçirmeye kalkışmazlar, onu taklit etmeye, ona özenmeye girişmezlerdi. O zaman şöyle düşünürlerdi: Her şeyden önce onun yapısı bizimkinden farklıdır. Buna göre davranışlarının da bizimkilerden farklı olması normal ve kaçınılmazdır. Bizim ona benzemeyi ummamız, onun örneğini kendi pratik hayatımıza yansıtmaya özenmemiz yersizdir, yaratılışımızın çapını aşan bir hayaldir.
Bu durum, her şeyi yaratan ve yarattığı her şeyi bir ön-tasarıya göre düzenlemiş olan yüce Allah'ın bir hikmetidir. İnsanlığa önderlik etmek üzere, bu görevi başarı ile yerine getirmek üzere "insan"dan peygamber seçmiş olması, yüce Allah'ın üstün hikmetlerinden biridir. Buna karşılık Peygamberin "insan" kökenli olmasına itiraz etmek, bu yolla yüce Allah'ın insanı onurlandırdığını anlamamak demek olduğu gibi, ayni zamanda bu ilahi hikmetten de habersiz olmak demektir.
Müşriklerin Peygamberimize yönelik bir başka aptalca itirazları da şu idi: Şu Peygamberin çarşıda-pazarda dolaşıp geçimini sağlamaya çalışması olacak şey midir? Allah onun geçimini karşılasa ya! Çalışmadan, alın teri dökmeden ona bol mal bağışlasa ya! "Ya da ona bir hazine verilse, o da olmazsa kendisine ürünleri ile rahat rahat beslenebileceği bir bahçe bağışlansa ya!"
Oysa yüce Allah, Peygamberinin bir hazineye konmasını, ya da ürünleri ile rahatça beslenebileceği bir bahçesi olmasını uygun görmemiştir. Çünkü yüce Allah, Peygamberin, ümmeti için tam anlamı ile canlı bir örnek olmasını istemiştir. Buna göre Peygamber, bir yandan o kadar olağanüstü derecede önemli olan peygamberlik görevinin gereklerini yerine getirirken, öteyandan tıpkı ümmetinin her ferdi gibi geçimini sağlamak için çalışacak, ter dökecektir. Yüce Allah böyle olmasını istemiştir. Böyle istemiştir, çünkü o peygamberin ümmetinin geçimini emeli ve alın teri ile kazanan her hangi bir ferdi, şöyle konuşmaya kalkışmasın: Efendim, Peygamber'in geçimi sağlanmıştı, hayat kavgasının sıkıntısını çekmemişti. Bu yüzden kendini inancına, peygamberlik görevine ve bu görevini yükümlülüklerine adayabildi. Benim katlandığım sıkıntıların hiç birine katlanmadı, benim önüme dikilen engellerin hiç biri onun önünde yoktu.
Yüce Allah, Peygamberimizin çevresindeki hiç kimsenin bu tür bahaneler ileri sürmekte haklı olmasını istememişti. İşte herkes görsün ki, Peygamber bir yandan geçimini sağlamak için çalışırken, ter dökerken, öbür yandan Peygamberlik görevini yerine getirmek için çalışıyor. Buna göre ümmetinin hiç bir ferdi bu yüce görevin omuzlarına yükleyeceği zorluklardan kaçınamazdı, Peygamberin kendisine önereceği görevleri yapmamak için ileri süreceği hiçbir haklı mazereti olamazdı. Çünkü önderinin oluşturduğu somut örnek önünde duruyordu!
Daha sonraki dönemlerde Peygamberimizin bol malı da oldu. Bunun hikmeti de, denenmenin öbür boyutunda başarısını kanıtlaması, örnek olma fonksiyonunu tamama erdirmesidir. Çünkü, bu mal, Peygamberimizi ana görevinden alıkoyamamış, O'nu peygamberliğini ihmale sürükleyememişti. O mala kavuştuğu günlerde yağmur yüklü bir bulut gibi cömertti. Böylece servet sınavını başarı ile- aşarak dünya malının insanların gözündeki değerini düşürdü. Ayni zamanda artık hiç kimse şöyle diyemezdi: Evet, Muhammed, kendini Peygamberlik görevine adadı. Çünkü yoksuldu, kendisini meşgul edecek; vaktini alacak malı yoktu. Öyle değil. İşte eline bol mal geçtiği günler oldu. Fakat eskisi gibi çağrı görevini yürütmeye devam etti. Tıpkı yoksulluk günlerindeki gibi insanları gerçeğe çağırmayı sürdürdü.
Ayrıca ölümlü ve güçsüz insan, kalıcı ve güçlü yüce Allah ile ilişki kurunca malların, hazinelerin, bahçelerin ne anlamı olur? İnsan her şeyin yoktan varedicisi azın ve çoğun bağışlayıcısı olan yüce Allah ile bağlantı kurduktan sonra şu yeryüzü ile bütün üzerindekiler, hatta tümü ile yaratıklardan oluşan şu koca evrenin ne değeri olabilir ki? Fakat Peygamberimizin soydaşları o günlerde henüz bu gerçeği kavrayamamışlardı. Ayeti okuyoruz:
"Bu zalimler `sizler büyülenmiş akli dengesi bozuk bir adamın peşinden gidiyorsunuz' dediler."
Bu son derece çirkin ve zalimce bir sözdür. Kur'an, müşriklerin bu iğrenç sözünü burada olduğu gibi İsra suresinde de ayni ifadeler ile aktarmış; arkasından burada da orada da ona ayni cevabı vermiştir. Bu cevabı okuyoruz:
"Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır ve bir türlü doğru yolu bulamıyorlar." (İsra Suresi, 47-48)
Bu surenin ikisi de biribirine yakın konuları, işliyorlar genel havaları da biribirine yakındır. Müşriklerin bu çirkin sözü söylemekteki amaçları Peygamberimize hakaret etmek, O'nu küçük düşürmekti. Çünkü O'nu normal insanların söylemedikleri tuhaf sözler söyleyen, büyü yüzünden akli dengesi bozulmuş bir adama benzetiyorlardı. Fakat ayni zamanda O'nun söylediklerinin normal, alışılagelmiş, sıradan insan konuşması düzeyinde sözler olmadığının farkına vardıklarını da çıtlatmış oluyorlardı. Onlara verilen cevap, bu tutumlarının şaşırtıcı olduğu mesajını duyurmaktadır. Okuyalım:
"Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler düzdüklerini görüyor musun?" Onlar seni kimi zaman büyü yolu ile çarpılmış bir hastaya benzetiyorlar, kimi zaman seni uydurmacılıkla suçluyorlar, kimi zaman da bir masal rivayetçisi olduğunu ileri sürüyorlar. Bunların hepsi sapıklıktır, gerçeği kavramaktan uzaklaşmaktır; "Onlar sapmışlardır" doğruya ulaştıran, hedefe vardıran bütün doğru yolları yitirmişlerdir; "Doğru yolu bir türlü bulamıyorlar."
Bu tartışma, müşriklerin dünya nimetlerine ilişkin düşüncelerinin ve önerilerinin gülünçlüğünü, anlamsızlığını açıklayarak noktalanıyor. Hani onlar Peygamberimize bir hazine verilmesine, yada ürünleri ile rahatça beslenebileceği bir bahçe armağan edilmesini öneriyorlardı ya. Hani bu dünya mallarını değerli sayarak eğer gerçekten peygamber ise bunların Allah tarafından Peygamberimize sunulması gerektiğini düşünüyorlardı ya. Oysa yüce Allah eğer dilerse müşriklerin önerdikleri bu dünya nimetlerinden daha üstününü Peygamberimize bağışlayabilir. Okuyoruz:
"Eğer dilerse sana onların sözünü ettiklerinden daha iyisini, yani altlarından çeşitli nehirler akan cennetleri verebilen ve senin için köşkler hazırlayabilen Allah'ın şanı yücedir."
Fakat yüce Allah, Peygamberimize bu cennetlerden ve bu köşklerden daha üstün bir ödül vermeyi dilemiştir. Bu ödül cennetlerin ve köşklerin bağışlayıcısı ile ilişki halinde olmaktır; O'nun koruyuculuğunun, gözetiminin, yönlendiriciliğinin ve başarıya erdiriciliğinin bilincinde olmaktır; bu kutsal ilişkinin hazzını tadmaktır. Hiç bir nimetin, küçük-büyük hiçbir somut ödülün vereceği bu iliş-. kinin hazzına yaklaşamaz. Fakat şu müşrikler bu hazzı kavramaktan yada onun tadını yaşamaktan ne kadar da uzaktırlar!
Müşriklerin gerek yüce Allah'a ve gerekse Peygamberimize yönelik küstahça sözlerinin her türlü ölçüyü aştığının vurgulandığı bu noktada onların kafirliklerinin ve sapıklıklarının başka boyutuna parmak basılıyor. Bu adamlar Kıyamet gününü yalan sayıyorlar. Bu yüzden hiçbir zalimlikten, hiç bir iftiradan çekinmiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın karşısına çıkacakları ve bütün bu zalimliklerinin, bütün bu iftiralarının hesabını verecekleri bir günün geleceğine ihtimal vermiyorlar. Aşağıdaki ayetlerde bu inkarcılar bir Kıyamet sahnesinde canlandırılıyorlar. Bu Kıyamet sahnesi en katı kalpleri ürpertecek, en donuk duyguları sarsacak derecede korkunçtur. Adamlar kendilerini bekleyen bu tüyler ürpertici akıbetin yanısıra müminleri bekleyen mutlu son hakkında da karşılaştırmalı bilgi veriliyor. Okuyalım:

11- Aslında onlar Kıyamet gününü yalanlamışlardır. Biz de Kıyamet gününü yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.
12- Bu ateş onları uzaktan görünce onun uğultusu ve öfkeli solumaları kulaklarına gelir.
13- Zincirlerle elleri, ayaklarına bağlanmış olarak bu ateşin dar yerine atıldıklarında ise orada "yokolma "y imdada çağırırlar.
14- "Kendilerine "Bu gün bir kere yokolmayı değil, bir çok kez yokolmayı imdada çağırınız" diye seslenilir. "
15- De ki; "Bu mu iyidir, yoksa Allah'tan korkanlara vaadedilen, onlar için ödül ve barınak olarak hazırlanan ebedi .cennet mi?"
16- Onlar orada diledikleri her şeyi bulurlar. Orada sürekli kalacaklardır: Bu Rabb'inin gerçekleştirilmesi istenmiş vaadidir.
Evet bu adamlar aslında Kıyamet gününü yalan saydıkları için kafirlikte ve sapıklıkta bu kadar ileri gitmişlerdir. Burada kafirlikte ve sapıklıkta vardıkları noktanın uzaklığı ve aşırılığı vurgulanmakta, belirginliği ve somutluğu dikkatlerimizi çeksin diye daha önceki kafirlik ve sapıklık derecelerinden ayrılmaktadır: Okuyoruz:
"Aslında onlar Kıyamet gününü yalanlamışlardır."
Arkasından bu aşırı iğrençliği işleyenleri bekleyen korkunç akıbet açıklanıyor. Bu tüyler ürpertici akıbet önceden hazırlanmış, yakacağı mücrimleri dört gözle bekleyen bir alev çukurudur. Okuyoruz:
"Biz de Kıyamet gününü yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık." Bilindiği gibi aslında canlı ve somut olmayan nesneleri, kavramları ve psikolojik durumları sanki canlı şeylermiş gibi tanımlayıp somutlaştırma anlamına gelen "teşhis" sanatı, edebi sanatlardan biridir. Kur'an'da sık sık rastlanan bu sanat, gözler önüne serilen somut tabloları ve sahneleri "veciz"liğin doruk noktasına yüceltirken ayni zamanda bu tablolara ve sahnelere "hayat" unsurunu katar.
İşte burada bu sanatın çarpıcı bir örneği ile karşı karşıyayız. Gözlerimizin önüne çılgın alevli bir ateş sahnesi dikiliyor. Bu ateşin çıtırdayan alevlerine can yürümüştür! Bu yüzden bu ateş çevresine bakıyor ve sözkonusu Kıyamet günü yalanlayıcılarını görüveriyor! Onları uzaktan farkediyor. Onları farkeder-etmez uğuldanmaya ve homurdanmaya başlıyor. Onlarda bu uğultuları ve homurtuları, işitiyorlar. Alevleri yüzlerine doğru dalgalanıyor. Öfkesi kabardıkça homurtularının tonu da yükseliyor. Artık somut bir felaketten başka bir şey değildir. Onlar ise ona doğru yürüyorlar. Ayakları ve kalpleri titreten ne korkunç bir sahne!
İşte şimdi yanına varıyorlar. Fakat bu canavarın ağzına düşerken serbest değiller ki! Onunla boğuşup pençesine düşmüyorlar ki, onun tarafından kovalanıp sonunda pes etmiyorlar ki! Tersine onun ağzına tutulup atılıyorlar. zincirlenmiş olarak, zincirlerle elleri ayaklarına bağlanmış olarak ağzına bırakılıyorlar. Ayrıca daracık bir deliğinden içine bırakılıyorlar. Böylece acıları ve sıkıntıları arttığı gibi oradan kaçma imkanları da ortadan kalkıyor. Aha işte onlar kurtulma umudunu yitirmişler ve acılar içinde kavruluyorlar. Başka çareleri kalmadığı için yokolmayı diliyorlar. Okuyalım:
"Zincirler ile elleri ayaklarına bağlanmış olarak bu ateşin dar yerine atıldıklarında ise orada yokolmayı imdada çağırırlar."
Bu gün bu korkunç acıdan kurtulabilmek için "yokoluş" tek özlem, tek kaçacak deliktir. Ama o ne! Bu dualarının karşılığı geliyor kulaklarına. Kendilerini maskaraya alan, duaları ile alay eden acı bir cevaptır bu. Okuyoruz:
"Bu gün bir kere yokolmayı değil, bir çok kez yokolmayı imdada çağırınız."
Bir kere yok olmak yaramaz işinize, yetmez size.
Bu acıklı ve korkunç durumda kötülüklerden sakınanlar için, Rabb'lerinden korkanlar ve O'nun karşısına çıkacaklarını hatırdan çıkarmayanlar için, Kıyamet gününe inananlar için hazırlanan akıbet sunuluyor. Yalnız bu sunuşun dili de alaycı ve iğneleyicidir. Okuyoruz:
"De ki; `Bu mu iyidir, yoksa Allah'tan korkanlara vadedilen, onlar için ödül ve barınak olarak hazırlanan ebedi cennet mi?"
Onlar orada diledikleri her şeyi bulurlar. Orada sürekli kalacaklardır. Bu
Rabb'inin gerçekleştirilmesi istenmiş vaadidir."
Acaba o dayanılmaz acı mı iyidir, yoksa ebedi cennet mi? Yüce Allah orayı kötülükten sakınanlara vadetmiş, kendilerine burayı isteme hakkını, bu cayılmaz vaadin gerçekleşmesini isteme yetkisini bağışlamış ve orada canlarının çektiği her şeyi isteme ayrılığı ile donatmıştır. Bu iki tablonun bu iki durumun karşılaştırılacak yanı yoktur; ama burada vaktiyle Peygamberimizle küstahça alay eden o şaşkınlara yönelik acı bir alay ile karşı karşıyayız.
Ayetlerin devamında, inkarcıların yalanladıkları bir başka Kıyamet sahnesi sunuluyor. Hani şu sözkonusu müşriklerin sahnesi. Bu şaşkınlar, düzmece ilahları ile biraraya getirilmişler. Tapanları ile tapılanları ile hepsi yüce hakimin huzuruna dikilmişler. Kendilerine soruluyor, onlar da cevap veriyorlar. Okuyoruz:

17- Rabb'in, müşrikler ile onların Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları düzmece ilahlarını biraraya topladığı gün, düzmece ilahlara "Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?" der.
18- Düzmece ilahlar derler ki; "Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin! Senin dışında başka korucular ve dayanaklar edinmek bize yakışacak bir tutum değildir. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimetler verdin ki;-sonunda seni,anmayı unutarak yokedilmeyi hakkeden bir topluluk oldular. "
19- Bunun üzerine Allah, müşriklere der ki; "İşte düzmece ilahlarınız, sizin sözlerinizi yalanladılar. Artık ne azabımı başınızdan savabilirsiniz ve ne size yardım edecek birini bulabilirsiniz. Aranızdaki zalimlere büyük bir azap taddıracağız."
Müşriklerin yüce Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları bu düzmece ilahlar putlar olabilir, melekler ya da cinnler olabilir, Allah dışındaki başka ilahlar olabilirler. Hiç kuşkusuz yüce Allah herşeyi biliyor. Fakat yine hepsi biraraya getirildikleri bu büyük alanda sorguya çekiliyorlar. Bu soruşturmada teşhir etme, rezil etme ve azarlama amacı vardır ki, bu bile başlıbaşına korkunç bir azaptır. Düzmece ilahların cevapları yüce Allah'a sığınmak, yapılan iftiranın yakışıksızlığını açıklamak ve "ilahlık" iddiası karşısında ilgisizlik belirtmek olur. Onlar yüce Allah dışında dost ve yandaş olarak sayılmış olmayı bile içlerine sindiremediklerini söyleyecekler ve bütün suçu kendilerini putlaştıran inkarcı cahillerin üzerine yıkacaklardır. Okuyalım:
"Düzmece ilahlar derler ki, `Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin! Senin dışında başka korucular ve dayanaklar edinmek bize yakışacak bir tutum değildir. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimetler verdin ki, sonunda seni anmayı unutarak yokedilmeyi hakeden bir topluluk oldular."
Bu uzun süreli ve miras yolu ile gelen nimetler, nimetlerin bağışlayıcısını tanımayan, O'na yönelmeyen ve şükretmeyen bu nankörleri azdırmış, nimetlerin sahibini hatırlamaktan alıkoymuştur. Böylece kalpleri çoraklaşmış, kurumuştur. Tıpkı ne bir hayat, ne bir bitki ve ne de meyva içermeyen çorak bir toprak gibi. Aslında bu kimseleri tanımlayan kavram "yok olmak" anlamındadır, fakat bu kavramı ifade etsin diye kullanılan sözcük "çoraklık" ve "boşluk" anlamlarını da çağrıştırıyor. Kalplerin çoraklığı ile hayatın boşluğu, hiçliği yani.
Bu noktada yüce Allah sözü edilen q`cahil tapanlar"a sesleniyor, onları ağır ve aşağılayıcı bir dille azarlıyor.
"Bunun üzerine Allah, müşriklere der ki; `İşte düzmece ilahlarınız, sizin sözlerinizi yalanladılar. Artık ne azabını başınızdan savabilirsiniz ve ne de size yardım edecek birini bulabilirsiniz."
Yani ne azabı baştan savabilmek var, ne yardım görmek.
Tam da Ahiretteki toplantı sahnesindeyken ayetin son cümleciklerinde ansızın dünyaya dönülüyor ve gerçekleri yalanlayanlara indirilen sürpriz bir şamar gibi şu sert uyarı yöneltiliyor. Okuyoruz:
"Aranızdaki zalimlere büyük bir azap tattıracağız."
Kur'anın üslubu böyledir. Mesaj almaya elverişli hale gelen kalpleri, hemen o anda yakalayıverir. Burada kalpler az önceki korkunç Kıyamet sahnesinin henüz etkisi altındalarken sıcağı sıcağına sert bir uyarıya muhatap ediliyorlar.
Artık müşrikler iftiraların, yalanlamaların, alayların, Peygamberimizin insan kökenli oluşuna, herkes gibi yiyip içip, çarşıda pazarda dolaşmasına yönelik itirazların sonunu görmüşler. Bu "son"un ne olduğunu Peygamberimiz de görmüş. İşte sözün bu noktasında yüce Allah; Peygamberimize dönerek O'nu teselli ediyor, okşuyor. O'na diğer peygamberlerden farklı olmadığını, hepsinin ayni yollardan geçtiklerini hatırlatıyor. Okuyalım:

20- Senden önceki gönderdiğim bütün peygamberler de herkes gibi yemek yerler ve çarşıda-pazarda gezerlerdi. Sizleri biribirleriniz aracılığı ile sınavdan geçiriyoruz. Acaba karşılaştığınız sıkıntılara katlanabilecek misiniz diye. Hiç şüphesiz Rabb'in her şeyi görür.
Eğer bir itiraz varsa bu, Peygamberimizin kişiliğine yönelik bir itiraz değildir, yüce Allah'ın yasasına yönelik bir itirazdır. Bu yasa tasarlanarak ve bilerek yürürlüğe konmuştur, belirli bir amacı vardır. Okuyalım:
"Sizleri biribirleriniz aracılığı ile sınavdan geçiriyoruz."
Yüce Allah'ın hikmetini, tasarısını, planını kavrayamayanlar bu yasaya itiraz edecekler; yüce Allah'a, O'nun hikmetine ve desteğine güvenenler bu itirazlara karşı sabredecekler; ilahi çağrı yoluna devam edecek; insanlar aracılığı ile ve insan -işi yöntemlerle kavga verecek, yenecek ve kararlı direnişçiler bu sınavdan alınlarının akı ile çıkacaklardır. Okuyoruz:
"Acaba kârşılaştığınız sıkıntılara katlanabilecek misiniz diye. Hiç şüphesiz senin Rabbin her şeyi görür.
Yüce Allah karakterleri, kalpleri, varılacak "son"ları, amaçları görür. Ayetin son cümleciğinde yeralan "senin Rabbin" biçimindeki tamlama ılık meltemler yayan bir sıcaklık taşır. Peygamberimizin teselli edildiği, gönlünün alındığı, okşandığı, kucaklandığı ve yakına alındığı bu noktada, çağrışımı ve gölgesi ile kendisine moral ve cesaret aşılamaktadır. Hiç şüphesiz yüce Allah, kalplerin giriş kanallarını herkesten iyi görür.
Surenin bu "aşama"sının başlangıcı ilk "aşama"nın başlangıcına benziyor. İlk aşamanın girişinde olduğu gibi müşriklerin yüce Allah'a yönelik küstahça iddiaları ile Peygamberimize ilişkin basmakalıp itirazları ve sözde önerileri aktarılıyor. Yalnız önce Peygamberimize yönelik iddiaları gündeme getïrilerek kendisi teselli ediliyor, gönlü alınıyor. Ayrıca müşriklere bu ileri-geri sözleri yüzünden uğrayacakları ceza hemen açıklanıyor. Aşağıdaki sözlerine karşılık olarak yapılan bu ceza açıklaması biribirine bağlı bir dizi Kıyamet sahnesinde somutlaştırılarak yapılıyor:
"Bize melekler gönderilmeli değil miydi, ya da doğrudan doğruya Rabbimizi görmeli değil miydik."
Sonra onların Kur'anın indirilişine ilişkin basmakalıp itirazları sunuluyor, hemen arkasından Kur'anın niçin peyderpey indirildiği anlatılıyor daha sonra Peygamberimize müşriklerin kendisi ile girişeceği her tartışmada yardım edebileceğine ilişkin güvence veriliyor. Okuyalım:
"Müşrikler ne zaman karşına saçma bir itirazla çıkarlarsa,biz sana gerçeği ve susturucu açıklamayı sunarız."
Arkasından Peygamberimize ve müşriklerin kendilerine, daha önce Peygamberlerini yalanlayan toplumların yokediliş sahneleri sunuluyor, bu arada Hz. Lut'un soydaşlarının yokedilişlerine dikkatler özellikle çekiliyor. Yolları bu yıkık kentin yakınından geçtiği halde bu kalıntılardan ders çıkarmamaları, bu enkazın acı anlamının kalplerini etkilememesi yadırganıyor. Bütün bunların arkasından Peygamberimizin şahsına yönelik alayları ve görevine ilişkin küstahça dil uzatmaları sergileniyor. Bu sergilemeyi sert bir değerlendirme, bu arsız sözlerin sahiplerini aşağılayan, yerin dibine batıran bir yorum izliyor. Okuyoruz:
"Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha sapık yoldadırlar.

21- Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler "bize melekler gönderilmeli değil miydi, ya da doğrudan doğruya Rabb'imizi görmeli değil miydik " dediler. Onlar büyüklük kompleksine kapılarak azgınlıkta son derece ileri gitmişlerdir.
22- Melekleri görecekleri gün var ya, o gün o günahkarlara müjdeli bir haber verilecek değildir. Melekler onlara "Sizler aftan ve cennetten mahrumsunuz" derler.
23- Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz.
24- O gün cennetlikler en iyi yerlerde oturacaklar, en güzel şekilde dinleneceklerdir.
25- O gün gök parçalanarak beyaz bulut kümelerine dönüşür ve melekler bölük bölük inerler.
26- Gerçek egemenliğin, Rahman olan Allah'ın tekelinde olacağı o gün kafirler için çetin bir gün olacaktır.
27- O gün her zalim öfkesinden parmaklarını ısırarak şöyle der; "Keşki Peygamber'in yoldaşı olsaydım. "
28- "Eyvah, keşki falancayı dost edinmeseydim!"
29- "Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra o beni Allah'ı anmaktan alıkoydu. Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır. "
Müşrikler Yüce Allah ile karşılaşacaklarını "beklemezler." Yani bu karşılaşmaya hazırlıklı değildirler, onu hesaba katmazlar, hayatlarını ve davranışlarını bu olguya göre düzenlemezler. Bu yüzden yüce Allah'tan çekinmezler, ürkmezler, kalplerinde O'nu yücelten bir bilincin izine rastlanmaz. Bu umursamazlığın sonucu olarak her türlü ileri-geri sözü rahatlıkla söylerler, yüce Allah ile karşılaşacağının bilincinde olanların akıllarının ucundan geçmeyecek saygısız düşünceleri hiç çekinmeden dile getirirler. Okuyoruz:
"Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler `Bize melekler gönderilmeli değil miydi, ya da Rabbimizi doğrudan doğruya görmeli değil miydik' derler."
Bu adamlar Peygamberin "insan" kökenli oluşunu yadırgıyorlardı. Benimsemeye çağırdıkları ilkelere inanabilmeleri için kendilerine ya Peygamberin peygamberliğini onaylayacak meleklerin inmesini ya da doğrudan doğruya yüce Allah'ı görebilmeyi istiyorlardı. Bu istek yüce Allah'a yöneltilmiş bir küstahlıktı. Ancak yüce Allah'ın yüceliğini kalplerinde hissetmeyen, O'nun ululuğunu gerektiği gibi değerlendiremeyen, saygısız cahiller bu tür saçmalıklar geveleyebilir, böylesine ileri-geri sözler söyleyebilirlerdi. Yoksa yüce Allah'ın ululuğu, ezici idaresi ve ölçüler-üstü büyüklüğü yanında onlar kim oluyorlardı? Onlar yüce Allah'ın engin mülkü ve sayıya gelmez yaratıkları içinde küçücük bir toz parçasından başka ne idiler ki? Onlara düşen tek şey yüce Allah'a bağlanmak, bu "iman" aracılığı ile O'nun katında değer aramaktı. Bu yüzden bu ayet noktalanmadan kendilerine hakkettikleri cevap yetiştiriliyor. Bu cevapta takındıkları küstahça tavrın nereden kaynaklandığı açığa vuruluyor. Okuyoruz:
"Onlar büyüklük kompleksine kapılarak azgınlıkta son derece ileri gitmişlerdir."
Bu şaşkınlar kendilerini dev aynasında görmüşler. Bu yüzden büyüklük taslayarak azgınlığın doruğuna çıkmışlardır. Kendilerine yönelik aşırı "bencil" değerlendirme yanılgısından ötürü gerçek değerleri bilememişler, onlara layık oldukları önemi verememişlerdir. Sırf kendilerini görmüşler, bu yanıltıcı egoizm kompleksi gözlerinde büyümüş, şişmiş, bakışlarını kör etmiştir. Bu yüzden şu koca evrende o kadar önemli bir varlık olduklarını sanmışlar ki, iman etmeleri ve gerçekleri onaylamaları için yüce Allah'ın kendilerine doğrudan doğruya görünmesini istemeye hakları olduğu sanısına kapılmışlardır!
Arkasından bu şaşkınlarla gerçekten ve ciddi biçimde alay ediliyor. Çünkü melekleri görecekleri günün dehşeti kendilerine haber veriliyor. Bilindiği gibi melekleri görmek, iki küstahça isteklerinin göreceli olarak daha az küstahça olanı idi. Onlara verilen bilgiye göre melekleri, ancak korkunç ve dehşet dolu bir günde görebileceklerdi. O gün kendilerini katlanamayacakları ve kurtulamayacakları bir azap bekleyecekti. O gün, hesaplaşma ve ceza biçme günü olacaktı. Okuyalım:
"Melekleri görecekleri gün var ya, o gün günahkarlara müjdeli bir haber verilecek değildir. Melekler onlara `sizler aftan ve cennetten mahrumsunuz' derler. Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."
Şimdi yaptıkları önerinin gerçekleşeceği gün, yani "melekleri görecekleri gün", o gün günahkarlara herhangi bir sevindirici haber değil, azap haberi verilecektir. Aman Allah'ım, onların dünyadaki basmakalıp deyimlerine ne acı bir cevap verilecektir. Onlara "sizler aftan ve cennetten mahrumsunuz" denecektir. Bu sözün bir benzeri, onların' dünyadayken kullandıkları basmakalıp bir deyimdi. Bu deyim kötülükten ve düşmanlardan kaçınma dileğini açığa vururdu, onlar düşmanlarından uzak kalmayı, onların zararlarından sakınmayı istedikleri zaman bu sözü söylerlerdi. Fakat bu sözü söyledikleri günler nerede, şimdi yüzyüze geldikleri dehşet nerede! Ayrıca yapacakları dua da onları kurtaramaz, çarpılacakları azabı başlarından savamaz. Okuyoruz:
"Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."
İşte böylece, her şey bir anda olup bitiyor. Kuranın hayalde canlandırma ve somutlaştırma uslubu uyarınca insan hayalı "amalleri ele alma" ve "ufalayıp havaya saçma" eylemlerini ardarda izliyor. Bir de bakıyorsunuz ki, bu müşriklerin dünya hayatları sırasında işledikleri iyilikler havada uçuşan birer toz kırıntısıdır. Çünkü bu iyiliklerin temeli iman değildi. İman olacak ki, kalp yüce Allah'a bağlanacak. İman olacak ki, "iyi işler" belirlenmiş bir program ve amaçlanan bir yaşama biçimi olacak. Yoksa bu iyi işler, amaçsız rastlantılar, geçici iç eğilimler, saman alevi gibi çabucak parlayıp sönen amaçsız ve kısa ömürlü hevesler olurlar. Bir programla bütünleşmemiş tek bir davranışın, belli amaçlı bir zincirin halkası olmayan kopuk bir hareketin hiç bir değeri yoktur.
İslama göre insanın varlığı, hayatı ve davranışları tümü ile şu evrenin özü ile, bu evrende egemen olan yasalar bütünü ile ilişkilidir. İnsanın kendisi ve davranışları da dahil olmak üzere bunların hepsi de yüce Allah'a bağlıdır. Buna göre hayatı ile kendisini evrenle bütünleştiren bu ana eksenden kopunca kaybolmuşluğun hiçliğin boşluğuna yuvarlanır. Artık ne önemi kalır ne de değeri. İşlediği amellerinin de değeri ve karşılığı olmaz. Hatta bu amellerin varlığı ve kalıcılığı da bulunmaz.
İman, insanı Rabbine bağlayan biricik bağdır. İnsanın davranışlarına değer ve önem kazandıran, insanın kendisine şu evren bütünü içinde yer sağlayan bu bağdır.
İşte bu yüzden sözkonusu müşriklerin amelleri anlatıldığı biçimde yok olur. Kur'an-ı Kerim, bu kesin yokoluşu hayalimizde canlanan, son derece somut bir şekilde tasvir ediyor. Tekrarlıyoruz:
"Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."
Bu noktada dikkatlerimiz öbür tarafa çevriliyor. Orada cennetin yerlileri olan müminler ile göz göze geliyoruz. Böylece sahneler arasındaki paralellik, simetri gerçekleşmiş oluyor. Okuyalım:
"O gün cennetlikler en iyi yerlerde oturacaklar, en güzel şekilde dinleneceklerdir."
Burada cennetlikler yerleşmiş olarak, huzur içinde ve serin gölgelikler altında dinlenirken tasvir ediliyorlar. Cennetliklerdeki bu "istikrar" cehennemliklerdeki havada dağılan tozların "uçarı"lığının ve "huzur" da insana küçük dilini yutturan sürekli "endişe"nin karşıtıdır.
Kafirler, yüce Allah'ın ve meleklerin bulut katmanları arasından süzülerek yanlarına gelmelerini öneriyorlardı. Bu önerilerde yahudi masallarının izlerini bulmak mümkündür. Bu masalların tasvirlerine göre yahudilerin "ilah"ı kendilerine bulutlar arasında yada bir ateş sütunu içinde görülüyordu!
Bu noktada dikkatlerimiz başka bir sahneye çevriliyor. Bu sahne, müşriklerin meleklerin yanlarına inmelerine ilişkin önerilerinin gerçekleşeceği gün somutluk kazanacak olan bir sahnedir. Okuyoruz:
"O gün gök parçalanarak beyaz bulut kümelerine dönüşür ve melekler bölük bölük inerler.
Gerçek egemenliğin, Rahman olan Allah'ın tekelinde olacağı o gün kafirler için çetin bir gün olacaktır."
Bu ayette, Kur'andâ yeralan çok sayıdaki benzerlerinde olduğu gibi "o gün" meydana gelecekleri belirtilen büyük kozmik olaylar anlatılıyor. Bu olaylar görünür evrenin parçalarını, burçlarını, galaksilerini, gezegenlerini ve yıldızlarını birarada tutan düzenin bozulacağını; bu kozmik varlıkların yapılarının, biçimlerinin ve bağlantılarının alt-üst olacağını haber verirler. Bu çarpıcı gelişmeler, şu "alem"in sonu olacaktır. Bu başdöndürücü değişmeler sadece yeryüzünde görülmeyecek, yıldızları, gezegenleri ve galaksileri de etki alanları içine alacaklardır. Çeşitli surelerde yeralan ilgili ayetleri okuyarak bu başdöndürücü "değişim"in görüntülerini gözlerimizin önüne getirmemiz yerinde olur. Şimdi bu seçme ayetleri birlikte okuyoruz:
"Güneş, sönüp büzüldüğü zaman"
"Yıldızlar kararıp parçalandığı zaman"
"Dağlar yürütüldüğü zaman"
"Doğurmak üzere olan gebe develer başıboş bırakıldığı zaman"
"Vahşi hayvanlar biraraya getirildiği zaman"
"Denizler kabardığı zaman" (Tekvir Suresi, 1-6)
"Gök yarıldığı zaman."
"Yıldızlar parçalanıp dağıldığı zaman"
"Denizler kabarıp taştığı zaman"
"Mezarlar deşildiği zaman." (İnfitar Suresi, 1-4)
"Gök yarıldığı ve yaratılışı uyarınca Rabbine boyun eğdiği zaman."
"Yeryüzü genleştiği, içindeki her şeyi dışarıya atıp boşaldığı ve yaratılışı uyarınca Rabbine boyun eğdiği zaman." (İnşikak Suresi, 1-5)
"Gök yarılıp da erimiş yağ gibi sıvılaştığı zaman. " (Rahman Suresi, 37)
"Yeryüzü şiddetli bir sarsıntıya tutulduğu, dağlar, parçalanıp havada uçuşan toz bulutlarına dönüştüğü zaman" (Vakıa Suresi, 4-6)
"Sura ilk kez üflenince, dünya ve dağlar yerlerinden oynatılarak biribirine çarpılınca. İşte o zaman beklenen olay olmuştur. Gök yarılmıştır, o gün O dengesini yitirmiştir. " (Hakka Suresi, 13-164)
"O gün gök erimiş madene dönüşür. Dağlarda atılmış pamuk gibi olur. " (Mearic Suresi, 8-9) "Yer, o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı ve bağrında taşıdığı yükleri dışarıya attığı zaman." (Zilzal Suresi, 1-2)
"O gün insanlar ateş çevresinde çırpınıp öbek öbek dökülen pervane kümeleri gibi olurlar. Dağlar da atılmış renkli yün gibi olurlar." (Karia Suresi 4-5)
"Ey Muhammed, göğün koyu bir duman salarak insanları kuşattığı günü bekle. Bu acı bir azaptır. " (Duhan Suresi 10-11)
"O gün yer ve dağlar sarsılır; dağlar gevşek kum tepelerine dönüşürler." (Müzemmil Suresi, 14)
"Gök, o günün dehşeti ile parçalanır." (Müzemmil Suresi, 18)
"Yer parçalanıp parçaları biribirine çarptığı zaman." (Fecr Suresi, 7-9)
"Göz kamaştığı, ay karardığı ve güneş ile ay birleştiği zaman." (Kıyamet Suresi, 7-9) "Yıldızların ışığı söndüğü, gök yarıldığı ve dağlar pamuk gibi atıldığı zaman." (Murselât Suresi, 8-10)
"Ey Muhammed, sana dağlara ilişkin soru sorarlar. De ki; `Rabb'in onları ufalayıp havada savurur. Yerlerini dümdüz ve çırılçıplak bir alana dönüştürür. O alanda hiç bir engebe, hiç bir tümsek göremezsin." (Taha Suresi, 105-107)
"Sen dağları görünce onların yerlerinden hiç kımıldamadıklarını sanırsın. Oysa onlar bulutlar gibi hareket ederler." (Neml Suresi, 88)
"O gün dağları yerlerinden söküp yürütürüz de sen yeryüzünü çıplak ve dümdüz görürsün. " (Kehf Suresi 47)
"O gün yer, başka bir yere ve gökler de başka göklere dönüştürülürler." (İbrahim Suresi, 48) "O gün göğü yazılı sayfaların dürüldüğü gibi düreriz." (Enbiya Suresi, 104)
Bütün bu ayetler bize evrenimizin sonunun "korkunç" olacağını bildiriyor. Yer sarsıntıya tutulup parçalanacak ve parçaları içiçe geçecek, dağlar param parça olacak. Denizler kabarıp taşacak. Bu "taşma" ya sıkışma sonucunda suların çoğalması ile ya da suyun atomlara ayrılarak ateşe dönüşmesi ile olacak.
Bu arada yıldızlar kararıp sönecek, gök yarılıp parçalanacak, gezegenler parçalanıp boşluğa dağılacak. Gök cisimleri arasındaki uzaklıkların dengesi bozularak, bunun sonucu olarak güneş ile ay birleşecek; gök, bir keresinde "duman" gibi görünecek başka bir keresinde ise kıpkızıl ateşe dönüşecektir. Daha bunlara benzer bir çok evrensel dehşet sahnesi yaşanacaktır.
Bu surede ise yüce Allah, müşrikleri göğün parçalanıp beyaz bulut kümelerine dönüşeceği olgusu ile korkutuyor. Bu bulutlar, o günkü korkunç patlamaların buharlarından oluşmuş buğu katmanları olabilirler. O gün melekler, kafirlerin yanına inerler, böylece bir bakıma dünyadaki önerileri gerçekleştirilmiş olur. Ne var ki, bu iniş, Peygamber'in söylediklerini onaylamak için değil, Rabb'lerinin bu kafirlere yönelik azabını uygulamak içindir. Bu yüzden:
"O gün kafirler için çetin bir gün olacaktır."
Çünkü o günün onlar için bir çok korkunç sahneleri ve türlü türlü azapları vardır. Peki, durum böyleyken bu şaşkınlar hangi akla hizmet ederek yanlarına meleklerin inmesini öneriyorlar? Meleklerin yanlarına ancak böylesine zor bir günde ineceklerini hiç düşünmüyorlar mı?
Arkasından o günün bir başka sahnesi sunuluyor. Bu sahne sapık zalimlerin pişmanlıklarını canlandırıyor. Sahnenin sunuluşu uzun sürüyor, filmin geçişi ağırlaştırılıyor. Öyle ki, okuyucu bu sahnenin hiç bitmeyeceğini, sonunun gelmeyeceğini sanıyor. Seyrettiğimiz görüntü pişmanlığın, hayıflanmanın, yazıklanmanın somut bir belirtisi olarâk parmaklarını ısıran zalimin görüntüsüdür. Okuyalım:
"O gün her zalim, öfkesinden, parmaklarını ısırarak şöyle der; `Keşki Peygamberin yoldaşı olsaydım.
Eyvah, keşki falancayı dost edinmeseydim.
Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra o beni Allah'ı anlamaktan alıkoydu. Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır."
Zavallının çevresindeki her şey susuyor. Duyulan tek ses, onun yanık sesi, onun hayıflanan iniltileridir. Feryadının uzun havalı melodisi, bu pişmanlık sahnesini uzatıyor ve etkisine derinlik kazandırıyor. Öyle ki, bu ayetlerin okuyucusu da dinleyicisi de sanki bu pişmanlığa, bu hayıflanmaya; bu yazıklanmaya katılır gibi olmaktadırlar.
Evet "O gün her zalim öfkesinden parmaklarını ısırır."
Ona ısırmak için tek elin parmakları yetmiyor; bir o elin parmaklarını bir bu elin parmaklarını ısırıyor, ya da her iki elinin parmaklarını birlikte ısırıyor. Parmak ısırmakta somutlaşan pişmanlığının ateşi o kadar yüksektir. "Öfkeden parmak ısırmak" bilinen bir harekettir. Burada psikolojik bir durumu sembolize etmekte, onu somut bir ifadeye kavuşturmaktadır. Devam ediyoruz:
"Keşki Peygamber'in yoldaşı olsaydım' der."
Keşki Peygamber'in yolunu izleseydim, O'ndan ayrılmasaydım, O'nun peşini bırakmasaydım! Adam bu sözleri kim için söylüyor? Kim için olacak. Peygamberliğini inkar ettiği, Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini bir
türlü içine sindiremediği Peygamber'imiz için söylüyor! Devam edelim:
"Eyvah, keşki falancayı dost edinmeseydim."
Adam "falancayı" diyor, belirsizlik yansıtan bir ifade kullanıyor. Amaç, Peygamber'in yolundan alıkoyan, yüce Allah'ı anmaktan uzaklaştıran bütün dostları ve arkadaşları akla getirmemizi sağlamaktır. (Bize ulaşan bazı bilgilere göre bu ayetlerin iniş sebebi şudur: Müşriklerin Ukbe b. Ebu Muıt, Peygamberimiz ile sık sık görüşür, sohbet ederdi. Adam, bir gün Peygamberimizi evine çağırmıştı. Peygamberimiz, ona Kelime-i şahadet getirmedikçe yemeğini yemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine adam Kelime-i Şahadet getirdi.
Adamın arkadaşı olan Ubeyy b. Halef onu paylayarak "Sen dininden mi döndün?" dedi. Adam dedi ki; "Vallahi hayır, dinimden dönmedim; Muhammed konuğumdu ve yemeğimi yemek istemiyordu, ondan utandığım için isteği üzerine Kelime-i Şahadet getirdim." Bunun üzerine Ubeyy, adama "Hayır, Muhammed'in yanına varıp başını çiğnemedikçe ve yüzüne tükürmedikçe seninle aramız düzelmez" dedi. Adam da Darünnedve'ye vardı, orada Peygamberimizi secdeye varmış durumda yakaladı ve Ubeyy'in kendisinden istediklerini yaptı.
Bunun üzerine Peygamberimiz, adama "Eğer seninle Mekke dışında karşılaşırsam kesinlikle kafanı kılıcımla uçuracağım" dedi. Bir süre sonra Bedir Savaşı sırasında Peygamberimizin emri üzerine Hz. Ali, adamı öldürdü.) Devam ediyoruz:
"Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra O beni Allah'ı anmaktan alıkoydu." Buna göre o insanı yoldan çıkaran şeytanın kendisi idi, ya da şeytanın çömezi idi. Devam edelim:
"Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır."
Şeytan insanı perişanlıklara sürükler. Ciddi dostluğun gerekli olduğu yerde, kara günde sıkıntı zamanında insanı yüzüstü bırakır.
Kur'an-ı Kerim, bu tüyler ürpertici sahneler aracılığı ile, böylece müşriklerin kalplerini sarmaya çalıyor. Aslında bu sahneler, onlara korkunç geleceklerini somutlaştırıyor, bu geleceği kendilerine görünür bir realite olarak sunuyordu. Oysa onlar henüz şu dünyada yaşıyorlar, yüce Allah ile karşılaşacaklarını yalanlıyorlar, son derece küstahça O'nun yüceliğine dil uzatıyorlar, O'na saygısız öneriler sunuyorlardı. Onlar böyle yapadursunlar, orada kendilerini tüyler ürpertici dehşet ile kaçan fırsatların arkasından duyulan; acı pişmanlık beklemektedir.
Ayetler, müşriklere bu çetin günlerinde yaptırdıkları gezintiden sonra onları tekrar dünyaya döndürüyor. Burada Peygamberimize karşı takındıkları tutum ve Kur'anın indiriliş biçimine yönelik itirazları gözden geçiriliyor. Bu gezinin sonunda yeniden diriliş ve büyük toplantı gününe ilişkin bir sahnede canlandırılıyorlar. Okuyoruz:

30- Peygamber "Ya Rabbi, soydaşlarım bu Kur'anı boykot ettiler. " dedi.
31- Ey Muhammed, biz böylece her Peygamberin karşısına azılı günahkar bir düşman çıkardık. Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve yardım edicidir.
32- Kafirler "Kur'an, Muhammed'e bir defada topluca indirilseydi ya" dediler. Oysa biz senin moralini güçlendirmek, azmini pekiştirmek için onu böylesine bölüm bölüm indirdik ve ağır ağır okuduk.
33- Müşrikler, ne zaman karşısına saçma bir itirazla çıkarlarsa biz sana gerçeği ve en susturucu açıklamayı sunarız.
34- O yüzüstü süründürülerek cehenneme atılacak olanlar var ya, en kötü yer onların yeri ve en sapık yol onların yoludur.
Müşrikler yüce Allah'ın Peygamberimize kendilerini uyarsın, gözlerini açsın diye gönderdiği bu Kur'anı boykot ettiler. Ona kulaklarını tıkadılar. Çünkü bu kitabın onları kendine çekeceğinden, kalplerinin onun etkisine karşı direnemeyeceğinden korktular. Onu boykot ettiler. Şu anlamda ki, onu inceleyip içerdiği gerçeği kavramaktan, onun ışığında doğru yolu bulmaktan kaçındılar. Onu boykot ettiler. Yani onu hayatlarının anayasası yapmadılar. Oysa Kur'an, bir hayat sistemi olmak üzére geldi, amacı hayatı en doğru yola iletmekti. Okuyoruz:
"Peygamber `Ya Rabbi, soydaşlarım bu Kur'anı boykot ettiler' dedi."
Hiç kuşkusuz yüce Allah, müşriklerin Kur'an'a karşı takındıkları katı tutumu biliyor. Fakat Peygamberimiz, bunu bile bile yüce Allah'a dert yanıyor, sığınıyor. Elinden gelen her şeyi yaptığına Allah'ı şahit tutuyor. O elinden geleni yaptı, ama soydaşları bu Kur'an'a ne kulak astılar ve ne de onun anlamı üzerinde kafa yordular.
Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberimizi teselli ediyor, ona gönlünü rahatlatacak sözler söylüyor. Şöyle ki, bu durum kendisinden önceki bütün peygamberlerin de başına gelmiştir, ortada değişmez bir yasa vardır. Her Peygamberin, kendilerine gelen doğru yol kılavuzluğunu reddeden ve insanları Allah yolundan alıkoyan azılı düşmanları olmuştur. Fakat yüce Allah, her zaman peygamberlerini zafer yoluna iletmiş, aşırı günahkar düşmanları karşısında galip getirmiştir. Okuyoruz:
"Ey Muhammed, biz böylece bir peygamberin karşısına azılı günahkar bir düşman çıkardık. Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve yardım edicidir."
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın her işinde engin bir hikmet vardır. Neden derseniz, Peygamberlerin ve hak davaların karşılarına düşmanların dikilmesi ve bu düşmanların onlara savaş açmaları davayı pekiştirir, onun özüne yaraşan bir ciddiyet damgası ile damgalar. Dava adamlarının yollarını kesmeye yeltenen azılı günahkarlarla savaşmaları gerçi kendilerine sıkıntılar yükler ve savundukları davaya da sekte vurur. Fakat bu savaş, gerçek dava ile sahte davaları biribirinden ayırır. Bu savaş, davanın gerçek taraftarlarını ayıklayarak sahtekarları uzaklaştırır. Savaş kızışınca davanın yanında sadece sağlam ve samimi müminler kalır. Bunlar kısa vadeli ganimet peşinde fırsatçılar değillerdir. Tek amaçları davalarının zaferidir, ve bu zaferin ardındaki asıl bekledikleri de yüce Allah'ın hoşnutluğudur.
Eğer davalar kolay ve sıkıntısız olsalardı, hep gül döşeli düz yollar boyunca ilerleselerdi, karşılarına düşmanlar ve muhalifler dikilmeseydi, önlerine yalanlayıcılar ve inatçı karşıtlar çıkmasaydı, o zaman herkesin dava adamı olması kolay olurdu, o takdirde gerçek dava ile batıl davalar biribirine karışır, bunun sonucunda belirsizlik ve kargaşa meydana gelirdi.
Fakat davaların karşısına düşmanların dikilmesi, bu davaların zaferi uğruna savaşmayı kaçınılmaz kılar. O zaman da acılar ve fedakarlıklar davaların yol azığı olurlar. Gerçek ciddi ve inanmış dava adamlarından başka hiç kimseler böylesine zor günlerde savaşmazlar, mücadele etmezler, acılara ve fedakarlıklara katlanmazlar. Böyle zor günlerin dostları davalarını rahata,. şahsi çıkarlara, dünya hayatına ilişkin amaçlara, hatta hayatın , kendisine tercih eden kimselerdir. Bu yiğit müminler davalarının gerektirdiği durumlarda davaları uğruna can vermekten bile çekinmezler. Bu acı savaşın sıkıntılarına ancak hamuru en pişkin olanlar, imanı en güçlü olanlar, yüce Allah'ın vereceği ödüle en fazla göz dikenler ve insanlar eli ile gelecek çıkarları en çok küçümseyenler katlanabilirler.
Bu savaş kızıştıkça hak dava ile batıl davalar biribirinden ayrılır, saflar berraklaşır, kimlerin güçlü, kimlerin zayıf oldukları açığa çıkar. İşte o zaman hak dava, girdiği sınavı başarı ile geride bırakan, inancının faturasını gözünü kırpmadan ödeyen kararlı taraftarlarının omuzlarında yoluna devam eder. Bu kimseler zaferin getireceği yükümlülükleri ve sorumlulukları üstleneceklerine güvenilebilecek kimselerdir. Onlar bu zaferin pahalı faturasını ödeyerek onu kazanmışlar, sadık ve fedakar kişiler olarak, zafere giden yolun en ağır çilelerine göğüs germişlerdir. Geçirdikleri deneyler ve katlandıkları çileler, davalarını dikenler ve kayalıklar arasından nasıl ilerleteceklerini kendilerine öğretmiştir. Baskılar ve .korkular, tüm enerjilerini ve güçlerini bilemiştir. Güç stokları artmış, bilgi birikimleri gelişmiştir. Bütün bu avantajlar kıvançta ve tasada, sancağını ellerinde taşıdıkları davaları hesabına hazine değerinde birer birikimdir.
Genellikle halk çoğunlukları, azılı günahkarlar ile;dava adamları arasındaki savaşta tarafsız ve ilgisiz kalırlar. Fakat dava adamlarının safında acılar ve fedakarlıklar birikimi kabardıkça, buna rağmen dava adamları inançlarına bağlılıklarından hiç bir şey kaybetmeksizin yollarına devam ettikçe o zamana kadar bu kavgayı uzaktan seyreden halk yığınları şöyle demeye başlarlar: "Çektikleri bunca acılara, katlandıkları bunca fedakarlıklara rağmen bu adamları davalarına bağlı tutan güç nedir? Her halde savundukları dava feda ettikleri değerlerden daha üstün, daha pahalı bir değer taşımaktadır. Böyle demeseler bile kafalarında buna yakın düşünceler doğar. İşte o zaman bu seyirci yığınlar, bu davaya yönelirler. Bağlılarının gözünde hayatın bütün amaçlarına, hatta hayatın kendisine karşı baskın çıkan bu üstün değeri tanımaya, ne olduğunu anlamaya çalışırlar. İşte o zaman kalabalıklar uzun bir seyircilik döneminden sonra akın akın bu inanç sisteminin saflarına katılmaya koşarlar.
Bütün bu gerekçelerledir ki, yüce Allah her peygamberin karşısına azılı günahkar bir düşmanın dikilmesine meydan vermiştir, günahkarların hak davanın karşısına çıkmalarına izin vermiştir. Çünkü o zaman hak davanın savunucuları, günahkarlarla savaşa tutuşacaklar, başlarına ne gelirse gelsin yollarına devam edeceklerdir. Bu kavganın sonucu çok önceden, planlanmıştır, bellidir, yüce Allah'a güvenenler bu sonucun ne olduğu konusunda hiç bir zaman kuşkuya düşmezler. Bu eğri-doğru kavgasının sonucu hakkı bulmak ve hak uğruna zafere ermektir.
Okuyoruz:
"Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve yardım edicidir."
Öteyandan azılı günahkarın, peygamberlerin yolu üzerine dikilmeleri son derece doğaldır. Çünkü hakka ilişkin çağrının gelişi rastgele değildir, o tam zamanında ortaya çıkar, her hangi bir toplumda ya da tüm insanlığın yaşayışında beliren bunalımı, kargaşayı gidermek için meydana çıkar. Kalplerde, rejimlerde ve kurumlarda başgösteren yozlaşmayı tedavi etmeyi amaçlar. Bu kargaşanın, bu yozlaşmanın, bu bunalımın arkasında işte o azılı günahkarlar vardır. Onlar bu sosyal ve ruhi hastalıkları bir yandan geliştirirler, öte yandan da koz olarak kullanırlar. Karakterleri bu bozuk düzenden hoşlanır, ihtirasları kirli hava soluyarak yaşamayı sürdürür, varlıklarını borçlu oldukları sahte değer yargıları böylesine bunalımlı ortamlarda ancak ayakta durabilir.
Bu yüzden bu azılı günahkarların, Peygamberlerin karşılarına dikilerek varlıklarını ve nefes alıp verebilmeleri için gerekli olan bu pis havanın sürekliliğini savunmaları son derece doğaldır. Bilindiği gibi bazı böcekler iç acıcı gül kokularından boğulurlar, ancak pislikler içinde yaşayabilirler. Bazı kurtçuklar temiz akarsulara düşünce ölürler, ancak bataklıklardaki pis su birikintileri içinde yaşayabilirler. İşte günahkarlar da tıpkı böyledirler. İşte bundan dolayı bu azılı günahkarların hak çağrısına düşman olmaları, onunla ölüm-kalım savaşına girişmeleri son derece doğaldır. En sonunda hak davanın zafere ulaşması da en az o kadar doğaldır. Çünkü bu dava hayatın doğal çizgisine paralel bir yol izliyor; bu dava, yüce Allah ile ilişki kurduğu yüce ve aydınlık ufka yöneliktir ve ancak o ufkun dolaylarında yüce Allah'ın kendisi için`belirlediği olgunluğa, yetkinliğe erebilir. Tekrarlıyoruz:
"Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve yardım edicidir."
Daha sonra bu azılı günahkarların Kur'an'ın çağrısına karşı dile getirdikleri saçma görüşmelere değiniliyor ve bu görüşlere cevap veriliyor. Okuyalım:
"Kafirler `Kur'an, Muhammed'e bir defada topluca indirilseydi ya' dediler. Oysa biz senin moralini güçlendirmek, azmini pekiştirmek için onu böylesine bölüm bölüm indirdik ve ağır ağır okuduk."
Bu Kur'an, yeni bir ümmet yetiştirmek, yeni bir toplum oluşturmak ve yeni bir düzen kurmak için geldi. Eğitim ise önce zamanı, sonra söz yolu ile meydana getirilecek etki ve tepkiyi, son olarak bu sözel etki ve tepkiyi pratik hayata yansıtacak somut hareketleri gerektiren bir süreçtir. İnsan psikolojisi, bir kitabı okumakla akşamdan sabaha şipşak değişmez. Bu kitap istediği kadar mükemmel, geniş kapsamlı ve yeni bir sistem içermiş olsun. İnsandan beklenebilecek reaksiyon günden güne bu yeni sistemin belli bir tarafının etkisi altına girmek, adım adım onun merdiveninin basamaklarını çıkmak, önerdiği yükümlülükleri üstlenmeye aşama aşama alışmaktadır. Bu takdirde insan yeni sistemden ürküp kaçmaz. Bu sistemin bir porsiyonunu yiyip besinini aldığı her gün, ertesi gününün porsiyonunu yiyip beslenmesini geliştirmeye daha hazırlıklı hale gelir, böylece gün geçtikçe onu iştahı daha çok çeker, lezzetini damağında daha kuvvetli olarak hisseder. Buna karşılık eğer yeni sistem, bir anda insanın omuzlarına yüklenirse bu yük ona ağır, taşınmaz ve katlanılmaz gelir.
Kur'an-ı Kerim, hayatın her alamı kapsayan eksiksiz yöntemleri ve uygulama programları getirdi. Bunun yanısıra insan fıtratı ile uyumlu ve bu insanın yaratıcısının bilgisine dayanan eğitim programları, uygulama yöntemleri de getirdi. Bu yüzden bu kitap müslüman toplumun somut ve canlı ihtiyaçlarına cevap vermek üzere geldi, o toplumun doğuşuna ve gelişmesine ayak uydurdu; bu ilahi eğitim sisteminin ışığı altında ilerleyen bu toplumun günden güne gelişen yeteneklerine paralel bir iniş çizgisi izledi.
Başka bir deyimle Kur'an bir eğitim programı, bir pratik hayat sistemi olmak üzere geldi. Yoksa sırf entellektüel bir haz duymak, sırf bilgi edinmek için okunan bir kültür eseri olmak için gelmedi. O harfi harfine, kelimesi kelimesine, bütün hükümleri ile uygulanmak üzere geldi. Ayetleri "gündelik emirler listesi" olmak üzere geldi. Müslümanlar bu emirleri anında, sıcağı sıcağına alarak hemen gereklerini yerine getireceklerdi. Tıpkı bir askerin karargahında, ya da savaş alanında aldığı gündelik "savaş direktifleri" gibi. Üstelik müslüman bu emirleri içine sindirecek, onları kavrayacak ve uygulamaya can atacak, onların içeriği uyarınca yeniden yapılanacak kişiliğin de onların damgasını taşıyacaktır.
Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, her konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarla inmiştir. Yöntemine ilişkin öncelikli, ilk açıklaması Peygamberimizin kalbine yöneliktir, O'nu çetin yolculuğu boyunca desteklemeyi, bu yolculuğun her aşamasını bölüm bölüm, hüküm hüküm onunla birlikte aşmayı amaçlar. Okuyoruz:
"Oysa biz senin moralini güçlendirmek ve azmini pekiştirmek için onu böylesine bölüm bölüm indirdik ve ağır ağır okuduk."
Buradaki "ağır ağır okuma"nın anlamı, yüce Allah'ın hikmeti, insanların kalplerinin ihtiyaçlarına ve kabul etmeye dönük yeteneklerine ilişkin bilgisi uyarınca izlenen sürekli ve aşamalı iniş sürecidir.
Kur'an-ı Kerim, bu yöntemi sayesinde insan vicdanını değiştirme alanında olağanüstü başarılar kazanmıştır. Kur'anın mesajını parça parça, fakat sürekli akan bir suyu yudumlar gibi algılayan vicdanlar günden güne artan bir ivme ile ondan etkilenmişler; aşama aşama onun damgasını kişiliklerine basmışlardır.
Fakat zamanla müslümanlar Kur'anın bu pratiğe dönük, aşamalı eğitim yöntemini gözardı etmişlerdir. Bu kutsal kitabı sırf bir kültür geliştirme kaynağı, ya da yanık seslerle okunan bir "ibadet rehberi" saymaya yönelmişlerdir. Onu bir eğitim programı, kişiliği değiştirip biçimlendirme kılavuzu, eyleme ve uygulamaya yön verecek bir hayat sistemi olarak kabul etme bilincinden uzaklaşmışlardır. Bu yanılgıya düşünce artık Kur'an'dan yararlanamaz olmuşlardır. Çünkü bu kutsal kitabın her şeyi bilen ve her şeyden Haberdar olan yüce Allah tarafından belirlenen yönteminden sapmışlardır.
Okuduğumuz ayetlerin akışında Peygamberimize moral verilmeye, gönlüne güven duygusu aşılanmaya devam ediliyor. Müşrikler önüne ne zaman yeni bir tartışma kapısı açarlarsa, ne zaman karşısına yeni bir itirazla dikilirlerse en susturucu delille destekleneceği, karşısındakilerin sözde önerilerinin çürütüleceği belirtiliyor. Okuyalım:
"Müşrikler ne zaman karşısına saçma bir itirazla çıkarlarsa biz sana gerçeği ve en susturucu açıklamayı sunarız."
Müşrikler, tartışmalarında batıl, çürük delillere dayanırlar. Oysa yüce Allah, onların batıl, eğri delillerine gerçek deliller ile karşılık verir ve onların saçma önerilerine öldürücü darbe indirir. Kur'an-ı Kerim'in asıl amacı gerçeği açıklığa kavuşturmaktır, yoksa sırf tartışmayı kazanmak, eğrilik yanlılarını yenilgiye uğratmak değildir. Çünkü gerçek, özü itibarı ile güçlüdür, belirgindir, batıldan ayırd edilmesi 'zor değildir.
Yüce Allah, Peygamberimize, soydaşları ile arasında çıkacak her tartışmada yardım edeceğini vadediyor. Çünkü o hakkı savunuyor ve yüce Allah, kendisini batılın tozunu dumana katan hakla destekliyor. Buna göre müşriklerin tartışmalar, yüce Allah'ın yetkin delilleri karşısında hiç ayakta durabilir mi? Onların batıl davaları, yüce Allah tarafından indirilen hakkın ezici gücü önünde dayanabilir mi?
Bu gezinti müşriklere ilişkin başka bir Kıyamet sahnesi ile noktalanıyor. Bu sahnede müşrikler yüzüstü süründürülerek cehenneme sevkedilirler. Bu ceza, onların hakka karşı baş kaldırmalarına, sonuçsuz tartışmalarında tersine çevrilmiş kriterler ve mantık önermeleri kullanmalarına uygun düşen bir karşılıktır. Okuyoruz:
"O yüzüstü süründürülerek cehenneme atılacak olanlar var ya, en kötü yer onların yeri ve en sapık yol onların yoludur."
"Yüzüstü süründürülme" eyleminde aşağılanmak, horlanmak, hakarete uğratılmak ve tersine çevrilmek vardır. Bu uygulama, müşriklerin böbürlenmelerinin, büyüklük taslamalarının ve gerçeğe sırt çevirmelerinin karşılığıdır. Yüce Allah, bu sahneyi Peygamberimizin gözleri önüne sermekle kendisini müşriklerden çektiği sıkıntılar karşısında teselli ediyor. Ayni sahneyi müşriklerin gözleri önüne sermenin âmacı ise onları acı gelecekleri konusunda uyarmaktır. Bu sahnenin sırf gözler önüne serilişi bile onların kof gururunu sarsıcı, inatlarını kırıcı ve tüylerini ürpertici bir niteliğe sahiptir. Gerçekten bu korkutucu uyarılar onları bir süre için yıldırıyor. Fakat bir süre sonra bu sarsıntının etkisinden sıyrılarak toparlanıyorlar ve eski inatçı tutumlarını devam ettiriyorlardı.
Sonra surenin akışı onları Allah'ın ayetlerini yalanlayan geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarında bir gezintiye çıkarıyor:

35- Andolsun ki, biz Musa'ya Kitabı (Tevratı) gönderdik ve kardeşi Harun'u` dâ yanına yardımcı olarak verdik.
36- Onlara "Ayetlerimizi yalanlayan soydaşlarının uyarmaya gidin" dedik. Sonra o toplumu kökten yokettik.
37- Nuh'un soydaşlarını da yokettik. Onlar peygamberlerini yalanlayınca kendilerini suda boğduk, böylece onları diğer insanların ibret alacakları acı bir örneğe dönüştürdük ve zalimler için acıklı bir azap hazırladık.
38- Adoğullârını, Semudoğullarını, kuyunun yuttuklarını ve bunlar arasındaki dönemlerde yaşamış bir çok kuşakları da yokettik.
39- Hepsine bir çok uyarıcı örnekler gösterdik. Sonra da hepsini kökten yokettik.
40- Ey Muhammed, senin hemşehrilerin, bela yağmuruna tutulmuş olan o kente uğradılar. Acaba orayı görmüyorlar mıydı? Hayır, aslında onlar yeniden dirileceklerini beklemiyorlardı.
Bunlar, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların akıbetini bir film şeridi gibi kısa sürede gözler önüne seren örneklerdir.
Örneğin Hz. Musa, kendisine kitap veriliyor ve onunla birlikte kardeşi Harun da bir vezir, bir yardımcı olarak gönderiliyor. "Ayetlerimizi yalanlayan soydaşlarınıza" karşı çıkmakla görevlendiriliyor. Öte yandan Firavun ve kurmayları, Allah'ın ayetlerini yalanlıyorlardı. Musa ve Harun'un kendilerine peygamber olarak gönderilmelerinden önce de tavırları buydu, çünkü Allah'ın ayetleri her zaman ortadadır. Peygamberler bu ayetleri sadece gafillere hatırlatır. Konunun akışı içinde ikinci ayet daha bitmeden onların akıbetleri kısaca fakat sert bir ,ifadeyle canlandırılıyor: "Sonra o toplumu kökten yokettik."
Şunlar da Nuh peygamberin kavmi: "Peygamberleri yalanlayınca kendilerini suda boğduk." Halbuki onlar sadece Nuh peygamberi yalanlamışlardı. Ama Nuh peygamber -selam üzerine olsun- onlara hep peygamberin kendi kavmine sunduğu değişmez ve tek inanç sistemini getirmiştir. Bu yüzden Nuh peygamberi yalanladıkları zaman, bütün peygamberleri yalanlamış oldular: "Böylece onları diğer insanların ibret alacakları acı bir örneğe dönüştürdük." Örneğin; Nuh kavminin yaşadığı Tufan olayı, üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen unutulmamıştır. Düşünen, düşündüğünden yararlı sonuç çıkaran bir kalbe sahip olan herkes, bu olaya baktığında mutlaka ondan ibret alır. "Ve zalimler için acıklı bir azap hazırladık." Bu azap hazırdır, bir daha yeniden hazırlama gereği duyulmaz. Burada zalim yerine "zalimler" kelimesi ön plana çıkıyor. Amaç onların bu niteliklerini vurgulamak; azaba çarptırılmalarının sebebini açıklamaktır. Mesela Ad ile Semud kavimleri, Eshab-ı Ress (Kör kuyu, yani duvarları örülmemiş kuyu. Burada sözü edilenlerin Yemame kasabasında yaşadıkları ve kendilerine gönderilen peygamberi öldürdükleri söylenmiştir. İbni Cerir bunların Buruc Suresinde sözü edilen ve aralarındaki mü'minleri ateşe atarak yakan Ashab-ı Uhdud oldukları görüşünü benimsemiştir.) ve bir de bu arada geçen yüzyıllar. Bütün bu toplumlar kendilerine birçok örnekler gösterilmiş olmasına rağmen bu acıklı akıbeti hakketmişlerdi. Çünkü söylenenleri düşünmemiş, yokolmaktan, yerle bir edilmekten korkmamışlardı.
Hz. Musa ve Nuh kavimlerinden, Ad, Semud ve Ashab-ı Ress toplumlarından ve bunlar arasındaki dönemlerden, bir de bela yağmuruna tutulan toplumdan -Lut kavmi- sunulan örneklerin hepsi aynı noktada birleşmektedir. Bunların tümü aynı hayat tarzını sürdürüyor ve değişmeyen aynı akıbete uğruyorlar. "Hepsine birçok uyarıcı örnekler gösterdik" öğüt alsınlar, ibret dersi çıkarsınlar diye. "Sonra da hepsini kökten yokettïk." Allah'ın peygamberlerini ve bu peygamberlerin sundukları ayetleri yalanlamanın sonu, yerle bir edilmedir, un ufak olmadır, yok edilmedir. Ayetlerin akışının bu örnekleri sunarken böylesine hızlı bir üslubu seçmesi, o toplumların etkileyici akıbetlerini bir an önce gözler önünde canlandırma amacına yöneliktir. Bu örneklerin sonunda ise, Lut kavminin azaba uğramış, harap olmuş yurtlan örnek veriliyor. Kureyşliler yaz mevsiminde Şam'a yaptıkları ticaret amaçlı yolculuklarında Sodom şehrinin kalıntıları arasında, bu toplumun uğradığı akıbeti olanca dehşetiyle görüyorlardı. Yüce Allah lavlardan ve taşlardan oluşan volkanik bir yağmurla onları yoketmiş, yurtlarını yerle bir etmişti. Ardından ayet, Kureyşlilerin olaylardan ders almadığını, olaylardan etkilenmediğini, çünkü onların ölümden sonra dirilişin gerçekleşebileceğini beklemediklerini, Allah'ın huzuruna çıkacaklarını ummadıklarını vurguluyor. Hiç şüphesiz bu, kalplerin katılaşmasına, canlılığını yitirip normal işlevini yerine getiremez hale gelmesine neden olmuştur. İşte, olumsuz davranışlarının, kendilerine sunulan mesajdan yüz çevirmelerinin, Kur'an ve Hz. Peygamberi -salat ve selam üzerine olsun- alaya almalarının asıl kaynağı budur.
Bu hızlı sunuştan sonra, müşriklesin peygamberimizi -salat ve selam üzerine olsun- alaya almalarından söz ediliyor. Bundan önce de Rablerine dil uzatmaları, Kur'anın indiriliş şekline karşı çıkışları anlatılmıştı. Bir de kendilerinin kıyamet gününde toplanmaları esnasında oluşturdukları dehşet verici sahneler ve kendileri gibi Allah'ın peygamberlerini yalanlayan toplumların bu dünyada haràp olmuş, azaba uğramış yurtları sunulmuştu. Bütün bunlar, müşriklerin peygamberimizi alaya almaları, ona karşı küstahça bir tutum sergilemeleri anlatılmadan önce, peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- gönlünü hoş tutma amacı ile yer alıyorlar. Bunun ardından müşriklere yönelik tehdit, horlama ve hayvanlardan daha aşağı bir düzeye indirme anlamlarını içeren bir değerlendirme yapılıyor.

41- Onlar seni her gördüklerinde "Allah, bu adamı mı peygamber olarak göndérdi?" diye mutlaka alaya alırlar.
42- "Eğer biz ilahlarımıza ısrarla bağlılığımızı sürdürmeseydik, az kalsın bu adam bizi onlardan vazgeçirecekti"derler. Yakında azabımızı gördüklerinde kimin yolunun sapık olduğunu öğreneceklerdir.
43-İhtiraslarını ilah edinen kimseyi görüyor musun? Onu doğru yola iletme sorumluluğunu sen mi üstleneceksin?
44- Yoksa sen onların çoğunun kulaklarının işittiğini ve düşünebildiklerini mi sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha sapık yoldadırlar.
Hz. Muhammed -salat ve selam üzerine olsun- peygamberlikte görevlendirilmeden önce toplum içinde bilinen ve tanınan bir kişiydi. Mensup olduğu aileden dolayı toplum içinde saygın bir yere sahipti. Haşimoğulları arasında saygınlığın zirvesindeydi. Bilindiği gibi Haşimoğulları da Kureyş kabilesinin en saygın koluydu. Yine peygamberimiz, -salat ve selam üzerine olsun- sahip olduğu ahlak açısından da toplumda saygın bir yere sahipti. Aralàrında ona "güvenilir kişi" anlamında "el-Emin" adını vermişlerdi. Peygamber olarak görevlendirilmeden çok önce Hacer'ul Esved'in Ka'be'deki yerine yerleştirilmesi sorununda hakemlik görevini yapmıştı. Aynı şekilde, birgün Safa tepesine çıkıp onları çağırdığında ve "şu dağın arkasında harekete geçmek üzere bir süvari ordusunun beklediğini haber versem inanır mısınız?" diye sorduğunda "Evet inanırız, çünkü sen bizim aramızda hiçbir zaman yàlan söylemekle suçlanmış biri değilsin" demişlerdi.
Ama ne zamanki peygamber olarak görevlendirildi, onlara bu yüce Kur'anı getirdi, o zaman tavırlarını değiştirerek, onu alaya almaya ve "Allah bu adamı mı peygamber olarak gönderdi?" demeye başladılar. Küçük düşürücü, alaycı ve çirkin bir sözdür bu. Acaba bu tutumları, onun saygın şahsının ve getirdiği kitabın küçümsemeyi hakettiğine inandıklarından mı kaynaklanıyordu? Kesinlikle hayır. Bu tutumları, peygamberimizin etkili kişiliğinin ve Kur'anın karşı konulmaz etkisini azaltmak amacı ile önde gelen Kureyşlilerin hazırladığı iğrenç bir planın uzantısıydı. Sosyal kurumlarını, ekonomik yapılanmalarını tehdit eden ve onları bu kurum ve yapıların temeli olan inanç sistemlerindeki asılsız hurafe ve efsanelerden uzaklaştırmaya çalışan bu yeni davet hareketine karşı, direnme amacı ile başvurdukları yöntemlerden biriydi.
Bu yüzden kendilerini her yönüyle tehdit eden bu yeni davete karşı, sağlam ve sonuç alıcı stratejiler belirlemek amacıyla konferanslar, toplantılar düzenlerlerdi. İşte bu toplantılarda, kendilerinin de yalan olduğundan kuşku duymadıkları, bu tür yöntemlere başvurmayı kararlaştırırlardı.
İbn-i İshak diyor ki; En yaşlıları olan Velid b. Mugir'e Kureyş kabilesinin önde gelenleri ile durum değerlendirmesi yapmak üzere bir toplantı düzenlemişti. Hac mevsimi de yaklaşmıştı. Toplantıda Velid b. Mugire böyle demişti: "Ey Kureyşliler! İşte hac mevsimi de yaklaştı. Araplar akın akın gelecekler. Bu arada (peygamberimizi kastederek) arkadaşınızın da durumdan haberdar olacaklar. Bu yüzden onun hakkında ortak bir görüş benimseyin. Onun hakkında birbirinizi yalanlar türden birbirinizin sözlerini çürütecek şekilde çelişik görüşler ileri sürmeyin." Şu halde ey Ebu Abduşşems! Sen bir görüş belirle, onu söyleyelim" dediler. Velid "Hayır siz söyleyin, ben dinleyeyim" dedi. "O bir kahindir diyelim" dediler. Velid "Hayır vallahi o bir kahin değil. Biz kahinleri gördük. Onun söyledikleri kahinlerin mırıldamalarına, oluşturdukları ses uyumlarına benzemiyor" dedi. "Şu halde delidir diyelim" dediler. Velid "O. deli değildir. Delileri, cinnler tarafından çarpılmış mecnunları gördük, onları tanıdık. Delilerin boğulmalarına, çırpınmalarına, vesveselerine benzer bir davranışı yok" dedi. Öyleyse "Şairdir diyelim" dediler. "Hayır o şair değildir. Çünkü biz şiiri biliriz. Recezini, Hezecini, Karidini, Makbudunu, Mebsutunut (Şiirde Aruz vezninin kalıpları.) kısacası şiirin her türünü tanırız. Onun söyledikleri, şiirin hiçbir-çeşidine benzemiyor" dedi. "Şu halde sihirbazdır diyelim" dediler. Velid "Hayır O sihirbaz değildir. Sihirbazları ve yaptıkları sihri gördük. Onun sözleri sihirbazların üfürüklerine, düğümlerine benzemiyor" dedi. Peki ne önerirsin, ya Ebu Abduşşems? dediler. "Allah'a andolsun ki, onun sözlerinde bir parlaklık vardır. Gövdesi sağlamdır, dalları ise, olgun meyveler taşıyor. Bu yüzden onun hakkında ne söylerseniz söyleyin, çok geçmeden bu dediklerimizin doğru olmadığı ortaya çıkacaktır. Dolayisiyle onun hakkında en uygunu sihirbazdır demektir. Büyüleyici sözler söylediğini, bununla baba ile oğulu, kardeşle kardeşi, karı ile kocayı, kişiyle aşiretini birbirinden ayırdığını söylemektir" dedi. Bu öneriyi kabul ederek dağıldılar. Gidip hac için Mekke'ye gelenlerin yollarına oturdular. Teker teker herkesi peygamberimize karşı uyardılar, O'nun durumunu anlattılar.
Peygamberimiz aleyhinde müşriklerin kurduğu bu komplo, ona karşı giriştikleri mücadelede izlemek üzere benimsedikleri bu strateji, Mekke toplumunun peygamber efendimiz karşısında çaresiz bir duruma düştüklerini gözler önüne serdiği gibi, onların bu arada peygamberimizin sunduğu mesajın gerçek olduğunu bildiklerini de ortaya koyuyor. Dolayisiyle Hz. peygamberi alaya almaları, küçümseyen, çekemeyen, tuhaf bulan bir tutumla "Allah bu adamımı peygamber olarak gönderdi?" demeleri, aralarında uygulamak üzere kararlaştırdıkları stratejinin bir parçasıydı. Yoksa bu tutumları, içlerinde yereden gerçek bir bilinçten kaynaklanmıyordu. Amaçları bu yöntemle halk kitlelerinin gözünde peygamberimizin değerini düşürmekti. Kureyş seçkinleri halk kitlelerinin inancının, kendi dini kontrolleri ve tasarrufları altında kalmalarına özen gösteriyorlardı. Ancak bu tasarruf yetkisinin gölgesinde sosyal kurumlarını, ekonomik sistemlerini koruyabilirlerdi. Kureyş seçkinlerinin bu tutumu, her zaman ve her yerdeki hak davalarına ve davetçilerine düşman olanların sergilediği tutumun aynısıdır.
Görünürde onu alaya almalarına, küçümsemelerine rağmen, sarfettikleri sözler onların peygamberimizin kişiliğinden, ortaya koyduğu delilden ve kendilerine sunduğu Kur'andan etkilenmiş olduklarını gösteriyor. Nitekim şöyle demişlerdi:
"Eğer biz ilahlarımıza ısrarla bağlılığımızı sürdürmeseydik az kalsın bu adam bizi onlardan vazgeçirecekti!"
Kendi itirafları ile de anlaşılıyor ki, peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- daveti karşısında kalpleri sarsılmıştı. Şayet onun sunduğu mesajın etkisine karşı direnmeyip, ilahlarına bağlılıkta ısrar etmeselermiş, dinlerini korumaya, dolayısıyle sosyal statülerini ve ekonomik ayrıcalıklarını korumaya yönelik aşırı hırslarına rağmen neredeyse düzmece ilahlarını ve bu ilahlara sundukları kulluk görevlerini bir yana bırakacaklarmış. Sabır, ancak güçlü bir cazibeye karşı aynı çetin bir direnme durumunda söz konusu olur. Onlar doğru yolu bulmayı, hidayete ermeyi gerçekleri yanlış değerlendirdikleri, değerleri kötü belirledikleri için sapma şeklinde nitelendiriyorlar. Ne var ki, anlar, düzmece ilahlarına körü körüne bağlanmakta ısrar ettikleri, gerçeklere karşı inatçı bir tutum sergiledikleri için peygamber efendimizin kişiliğini ve davasını küçümser görünüyorlar. Ancak buna rağmen, Hz. Peygamberin, -salat ve selam üzerine olsun- davası, kişiliği ve sunduğu Kur'an karşısında kalplerinin geçirdiği sarsıntıyı gizlemiyorlar. Bu yüzden bekletilmeden kısa ve ürkütücü bir tehditle karşı karşıya bırakılıyorlar:
"Yakında azabımızı gördüklerinde kimin yolunun sapık olduğunu öğreneceklerdir."
Kendilerine sunulan Kur'anın, doğru yolu mu yoksa sapık yolu mu gösterdiğini öğrenirler. Ne yazık ki, bu gerçeği öğrenmenin yarar sağlamadığı bir sırada, azapla yüz yüze geldikleri zam an, öğrenirler. Bu azabı, Bedir savaşında olduğu gibi bu dünyada görmeleri veya hesaplaşma gününde tadacakları gibi ahirette görmeleri arasında onlar 'açısından bir fark yoktur.
Bu noktada hitâp peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- yöneltiliyor. Müşriklerin inatçılıklarına, serkeşliklerine ve kendisini alaya almalarına karşı O'na destek veriliyor, moral empoze ediliyor. Çünkü O, davasını sunarken bir kusur işlememiştir. Onları ikna etmek amacı ile bir takım deliller sunarken hata etmemiştir. Onların kendisine dil uzatmalarını haklı kılacak, hiçbir kusuru olmamıştır. Tam tersine sorun onlardan kaynaklanıyor. Çünkü onlar kişisel arzularını ilah edinip ona ibadet ediyorlar. Herhangi bir belgeye, bir kanıta başvurma gereğini bile duymuyorlar. Kişisel arzusunu putlaştırıp ona ibadet eden birine, Hz. peygamber ne yapabilir ki?
"İhtiraslarını ilah edinen kimseyi görüyor musun? Ona doğru yolâ iletme sorumluluğunu sen mi üstleneceksin?"
Bu son derece ilginç bir ifadedir. Bütün değişmez ölçüleri, bilinen kriterleri, yerleşmiş ölçüleri çiğneyen, bir kimsenin dışa vurmuş ruhsal durumunu çok derin bir örnekle gözler önüne seriyor. Bu adam bütünüyle arzusuna boyun eğiyor, ihtirasların tutsağı oluyor, kendi şahsına ibadet ediyor. Bir ilah haline getirip ibadet ettiği, boyun eğdiği azgın ihtirası ile çatışıyorsa, hiçbir ölçüye uymuyor, hiçbir sınır tanımıyor, hiçbir mantık kuralını dinlemiyordur.
Yüce Allah bu tip insanların durumu ile ilgili olarak kuluna -peygamberimize son derece yumuşak bir uslupla sevgiyle ve şefkatle hitap ediyor: "Görüyor musun?" Hiçbir mantığa uymayan, hiç bir kanıta dayanmayan ve gerçeğe değer vermeyén bu prototipi, ibret verici ve ifade etme bakımından çarpıcı bir tabloda canlandırılıyor. Amaç bu tip bir insanın doğru yolu bulmamasından dolayı peygamberimizin duyduğu üzüntüyü giderip gönlünü hoş tutmaktır. Çünkü böyle biri doğru yolu bulamaz, hidayete eremez. Bu yüzden peygamberin onun durumu ile ilgilenmesi, onunla uğraşması uygun değildir:
"Onu doğru yola iletme sorumluluğunu sen mi üstleneceksin?"
Ardından ayetlerin akışı, arzularına kulluk eden, şehvetlerinin buyruğuna giren, kişiliklerine, istek ve ihtiraslarına ibadet ettikleri için delilleri ve gerçekleri reddeden, bu tipleri horlamak amacı ile bir adım daha atıyor. Burada onları işitemeyen ve düşünemeyen hayvanlarla aynı düzeyde değerlendiriyor. Ardından son adımı da atıyor ve onları hayvanlık düzeyinden alıp daha alçak, daha aşağılık bir düzeye yuvarlıyor:
"Yoksa sen onların kulaklarının işittiğini ve düşünebildiklerini mi sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha sapık yoldadırlar."
İfadeye kesinlikten sakınan ve insaflı bir hava egemendir: Çünkü "onların çoğu" deniyor ve suçlama hepsini kapsayacak şekilde genelleştirilmiyor. Çünkü aralarında azınlık durumunda olan bir grup doğru yola girmeye eğilim gösteriyor, gerçek karşısında durup düşünüyor. Ancak, kişisel-arzusunu buyruğuna itaat edilen bir ilah haline getiren, akılları hayrete düşüren kanıtlardan habersiz olan çoğunluk ise hayvanlar gibidir. Çünkü, düşünme, kavrama ve bunun sonucunda bilinçli olarak tavır takınma yeteneğine sahip olmaktan, ikna edici belge ve delil karşısında durup kabul edebilmekten başka, insanı hayvandan ayıran hiçbir özellik yoktur. Daha doğrusu insan, bu özelliklerinden yoksun olduğu zaman kesinlikle hayvandan daha aşağı bir düzeye iner. Çünkü hayvan yüce Allah'ın kendisine bahşettiği içgüdü yeteneği ile yolunu bulur ve görevini eksiksiz olarak, doğru bir şekilde yerine getirir. Ama insan yüce Allah'ın kendisine bahşettiği bu özellikleri bir kenara bırakıyor ve düşünme yetisini kaybederek hayvandan bile daha aşağı bir düzeye düşüyor.
"Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha sapık yoldadırlar."
Böylece müşriklerin peygamberimizi -salat ve selam üzerine olsun- alaya almaları üzerine, alaycıları çok sert, küçümseyici ve önemsemez bir uslupla insanlık sınırının dışına çıkaran, bu değerlendirme yapılıyor.
Böylece surenin ikinci bölümü de sona eriyor.
Bu bölümde, evrensel sahnelerde ve evrenin uçsuz bucaksız alanlarında bir gezinti başlatmak için müşriklerin sözleri ve peygamber efendimizle -salat ve selam üzerine olsun- giriştikleri tartışmalar bir kenara bırakılıyor; peygamber efendimizin kalbi bu olağanüstü evrensel sahnelere yöneltiliyor, duyguları oraya bağlanıyor. Bu bağlılık için, müşriklerin neden olduğu küçük sıkıntıları aklından çıkarması ve kalbini bu uçsuz bucaksız, engin ufuklara açması yeterlidir. Bu ufukların görkemi karşısında komplocuların tuzakları, mücrimlerin düşmanlıkları çok küçük kalır, önemsizleşir.
Kur'an-ı Kerim kalpleri ve akılları sürekli bu evrensel sahnelere yöneltir; bu göz kamaştırıcı manzaralar ile akıllar ve kalpler arasında bir bağ kurar. Duygularını, taze ve açık bir bilinçle bu olağanüstülükleri duyumsayabilmesi için onları sürekli uyanık tutar. Böylece evrende yankılanan sesleri ve yansıyan ışınları algılar; onlardan etkilenir, olumlu tepki gösterir. Her bir zerresine yerleştirilmiş her yönüne serpiştirilmiş ve tüm ayrıntıları adeta bir sayfa gibi sergilenmiş olağanüstü ayetleri, mucizeleri algılamak üzere, evren boyutunda yolculuğa çıkar. Evrende, herşeyi planlayan yüce yaratıcının elini görür. Gözün görebildiği, duyularının algıladığı ve kulağının duyduğu herşeyde bu elin izlerini farkeder. Bütün bunları, düşünüp faydalı sonuçlar çıkarmak için bir araç olarak kullanır. Yüce Allah'ın sanatı ile bağlantı kurarak yüce Allah'a ulaşır.
İnsan, bu evrende gözü ve kalbi açık, duygu ve ruhu uyanık, düşünce ve fikri Allah'a bağlı olarak yaşadığı zaman hayatı, yeryüzünün değersiz ideallerinin üstüne çıkar. Böylece dünya görüşü daha bir berraklaşır ve hayat düzeyide yükselir. Her saniye evrenin, ufukların sınırladığı yerküreden çok daha engin olduğunu, gördüğü herşeyin değişmez tek bir iradeden kaynàklandığını, tek bir yasaya bağlı olduğunu, tek bir yaratıcıya yöneldiğini, kendisinin de yüce Allah'a bağlı birçok yaratıktan biri olduğunu, elinin dokunduğu herşeyde Allah'ın yaratıcılığının olduğunu hisseder.
Bir takva duygusu, bir yakınlık duygusu, bir güven duygusu, onun duygu dünyasında birbirine karışır; ruhunu kuşatır; dünyasını imar eder Allah'la buluşana kadar, bu gezegende çıktığı yolculuğunda şeffaflıktan sevgi ve güvenden bir damga vurur dünyasına. Ve insan dünya gezegeninde çıktığı bu yolculuğun yüce Allah'ın sanatının eseri bir şenlik havası içinde, yüce yaratıcının güzel ve uyumlu bir tarzda hazırladığı sofrada tamamlar.
Bu derste surenin akışı, Allah'ın elinin gayet kolay ve planlı bir şekilde uzatıp kısalttığı latif gölge sahnesinden, gece sahnesine; gecedeki uyku ve dinlenmeye, daha sonra gündüz sahnesine; gündüzün yaşanan hareketlilik ve canlılığına geçiyor. Oradan rahmetin ve ölülere hayat veren suyun müjdecisi olan rüzgarların sahnesine geçiyor. Peşinden biri tatlı, diğeri acı iki denizin sahnesine geçiyor, denizlerin arasında bir engel var ve fakat suları birbirïne karışmıyor. Daha sonra ise gökten inen suyun sunulduğu sahneden, meni suyuna geçiyor. Bir de bakıyoruz ki, bu meni hayat sürdüren bir insana dönüşüvermiş. Oradan göklerin ve yerin altı gün içinde yaratıldığı sahneye geçiyor. Sonra da göklerdeki yıldız kümelerinin; yörüngelerin, oradaki ışık saçan cisimlerin, aydınlatıcı ayın gösterildiği sahneye geçiyor. Oradan ise ilk yaratılıştan bu yana hep birbirlerini izleyen gece ve gündüz sahnesine geçiyor.
Çeşitli mesajlar içeren bu sahnelerin gösterimi sırasında, kalp uyandırılıyor ve akla, yüce Allah'ın sanatını gereği gibi düşünmesi uyarısında bulunuyor. Onun gücü ve planlayıcılığı hatırlatılıyor. Bu arada müşriklerin Allah'a ortak koşmalarının kendilerine bir yarar veya zarar dokunduramayan sahte ilahlara ibadet etmelerinin tuhaflığı gözler önüne seriliyor. Onların gerçek Rablerini bilmeyişleri, ona dil uzatmaları, kafirlik, inatçılık ve nankörlük gösterileri sergileniyor. Allah'ın ayetlerinden ve Allah'ın yarattığı evrensel sahnelerden sunulan bu sergi arasında müşriklerin bu davranışları çok tuhaf, çok anlamsız ve şaşılmaya değer olarak beliriyor.
Şu halde yaratan, yoktan vareden ve şekil veren yüce Allah'ın bizi davet ettiği hayat boyu süren şenlikten anlar yaşayalım.

45- Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmüyor musun? Eğer dileseydi onu hareketsiz kılardı. Sonra da güneşi onun belirleyici göstergesi yaptık.
46- Sonra onu yavaş yavaş kısaltarak kendimize çektik.
Koyu ve latif bir gölgenin yeraldığı sahne, yorgun ve bitkin kimseleri rahatlatır, dinlendirir; onlara güven verir. Sanki bu gölge, yatıştıran, teselli eden bir rahmet eli gibi ruhlara ve bedenlere rahmet estirir, acıları ve elemleri dindirir, yorgun ve bitkin kalbi sakinleştirir, ona huzur verir. Acaba yüce Allah, karşılaştığı bunca alay ve küçümsemeden sonra kulunu -peygamberimizi-gölge sahnesine yöneltirken, bunu mu hedefliyordu? Henüz eziyetlere, saldırılara ve alaya almalara karşılık vermeye izin verilmemişken, Mekke'de mü'min bir azınlığa karşılık kendisine karşı direnen, aleyhinde komplolar kuran, büyüklük taslayan, kafirliğini sürdüren müşrik bir çoğunluk içinde giriştiği bu zorlu savaşta yorgun kalbini okşayıp dinlendirirken bunu mu kastediyordu? Şüphesiz peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- inen bu Kur'an huzur veren bir meltem idi. Böyle yalanlama, inkar ve isyan kokan bir ortamda, sunulan dinlendirici bir gölge, hiç kuşkusuz hayat veren bir unsurdu. Böylece -özellikle yakıcı çöl kuraklığına- gölge sahnesi bu surenin ruhuyla, sureden yansıyan huzur verici gölgelerle, yumuşak esintilerle ahenk oluşturuyor.
İfade gölge sahnesini canlandırırken, arka planda yüce Allah'ın planlayıcı elinin gölgeyi şefkatle uzattığını, merhametle kısalttığını gösteriyor:
"Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmüyor musun?" "Sonra onu yavaş yavaş kısaltarak kendimize çektik."
Gölge, gündüz güneş ışınlarına engel olan cisimlerin yansıttıkları hafif karanlıktır. Gölge yerin hareketi ile birlikte güneşe karşı, gün boyu hareket eder. Bunun sonucu yeri, uzunluğu ve şekli değişir durur. Güneş aydınlığı ile, sıcaklığı ile ona yol gösterir, alanını, uzunluğunu ve kısalığını belirler. Uzanırken, kısalırken gölgenin adımlarını izlemek insanın içine bir ferahlık, bir huzur verir. Ayrıca latif ve hoş bir uyarı da verir. Çünkü gölge, latif ve herşeye gücü yeten, yoktan vareden yaratıcının, sanat izlerini taşır. Sonra gölge ve batmak üzere olan güneşin yeraldığı sahne. Bu sırada gölge uzadıkça uzar, güneş kaybolmak üzereyken gölgenin boyu gittikçe uzanır. Sonra bir anda. Evet bir anda, insan hiç birini göremez olur. Güneş ufukta gizlendikten sonra gölge de kaybolmuştur. Sence nereye kayboldu?. Daha önce onu uzatan gizli el, şimdi de onu alıp götürmüştür. Her tarafı kaplayan koyu karanlık içinde kaybolup gitmiştir. Gecenin gölgesi ve karanlığı içinde eriyip gitmiştir.
Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın güçlü ve latif elidir. Ne var ki, insanlar çevrelerindeki evrende bu elin sanatını izlemekten habersizdirler. Hiç yorulmadan herşeyi evirip çeviren bu elin sanatını görmüyorlar.
"Eğer dileseydi onu hareketsiz kılardı." Gölgenin böylesine latif bir şekilde hareket etmesini sağlayan, gözle görülen evrenin bu uyumlu yapısıdır, güneş sisteminin bu ahenkli dolaşımıdır. Şayet bu uyumlu sistemde en ufak bir değişiklik olsaydı, bu değişikliğin etkisi mutlaka gördüğümüz gölgeye yansıyacaktı. Eğer dünya hareket etmeseydi, dünya üzerindeki cisimlerin gölgeleri de uzanıp kısalmayacaktı. Eğer dünya bugünkünden daha yavaş veya daha hızlı hareket etseydi, buna paralel olarak gölge de daha yavaş veya daha hızlı uzanıp kısalacaktı. Kısacası gölgenin oluşmasını ve gördüğümüz bu özelliklere sahip olmasını sağlayan, gözlemlenen evrenin bu sistem içindeki uyumlu hareket tarzıdır.
Hergün gördüğümüz, ama farkında olmadan geçip gittiğimiz bu tabiat olayına dikkat çekilmesi, vicdanlarımızda evrenin sürekli canlı tutulmasına, çevremizdeki evren aracılığı ile bilincimizin taze tutulmasına, aynı şekilde olağanüstü evrensel sahnelerin üzerimizde bıraktığı etkilere uzun süre görmeden dolayı alışık olmanın kaybettirdiği duyarlılığımızın uyarılmasına ilişkin, Kur'ana özgü sunuş yönteminin bir yönüdür. Akılların ve kalplerin bu ilginç ve göz kamaştırıcı evrenle bağlantı kurmalarına yönelik Kur'anın öngördüğü hedefin bir parçasıdır.
Gölge sahnesinden, herşeyi örten gecenin, sessiz, sakin, uykunun; gündüz ve içindeki hareket ve canlılığın yer aldığı sahneye geçiliyor:

47- O, sizin için geceyi örtü, uykuyu dinlenme fırsatı ve gündüzü çevreye dağılıp çalışma zamanı yaptı.
Gece eşyaları ve canlıları örter. Dünya, karanlığı ile bir elbiseyi andıran geceye bürünür. Geceleyin hareket kesilir, canlılık durur. İnsanlar ve tüm hayvan türleri uykuya çekilir. Uyku aynı zamanda duygu, düşünce ve bilincin donuklaşmasıdır. Bu yüzden uyku bir dinlenme fırsatıdır. Sonra sabah, yavaş yavaş soluklanır, ağarır ve sonunla birlikte hareket başlar. Gün boyu hareket canlılığını sürdürür. Şu halde gündüz, bu küçük ölümden bir çeşit diriliştir. Böylece yeryüzünün güneş sistemi içindeki kesintisiz dolaşımı ile birlikte her defasında gerçekleşen bu diriliş ve dağılıp çalışma ile dünya üzerindeki hayat sürüp gider. İnsanlar hergün, bir an olsun şaşırmayan, uyuklamayan yüce Allah'ın olağanüstü planlamasını kanıtlayan, bu mucizenin farkında olmadan geçip giderler.
BEDENLERİ DİRİLTEN HAYAT
Sonra yağmurların ve onların etrafa saçtıkları hayatın müjdecisi rüzgar olayı anlatılıyor:
48- O, rüzgarları rahmetinin öncesinde müjde habercisi olarak gönderdi. Size gökten arı su indirdik.
49- Amacımız bu su sayesinde ölü bir yöreyi diriltmek, yarattığımız çok sayıda hayvanın ve insanın su ihtiyacını karşılamaktır. Yeryüzündeki hayat, ya doğrudan doğruya ya da çaylar ve nehirler gibi yeryüzü sularına ya da kaynaklar, çeşmeler, kuyular gibi yerin katmanlarına sızan yeraltı sularına, dolaylı olarak yağmur sularına dayanır. Ne var ki, hayatları doğrudan doğruya yağmur sularına bağlı olanlar, yağmur sularında somutlaşan ilahi ràhmeti doğru ve eksiksiz bir şekilde algılarlar. Yağmur yağarken onlar hayatlarının bütünüyle ona bağlı olduğunu bilirler. Bu yüzden bulutları sürükleyen rüzgarları beklerler. Onunla sevinirler. Şayet yüce Allah'ın kalplerini imana açtığı kimseler olsalardı, rüzgarda somutlaşan Allah'ın rahmetini hissederlerdi.
Ayet-i kerime "Amacımız, bu su sayesinde ölü bir yöreyi diriltmek, yarattığımız çok sayıda hayvanın ve insanın su ihtiyacını karşılamaktır." şeklinde suda ki hayat unsuruna işaret ederken "Size gökten arı su indirdik." ifadesiyle de temizlik ve arınma anlamlarını ön plana çıkarıyor. Böylece hayatın üzerine özel bir gölge, temizlik gölgesi yansıtılıyor. Çünkü yüce Allah ölü yöreleri dirilten, çok sayıda insan ve hayvanın su ihtiyacını karşılayan arı su ile yerin yüzeyini yıkarken temiz ve kötülüklerden arınmış bir hayatı bahşediyor.
Ayetlerin akışı bu noktaya varınca, evrensel sahnelerin sunuluşundan kalpleri ve ruhları arındırmak için gökten inen Kur'ana dikkat çekiliyor. Bedenleri dirilten su'dan dolayı sevindikleri halde ruhları dirilten Kur'andan dolayı sevinmeyişleri vurgulanıyor:

50- İnsanlar düşünüp ders alsınlar diye biz bu gerçeği onlara çeşitli şekillerde anlattık. Fakat onların çoğu ısrarla nankörlüklerini sürdürdüler.
51- Eğer dileseydik her şehre ayrı bir uyarıcı gönderirdik.
52- O halde sakın kafirlerin uzlaşma önerilerini kabul etme; Kur'an'a dayanarak olanca gücünle onlarla mücadele et.
"İnsanlar düşünüp ders alsınlar diye biz bu gerçeği onlara çeşitli şekillerde anlattık." (Bazı tefsirciler, ayetin orjinalinde geçen "sarrafnahu" kelimesindeki zamirin ifadede yer alan en yakın isim olması ve bu konuda Kur'andan da söz edilmemesi nedeniyle "su"ya dönük olduğunu kabul etmişler. Ancak biz bu zamirin Kur'ana dönük olduğunu düşünüyoruz. Çünkü "ve cahidhum bihi" cümlesinde Kur'an kastediliyor. Zaten su ile de cihad edilmez. Dolayisiyle bu ikinci zamir Kur'ana dönük olabildiğine göre birincisi de ona dönüktür. Bu gözönünde bulundurulan gizli bir münasebetle Kur'anın birçok yerinde rastlanan dikkat çekme örneklerinden biridir. Buradaki münasebet ise, temizleyici ve canlandırıcı suyun indirilişidir. Bu da zihinleri arındırıcı ve diriltici Kur'anın indirilişine çevirir. Nitekim bu sure de bütünüyle bu anlam etrafında yoğunlaşmaktadır.) Bu gerçeği çeşitli şekillerde, değişik yöntemler kullanarak, çeşitli alanlara dikkatleri çekerek sunduk. Onunla duygularına, kavrayışlarına, ruhlarına, zihinlerine hitap ettik. Her kapıdan ruhlarına nüfuz ettik. "Düşünüp ders alsınlar diye" vicdanlarını harekete geçirecek her yönteme başvurduk. Şu halde mesele gereğinden fazla hatırlatmada bulunmayı gerektirmiyor. Çünkü Kur'anın onları yöneltmeye çalıştığı gerçek fıtratlarında, özlerinde saklıdır. Ama bir ilah haline getirdikleri kişisel arzuları bu gerçeği unutturmuştur onlara "Fakat insanların çoğu ısrarla nankörlüklerini sürdürürler."
Şu halde Hz. peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- görevi ağır ve meşakkatlidir. Çünkü O, çoğunluğu kişisel arzusuna, ihtirasına uyup sapıtan, iman kanıtları gözlerinin önünde bulunduğu halde yüz çevirip kafirliği tercih eden tüm insanlığı karşılamaktadır. "Eğer dileseydik her şehre ayrı bir uyarıcı gönderirdik."
Dolayısiyle zorluklar bölünür, görev kolaylaşırdı. Ama yüce Allah bu görev için yalnız bir kulunu seçti; onu peygamberlerin sonuncusu olarak görevlendirdi. Bütün beldelerin uyarılmasını ona yükledi. Amaç, son risaletin tek elde toplanması, değişik beldelerde ayrı ayrı peygamberlerin aracılığı ile farklı dillerde anlatılmamasıdır. Bu amaçla yüce Allah son peygambere, bu beldelerin halkları ile cihad ederken ona dayanması için Kur'anı indirdi.
"O halde sakın kafirlerin uzlaşma önerilerini kabul etme; Kur'an'a dayanarak olanca gücünle onlarla mücadele et."
Kuşkusuz bu Kur'anda bir güç ve insanların duygularına egemen olma özelliği vardır. Kur'an insan üzerinde derin bir etkiye sahiptir. Karşı konulmaz bir cazibesi vardır Kur'anın. O'nun bu cazibesi insanların kalplerinde büyük bir sarsıntı méydana getirir. Onların ruhlarını şiddetle sarsar. Bu yüzden uzun süre onun etkisinde kalırlar ve kendilerini bundan alamazlar.
Kureyş kabilesinin önde gelenleri, kitlelere "Bu Kur'anı dinlemeyin; gürültü yapın, belki böylece onu bastırırsınız" (Fussilet Suresi, 26) derlerdi. Bu sözler, hem onların hem de onlara uyanların bu Kur'anın etkisinden dolayı içlerinde oluşan derin endişenin ifadesidir. Çünkü Kureyş'in seçkinleri halk kitlelerinin gece ile sabah arasında Muhammed b. Abdullah'ın -salat ve selam üzerine olsun- okuduğu bir-iki ayetin veya bir-iki surenin etkisinde kalarak adeta büyülendiklerini görüyorlardı. Ruhların ona doğru aktığının, kalplerin ona eğilimli olduğunun farkındaydılar.
Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, bağlılarına, taraftarlarına bunları söylerken, kendileri bu Kur'anın etkisinden kurtulabilmiş değildiler. Eğer onlar ruhlarının derinliklerinde bu korkunun neden olduğu sarsıntıyı hissetmiş olmasaydılar bu emri vermezlerdi, bu uyarıyı toplum içinde bu kadar yaygınlaştırmazlardı. Hiç kuşkusuz onların bu sözleri, Kur'anın üzerindeki derin etkisini en güzel şekilde ifade etmektedir.
İbn-i İshak der ki; Bana Muhammed b. Müslim b. Şihab ez-Zehri anlattı. Ona da şöyle anlatılmış: Ebu Süfyan b. Harb, Ebu Cehil b. Hişam ve Zühreoğullarının müttefiki Ahnes b. Şüreyk b. Ömer b. Vehb es-Sakafı bir gece evinde namaz kılan Resulullah'ı dinlemeye gittiler. Her biri peygamberimizi dinleyebileceği bir yere oturdular. Birbirlerinin oturduğundan habersizdiler. Sabah olup oradan ayrılana kadar onu dinlediler. Yolda birbirleri ile karşılaştılar ve bu yaptıklarından dolayı birbirlerini kınadılar ve birbirlerine bir daha böyle birşey yapmamaları "eğer insanlardan biri, bizi görecek olursa içine kuşku düşer" uyarısında bulundular. Sonra da dağıldılar. Ertesi gecesi herbiri tekrar eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah olunca da oradan ayrıldılar. Ertesi gece herbiri tekrar eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah olunca da oradan ayrıldılar. Ama yine birbirleri ile karşılaştılar. Yine, birgün önce birbirlerine söyledikleri sözleri tekrarladılar. Sonra da dağıldılar. Üçüncü gece yine herbiri eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Gün ağarınca da oradan ayrıldılar. Tekrar yolda birbirleriyle karşılaştılar. Birbirlerine "Bir daha dönmemek üzere sözleşmeyinceye kadar ayrılmayalım" dediler. Bir daha gelip onu dinlemek üzere birbirlerine söz vererek. dağıldılar.
Güneş doğduktan sonra Ahnes b. Şüreyk, bastonunu alarak Ebu Süfyan'ın evine gitti. "Ya Ebu Hanzale, Muhammed'den dinlediklerin hakkında ne düşünüyorsun?" dedi. Ebu Süfyan "Ya Ebu Sa'lebe, Allah'a andolsun ki, ondan bildiğimiz bazı şeyler duydum; Bunun yanında ne anlama geldiğini, ne kastedildiğini bilmediği bazı şeyler de duydum" dedi. Ahnes "Andolsun ki, ben de öyle" dedi.
Sonra oradan ayrılıp Ebu Cehil'in yanına gitti. Evine girerek "Ya Ebul hakem, Muhammed'den duydukların hakkında ne düşünüyorsun?" dedi. Ebu Cehil "Ne duydum ki?" Biz ve Abdulmenafoğulları şeref konusunda çekişiyorduk. Onlar yemek yedirdiler biz de yedirdik. Onlar bir sorumluluk aldılar biz de aldık. Onlar yoksullara birşeyler verdiler, biz de verdik. Bu durum diz dize oturup eşit düzeye gelene kadar sürdü. Bizle onlar iki yarış atı gibi çekişiyorduk. Sonra kalkıp `Bizim bir peygamberimiz var, ona gökten vahiy geliyor' dediler. Peki biz ne zaman böyle bir imkan elde edeceğiz? Allah'a andolsun ki, hiçbir zaman ona inanmayacağız, onu doğrulamayacağız" dedi.
`Bunun üzerine Ahnes yanından kalkıp gitti.'
İşte böyle, ruhları Kur'ana doğru kayıp ona yenik düşmesin diye, içlerinden gelen derin isteği bastırmaya çalışıyorlardı. İnsanlar onları büyülenmiş gibi görecek olurlarsa liderlik fonksiyonları sarsılacaktı. Bu endişe sebebiyle bir daha Kur'anı dinlememek üzere sözleşmemiş olsalardı, hergün gelip bu Kur'anı dinlemekten kendilerini alamazlardı.
Hiç şüphesiz Kur'an-ı Kerim yalın ve fıtri gerçeği içermektedir. Bu da insan kalbini doğrudan asıl kaynağa bağlar. Çünkü insan kalbinin bu coşkun kaynağa karşı dùrması, tazyikli akıntısına engel olması çok zordur. Öte yandan Kur'an-ı Kerim bazı kıyamet sahnelerini, geçmiş milletlere ilişkin kimi hikayeleri, somut gerçekleri ifade eden evrensel sahneleri, geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarında bazı manzaraları, son derece güçlü ve etkili teşhis ve temsil örneklerini içermektedir. Bütün bunlar kalpleri derinden sarsıyorlar. Bir kalbin bunlara karşı duyarsız kalması imkansızdır. Bazan Kur'anın bir tek suresi bile insanın ruhsal ve bedensel yapısını derinden sarsar. İnsan ruhunu tam teçhizatlı bir ordunun bile başaramayacağı şekilde her yönüyle kontrolüne alır.
Şu halde yüce Allah'ın peygamberine -salat ve selam üzerine olsun- kafirlerin isteklerine uymamasını, onların uzlaşma önerilerini kabul etmemesini, davetini gevşetmemesini, bu Kur'ana dayanarak mücadeleye girişmesini emretmesinde şaşılacak birşey yok. Çünkü Hz. peygamber -salat ve selam üzerine olsun- kafirlerle mücadele ederken insan bünyesinin karşı koyamadığı, karşısında hiçbir tartışma ve mantık oyunlarının tutunamadığı bir güce dayanmaktadır.
AKILLARI DURDURAN BİR OLAY
Bir gerçeğe dikkat çekme amaçlı bu kısa ayrılıktan sonra ayetlerin akışı evrensel sahnelere dönüyor; rahmetin müjdecisi rüzgarların ve arı suyun yer aldığı sahne ile suyu tatlı ve acı olan denizlerin ve bunlar arasındaki aşılmaz engellerin yer aldığı sahne sonunda değerlendirme yapılıyor:

53- O, birinin suyu tatlı ve içmeye elverişli ve öbürününki acı ve tuzlu olan iki denizi birbirine saldı, fakat bu iki tür suyun birbirine karışmasın önleyen bir engel, aşılmaz bir set koydu.
Yüce Allah birinin suyu tatlı ve içmeye elverişli, öbürünün suyu acı ve tuzlu iki denizi birbirine saldı. Bunlar akıyor ve birbirleriyle karşılaşıyorlar. Ama birbirlerine karışıp yok olmuyorlar. Çünkü yüce Allah'ın yarattığı şekliyle herbirisinin özlerinden kaynaklanan bir engel, aşılmaz bir duvar vardır aralarında. Bilindiği gibi nehir yatakları genellikle deniz yüzeyinden yüksekte olur. Bu yüzden tatlı su ırmakları suyu tuzlu olan denizlere dökülür. Bazı istisnalar dışında bunun tersi görülmemiştir. Bu ince planlama sayesinde daha büyük ve daha geniş olan denizler, insan, hayvan ve bitkilerin hayat kaynağı olan nehirlere taşmazlar. Böylesine düzenli ve sürekli işleyen bu planlama kendiliğinden ortaya çıkmış bir tesadüf olamaz. Bütün bunlar evreni bir amaç için yaratan ve evrene hükmeden ince ve sağlam yasaları, bu amacı gerçekleştirecek özelliklere sahip kılan yüce yaratıcının iradesi ile meydana gelmektedir.
Evrene hükmeden yasalarda okyanusların tuzlu sularının nehirlere ve karaya taşmaması gözönünde bulundurulmuştur. Bu husus, yeryüzündeki suları etkileyen ve büyük ölçüde kabarmalarını sağlayan ayın çekim gücünün neden olduğu (med-cezir) gel git olayı için de geçerlidir.
"İnsan yalnız değildir" (İlim iman etmeye çağırıyor) kitabının yazarı şöyle der: "Ay bize 240.000 mil uzaklıktadır. Günde iki kere gerçekleşen med olayı bize ayın varlığını gayet latif bir şekilde hatırlatır. Ayın çekim gücü sonucu okyanuslarda meydana gelen kabarma bazı yerlerde yaklaşık olarak 18 m'ye kadar çıkar. Hatta ay çekimi sonucu .yer kabuğu bile günde iki kere dışa doğru birkaç santim kayar. Bütün bunlar bir dereceye kadar bize düzenli görülür. Ve biz, bütün okyanusun düzeyini birkaç metre kabartan ve son derece sert görünen yer kabuğunu birkaç santim dışa doğru kaydıran korkunç gücü kavrayamayız.
"Merih gezegeninin de bir ayı vardır. Küçük bir ay. Bu ay sadece gezegene 6000 mil uzaklıktadır. Bunun gibi dünyamızın uydusu olan ay da şu andaki uzaklığı yerine söz gelimi 50.000 mil uzaklıkta olsaydı, ay çekimi sonucu sularda meydana gelen kabarma o kadar güçlü olurdu ki, deniz yüzeyinin altında bulunan bölgeler günde iki defa, dağları aşındıracak güçte tazyikli bir suyun altında kalacaktı. Bu durumda belki de gerekli çabuklukta derinliklerden yükselen dağlar olmayacaktı. Bu basınç sonucu yer kabuğu çatlayacak, havadaki kabarma hergün kasırgaların kopmasına neden olacaktı.
"Dağların tamamen silindiğini varsayarsak, o zaman bütün yerküresinin üstündeki suyun derinliği bir buçuk mil dolaylarında olacaktır. O zaman da hayat, muhtemelen uçsuz bucaksız bir okyanusun derinliklerinde bulunacaktı.
Ne var ki, bu evreni yönlendiren el, iki denizi salıvermiş, ama bu iki denizin arasına hem onların hem de evrenin yapısından kaynaklanan aşılmaz bir engel koymuştur. Her yönüyle uyum içinde hareket eden evrenin planları, her işini yerinde ve bir hikmete göre yapan, herşeyi hikmetle yönlendiren yüce yaratıcının eliyle önceden belirlenmiş, özenle düzenlenmiş olarak uygulanmaktadır.
Gökten yağan suyun, deniz ve nehir sularının yer aldığı sahneden insan hayatının kaynağı olan meni (nufte) suyunun sunulduğu sahneye geçiliyor.

54- O sudan insanı yarattı ve bu insandan suyun taşıyıcısı erkek ile akrabalığın sürdürücüsü olan dişiyi meydana çıkardı. Rabbinin gücü herşeye yeter.
İşte bu sudan yaratılır cenin. Erkeği soyun taşıyıcısı, dişisi de akrabalığın sürdürücüsüdür. Çünkü dişilik insanlar arasında akrabalığın kurulmasını sağlayan bir unsurdur.
Bu sudan meydana gelen insan hayatı, gökten inen sudan meydana gelen hayattan daha büyük ve daha ilginçtir. Çünkü erkeğin menisinin bir damlasında yeralan onbinlerce sperma hücresinden bir tanesinin ana rahminde kadının yumurtacığı ile birleşmesi, bu komple ve birleşik bir yapıya sahip yaratığın, yani insanı, yani tartışmasız tüm canlı varlıkların en mükemmel olanını meydana getiriyor.
Birbirine benzeyen sperma hücrelerinden ve yumurtacıklardan son derece şaşırtıcı bir yöntemle erkek ve dişiler meydana gelir. İnsanoğlu bunun sırrını kavramış değildir. İnsanoğlunun sahip olduğu bilgi bu olayı kontrol edebilme, nedenlerini bulup çıkarma gücünden yoksundur. Binlerce sperma hücresi arasında herhangi bir hücrede erkek ve dişi olmasını sağlayan belirgin özellikleri önceden belirlemek mümkün değildir. Buna rağmen belirlenen sürecin sonunda şu erkek oluyor, şu da kadın oluyor:
"Rabb'inin gücü herşeye yeter".
İşte onun sonsuz gücünün bir yönü bu olağanüstü, bu hayret verici olayda kendini gösteriyor.
Şayet insanoğlu kendisinin yaratıldığı bu suyu inceleyecek olursa şaşkınlıktan başı dönecektir. Bütün cinslerin kalıtımsal özelliklerini, anne-babanın ve onların ailelerinin özelliklerini taşıyan son derece ince, planlı ve ilginç bir damlacıkta olgun insanın tüm özelliklerinin gizli olduğunu görünce dehşete kapılacaktır. Bu hücreler taşıdıkları bu özellikleri erkek ve cenine taşırlar. Bunların herbiri de kudret elinin kendisi için öngördüğü karakter ve hedef doğrultusunda hayat yolculuğuna devam eder.
İşte bu küçük hücrelerde gizli bulunan kalıtımsal özelliklere ilişkin olarak "İnsan Yalnız Değildir" kitabında yer alan bazı açıklamalar:
"Erkek ya da dişi bütün hücreler kromozomlar ve genler. (kalıtım taşıyıcıları) içerir. Koromozom geni içeren küçük ve sönük bir çekirdektir. Genler kesin olarak herhangi bir canlının ya da insanın temel özelliklerini belirleyen başlıca etkenlerdir. Stoplazma ise, kromozom ve genleri kapsayan hayret verici kimyasal birleşimlerdir. Kahtım taşıyıcıları olan genler, yeryüzünde yaşayan bütün insànların kişisel özelliklerinden, ruhsal durumlarından, renklerinden ve cinslerinden sorumlu olmalarına rağmen son derece ufaktırlar. Şayet hepsi bir araya getirilirse, bir yere konulsa hacmi bir yüzük taşının hacminden daha az olur.
"Bu son derece küçük ve ancak mikroskopla görülebilen genler, bütün insanların, hayvanların ve bitkilerin karakterlerinin, özelliklerinin mutlak anahtarlarıdır. İki milyar insanın kişisel özelliklerini kapsayan bir yüzük kaşı hiç kuşkusuz küçük hacimli bir yerdir. Bununla beraber bu saydıklarımız tartışma götürmez gerçeklerdir.
"Cenin nütfeden (protoplazmadan) cinsiyetinin ortaya çıkmasına doğru bir düzen içinde aşamalı olarak gelişimini tamamlarken tescil edilmiş bir tarihi anlatır. Bu tarih genlerdeki ve stoplazmadaki atomların diziliş şekli ile korunur ve dile getirilir.
"Genlerin bütün canlıların yapısında yeralan soya çekim hücrelerindeki atomların en küçük mikroskobik dizilişinden ibaret olduklarını görmüştük. Bu şekliyle genler, yaratılış projesinin, geride kalanların ve bütün canlı varlıkların özelliklerinin korunduğu bir arşiv niteliğindedir. Genler en ince ayrıntısına kadar bütün bitkilerin köklerine, gövdelerine, yapraklarına, çiçeklerine ve meyvelerine egemendir. Başta insan olmak üzere bütün hayvanların şeklini, kabuklarını kıllarını ve kanatlarını belirler."
Yaratıcı ve planlayıcı ilahi gücün hayata bahşettiği akıl almaz olağanüstülüklerden bu kadarını sunmakla yetiniyoruz. "Rabb'inin gücü herşeye yeter."
KAFİRLERİN TUHAF TUTUMLARI
Böyle bir ortamda. Yaratma ve en ince ayrıntısına kadar planlamanın egemen olduğu böyle bir havada. Gökten inen sudan ve meni suyundan meydana çıkarılan, bir hücreden bütün ayırıcı özellikleri ve soya çekim unsurları ile bir erkek, bir diğer hücreden de ayırıcı özellikleri ve soya çekim unsurları ile bir dişi meydana getirecek özelliklerle donatılan böyle bir hayat karşısında. Evet böyle bir atmosferde Allah'tan başkasına yönelik ibadet tuhaf, çirkin ve insan fıtratının tiksindiği bir davranış olarak beliriyor. İşte bu yüzden burada müşriklerin Allah'tan başkasına yönelik ibadetleri sunuluyor:

55- Onlar, Allah'ı bir yana bırakarak kendilerine ne fayda ve ne de zarar vermeye güçleri yetméyen sözde ilahlara taparlar. Her kafir Rabb'inin düşmanlarının destekçisidir.
"Her kafir Rabb'inin düşmanlarının destekçisidir.
Mekke müşrikleri dahil her kafir, kendisini yaratan, şekil veren. Rabbi'ne savaş açmaktadır. Allah'la savaşamayacak, ona karşı duramayacak kadar küçük ve önemsiz olmasına rağmen bu nasıl olu`r? Allah'ın dinine karşı bir sava tır bu. Allah'ın insan hayatı için belirlediği sistemin aleyhine savaş açmaktır. Buradaki ayet, kafirin suçunun iğrençliğini ve ürkütücülüğünü ön plana çıkarmak için onun davranışını, Rabb'ine ve efendisine karşı bir savaş olarak tasvir ediyor.
Kafir, Allah'ın peygamberine -salat ve selam üzerine olsun- ve onun risaletine karşı savaşırken aslında Rabb'ine karşı savaşmaktadır. Şu halde peygamberin onunla bir alıp veremeyeceği yoktur. Çünkü bu savaş Allah'a karşı başlatılan bir savaştır. Bu savaşta yüce Allah peygamberini korumayı, onu zafere götürmeyi garantilemektedir. Ardından yüce Allah kulunu rahatlatıyor, ona moral veriyor; omuzlarına binmiş yükü hafifletiyor; mü'minleri müjdelemeye kafirleri uyarmaya ve kendisine verilen Kur'ana dayanarak kafirlerle. mücadele etmeye ilişkin görevini yerine getirdiği zaman mücrimlerin düşmanlığının, kafirlerin inatçılığının kendisine bir zarar vermeyeceğini bildiriyor. Çünkü, aslında Allah a düşmanlık yapan kendi karşıtlarıyla giriştiği savaşı, onun adına yüce Allah yürütüyor. Şu halde Rabb'ine Hz. peygamber -salat ve selam üzerine olsun- güvenip dayanmalıdır. Hiç şüphesiz kulların günahlarını en iyi yüce Allah bilir!

56- Ey Muhammed, biz seni sırf müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
57- Bu duyurma görevim karşılığında sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Tek isteğim, dileyenlerinizi Rabb'lerine götüren yola girmeleridir.
58- Sen ölümsüz, diri olan Rabb'ine güven; onu överek her türlü noksanlıktan tenzih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeterlidir.
Bununla peygamberimizin görevi, müjdeleme ve uyarma olarak belirleniyor. Daha sonraları Medine'de olduğu gibi, Mekke'deyken müjdeleme ve uyarmà özgürlüğünü garanti altına almak için müşriklere savaş açmakla henüz emrolunmamıştı. Hiç kuşkusuz bu da, yüce Allah'ın bildiği bir hikmete dayanıyordu. Ancak tahminimize göre; bu yeni inanç sisteminin hedef aldığı, üzerinde yoğunlaştığı kişiler bu dönemde eğitiliyorlardı, hazırlanıyorlardı. Bu inancın ruhlarında yaşaması, hayatları bu inancın temsil etmeleri isteniyordu. Böylece islamın hükmettiği, yer yönüyle egemén müslüman toplumun çekirdeği olmaları, Kureyş'in islama girmesini önleyecek, kalplerini ona kilitli tutmalarına neden olacak şekilde aralarında husumetlerin, kan davalarına girmemesi isteniyordu. Çünkü yüce Allah, onların bir bölümünün hicretten önce, bir bölümünün de Mekke fethinden sonra islama girmelerini takdir etmişti. Bunlar da Allah'ın izni ile bu kalıcı inanç sisteminin güçlü çekirdek kadrosunu oluşturmuşlardı.
Bununla beraber, Mekke'de olduğu gibi peygamberliğin özü; Medine'de de müjdeleme ve uyarı olarak kaldı. Savaş, davetin özgürce yürütülmesini önleyen maddi engellerin kaldırılması, mü'minlerin inançlarından dolayı baskı altında tutulmalarına engel olunması için bir araç olarak öngörülüyordu. Dolayisiyle bu hüküm hem Mekke'de, hem de Medine'de geçerliliğini korumuştur.
"Ey Muhammed, biz seni sırf müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik."
"De ki; Bu duyurma görevim karşılığında sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Tek isteğim, dileyenlerinizin Rabb'lerine götüren yola girmeleridir."
Hz. Peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- islama girenlerden almak istediği bir ücret, elde etmek istediği herhangi bir çıkar söz konusu değildir. Müslümanların ona verdikleri bir haraç, ona sundukları bir adak, ya da kurban yoktur. Bir insan diliyle söylediği, kalbiyle inandığı birkaç kelimeyle müslüman topluma katılır. İşte islamın ayırıcı özelliği, islamın yegane özelliği, kehanetinin ücretini alan bir kahinin yaptığı aracılığın karşılığını alan bir aracının olmayışıdır. İslamda "Giriş vergisi" yoktur. Dinin sınırlarını öğrenmek, kutsanmak ya da dine kabul edilmek için bir bedel ödemek söz konusu değildir. İşte bu dinin sadeliği ve iman ile kalbi birbirinden ayıran her türlü engelden, kul ile Rabbi arasına giren aracılardan ve kahinlerden uzaklığı. Hz. peygamberin bu müjdeleme ve uyarının karşılığında almak istediği tek ücret vardır. O da doğru yola giren kişinin Allah'ı bulması ve gösterdiği gerçekler sayesinde Rabb'ine yaklaşmasıdır. "Tek istediğim, dileyenlerinizin Rabb`lerine götüren yola girmeleridir." Onun istediği tek ücret budur. Allah'ın kullarından birinin Rabb'ine giden yolu bulması, O'nun hoşnutluğunu istemesi, O'nun yolunu araştırması, gerçek efendisine, dostuna yönelmesi Hz. peygamberin tertemiz kalbini memnun eder, onun seçkin vicdanını rahatlatır.
"Sen ölümsüz diri olan Rabb'ine güven, O'nu överek her türlü noksanlıktan tenzih et."
Allah'ın dışındaki herşey ölüdür. Çünkü onun dışındaki herşey günden güne ölüme yaklaşmaktadır. Sonunda ölümsüz olan Allah'tan başka hiç birşey kalmaz. Eninde sonunda hayattan ayrılacak olan bir ölümlüye dayanıp güvenmek, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvara dayanmak, az sonra kaybolacak bir gölgeye sığınmak gibidir. Bu yüzden sadece her zaman diri olan ve kesinlikle yok olmayan Allah`a güvenilir O'na dayanılır: "O'nu överek her türlü noksanlıktan tenzih et." Ancak kullarına sayısız nimetler' veren, onlara bol bağışta bulunan yüce Allah'a hamdedilir. Şu halde ne müjdelemenin ne de uyarmanın bir yarar sağlamadığı kafirlerin durumunu ölümsüz, diri olan Allah'a bırak çünkü O, onların günahlarını bilir ve hiçbir şey ona saklı kalamaz: "Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeterlidir."
Yüce Allah'ın herşeyden eksiksiz olarak haberdar oluşu ve her şeye tam karşılığını verme gücüne sahip olduğu dikkatlere sunulduğu sırada yüce Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasından, arşa egemen oluşundan söz ediliyor.

59- O gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındaki tüm varlıkları altı günde yarattı, sonra Arşa kuruldu. O'nun rahmeti boldur. Onu bir bilene sor.
Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günler kesinlikle bizim dünyamızın günlerinden farklıdır. Çünkü bizim günlerimiz güneş sisteminin bir yansımasıdır, göklerin ve yerin yaratılışından sonra meydana gelmiş uzaydaki dolaşımın ölçüleridir. ölçüleridir. Bu günler, dünyanın güneş karşısında kendi etrafında dönüşünün süresine ayarlıdırlar. Yaratılış "ol" kelimesinde sembolleşen ilahi iradenin yönelişinden başka birşey gerektirmez. Bu irade gerçekleşir gerçekleşmez, varoluş tamamlanır "Hemen oluverir" Belki de, sözü edilen altı gün, süresini Allah'tan başka kimsenin bilmediği onun günleridir. Bu sure içinde bugünkü şeklini alana kadar göklerde ve yerde ardarda çeşitli evreler gerçekleşmiştir. Arşa kurulma ise, üstünlük ve egemenlik anlamındadır. "Sonra" sözcüğü zamana ilişkin bir sıralama ifade etmez. Bu sadece dereceye, üstünlük ve egemenlik derecesine işaret etmektedir.
Üstünlük ve egemenlikle beraber büyük ve sonsuz bir rahmet vardır: "O'nun rahmeti boldur" Rahmetin yanında da herşeyden haberdar olma yeralır. "O'nù bir bilene sor" Bu, hiçbir şeyin saklı kalmadığı mutlak haberdarlıktır. Allah'tan sorduğun zaman, bilen birine sormuş olursun. Çünkü yerde ve gökte hiçbir şey O'ndan gizlenemez.
Buna rağmen şu küstahlar, peygambere dil uzatan şu suçlular, Rahmana kul
60- Onlara "Rahman'a secde edin" denildiğinde "Rahman da ne oluyor?" senin secde etmemizi' emrettiğin ilah'a secde eder miyiz hiç? derler. Bu çağrın nefretlerini daha da arttırır.
Bu ukalalığın, küstahlığın iğrenç bir tablosudur. Bu tablo, burada peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- yönelik küstahlıklarına, dil uzatmalarına bayalığını vurgulamak için gözler önüne seriliyor. Bir kere onlar Rabb'lerine karşı gereken saygıyı göstermiyorlar, O'nun yüce zatı hakkında böylesine yakışıksız sözler sarf edebiliyorlar. Şu halde bu insanların peygamber hakkında yakışıksız sözler sarfetmeleri mi tuhaftır? Onlar yüce Allah'ın adından nefret ediyorlar ve "Rahman" ismini bilmediklerini iddia ediyorlar. Küstahlıkta, edepsizlikte bir adım daha atarak "Rahman da ne oluyor?" diye soruyorlar. Allah'a dil uzatmayı, onun adını küçümsemeyi, yalancı müseyleme'yi (müseylemetu'l kezzab'l) kastederek Yemame'dekinden başka Rahman tanımıyoruz diyecek kadar ileri götürüyorlar.
Bu küstahlıklarına, ukalalıklarına yüce Allah'ın ululuğunun, büyüklüğünün vurgulanması ile karşılık veriliyor. Bu iddiaları ve edepsizlikleri Allah'ın noksan sıfatlardan uzak oluşundan, yüceliğinden, yarattığı evrenin görkeminden ve bu görkemli evrende O'nu hatırlatan olağanüstü ayetlerinden söz edilerek cevaplandırılıyor.

61- Gökteki gezegenlere yörüngeler belirleyen, orada ışık kaynağı olan güneşi ve aydınlık saçan ayı yaratan Allah'ın şanı yücedir.
62- O, düşünmek ya da şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirine ardışık yapmıştır.
Ayetin orjinalinde geçen "Burçlar" genel kanıya göre yıldız ve gezegenlerin uğrak noktaları, onların ürperti veren yörüngeleridir. Bu yörüngelerin görkemi düşünce planında müşriklerin "Rahman da ne oluyor?" sözlerindeki küçümsemeye karşılık olarak yer alıyor. İşte bu yörüngeler hem duygu açısından hem de realitede onun büyük, ürperti verici ve görkemli yaratıklarının bir parçasıdır. Bu yörüngelerde dolaşan güneş, ışık kaynağı olarak adlandırılmaktadır. Çünkü güneş, hem dünyamıza hem de başka gezegenlere ışık saçar. Bu yörüngelerde bir de yol gösterici latif bir aydınlık saçan Ay yeralmaktadır.
Bunun yanısıra gece, gündüz ve bunların birbirine ardışık olmalarının sahnesi sunuluyor. Gece ve gündüz sürekli yenilenen, ama insanların farkında olmadıkları, unuttukları olağanüstü mucizelerdir. "Düşünmek ya da şükretmek isteyenler" için bu mucizeler de yeterlidirler. Şayet insanlar gece ve gündüzü dönüşümlü olarak yaşamasalardı, gece ve gündüz birbirine ardışık olarak gerçekleşmeselerdi, yeryüzünde hayat ne insanlar, ne hayvanlar ne de bitkiler için mümkün olmazdı. Hatta gece ve gündüzün süreleri bile değişik olsaydı yine de yaşamak zorlaşırdır.
"İnsan yalnız değildir" (İlim iman etmeye çağırıyor) kitabında şu açıklamalar yer alıyor:
"Dünya, kendi ekseni etrafında yirmidört saatte bir kere döner. Bu yaklaşık olarak saatte bin mil hıza eşittir. Şimdi dünyanın saatte sadece yüz mil yaptığını varsayalım. Neden olmasın? Bu taktirde gecemiz ve gündüzümüz ,şimdikinden on kat daha uzun sürecektir. Bu durumda kızgın yaz güneşi hergün bitkilerimizi yakacaktır. Geceleri de yeryüzündeki tüm bitkiler donacaktı."
Gökleri ve yeri yaratan, herşeyi yaratıp hareketlerini bir ölçüye göre planlayan Allah herşeyden yücedir. Gökte yörüngeler vareden, bu yörüngelere ışık kaynağı güneşi ve aydınlık saçan Ayı yerleştiren Allah, onların yakıştırmalarından uzaktır, yücedir.
"O düşünmek ya da şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirine ardışık yapmıştır."
Furkan Suresinin bu son bölümünde "Rahman'ın Kulları" belirgin nitelikleriyle, kendilerine özgü tavırlar ile ön plana çıkıyorlar. Hidayetle sapıklık, inatçı ve bedbaht insanlıkta bu insanlığa hidayet mesajını taşıyan peygamberler arasındaki uzun savaşın sonunda insanlığın özetiymiş, bu uzun ve yorucu cihadın taze meyvesiymiş, bunca inkarcılıkla, bunca katılıkla ve yüz çevirmelerle karşılaşmalarına rağmen hidayet mesajını taşıyan dava erlerine yönelik güven verici bir teselliymiş gibi beliriyorlar.
Geçen derste müşriklerin "Rahman" ismini bilmezlikten gelmelerine; onu inkar etmelerine değinilmişti. Buna karşılık Rahman'ın has kulları onu biliyorlar, tanıyorlar. Ona bağlanmayı, O'na kul olmayı hakkediyorlar. İşte onlar, ayırıcı nitelikleri ile, ruhları, davranışları ve hayat biçimleri ile yüce Allah'ın yeryüzünde kendilerine değer vermesini, kendilerini gözetip korumasını hakkediyorlar. Çünkü eğer aralarında Rahman'ın bu has kulları olmasa ve eğer bu kullar yakararak, dua ederek ona yönelmezlerse bütün insanlar, Allah katında bir değer ifade etmeyecek kadar önemsizleşirler..

63- Rahman'ın hâs kulları o kimselerdir ki, onlar yeryüzünde yumuşak adımlar atarak yürürler. Kendini bilmezler onlara sataştıklarında yumuşak sözlerle karşılık verirler.
İşte Rahman'ın has kullarının başta gelen özellikleri; onlar yeryüzünde rahat ve yumuşak adımlar atarak yürürler. Yürürken kendilerini zorlamazlar, yapmacık hareketlerde bulunmazlar. Ne kibirlenirler ne de böbürlenirler. Ne burunları havada yürürler ne de kabararak veya şişerek yürürler. Çünkü insanın sergilediği tüm davranışları gibi yürüyüşü de onun kişiliğinin ve içindeki duygularının göstergesidir. Normal, kendine güvenen, kararlı ve ciddi bir ruh, bu özelliklerini sahibinin yürüyüşüne de yansıtır. Böylece normal, kendinden emin, ciddi ve kararlı yürür. Bu yürüyüşte saygınlık, rahatlık, ciddiyet ve güçlülük göze çarpar. Yoksa "yeryüzünde yumuşak adımlar atarak yürürler" Onların ölü gibi, boynu bükük, omuzları sarkık, sallanarak yürüdükleri anlamına gelmez. Nitekim takva sahibi ve salih bir kişi olduğunu göstermek isteyen bazı insanlar bu tarz bir yürüyüşü seçerler. Oysa peygamber efendimiz -salat ve selam üzerine olsun- yürüdüğü zaman canlı ve dik yürürdü. İnsanlar içinde en hızlı yürüyeni, en güzel ve en rahat yürüyeniydi. Ebu Hureyre şöyle der: Peygamber efendimizden -salat ve selam üzerine olsun- daha güzel birini görmedim. Sanki yüzünde güneş parlıyordu. Ondan daha hızlı yürüyeni de görmedim. Yürürken önünde yer bükülür gibiydi. Biz onunla yürürken çok zorlanırdık ama o, hiç aldırmazdı." Ali b. Ebu Talip -Allah ondan razı olsun- şöyle der: Resulullah yürürken yukarıdan iniyormuş gibi yürürdü. Bir keresinde de şöyle demişti: Yokuş yukarı çıkarken bile başaşağı iniyormuş gibi yürürdü. Bu ise, kararlı, gayretli ve cesur insanların yürüyüşüdür.
Rahman'ın bu has kulları ciddilikleri, vakurlukları, kararlılıkları ve içlerindeki büyük ideallerle uğraşıyor olmaları nedeniyle ahmakların ahmaklıkları ile, kendini bilmezlerin beyinsizlikleri ile ilgilenmezler. Akıllarım, vakitlerini ve emeklerini beyinsizlerle, ahmaklarla tartışmakla, onlarla kavga etmekle, dolaşmakla uğraştırmazlar, boşuna harcamazlar. Aptallarla beraber olmaktan, gereksiz davranışlarda bulunmaktan uzak dururlar: "Kendini bilmezler onlara sataştıklarında yumuşak sözlerle karşılık verirler",Güçsüz olduklarından değil elbette, tenezzül etmemekten, çaresizlikten değil üstünlük duygusundan dolayı yumuşak davranırlar. Boş şeylerden, aptalca işlerden daha önemli, daha onurlu ve daha üstün değerlerle ilgilenen:onurlu bir insanın vaktini ve emeğini uygun olmayan bir işte harcamasını istemedikleri için yumuşak sözlerle karşılık verirler.
Bu Rahman'ın has kullarının gündüz insanlarla beraber oldukları zamanki durumları geceleri ise, takva, Allah'ın gözetimini ve ululuğunu düşünme, onun azabından korkma duyguları ile geçirirler:

64- Onlar geceleri Rabblerine secde ederler ve onun huzurunda ayakta dikilirler.
65- Onlar derler ki; Ey Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzak tut, çünkü cehennemin azabı sürekli bir afettir.
66- Orası ne fena bir konut ve ne fena bir barınaktır.
Buradaki ifade tarzı, gecenin bir bölümünde insanlar uykudayken Rahman'ın kullarının hareketlerini tasvir amacı ile namazdan secde ve kıyam (ayakta dikilme) hareketlerini ön plana çıkârıyor. Bu insanlar Rabblerine secde ederek, O'nun huzurunda ayakta dikilerek geceliyorlar. Sadece Rabblerine yöneliyor, yalnız O'nun için kıyamda duruyorlar. Sırf O'na secde ediyorlar. Bu insanlar, tatlı ve rahat uykudan daha yararlı, daha dinlendirici bir şeyle uğraşıyorlar, Rabb'lerine yönelmekle, ruhlarını ve organlarını O'na bağlamakla uğraşıyorlar. İnsanlar uykudayken onlar rabblerinin huzurunda ayakta dikiliyorlar, secde ediyorlar. İnsanlar yere çakılıp kalırken onlar ulu ve kerem sahibi Rahman'ın arşını görüyorlar.
Onlar Rabb'lerinin huzurunda ayakta dikilirken, secdeye varırken, Rahman'ın arşını görürken kalpleri takva ile, cehennem azabı korkusu ile dolar ve şöyle derler: "Ey Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzak tut, çünkü cehennemin azabı sürekli bir afettir. Orası ne fena bir konut ve ne fena bir barınaktır." Onlar cehennemi görmemişler ama cehennemin varlığına inanırlar. Kur'an-ı Kerimde anlatıldığı ve Hz. peygamberin tasvir ettiği şekliyle cehennemi kafalarında canlandırırlar. İşte bu samimi korku köklü imanın ve içten gelen doğrulamanın meyvesidir.
Onlar cehennem azabını kendilerinden uzak tutsun diye ürpererek yakararak Rabb'lerine yönelirler. Geceler boyunca Rabb'lerine secde etmelerine, onun huzurunda dikilmelerine güvenmezler. Kalpleri Allah korkusu ile dolduğu için amellerini ve ibadetlerini az görürler. Bunları ateşten kurtulmanın garantisi, güvencesi olarak görmezler. Yüce Allah'ın lütfu, hoşgörüsü, bağışlaması ve merhameti yetişip cehennem azabını uzaklaştırmasa hiçbir şekilde kurtulamayacaklarını bilirler.
Ayetin ifade biçimi öyle bir hava estiriyor ki, sanki cehennem herkesin önüne serilmiş, tüm insanlığın yolunu kesmiş, ağzını açmış, herkesi yutacak gibi. Kollarını uzatmış; uzak-yakın herkesi yakalayacak gibi geceleri Rabb'lerine secde eden, O'nun huzurunda ayakta dikilen Rahman'ın has kulları da korkuyorlar, ürperiyorlar, bu azabı kendilerinden uzak tutması bu azapla karşılaşmaktan, bu azaba uğramaktan kurtarması için Rabb'lerine yalvarıyorlar.
Onlar korkudan ve dehşetten Rabb'lerine yalvarırlarken ağızlarından dökülen kelimeler de titriyor: "Çünkü cehennemin azabı sürekli bir felakettir." Yani kalıcı bir azaptır, değişmez sahibinden ayrılmaz ve azalmaz. İşte bu azabı korkunç kılan, dehşet verici ve iğrenç kılan da bu özelliğidir: "Orası ne fena bir konut ve ne fena bir barınaktır:" İnsanın mesken edinip oturduğu cehennemden bir yer var mıdır? Ve acaba ateşte durulur mu? Gece-gündüz ateş içinde kıvranırken barınmak mümkün mü?

MÜ'MİNLERİN YAŞAM KURALLARI
Rahman'ın bu kulları, günlük hayatlarında kararlı, dengeli ve ölçülü davranışa örnek oluştururlar:
67- Onlar harcamalarında ne savurganca ve ne de eli-sıkıca davranmayarak bu iki karşıt kutup arasında ölçülü bir tutum benimserler.
Bu, islamın fert ve toplumların hayatında gerçekleştirmek istediği eğitim ve yaşamada gözönünde bulundurduğu özelliğidir. İslam bütün binasını denge ve ölçü esaslarına dayandırır.
Müslüman -İslamın sınırlı ferdi mülkiyeti tanımış olmasına rağmen- kapitalist toplumda .ve her' alanda ilahi şeriatı hayatına egemen kılmayan diğer toplumlarda olduğu gibi kendi malını dilediği gibi harcama özgürlüğüne sahip değildir. Müslüman savurganlıkla eli sıkılık arasında bir orta yol benimsemekle yükümlüdür. Savurganlık kişiyi, toplumu ve malı bozar. Eli sıkılık ise hem sahibinin hem de çevresindeki toplumun bu maldan yararlanmasına engel olur, malı hapseder. Çünkü mal toplumsal hizmetler için kullanılması géreken toplumsal bir araçtır. Gerek savurganlık gerekse eli sıkılık hem toplumsal ortamda hem de ekonomik alanda büyük sarsıntılara, karışıklıklara neden olurlar. Malı hapsetmek krizlere yol açar, sınırsız ve hesapsız şekilde serbest bırakmak da öyle. Bunun yanında kalpler ve ahlak da bozulur.
İslam hayatın bu yönünü düzenlerken önce ferdin ruhsal durumundan işe başlıyor. Bu yüzden dengeli ve ölçülü davranmayı imanın bir özelliği olarak vurguluyor:
"Bu iki karşıt kutup arasında ölçülü bir tutum benimserler."
Rahman'ın has kullarının bundan sonraki özellikleri, Allah'a ortak koşmamaları, adam öldürmekten ve zina etmekten kaçınmalarıdır. Acıklı azabı gerektiren bu tür kötülüklerden, büyük günahlardan uzak durmalarıdır:

68- Onlar Allah'ın yanısıra başka bir ilaha yalvarmazlar. Allah'ın yasakladığı cana, sebepsiz yere kıymazlar ve zina etmezler. Bu suçları işleyenler cezalarını görürler.
69- Kıyamet günü azapları kat kat olur ve horlanmış olarak ebediyyen bu azabın pençesinde kalırlar.
70- Yalnız tevbe edip iyi ameller işleyenler hariç. Allah, böylelerinin kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah affedicidir ve merhametlidir.
71- Kim tevbe eder de arkasından iyi amel işlerse o kimse kararlı bir pişmanlıkla Allah'a yönelmiş olur.
Allah'ın bir ve ortaksız olduğunu kabul etmek islam inanç sisteminin temelini oluşturur; bu ilke açık, doğru ve sade bir inanç ile hayat için uygun olan bir düzene dayanaklık oluşturması mümkün olmayan kapalı, karışık ve girift bir inanç arasındaki yolların ayrılış noktasıdır.
Haksız yere cana kıymaktan sakınmak, insan hayatının dokunulmaz kabul edildiği bir değer ifade ettiği güvenli ve huzurlu bir toplumsal hayat ile kimsenin can güvenliğinin bulunmadığı, hiçbir amelin ve yapıcılığın huzur vermediği, ormanlara ve mağaralara özgü hayat arasındaki yol ayırımını belirleyen bir özelliktir.
Aynı şekilde zina yapmaktan kaçınmak da, insanın çirkin hayvansal duyguların üstüne çıktığının bilincinde olduğu, karşı cinsle birleşmesinin kan ve etin açlığını gidermekten daha üstün bir hedefinin olduğunu düşündürdüğü temiz bir hayat ile erkek ve dişilerin sözü edilen açlığı tatmin etmekten başka birşey düşünmediği aşağılık ve çirkin bir hayat arasındaki yolların ayrılış noktasıdır.
Bu üç nitelik Allah'ın onurlandırdığı insana yakışır bir hayat ile, ucuz, çirkin ve hayvanlık düzeyindeki aşağılık bir hayat arasındaki yolların ayrılış noktasını belirledikleri için, yüce Allah bunları Allah katında yaratıkların en üstünü ve en onurluları olan Rahmanın has kullarının özellikleri arasında sayıyor ve bunların üzerine son derece sert bir tehdit içeren bir değerlendirme yapıyor: "Bu suçları işleyenler cezalarını görürler." Yani azaba çarptırırlar. Bu azap da arkasından gelen şu ifadeyle açıklığa kavuşturuluyor: "Kıyamet günü azapları kat kat olur ve horlanmış olarak ebediyyen bu azabın pençesinde kalırlar." Onlar sadece kat kat arttırılmış bir azaba çarptırılmazlar. Bunun yanında horlanırlar da. Bu ise daha şiddetli ve daha öldürücü bir azaptır.
Arkasından, tevbe, gerçek iman ve salih bir amelle bu kötü akıbetten kurtulmak isteyenler için tevbe kapısı açık bulunduruluyor "Yalnız kurtulmak isteyenler için tevbe edip iyi ameller işleyenler hariç." Tevbe edip salip ameller işleyen mü'minlere tevbe etmeden işledikleri kötülüklerin iyiliklere çevrileceği ve bunlara yeni iyiliklerin ekleneceği va'dediliyor: "Allah böylelerinin kötülüklerini iyiliklere çevirir." Bu yüce Allah'ın bir lutfu ve bağışıdır. Doğru yolu bulup sapıklıktan dönmekten, Allah'ın koruduğuna girmekten, çöllerden başıboş gezindikten sonra onar sığınmaktan başka kulun amelleri içinde bunu karşılayacak bir iyiliği yoktur: "Allah affedicidir ve merhametlidir."
Tevbe kapısı her zaman açıktır. Vicdanını uyandıran, geri dönüp sığınmak isteyen herkes bu kapıdan girebilir. Kim olursa olsun ve ne kadar günah işlemişse işlesin oraya yönelen hiç kimse engellenmez, hiçbir sığınmacının yüzüne kapatılmaz.
Taberani Ebu'l Mugiyre'den, o da Safvan b. Ömer'den, o da Abdurrahman b. Cübeyr'den, o da Ebu Ferva'dan şöyle rivayet eder: Ebu Ferve peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- gelerek "Büyük, küçük bütün günahları işleyen, yapmadığını bırakmayan birini gördün mü? Böyle birinin tevbesi kabul olur mu?" dedi. Peygamber efendimiz -salat ve selam üzerine olsun. "Bundan sonra iyi ameller işle, kötülükleri de terk et. Yüce Allah bütün kötülüklerini iyiye çevirir" dedi. Ebu Ferve "Peki yaptığım haksızlıklar, işlediğim günahlar da mı?" dedi; Peygamberimiz "Evet" dedi. Bunun üzerine Ebu Ferve gözden kaybolana kadar tekbir getirerek yürüdü.
Tevbe etmenin kuralı ve şartı da şu şekilde belirleniyor. "Kim tevbe eder de arkasından iyi amel işlerse o kimse kararlı bir pişmanlıkla Allah'a yönelmiş olur" Tevbe etmek; pişman olmakla, günahtan vazgeçmekle başlar; tevbenin gerçek olduğunu, içten olduğunu kanıtlayan salih amelle sonuçlanır. Salih amel, aynı zamanda günahtan vazgeçmekle ruhta meydana gelen boşluğu dolduran pozitif bir karşılıktır. Çünkü günah bir ameldir, bir harekettir. Bu yüzden yerini karşıt bir hareketle doldurmak gerekir. Aksi taktirde günahtan vazgeçtikten sonra meydana gelen boşluğu hisseden ruh, bu etkiyle hatalara sürüklenir. Bu da Kur'anın olağanüstü eğitim sisteminin gözalıcı belirtisidir. Hiç kuşkusuz bu sistem insan psikolojisine ilişkin derin bilgiye dayanmaktadır. Yaratıcıdan daha iyi kim bilebilir yarattıklarını? O yücedir, eksikliklerden münezzehtir.
Bu ara açıklamadan sonra ayetlerin akışı yeniden "Rahman'ın has kullarının" özelliklerini sunmaya başlıyor.

72- Yine onlar yalanın semtine yanaşmazlar. Kötülükler ile karşılaştıklarında yanlarından onurlarına toz kondurmadan geçip giderler.
Yalanın semtine yanaşmamaları, ifadesinden ilk etaptâ akla gelen yakın anlam yalan şahitlikte bulunmamaları olabilir. Çünkü bu tür bir davranış, hakların kaybolması, zulmün desteklenmesi anlamına gelir. Bunun anlamı, her türlü ve her çeşit yalanın sözkonusu olduğu bir mecliste, bir ortamda bulunmaktan kaçınma, bu tür meclisleri ve ortamları görmeye yanaşmama da olabilir. Bu ikincisi daha etkin ve daha realistçedir. Aynı şekilde onlar ruhlarını ve ideallerini boş ve anlamsız uğraşılardan da korurlar: "Kötülükler ile karşılaştıklarında yanlarından onurlarına toz kondurmadan geçip giderler." Böyle şeylerle ilgilenmezler, bu tür şeylere kulak vererek ruhlarını kirletmezler. Böyle şeylere katılmak bir yana, görmekten, yakınından geçmekten bile kaçınırlar, onurlarını korurlar. Çünkü mü'minin boş ve gereksiz şeylerden çok daha önemli isleri vardır. Onun kendini eğlenceye, oyuna vermesini gerektirecek kadar boş vakti yoktur. Onun inancı, davası, kişisel yükümlülükleri ve hayattaki sorumlulukları yeterince kendisini uğraştırmaktadır.
Onların özelliklerinden biri de uyandıkları zaman hemen kendilerine gelmeleridir, nasihat edildikleri zaman ders almaya yatkın olmalarıdır; kalplerinin Allah'ın ayetlerine karşı açık olmasıdır, o ayetleri anlayarak, ibret alarak ağılamalârıdır.
73- Onlara Allah'ın ayetleri hatırlatıldığında bu ayetler karşısında kör ve sağır kesilmezler.
Bu ifadeden, duymayan, görmeyen, bir hidayete ya da nura uymayan kör ve sağırlar gibi düzmece ilahlarına, sapık inançlarına, batıl düşüncelerine körü körüne sarılan müşriklere yönelik bir kınama anlaşılmaktadır. Duymadan, görmeden, düşünmeden yüzüstü birşeye kapanma hareketi, körlerin gafletliğini, körlüğünü ve dar düşünceliğini tasvir etmektedir. Rahman'ın kulları ise, inanç sistemlerinin dayandığı gerçeği ve Allah'ın ayetlerinin içerdikleri doğru mesajı bilinçli olarak, görerek kavrıyorlar. Dolayısiyle anlayarak, yüzüstü kapanarak bağlanmazlar. Eğer inançlarına sarılıp O'nun tarafını tutuyorlarsa bu, bağlandığı inancı bilen, kavrayan ve gözleriyle gören birinin taraftarlığıdır.
NESİL GÜVENLİĞİ
Son olarak Rahman'ın bu kulları, geceler boyunca Rabb'lerine secde etmekle onun huzurunda ayakta dikilmekle, ayrıca bütün bu niteliklere sahip olmakla yetinmezler. Bunun yanısıra kendilerinden sonra, bağlı bulundukları hayat sistemine uyan bir neslin gelmesini, kendileri gibi inanan göz aydınlığı olacak eşlerinin olmasını kalplerinin onlarla huzura kavuşmasını, bu sayede "Rahman'ın kullarının" sayılarının artmasını isterler. Ve yine yüce Allah'ın kendilerini Allah'tan korkanlara O'ndan sakınanlara iyi birer öncü kılmasını umarlar.
74- Onlar "Ey Rabbimiz, bize gözümüzün aydınlığı olacak eşler ve çocuklar bağışla; bizi kötülüklerden sâkınanların öncüleri yap " derler.
İşte bu, imandan kaynaklanan derin fıtri bilinçtir. Allah'a giden yolun yolcularının çoğalmasına ilişkin istektir. En başta da evlat ve eşlerin bu yolda olmasına ilişkin köklü duygudur bu. Çünkü insanların birinci derecede sorumlu oldukları bunlardır. İnsan ilkin bu emanetten sorguya çekilecektir. Ayrıca bu, bir mü minin iyiliğe öncülük ettiğini, Allah'ın yolunu izlemek isteyenlerin kendisinin etrafında toplandıklarını görmek istemesidir. Yoksa burada bir üstünlük duygusu, bir büyüklük kompleksi söz konusu değildir. Çünkü kervan hep birlikte Allah a doğru yol almaktadır.
Rahman'ın kullarının alacağı ödüle gelince, bu açıklamanın sonunda ödül şu şekilde belirtiliyor.

75- İşte onlar sabretmiş olmalarının karşılığı olarak özel cennet odaları ile ödüllendirilirler: Bu odalarda esenlik dilekleri ve selamla karşılanırlar.
76- Orada sürekli kalacaklardır. Orası ne güzel bir konut ve ne güzel bir barınaktır.
Ayetin orjinalinde geçen "el-Gurfeh" kelimesinden maksat cennetin kendisi olabileceği gibi cennette özel bir yerde olabilir. Nitekim yeryüzünde insanlar da misafir ağırlamak istediklerinde gelenekler icabı evlerinin en güzel ve en uygun odasını seçerler. İşte nitelikleri ve özellikleri biraz önce anlatılan bu saygın konuklar özel cennet odalarında esenlik dilekleri ve selamla ağırlanırlar. Bu, onların işaret edilen niteliklerini ve özelliklerini ısrarla korumalarının, sabretmelerinin ödülüdür. Bu ifadenin kullanılmasının özel bir anlamı vardır. Çünkü nitelikleri ve özellikleri tavizsiz sürdürme kararı nefsin istek ve arzularına, dünya hayatının aldatmacalarına ve düşük içgüdülerine karşı sabretmeyi gerektirir. Mücadeleyi, çabayı doğru yolda sürdürmek ancak sabırla mümkündür. Bu durumda gösterilen sabır, yüce Allah'ın bu Furkanda (eğri ile doğruyu birbirinden ayıran bu Kur'anda) vurgulamasını hakkedecek kadar önemlidir.
Rahman'ın has kullarının, çok fena bir konut, çok kötü bir barınak olduğu için yüce Allah'a yalvararak kendilerinden uzak tutmasını istedikleri cehenneme karşılık yüce Allah onları cennetle ödüllendiriyor. "Orada sürekli kalacaklardır. Orası ne güzel bir konut ve ne güzel bir barınaktır." Allah dilemedikçe kimse onları oradan çıkarmaz. Onlar orada konaklamanın, barınmanın en iyisini yaşarlar.
YALANLAYICILARIN SONU
Buraya kadar, insanlığın süzülmüş bir özeti niteliğinde olan, Rahman'ın kullarının özellikleri tasvir edildi. Furkan Suresi, göğe yönelen bu seçkin insanlar olmasa geriye kalan insanların yüce Allah katında hiçbir değer ifade etmediklerini vurgulayarak sona eriyor. Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara gelince azaba çarptırılmaları kaçınılmaz olmuştur.

77- De ki; "Eğer yalvarmanız, kulluğunuz olmasa Rabbim size ne değer versin? Sizler Allah'ın ayetlerini yalanladığınız için azap hiç yakanızı bırakmayacaktır. "
Bu, surenin konusuna ve genel akışına uygun bir sonuç, kavminden gördüğü inatçılık, inkarcılık ve dil uzatmalar karşısında peygamberimizi -salat ve selam üzerine olsun- teselli etmeyi, onu güçlendirmeyi hedefleyen surenin atmosferine uygun bu ifadedir. Aslında kavmi peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- konumunu- çok iyi biliyorlardı. Ama onlar ısrarla ve inatla batıl ve saçma inançlarına bağlı kalmayı sürdürdüler. Hem Hz. Peygamberin kavmi ne değer ifade eder ki? Şayet Allah'a yalvaran, Rahmanın kullarının O'na yalvarıp yakardığı gibi O'na yakaran mü'min azınlık olmasa şu bütün insanlığın ne önemi var ki?
Onlar ve tüm insanlığı kapsayan şu yeryüzü, dehşet verici evren boşluğunda yüzen bir zerreden başka nedirler ki? Bütün insanlık şu yeryüzündeki birçok canlı türünden sadece bir türdür. Yeryüzünde yaşayan milletlerden bir millet, bir milletin içindeki herhangi bir kuşak, sayfalarının sayısını ancak yüce Allah'ın bildiği koca evren kitabının içinde yer alan bir tek sayfa değil midir?
Buna rağmen insan kibirlenir, böbürlenir, kendini birşey sanır. Yüce yaratıcısına dil uzatacak kadar küstahlaşır, büyüklük kompleksine kapılır. Oysa insan basit ve önemsiz bir varlıktır. Zayıf ve güçsüzdür. Her yönüyle yetersiz ve noksandır. Ancak yüce Allah'a bağlanır, O'ndan güç alıp, doğru yolu izlerse, o zaman yüce Allah'ın terazisinde bir ağırlık olur. Terazide Rahman'ın meleklerinden daha büyük değer ifade eder. Hiç kuşkusuz bu, insanı onurlandıran, meleklerin O'na secde etmesini emreden yüce Allah'ın O'na yönelik bir lütfudur. Rabbini tanısın, O'na bağlansın, O'na kulluk etsin, meleklerin kendisine secde etmesini hakkeden bu özelliklerini korusun diye. Aksi taktirde insan bir atık, bir kayıptan başka bir anlam ifade etmez. Bu durumda tüm insan türü teraziye konulacak olsa terazinin kafesinde değer ifade edecek bir ağırlık oluşturmaz.
"De ki; Eğer yalvarmanız, kulluğunuz olmasa Rabbim size ne diye değer versin?" Bu ifadede peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- yönelik bir dayanak, bir destek anlamı var "De ki; Rabbim size ne diye değer versin?" Ama ben O'nun yanında ve O'nun himayesindeyim. O, benim Rabb'imdir, ben O'nun kuluyum. O'na inanmadan, O'nun has kullarına katılmadan, ne değeriniz olabilir ki? Siz cehennem yakıtısınız?

"Sizler Allah'ın ayetlerini yalanladığınız için azap, hiç yakanızı bırakmayacaktır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...