33. DERECE'DEN ÖTE MASONLUK SIRLARI
TÜRKİYE'DE YAHUDİLİK,
YAHUDİLER VE SABETAYCILAR
İNTERNETTEN ALINTI YAZI
Yahudilerin Türkiye topraklarındaki mevcudiyeti oldukça eski tarihlere dayanır. Ege bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda M.Ö. IV. Yüzyıla ait Yahudi yerleşim bölgelerine rastlanmıştır. İzmir civarında Sart'ta, M.Ö. 220 yılına ait eski bir sinagog kalıntısı bulunmuştur. Ayrıca, Marmara'da, Akdeniz'de ve Karadeniz sahil şeritlerinde de eski çağ Yahudi yerleşim yerleri tespit edilmiştir. Yahudi tarihçi Josephus (M.S. 37-100?), Ön Asya seyahatlerinde Yahudilerle karşılaştığını ve onlarla görüş alış verişinde bulunduğunu yazmıştır.
Osmanlıların Yahudilerle ilk karşılaşmaları, 1324 yılında olmuştur. Orhan Gazi Bursa'yı fethettiğinde, Bizans idaresinde yaşayan Bursa Yahudileri Osmanlıları kurtarıcı olarak karşılamışlardır. Orhan Gazi, Bursa'nın fethinden 50 yıl kadar önce çıkan bir yangın sonucu yok olan Etz-Hahayim (Hayat ağacı) sinagogunun yeniden yapılmasına izin vermiştir. XIV. Yüzyılın ilk yarısında Avrupa'daki soykırımdan kaçabilen Aşkenaz ve Karay Yahudileri Osmanlı'nın başkenti Edirne'ye sığınmışlardır. XV. Yüzyılda Sicilya'dan ve Selanik'ten kaçan Yahudiler de huzuru Osmanlı topraklarında tatmışlardır.
Türkiye topraklarındaki Yahudi nüfusunun çoğalması, 1492 yılında meydana gelen İspanya sürgününden sonra gerçekleşmiştir. İspanya'yı Müslümanların elinden alan Hıristiyanlar, Yahudileri ve Müslümanları göçe zorlamışlardır. İspanya'yı terk eden Yahudiler Osmanlı topraklarına sığınmışlardır.
Osmanlı idarecileri de onlara kucak açmışlardır. Dönemin Padişahı II. Beyazıt, eyalet valilerine ve sancak beylerine gönderdiği fermanda Yahudi göçmenlere yardımcı olunmasını istemiştir. Daha sonraki dönemlerde de Hıristiyan baskısından kaçan Yahudilerin Osmanlı topraklarına sığınması devam etmiştir. XVI. yüzyılın ortalarında İstanbul'daki Yahudi nüfusu sekiz bini aşmıştır.
Bu sayı, İstanbul'un toplam nüfusuna oranla oldukça yüksek bir rakam teşkil etmektedir. Osmanlı topraklarında rahat bir yaşam süren Yahudiler, dinlerini ve kültürlerini geliştirmeye devam etmişlerdir. İstanbul, İzmir, Selanik ve Safed gibi Osmanlı Türk şehirleri Sefarad Yahudilerinin kültür merkezleri haline gelmiştir. Yahudiler, sanat ve ticaretin yanında devlet işlerinde de görev almışlar, dışişleri ve maliyede önemli mevkiler edinmişlerdir. Saray hekimlerinin çoğunluğunu da Yahudiler teşkil etmiştir.
Yahudiler, Osmanlı yönetiminin bu hoşgörülü ortamında özellikle dinî edebiyat alanında dünyaca ünlü eserler vermişlerdir. Yosef Karo, Yahudilerin temel dinî hukuk kitabı olan Şulhan Arukh'u İstanbul'da tamamlamıştır.
Yahudiler, Osmanlı'nın adil ve hoşgörülü yönetiminden her zaman memnun olmuş, Türklerin yönetiminde yaşamayı başka yönetimlere tercih etmişlerdir. Bu nedenle de, I. Dünya Savaşı'nın sonunda Türklerin elinden çıkan bazı bölgelerdeki Yahudiler, bugünkü Türkiye topraklarına göç etmişlerdir. Örneğin; Suriye yönetiminde kalmak istemeyen Yahudiler, Şam ve Halep'ten ayrılarak Türkiye'ye gelmişlerdir. Aynı dönemde, Kırım'da yaşayan Karay Yahudilerinden birkaç yüz aile de Türkiye'ye giriş yapmıştır.
1933 yılında, Hitler yönetimindeki Almanya'da görevlerinden uzaklaştırılan Yahudi akademisyenler Türkiye'ye sığınmışlar ve Türk üniversitelerinde görev yapmışlardır. II. Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupa'dan da Türkiye'ye Yahudi göçü olmuştur. 1948 yılında Filistin'de bağımsız bir İsrail devleti kurulunca, Türkiye'deki 70.000 Yahudinin yarıya yakını İsrail'e göç etmiştir. Anadolu'daki Yahudilerin çoğu ya İsrail'e gitmiş veya İstanbul'a yerleşmeyi tercih etmiştir. Bu tarihten itibaren Anadolu'daki Yahudi nüfus, bazı yerlerde tamamen yok olmuştur.
Sabataycılık ve Sabataycılar
Osmanlılar döneminde Yahudiler arasında meydana gelen en önemli olay, Sabatay Sevi hareketidir. XVII. Yüzyılın ortalarında İzmir Yahudilerinden Sabatay Sevi, kendisini Yahudilerin kurtarıcı mesihi ilan etmiştir. Onun bu davranışı, Ortadoğu ve Avrupa Yahudileri arasında heyecan uyandırmış ve bir çok taraftar toplamıştır. Sabatay Sevi'nin bu davranışını bir isyan hareketi olarak gören Padişah IV. Mehmet onu sarayına getirtmiş ve mesihliğini mucize göstererek ispat etmesini istemiştir. Sahte Mesih Sabatay Sevi, padişahın bu isteğini yerine getiremeyince, kendisinden Müslüman olmakla ölüm arasında tercihte bulunması istenmiştir.
Sabatay Sevi, görünürde Müslüman olmayı tercih etmiştir. Bunun üzerine Sabatay Sevi'ye Mehmet adı verilmiş ve kendisine maaş bağlanmıştır. Sahte Mesih Sabatay Sevi, görünüşte Müslüman olmakla birlikte eski inançlarını gizlice sürdürmüştür. Ölümünden sonra, taraftarlarından bir kısmı onun yolunu devam ettirmişlerdir. Bunlar Selanik'e yerleşerek Sabataycılığı devam ettirmeye çalışmışlardır.
Sabataycılar, Müslüman görüntüsü altında Ortodoks Yahudilik'ten farklı olarak Tevrat-Kabbala ekolüne bağlı bir sistem geliştirmişlerdir. Sistemlerinin özünü mesih beklentisi oluşturmaktadır. Sabataycılara göre, Mesih Sabatay Sevi'nin tekrar geri gelmesiyle vadedilen kutsal topraklara gidecekler ve gerçek İsrail'i kuracaklar ve dünyanın idaresi onlara kalacaktır.
İnançları ve uygulamaları bakımından Ortodoks Yahudiler tarafından sapkın olarak görülen Sabataycılar, bazı durumlarda Yahudilerin yanında yer almışlardır. İstanbullu Yahudilerin destek vermediği Siyonizm hareketine, Sabataycılar idealleri doğrultusunda desteklemişlerdir. Sabataycı olduğu iddia edilen dönemin etkili isimlerinden gazeteci Ahmet Emin Yalman İsrail'in kuruluşunu destekleyen yazılar yazmıştır.
1924 nüfus mübadelesi sonucunda İstanbul'a gelip yerleşen Sabataycılar, Selanikliler ve Dönmeler adıyla da anılmaktadırlar. Özellikle "Dönmeler" adı literatüre girmiştir. Sabataycılar kendilerini gizledikleri için nüfus sayıları bilinmemektedir.
Günümüzde Türkiye Yahudileri
Bugün Türkiye'de yaşayan Yahudilerin sayısı yaklaşık 26.000 kadardır. Bunların 22.000'i İstanbul'da ve 2500'ü İzmir'de, diğerleri Ankara, Bursa, Edirne, Çanakkale, Kırklareli, Adana ve Hatay'da yaşamaktadır.
Bunların %96'sı Sefarad (İspanya kökenli), diğerleri Aşkenaz'dır. Türkiye Yahudileri'nin yasal temsilcisi Hahambaşı'dır. Hahambaşına görevlerinde danışmanlık yapan iki meclis vardır. Bunlardan biri dinî konsey, diğeri de fahri danışmanlar kuruludur. Dört hahamdan oluşan dinî konsey dinî konularda Hahambaşına yardımcı olmaktadır. Otuz beş kişiden oluşan fahrî danışmanlar kurulu cemaatin işlerini yürütmektedir.
Cemaatin İstanbul'da Bet-Din denilen bir dinî mahkemesi vardır. Evlenme, boşanma, miras ve nesep tespiti gibi davalar bu mahkemede görülmektedir. Yahudilerin halen İstanbul'da bir ilköğretim, diğeri lise olmak üzere iki okulu, İzmir'de de bir ilköğretim okulu bulunmaktadır. Eğitim dili Türkçe'dir, haftada 3-5 saat İbranice dersi verilmektedir.
YAHUDİLİK AÇISINDAN TÜRKİYE'DEKİ ÖNEMLİ YERLER
Türkiye, tarihin bilinen en eski dönemlerinden beri çeşitli dinlerin ve kültürlerin beşiği olmuştur. Çatalhöyük ve Hacılar gibi önemli arkeolojik ören yerlerinde yapılan kazılar, Türkiye'deki insan yaşamının tarihinin milattan önce sekiz bin yılına kadar geriye gittiğini göstermektedir. Hititler uzun süre Türkiye topraklarında hüküm sürmüşlerdir. Urartular, Frigler, Lidyalılar, Likyalılar, Yunanlılar, Romalılar, İranlılar ve daha pek çok kavim bu topraklarda iz bırakmışlardır. Onların dinlerine ve kültürlerine ait Türkiye'nin bir çok yerinde çeşitli kalıntılar tespit edilmiştir.
Ayrıca Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi günümüzün yaşayan dinleri açısından da Türkiye önemlidir. Hıristiyanlığın inanç ve düşünce yapısını şekillendiren pek çok önemli olay Türkiye topraklarında meydana gelmiştir. Bu bakımdan, Antakya, İznik, İstanbul, Efes, Kapadokya bölgesi, Antalya, Konya gibi bir çok yer Hıristiyanlık tarihinde önem göstermektedir. Türkiye toprakları, sadece bir kısım Yahudi'nin yaşadığı sıradan topraklar değildir. Yahudi kutsal kitabı Tevrat'ta bugün Türkiye sınırları içinde bulunan bir çok yerin ismi geçmektedir. Bu yerlerin başında Dicle ve Fırat nehirleri gelmektedir. Tevrat'a göre, Tanrı Âdem'i yarattıktan sonra "doğuya doğru Aden'de" bir bahçe yaratmış ve Adem'i buraya yerleştirmiştir.
Buradan bir ırmak çıkmış ve daha sonra bu ırmak dört kola ayrılmıştır. Bu dört koldan ikisi Dicle ve Fırat'tır. Dicle ve Fırat nehirleri, kaynaklarını Doğu Anadolu Bölgesi'nden alan iki akarsuyumuzdur. Tevrat'ta ismi geçtiği için bu iki nehrin bulunduğu bölge Yahudiler açısından kutsaldır. Çünkü Tanrı, Mısır'daki Nil nehrinden Fırat'a kadar olan bölgeyi Yahudilere vadetmiştir. Bu bölge, "arz-ı mev'ud" (vadedilen topraklar) adıyla da anılır.
Yahudilik açısından önemli diğer bölge, Harran'dır. Tevrat'a göre Hz. İbrahim bir müddet Harran'da yaşamıştır. Kardeşlerinden biri de Haran adını taşımaktadır. Daha sonra Hz. Yakup, Harran'a gitmiş orada bir süre dayısı Laban'ın yanında kalmıştır.
Hz. İbrahim ve Hz. Yakup, Yahudiler'in büyük atalarındandır. Bu nedenle, bugünkü Harran'da Yahudi tarihine ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte burası Yahudiler açısından kutsallık taşımaktadır. Tevrat'taki "ayağınızın bastığı her yer sizin olacak" ifadesinden hareketle
Harran'ın da Yahudilere vadedilen topraklara girdiği söylenmektedir.
Osmanlı Musevilerinin mesihi ve onun Türkiye Cumhuriyetindeki izleri Marc David Baer Üç yüz yıl önce İzmir'deki bir sinagogda, Sabatay Sevi isimli bir haham Museviler'in mesihi olarak ilan edildi. Mesihlik fikrinin Museviler'in hayatında büyük rol oynadığı on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda bir Musevinin mesih olarak ilan edilmesinde şaşırılacak bir taraf yoktu.
Sabatay Sevi'yi o dönemde yaşayan diğer mesihlerden ayıran tarafı, tüm insanlığı kurtaracağına dair iddiaları reddetmesine ve öldürülmek yerine Müslüman olmayı seçmesine rağmen insanların onun mesih olduğuna yüzyıllar boyunca inanmasıydı. Yirminci yüzyılın başlarına kadar Sabatay Sevi'nin peşinden Müslüman olan takipçileri onun mesih olduğuna inanıyor, on yedinci yüzyılda Sevi'nin okuduğu Musevi tasavvuf dualarını tekrarlıyor ve Sevi'nin âdetlerini uyguluyordu. Bu nedenlerle Sevi'nin ve takipçilerinin yaptıkları bugüne kadar pek çok araştırmacının ilgisini çekti.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Osmanlı Musevileri kendilerine "Sabataycılar'' ya da "Maaminim" (Mü'minler) adını veren, ancak Müslümanlar tarafından küçümseyici bir tavırla "Dönmeler'' olarak adlandırılan topluluk hakkında makaleler yayımladılar.
(Yakın zamanda bu makalelerden önemli birisi Fransızca'dan Türkçe'ye çevrildi: M. Danon, Yahudi-Müslüman Mezhebi.) Sabataycılar'ın geniş kitleler tarafından ilgi gören bir konu halini alması ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra oldu. 1920'li yıllarda Vatan, Vakit ve Resimli Dünya gazetelerinde Sabataycılar hakkında dizi yazılar yayımlandı.
Bu kişilerin yeni Cumhuriyet'e kabul edilmesi gereken gerçek Türk ve Müslüman mı yoksa asimile edilmesi ya da topraklardan atılması gereken yabancı ve gizli Museviler mi oldukları hakkında tartışmalar çıktı. Bu tartışmalara büyük ilgi gösterenlerden biri de İstanbul Makriköy'de (Bakırköy) Sabataycılar tarafından kurulmuş yatılı bir kız okulunun müdürü olan İbrahim Alâettin Gövsa (d. 1889 - ö. 1949) idi.
Fakat Gövsa sıradan bir okul müdürü değildi. Kültür Bakanlığı'nın Türk Büyükleri Dizisi serisinde İbrahim Alâettin Gövsa isimli kitaptan Gövsa'nın kırka yakın eser yazdığını, genç Cumhuriyet'in edebiyat ve eğitiminde rol oynayan bir yazar ve pedagog, ayrıca da milletvekili olduğundan söz ediliyor (Zeki Gürel, İbrahim Alâettin Gövsa, Ankara, 1995). Gövsa bir vatanperver olarak hayatı boyunca yeni kuşak Türk gençlerinin Türkçesini, terbiyesini, eğitimini ve milli duygularını geliştirmeye çabaladı.
Bu nedenle Çocuk Şiirleri, İlk Gençlik, Sevimli Alfabe, Türk Meşhurlar Ansiklopedisi, Elli Türk Büyüğü, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, Yeni Türk Lûğatı, ve Yeni Talebe Lûğatı gibi kitaplar yazdı. 1949 senesinde Cumhuriyet Bayramı'nda Hürriyet gazetesi için bir makale yazdığı sırada vefat eden Büyük Türk Milliyetçisi Gövsa, 1910'da İstanbul'daki Haham Mektebi'nde Türkçe ve hukuk dersleri vermişti ve bir Sabataycı olan Ahmet Emin Yalman'ın en yakın dostlarından biriydi.
Gövsa, Sabatay Sevi adlı kitabının önsözünde Sabataycı pek çok yakın arkadaşı olduğunu, Türkiye'nin iş ve kültürel dünyasına değerli katkıları olan pek çok Sabataycı bulunduğunu, bütün vatandaşların diledikleri gibi düşünmek ve inanmakta özgür olduklarını ve pek çok Sabataycı'nın da artık Türklerle evlenerek kimliklerini kaybettiklerini yazmıştı (s. 6-7). Aynı zamanda "bir buçuk sene aralarında yaşamak suretiyle Sabatay Sevi'den kalan an'ane ve âdetlerin onların hayatında hâlâ ne kadar hâkim olduğunu bizzat gördüm'' demişti (s. 6). Müdürlüğü sırasında yedi-sekiz yaşlarında Sabataycı çocukların defterleri arasında yarı İbranice yarı İspanyolca dualar bulmuştu.
Gövsa'nın bu kitabı kaleme alış nedeni, Sabataycılar'ın Türk basınında yazdıklarının aksine Sabatay Sevi'nin hatırasının 1930'larda topluluğun genç üyeleri arasında hâlâ canlı kaldığını görmüş olması idi.
Gövsa, ayrıca Sevi'nin mesihlik hareketinin Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmiş ve Türkiye Cumhuriyeti'nde önemli izler bırakmış olmasına rağmen Türkçede Sevi'nin kim olduğunu, amaç, inanç ve başarılarını, hikâyesinin nasıl başlayıp geliştiğini, üç yüzyılda nasıl bir iz bırakmış olduğunu inceleyen bir çalışma bulunmadığı için bu kitabı yazmıştı. Bu insanların kökenlerini inceleyen Gövsa, çok uluslu ve çok dinli bir imparatorlukta kabul görmüş ama milli devlete geçildiğinde varlığı savunulamaz duruma düşmüş bu topluluğun tarihine ışık tutmayı umut etmişti.
Sabatay Sevi kitabının üçte ikilik bölümünde Gövsa okura, mesihin hayatı hakkında aşağıdaki bilgileri veriyor. Sevi, 1626'da İzmir'de İspanyol-Musevi kökenli tüccar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Haham olmak için eğitim gördü ve on beş yaşında bu eğitimin bir parçası olarak Musevi tasavvuf hareketi Kabbalah'nın yoluna girdi. On sekiz yaşına geldiğinde karizmatik bir haham olan Sevi, artık kendisi mutasavvıf öğrenciler yetiştiriyordu. Öğrencilerinin gözünde sahip olduğu üstün güçler ve sebep olduğu mucizeler sayesinde pek çok insan onun ruhani rehberliğine başvuruyordu.
Çeşitli ruhanî ve tarihî nedenlerle, o çağda yaşayan pek çok Musevi, mesihlerinin 1648 yılında ortaya çıkacağına inanıyorlardı. Sevi de kendisinin mesih olduğunu iddia ediyordu. Buna karşı çıkan İzmirli hahamların onun öldürülmesini istemeleri üzerine, Sevi İzmir'den ayrılarak büyük Musevi cemaatlerinin yaşadığı Osmanlı şehirlerini gezmeye başladı. Ancak İstanbulda da Sevi'yi İzmirdekine benzer bir durum bekliyordu: Onun mesih olduğuna burada da çok az kişi inanmıştı. Sevi daha sonra Musevi hahamlar ve mutasavvıfları için dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan Selanik'e gitti. Orada daha büyük bir ilgi görmüş olmasına rağmen herkesi mesihliğine inandıramayarak İzmir'e geri döndü.
İlk turu başarısız sonuçlanan Sevi'nin 1660'lardaki ikinci mesihlik çağrısı farklı bir yanıt buldu. 1663'te Kudüs'e doğru yola çıkan Sevi, Kahire'den geçerken buradaki zengin ve önemli Museviler'le iyi ilişkiler kurdu. Sonunda Kudüs'e ulaşan Sevi, buradaki Museviler'i maddî ve manevî anlamda ümitsizliğe düşmüş bir durumda buldu. Kudüslü Musevi cemaatinin çoğunu Ukrayna'daki katliamlardan kaçan mülteciler oluşturuyordu. Bu kişiler çok yoksul oldukları halde Osmanlıların Kandiye kuşatmasının masraflarını karşılamaları için hükümet tarafından ağır vergiler ödemek zorunda bırakılmışlardı. Bu Museviler, hayatta kalabilmelerini sağlayacak parayı toplaması için Sevi'yi Kahire'ye geri gönderdiler.
1665'te Sevi ilginç bir tesadüfle karşılaştı. Doğu Avrupa'da Musevi kıyımından kaçan Sara adlı genç bir kadın, İtalya'nın Livarno şehrine gelmiş ve kendisinin mesihle evlenecek kişi olduğunu iddia ediyordu. Sara Kahire'ye geldiğinde Sevi hemen onunla evlendi. Kudüs'e geri dönerken, Sevi mesihliğinin kabulü yolunda ikinci büyük adımı attı: Gaza'lı Nathan adlı bir Musevi mutasavvıf, Sevi'yi mesih, kendisini de peygamber ilan etti. Nathan dünyadaki bütün Musevi cemaatlerine bunu ilan eden birer de mektup yazdı.
Daha sonra İzmir'e dönen Sevi eskisinden çok daha farklı karşılandı. Avrupa, Balkanlar ve Akdeniz'den gelen Museviler mesihin yakınında olabilmek için İzmir'e gelmişlerdi. Bunu üzerine Sevi'ye 1665'te mesihlik tacı giydirildi. Dünyanın sonunun geldiğine inanan Museviler kendilerini arınma ibadetlerine ve çağın önemine ait dualar okumaya verdiler. Bu harekete katılan yalnızca Museviler değildi; Sabataycıların iddiasına göre, bir Bektaşi Şeyhi ve onun müridleri de Sevi'nin mesih olduğunu kabul etmişlerdi.
Sevi kendini dünya kralı olarak ilan edip, tüm imparatorlukların krallıklarını da arkadaşları arasında dağıtarak Osmanlı hükümranının geçersiz olduğunu iddia edince, bu durum Osmanlı otoritelerini tedirgin etti. O tarihte Osmanlılar Girit'te, Kandiye'yi fethetmek için çok uzun sürmüş bir kuşatma ile meşguldü ve bu nedenle İmparatorluk'ta sık sık ayaklanmalar, başkaldırılar oluyordu. Bu yüzden Osmanlılar bir başkaldırıya daha, hele de padişahın yerine geçtiğini iddia eden bir harekete izin veremezlerdi. 1666 yılı başında Sevi tutuklandı ve İstanbul'a getirildiğinde padişahı tahtından etmeye yeltenmek suçuyla hapse atıldı.
Sevi'nin kapatıldığı zindanın önünde büyük kalabalıkların toplanması nedeniyle Sevi, Çanakkale'de Aydos/Kumkapı kalesine götürüldü. Burada da dünyanın dört bir tarafından gelen ve mesihlerinin yanında olmak isteyen Museviler Sevi'yi yalnız bırakmadı.
Sonunda Sevi, Sultan IV. Mehmed'in zamanını geçirmekten hoşlandığı, Edirne'deki sarayda Divan-ı Hümayun karşısına çıkarıldı. Sultan olayı bir pencere kafesi arkasından seyrederken sadrazam, kaymakam, şeyhülislâm ve sultanın vaizi Vani Efendi Musevi mesihi sorguya çekti. Sultan'ın İslâmı kabul etmiş bir Musevi olan özel doktoru Hayatizade sorgulamada tercümanlık yaptı. Zamanın Osmanlı kayıtlarına göre, Sevi Müslüman olmak veya öldürülmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmıştı. Sevi, bir mesihten beklenenin aksine, şehit olmak yerine İslâma geçmeyi seçti.
Müslüman olan Sevi, Mehmed Efendi adını alarak sarayda memur oldu ve Vani Efendi'den İslâm'ın esaslarını öğrenmeye başladı. Eşi Sara da Müslüman olarak Fatma adını aldı ve Sevi'ye sarayda eşlik etti. Sevi, Müslüman olmasına rağmen Musevî tasavvufuna ait âdetleri sürdürdü ve kendi takipçilerini de Müslümanlığa geçmeleri, ama aynı zamanda da kendisinin mesih olduğuna inanmaları ve onlara öğrettiği tasavvuf âdetlerini uygulamaları konusunda ikna etti. Sevi bu şekilde Musevî âdetlerini yerine getirdiği için sadrazam tarafından Arnavutluk'a sürüldü. 1676'da ölmeden kısa bir süre önce Sevi, Selanik'li Musevi bir kadınla evlenmişti.
Gövsa'nın kitabının son üçte birlik bölümü, Sabataycılar'ın Sevi'nin ölümünden sonraki iki yüzelli yıllık hikâyesine ayrılmış. Sevi'nin ölümünden sonra onun Selanik'li kayınbiraderi ve halifesi Yakup Kerido ya da Müslüman olduktan sonraki adı ile Abdullah Yakup Çelebi, Selanik'e dönerek orada Sevi'nin peşinden Müslüman olmuş ve Sabataycı inanış ve âdetleri korumuş 200 kadar aileyi bir araya getirdi. Böylece 1690'da gittiği bir hac sırasında ölmeden önce Abdullah Yakup Çelebi, Sabataycıların Yakubi grubunu oluşturdu.
Bu grup sünnet, evlilik, hac ve ölü gömme gibi konularda Müslümanlığın gereklerini yerine getirmede çok hassas davranmaları ile ün kazanmıştı, ancak diğer Sabataycılar gibi evde Musevi tasavvuf âdetlerini uyguluyorlardı. Yakubiler, aralarından Selanik'in belediye başkanı Hamdi Bey gibi pek çok hükümet görevlisi çıkarmışlardı.
Sabataycılar arasında en radikal grup, 1689-1690 yılında Mustafa Çelebi önderliğinde Yakubilerden koparak kuruldu. Karakaş adını alan bu grubun inanışına göre, Sevi'nin ölümünden dokuz ay sonra doğan Osman adlı bir çocuk, mesih Sevi'nin ruhunu taşıyordu. Mesihin dünyaya geldiği devirde süregelen kuralları takip etmenin gereksizliğine inanan bu grup, Yakubiler kadar açıkça Müslümanlığın kurallarını da izlemiyorlardı.
1720'de Sevi'nin ruhunu taşıdığına inanılan Osman öldüğünde, Karakaş grubunun üyeleri arasından Kapancılar, grubu ortaya çıktı. Kapancılar Osman'ın mesih olduğu görüşünü reddettiler ve onun yerine yalnızca Sevi'nin mesihliğine inanarak onun inanç ve âdetlerinin en sadık takipçileri oldular. Bu üç grubun üyeleri de görünürde Müslüman olarak yaşadıkları halde, diğer hiçbir Müslümanın sahip olmadığı inançlara sahiptiler. Aynı zamanda, Sevi'nin mesih olduğuna inandıkları ve Müslümanlığı kabul ettikleri için Musevilerden de farklıydılar. Aile ağaçlarına çok önem veren Sabataycılar yalnızca grup içi evlilikler yaptılar ve ne Müslüman ne de Musevi olarak tanımlanabilen kimliklerini bu şekilde korudular.
Sabataycılar aynı zamanda içlerindeki üç grubun farkını da korudular; öyle ki her grubun kendine ait bir lideri, âdet ve kuralları, giysi ve saç şekilleri vardı. 1920'lerde Sabataycılar tarafından çıkarılan Vatan gazetesinde, artık uygulanmadığı iddia edilen bu davranış şeklinin ardında yatan ilke şu sözlerle ifade ediliyordu: "Ötekilere karışmayın, yalnız kendi aranızda evlenin, Müslimlerin âdetlerinden ve ayinlerinden ancak gözle görülenleri yaparak gözlerini örtülü bulundurun" (s. 83).
İki yüzyıl boyunca üç Sabataycı grup devrin otoriteleri tarafından hiçbir baskı hatta ilgi görmeden Selanik'te huzur içinde yaşadılar. Yalnız on dokuzuncu yüzyılda başlarından iki küçük olay geçti. Selanik'e vali olarak atanan Midhat Paşa göreve geldiğinde, memurlarından bazılarının saçlarını kazıtmış olması onu şaşkınlığa düşürdü. Bu kişilerin Sabataycılar'ın Yakubî grubundan olduğunu öğrenen Midhat Paşa memurların saçlarını kazıtmasını yasakladı (s. 74-5). Hüsnü Paşa adlı başka bir Selanik valisi de bir evde Sabatay Sevi'ye ve Sabataycı iki lidere ait kutsal eşyaların saklandığını duyunca o eve baskın yaptı, ancak bir şey bulamadı. Bu iki hareket de Sabataycılar'ın genel bir baskı görmesine neden olmadı.
Sabataycılar ilk defa 1880'lerde, kendileri hakkında yazılar yazınca ilgi çekmeye başladılar. 1920'lere gelindiğine Sabataycılar hakkında yaygın tartışmalar yapılıyordu. 1924'te bazı Sabataycılar Vakit ve Vatan gazetelerinde kendi tarih ve dinlerini anlatan yazı dizileri yayımladılar. Vatan gazetesinde yayımlanan 10 bölümlük "Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi" adlı dizide, artık yalnızca 70-80 yaşlarındaki Sabataycılar'ın eski âdetleri sürdürdükleri iddia ediliyor, Sabataycılar'ın Türklerle evlenmesi sonucunda Sabataycılık artık "tarihe karışmış veya karışmak üzere" deniyordu (s. 82).
Ancak bu makalelerin yayımlandığı yıl Karakaşzade Mehmed Rüşdü adlı bir Sabataycı, Selanikli Sabataycılar'a yazdığı açık bir mektupta onları ayrı kimliklerini sürdürmekle itham etti (s. 88-91). Rüşdü Efendi de Vatan gazetesinde yazan diğer yazarlar gibi Sabataycı kimliğinin sürdürülmesine karşıydı, ancak onlardan farklı olarak bu kimliğin hâlâ sürdüğünü iddia ediyordu.
O sıralar Selanik'te yaşayan on ya da on beşbin Sabataycı'ya Türklerle karışıp evlenmeleri ve kendilerine has âdetleri uygulamayı bırakmaları gerektiğini söylüyordu. Gövsa da Vatan gazetesinde çıkan makaleleri eleştiriyor ve Sabataycılar'ın tarihe karıştığı iddialarına rağmen, müdürlük yaptığı yatılı Makriköy okulunda gördüğü üzere bazı Sabataycılar'ın hâlâ kendi âdetlerini sürdürdüklerini yazıyordu (s. 86). Ona göre "deniz kenarına veya ırmak kenarına giderek mesihi beklemek ve 'Sabatay Sevi esperamo a ti' demek yani 'Sabatay Sevi seni bekliyoruz' diye seslenmek eskiden olduğu gibi şimdi de riayet edilen bir âdettir" (s. 97).
Gövsa kitabının önsözünde Sevi hakkında o güne kadar yazılmış olanlardan daha iyi ve geniş bir kitap yazacağına inandığını söylüyor. Daha iyisini yazacağını söylediği yazılar arasında Osmanlı/Türkiye Musevisi Abraham Galanté'nin konu hakkında kitabı, Danon'un makalesi, çeşitli gazete ve ansiklopedi makaleleri ve kendisinin Meşhur Adam Ansiklopedi'sine (1931) ve 7 Gün dergisine yazdığı makaleler bulunuyor.
Oysa kendisinden önce yazılmış araştırma kitapları ile karşılaştırıldığında Gövsa'nın kitabı oldukça yetersiz kalıyor. Hatta Gövsa'nın on dokuz bölümden oluşan kitabının on iki bölümü doğrudan Galanté'den alınmış ve kalan yedi bölüm de Türk basınında çıkan makalelerin bir derlemesinden ibaret.
Ancak Gövsa kitabı yazışındaki diğer amaçlarını başarıyla gerçekleştirmişti. İlk olarak Sabataycılar'ın ve Galanté'nin iddialarının aksine, Sabataycılığın yalnızca yaşlılar arasında yaşayan bir gelenek olmadığını ve 1930'larda yaşayan Sabataycı çocukların da bu gelenekleri sürdürdüğünü göstermişti. Sabataycıların asimile mi oldukları yoksa hâlâ farklı bir topluluk olarak mı yaşadıkları tartışmaları sürerken Gövsa, bu tartışmalara Sabatay dininin Cumhuriyet'in ilk yıllarında genç kuşaklar tarafından uygulandığına dair delil gösterek katılıyordu.
İkinci olarak, Gövsa'nın kitabı dönemin tartışmalarına önemli bir katkıydı. Sevi'nin mesihlik hareketi Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmiş ve önemli izler bırakmış olduğu halde, o dönemde Sabatay Sevi hakkında yazılmış Türkçe bir kitap bulunmuyordu. 1920'lerde yeni Türkiye Cumhuriyeti hükümeti Türk Ulusunun birliğini kurma çalışmalarına başladığı dönemde Sabataycıların kimliği genç cumhuriyet için önemli bir soru haline geldi: Sabataycılar kimdi? (Galanté, s. 57) Diğer bir deyişle Türk ve Müslüman mıydılar? "Türkler ve Yahudiler" ve "Vatandaş Türkçe Konuş" kitaplarının vatanperver yazarı Galanté, bu konunun hassasiyetini fark ettiği için bu konuda Fransızca yazmayı seçmişti. Gövsa, Galanté'nin araştırmasını Türkçeleştirerek o güne kadar konu hakkında yazılmış en doğru ve kapsamlı araştırmayı Türk okurlarına sunmuş oldu.
Gövsa'nın kitabının önemi, bu kitabın baskısının tükenmiş olduğu son elli yılda Sevi ve Sabataycılar hakkında çıkan daha yeni kitaplarla karşılaştırıldığında ortaya çıkıyor. Gövsa Sabataycılar'ın yaşayan mı, yoksa yok olan bir topluluk mu olduğu tartışmasına katılmış olsa da onları kendi tarih ve dinleri içinde anlamaya çalışmıştı. Ne onları inançları nedeniyle yargılamış ne de kitabını onlara karşı açık bir önyargıyla yazmıştı.
Sabataycılar asimile olup değişik âdetlerini bir tarafa bıraktıkları halde, son elli yıl boyunca Türkiye'de çeşitli yazarlar tarafında saldırıya uğradılar. Bugün Türkiye'de kitapçılarda bu konuda yaygın olarak satılan kitaplar komplo teorileri ve hâlâ varlığını sürdüren çok sayıda kötü niyetli Sabataycı'nın bulunduğu iddiaları ile dolu. Ne yazık ki Prof. Dr. Abdurrahman Küçük'ün "Dönmeler ve Dönmelik Tarihi" de (şimdi Dönmeler Tarihi adı altında ikinci baskısında, Hamle Basın, İstanbul, 1997) konu hakkında yazılmış tek akademik kitap olmasına rağmen, açıkça Yahudi ve Sabataycı karşıtı bir yaklaşımla yazılmış.
Öyle ki, Küçük'ün kitabının bibliyografyası Nazi Almanyası döneminde yazılmış anti-Semitik kitaplarla dolu. Bu yaklaşım da kitabı, objektif bir araştırmanın sahip olabileceği entelektüel değerden yoksun bırakıyor.
Gövsa'nın çoktan baskısı tükenen Sabatay Sevi adlı kitabı, Türkçe'de Osmanlı Musevileri'nin mesihi ve onun Türkiye Cumhuriyeti'ndeki izleri üzerine yazılmış ilk ve tek ciddi çalışma olması nedeniyle yeniden basılmayı hak ediyor. Objektif ve hatta özgün olmayan, çoğu Galanté'nin yazdıklarına dayandırılan kitap, bugün konu hakkında Türk okuruna sunulan diğer kitaplardan çok daha iyi.