22 Temmuz 2014

Nisa Suresi’nin 1-55.Ayet Tefsiri...BİRİN DEVAMI



Nisa Suresi’nin 1-55.Ayet Tefsiri...BİRİN DEVAMI

TEYEMMÜMÜN HİKMETİ
Bu ayetin açıklamasını ve bu dersi noktalamadan önce bu kısa ayetin içerdiği bir inceliğe değinmek istiyoruz. Ünce teyemmümün hikmeti üzèrinde duralım, daha doğrusu bu ibadetin yüce Allah’ın kavramamızı lütfettiği bazı hikmetlerini hatırlatmaya çalışalım.
Şunu hemen belirtelim ki, İslâm’ın yasal düzenlemelerinin ve ibadetlerinin hikmetlerini araştıranlar bazan şöyle bir sakat yola başvururlar. İnceledikleri yasal düzenlemenin ya da ibadetin bütün hikmetlerini teker teker arayıp buldukları ve ortada buldukları hikmetler dışında başka hikmet kalmadığı izlenimini uyandıran kesin bir dil kullanırlar. Eğer elimizde hikmetleri sınırlayan bizzat İslâm kaynaklı bir delilimiz yoksa Kur’an’ın nasslarına ve yasal hükümlerine böyle bir metodla yaklaşmamız son derece sakat bir tutumdur. Bunun yerine her zaman şöyle dememiz doğru olur: “Bu nass ya da bu hüküm hakkında bizim bulabildiğimiz, fark edebildiğimiz hikmet ya da hikmetler bu kadardır. Bu nassın ya da bu hükmün söylediğimiz dışında tarafımızdan fark edilemeyen ve algılanamayan başka sırları, başka hikmetleri olabilir”. Böyle demekle ilâhi hükümler karşısında insan aklını karşıt kutuplaşmaların aşırılıklarına düşmeden, layık olduğu gerçek yerine koymuş oluruz.
Bu hatırlatmayı yapmamın sebebi şudur: Aralarında iyi niyetlilerin de bulunduğu bazı kimseler İslâmiyet’in nasslarını ve hükümlerini insanlara aktarırken yanlarında pratik insan deneyimlerinden veya “Modern bilim”in buluşlarından derlenen belirli hikmetlerini sunmaya meraklıdırlar. Bu iyi bir tutumdur. Fakat bir yere kadar, aşılmaması gereken bir sınıra kadar. Bu sınır az önce değindiğimiz çizginin ötesine geçmemelidir.
Meselâ çoğu yorumlarda namazdan önce alınan abdestin hikmetinin temizlik olduğu söylene gelmiştir.
Abdestin böyle bir amacı içerdiği söylenebilir. Fakat eğer onun tek amacının bu olduğunu, bundan başka hiçbir amaç taşımadığını söylersek işte bu son derece sakat, aynı zamanda güvenilmez bir yaklaşım tarzı olur.
Sebebine gelince gün olmuş, bazı sivri akıllı İslâm düşmanları şöyle demeye başlamışlardır; “Böyle ilkel bir yola başvurmaya artık ihtiyacımız kalmadı. Çünkü şimdi temizlik diye bir problemimiz yok. İnsanlar temizliği zamanımızda gündelik hayatlarının proğramlı bir parçası haline getirmişlerdir. Madem ki, abdestin hikmeti temizlenmektir, buna göre artık namazdan önce abdest almanın hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Hatta artık namaz kılmanın bile bir gereği kalmadı!”
“Namazın hikmeti” konusunda da çoğu kere değişik yorumlarla karşılaşırız. Kimi zaman, namazın gerekçesinin vücudun tümünü çalıştıran jimnastik hareketleri yaptırmak olduğu ileri sürülür. Kimilerine göre ise namazın hikmeti müslümanı disipline alıştırmaktır. Önce vakitleri gözetme disiplini, ikinci olarak belirli hareketleri yapma disiplini, üçüncü olarak da düzgün saflar oluşturma ve imama uyma disiplini. Kimilerine göre de namazın hikmeti dua ve Kur’an okuma yolu ile yüce Allah (celle celaluhu) ile ilişki kurmaktır. Namazın bu ya da şu amacı içerdiği söylenebilir. Fakat “Namazın amacı sadece bu ya da sadece şudur, ya da bu söylenenlerdir” diye kestirip atmak, bu konudaki sağlıklı metodunu ve güvenlik çizgisini aşmak olur.
Nitekim öyle zamanlar geldi ki, bazı sapıkların şöyle amaçlar ileri sürdüklerini gördük; “Artık namazın içerdiği jimnastik hareketlerini yapmamıza gerek kalmadı. Çünkü günümüzde bir bilim dalı haline gelen spor faaliyetleri çeşitli bölümlerindeki çalışmaları ile bu organik ihtiyacı fazlası ile karşılamaktadırlar.”
Başka baza sapıklar da şöyle diyor; “İnsanlarda disiplin alışkanlığı meydana getirmek için artık namaz kılmamıza gerek yok. Çünkü en büyük disiplin ocağı olan askerlik eğitimi, bu ihtiyacı yeterince karşılamaktadır.”
Diğer bazı sapıklar da şöyle saçmalıklar gevelemeye koyulmuşlardır “Namazın şeklini belirlemeye, bu ibadeti kesin kalıpların çerçevesine oturtmaya gerek yoktur. Çünkü Allah ile ilişki kurmak herhangi bir tenha köşedeki fısıltılı yakarışlar yolu ile gerçekleşebilir. Bunun için bedenin belirli hareketler yapması gereksiz ve hatta yersizdir. Çünkü bu beden hareketleri, ruhi girişimleri ve psikolojik akrobasileri frenler.”
İşte eğer bu sakat yolu izleyerek İslâm’ın her ibadetinin, her yasal düzenlemesinin hikmetini “belirleme”ye kalkışırsak bu ibadetlere ve yasalara ya “insan akli” ya da “Modern bilim verileri” uyarınca birtakım gerçekler yakıştırıp da arkasından “Bu ibadetlerin, bu hükümlerin hikmetleri bunlardan ibarettir” diye kestirip atarsak yüce Allah’ın nassları ve hükümleri karşısında takınmak zorunda olduğumuz sağlıklı ve tutarlı tutumun uzağına düşmüş oluruz. Bunun yanısıra bu alandaki “Güvenlik çizgisi”ni de aşmış, düşmanca yorumlara kapı açmış oluruz. Üstelik böyle bir gerekçe yakıştırma metodu, özellikle modern bilimin verilerine bağlandığı takdirde her zaman köklü yanılgılara düşme ihtimali ile karşı karşıyadır. Çünkü modern bilimin verileri değişmez kesinlikler değildir. Tersine bu veriler hergün sürekli düzeltmelere ve değiştirmelere açık bir nitelik taşırlar.
Nitekim incelemekte olduğumuz konuya bu açıdan bakınca abdestin ve tüm vücudu yıkamanın hikmetinin “sadece” temizlik olmadığı açıkça görülür. Çünkü bu ibadetlerin yerini tutan teyemmüm ibadeti, söz konusu temizlenme hikmetini gerçekleştirmiyor. Buna göre abdestin ve yıkanmanın, teyemmüm yolu ile de gerçekleşen başka bir hikmeti daha olmalıdır.
Şimdi biz az önce değindiğimiz hataya kendimiz düşerek kesin konuşacak veya sözü kestirip atacak değiliz. Bunun yerine ihtiyatlı bir dille şöyle diyoruz: Belki de abdestin ve yıkanmanın bir diğer hikmeti normal gündelik meşguliyetler ile yüce Allah’ın huzuruna çıkma girişimi arasına herhangi bir uyarıcı eylem koyarak yüce Allah ile buluşmaya psikolojik bir hazırlık yapmaktır. Eğer bu düşüncemiz yerinde ise o zaman teyemmüm, söylediğimiz açıdan, yıkanmanın ya da abdest almanın yerini tutabilir.
Bunun ötesi insan ruhunun giriş yollarını, girintili=çıkıntılı Lâbirentlerini herkesten iyi bilen yüce Allah’ın kapsamlı ve engel tanımaz bilgisine kalmıştır. Geride kalan bir başka mesele de şudur: Biz kullar ulu, yüce ve her türlü ölçüler-üstü büyük olan Allah karşısında takınmak zorunda olduğumuz edebin kurallarını iyi öğrenmeliyiz.
Bu ayette dikkatimizi çeken bir başka nokta da şudur: Bu ilâhi sistem, her türlü özür, her türlü engel karşısında direnilerek namazın mutlaka kılınmasını özendiriyor. Bu yoldaki engelleri etkisiz hale getiriyor. Bu amaçla getirdiği bariz kolaylıklardan biri, teyemmümü, abdestin ya da yıkanmanın veya her ikisinin yerine koymaktır. Müslüman bu kolaylığa su bulamadığı ya da su kullanmaktan zarar görebileceği veya varolan az miktardaki suyu hayatın zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmak zorunda olduğu durumlarda ve bunların yanısıra bazı görüşlere göre su bulunsa bile yolculuk sırasında başvurabilir.
Ayrıca tehlikeli anlarda ve savaş alanlarında kılınacak namazlarda da birçok kolaylıklar tanınmıştır. Bütün bunlar açıkça şunu gösterir: Bu ilâhi sistem namaz kılmaya olağanüstü derecede önem veriyor, şartlar ne olursa olsun namaz kılmamaya açık kapı bırakmaya kesinlikle yanaşmıyor. Hiçbir mazeret namazı bırakmaya gerekçe sayılmıyor. Bu titizlik hastalık durumunda da açıkça görülür. Hastaların oturarak, yatarak, sayıklarken namaz kılmaları, vücudlarını ya da bazı organlarını kımıldatamayacak derecede ağır durumda iseler göz kapaklarının hareketleri aracılığı ile namaz kılabiliyorlar.
Çünkü namaz kul ile yüce Allah arasında kurulan bir ilişkidir. Yüce Allah, kulun bu ilişkiyi kesmesine razı olmuyor. Çünkü bu ilişkinin ve bu bağın kul için ne oranda gerekli olduğunu biliyor. Yoksa yüce Allah’ın ne insanlara ve ne de diğer varlıklara ihtiyacı yoktur. Ayrıca kulun namazı O’na hiçbir şey kazandırmaz. Namazın kazancı onu kılan kullara dönüktür. Namaz onları kötülüklerden uzak tutar. Namazla yüce Allah ile gerçekleştirdikleri bağlantı sayesinde ve yükümlülüklerini yerine getirmede Allah’tan yardım görme kolaylığı, kalplerinde huzur, gönüllerinde dirlik ve varlıklarında bir şevk tazeliği hissederler. Fıtratlarının isteklerine uygun bir yolla, yüce Allah’ın himayesi altında, yakınında ve gözetiminde oldukları bilincini kazanırlar. Hiç kuşkusuz yüce Allah onların bu fıtrî ihtiyacını, bu fıtrata neyin yararlı olacağını ve onu neyin islâh edeceğini bilir. Çünkü yarattıklarını herkesten iyi bilen, bilgisi önünde hiçbir engel bulunmayan ve herşeyin içyüzünden haberdar olandır.
Son olarak bu ayette geçen bazı nazik, bazı ince ifadelere dikkatleri çekmek istiyoruz: Ayette helâda abdest bozma eyleminden söz edilirken “İçinizden biri helâdan gelmiş ise…” deniyor, bunun yerine “şöyle şöyle yapınca” denmiyor, hatta abdest bozma eylemi, bu eylemin yapıldığı yerden dönme ifadesiyle dolaylı biçimde dile getiriliyor. Üstelik abdest bozma eylemi ikinci şahıslara (muhataplara) dayandırılarak “Eğer helâdan gelmişseniz…” de denmiyor, bunun yerine eylem üçüncü şahıslara (gaiplere) dayandırılarak “İçinizden biri helâdan gelmişse.” buyuruluyor. Böylece son derece nazik bir seslenme üslubu son derece ince imalı ifade tarzı kullanıyor, bu incelikli ve edepli üslubun insanlara; aralarındaki konuşmaları sırasında örnek olması isteniyor.
Tıpkı bunun gibi, aynı ayette, bildiğimiz kadın-erkek ilişkisinden sözedilirken “Ya da kadınlara dokunmuşsanız…” ifadesi kullanılıyor. Bu ifade son derece ince, muhteşem ve yüksek düzeyli bir ifadedir. “Dokunmak” deyimi hem bu eylemin ön girişimlerini ve hem de eylemin kendisini anlatabilir. Bu anlamlardan hangisi kasdedilmiş olursa olsun, bu anlatım tarzı yüce Allah’ın insanlara gösterdiği bir edep örneğidir. İnsanlar bu tür mahrem eylemleri açık açık anlatmak zorunda olmadıkları durumlarda bu tür dolaylı anlatım biçimleri kullanmalıdırlar.
Bu açıdan dikkatimizi çeken bir başka ifade şekli de şudur: Teyemmümün nasıl alınacağı anlatılırken topraktan “Pâk toprak” diye sözediliyor. Böylece her temiz şeyin pak ve her pis şeyin iğrenç olduğu anlatılıyor ki, bu ifade tarzı gönülleri etkileyen, nazik bir mesaj veriyor insana.
Ey ruhların yaratıcısı ve ey bu ruhların içyüzlerinin herkesten iyi bilicisi, sen ne kadar yücesin!
BİTMEYEN SAVAŞ
Bu sûrenin biraz ilerde okuyacağımız ayetler grubu, bir bütün olarak, müslümanları savaşa çağırıyor. Kur’an-ı Kerim’in başta yahudiler olmak üzere müslüman cemaatı kuşatmış olan cahiliye toplumunun bütününe karşı, müslümanlar eli ile girişmiş olduğu bir savaştır bu. Biz bu savaşın çatışmalarını ve alanlarını daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde de görmüştük. Savaş yine o savaş olduğu gibi düşman kamplar aynı kamplardır. Bu düşman kamplardan da gerek Bakara ve Al-i İmran surelerinin girişlerinde ve gerekse bu sûrenin girişinde sözetmiştik.
Evet, az ilerde okuyacağımız ayetler grubu müslüman cemaat eli ile müslümanları kuşatan düşman kamplara karşı bir dışa dönük savaş başlatıyorlar. Fakat aslında bu ayetler savaşın başlangıç çizgisini oluşturmaz. Sebebini şöyle açıklayalım: bilindiği gibi bu sûrenin şimdiye kadar incelediğimiz ayetlerinde İslâm’ın hukukî, ekonomik, ailevî ve ahlâkî düzenlerine ilişkin birçok hüküm ile karşılaştık. Bu ilâhi sistemin cahiliye bataklığından tutup çıkardığı İslâm toplumunda hâlâ varlığını sürdüren birçok cahiliye artığının silinmesi girişimlerine tanık olduk; İslâm’ın yeni ilkelerinin toplumda kökleşip egemen olmasına ilişkin yoğun çabaları izledik.
İşte bütün bu çabalar, İslâm toplumunun genel olarak Arap yarımadasındaki ve özellikle Medine’deki düşmanlarına karşı vereceği dışa dönük savaştan uzak ve kopuk faaliyetler değildir. Tersine sözkonusu içe dönük faaliyetler bu savaşı karşılamaya yönelik birer .hazırlık ve birer ön eğitim niteliği taşır. Başka bir deyimle bu içe dönük düzenlemeler bir kuruluş, bir yapılanma, bu genç toplumu İslâm sistemi uyarınca yeniden yapılandırma çalışmalarıdır. Ancak bu yeni yapılanma sayesinde bu genç toplum, çevresini saran düşmanlara karşı koyabilir, onlara üstün gelebilirdi.
Bu yüzden, Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde gördüğümüz gibi, öncelikle bu toplumun iç yapılanmasına önem veriliyor. Toplumun inanç sistemi, düşünceleri, ahlâkı, duyguları, hukuk sistemi ve kurumları yeni bir yapılanmaya kavuşturuluyor. Bu yeniden yapılanma süreci ile içiçe olarak müslüman topluma düşmanlarının içyüzü ve mücadele yöntemleri konusunda gerekli bilgiler verilerek düşmanlarının oyunları ve tuzakları konusunda uyarılıyorlar. Böylece müslümanlar kalpleri güvenle dolu, gözleri açık, iradeleri yoğunlaşmış-bilenmiş, önlerindeki savaşın niteliği ve kärşılarındaki düşmanın mahiyeti hususunda bilgi edinmiş olarak dışa dönük savaşa yöneltiliyorlar. Bu durumun bu sûrede de tıpatıp aynı olduğunu görüyoruz.
Bütün bu örneklerde Kur’an-ı Kerim, her cephede müslüman cemaatin yanında savaşa girer. Meselâ müslümanların vicdanlarında ve duygularında savaşa girer. Bu savaş sonucunda bu vicdanlarda yeni bir inanç sisteminin yapısını kurar, yeni bir Allah kavramını yerleştirir, evrene ve varlık alemine ilişkin yeni bir bakış açısı geliştirir, yeni ölçüler ve yeni değer yargıları oluşturur. Vicdanın orijinal fıtratını cahiliye kültürünün yozlaştırmalarından, kirlerinden, paslarından arındırır. Böylece vicdanlarda ve toplumlarda halâ etkili olan cahiliye değerlerini siler, bunların yerine İslâm’ın ışıklı ve alımlı değerlerini ve kurumlarını oluşturup yerleştirir. Bunun arkasından bu toplumu iç ve dış düşmanlarına karşı; yani münafıklara, yahudilere ve puta tapanlara karşı savaşa yöneltir. Yine Kur’an’ın rehberliği altında savaşa giren bu toplum inanç sisteminin, ahlâkının, sosyal ve hukukî sisteminin, kısacası iç yapısının sağlamlığı yüzünden artık düşmanları ile karşılaşmaya ve onlara karşı üstünlük kurmaya tam anlamı ile hazırlıklı durumdadır.
İslâm toplumunun çevresini kuşatan cahiliye toplumlarına -ki bunların arasında Medine’nin kalbinde yerleşmiş bulunan yahudi toplumu da vardı karşı sağladığı üstünlük, Kur’an’ın biçimlendirdiği ilâhi sistem sayesinde gerçekleşen ruhî, ahlâkî, sosyal ve hukukî üstünlüğünden kaynaklanıyordu; yoksa askerî, ekonomik ve maddi üstünlüğünden ileri gelmiyordu.
Hatta hiçbir zaman bu dönemde Müslümanların askeri, ekonomik ve maddi üstünlükleri söz konusu olmamıştı. Çünkü İslâm’ın düşmanları her zaman sayıca daha çok, daha güçlü, daha zengin ve genel anlamda maddi imkânlar bakımından daha avantajlı durumda olmuşlardı: Bu gerek Arap yarımadasındaki savaşlar sırasında ve gerekse daha sonra yarımada dışında gerçekleşen büyük fetihler sırasında böyle idi. İslâm toplumunun gerçek üstünlüğü öncelikle bu ruhi, ahlâkî, sosyal yapılanmasından ve bununla bağlantılı olarak eşsiz İslâm sisteminin ürünü olan siyasi ve idarî mekanizmasından kaynaklanıyordu.
İşte İslâm öncelikle ruhî, sosyal, ahlâkî yapılanmasının ve bununla bağlantılı siyasî ve idarî yapısının cahiliye toplumları karşısında sağladığı ezici üstünlük sayesinde düşmanlarını dize getirebildi. Onları ilk aşamada Arap yarımadasında dize getirdi. İkinci aşamada ise çevresinde öteden beri egemen olan iki uygar imparatorluğun, yani eski Pers-İran İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğunun kişiliklerinde cahiliye toplumunu dize getirdi. Daha sonra da yeryüzünün çeşitli yörelerinde egemen olan birçok cahiliye toplumu İslâm’ın bu ezici üstünlüğü önünde dize gelmek zorunda kaldı. Bu sağlam içyapısı sayesinde İslâm, orduları ve’ kılıçları ile olduğu gibi Mushaf’ı ve ezanı ile de cahiliyeye, önünde diz çöktürmeyi başarıyordu!
Eğer bu ezici üstünlük olmasaydı insanlık tarihinde başka bir benzeri görülmemiş olan o olağanüstü başarılar elde edilemez, o eşsiz harikalar meydana gelemezdi. Bu olağanüstü harikalar eski dönemlerdeki Moğol istilaları ve yakın zamanlardaki Hitler operasyonları gibi tarihte nam salmış askeri harekatlarda bile görülmez. Çünkü İslâm’ın zaferleri sadece askeri zaferler değildi; aynı zamanda birer inanç, kültür ve uygarlık zaferi olmuşlardı. Bu zaferlerde yenilgiye uğrayan halkların inançlarını, dillerini, adetlerini ve geleneklerini zor kullanmadan silip süpüren, ezici bir üstünlük görülür. Bu görüntünün eski-yeni hiç bir başka askeri zaferde kesinlikle eşi ve benzeri yoktur.
Bu üstünlük dört dörtlük bir “insanî” ilkelerde kendini gösteren tartışmasız bir üstünlük. Bu üstünlük insan için bir “Yeniden doğuş” göstergesi idi; yeryüzünün o güne kadar tanımış olduğu insan tipi dışında yepyeni bir insan tipinin doğuşunu müjdeliyordu. Bundan dolayı bu akıncı hareketi, ele geçirdiği ülkelere kendi rengini verdi, alınlarına kendine özgü damgasını vurdu. Yine bundan dolayı bu akıncı hareket bazı yörelerdeki binlerce yıllık egemenlik geçmişi olan uygarlıkların kalıntıları üzerinden silindir gibi geçti. Mısır’daki Firavunlar uygarlığı, Irak’taki Babil ve Asur uygarlıkları, Suriye’deki Fenike ve Süryanî uygarlıkları gibi. Çünkü İslâm uygarlığının bu eski uygarlıklara göre insan fıtratındaki kökleri daha derin, insan psikolojisi üzerindeki egemenlik alanı daha geniş, insanlığın hayatındaki dayanakları daha sağlam ve bu hayata ilişkin bakış açısı daha geniş kapsamlı idi.
Bu akıncı hareketin önünde diz çöken ülkelerdeki “İslâm dili”nin yerleşmesi ve üstünlüğü, şaşırtıcı bir olgudur. Bu şaşırtıcı olgu, henüz gerektirdiği düzeyde incelenmemiş, araştırılmamış ve değerlendirilmemiştir. Bana göre bu üstünlük inanç üstünlüğünden, inanç egemenliğinden daha şaşırtıcı bir gelişmedir. Çünkü dil, insan yapısının o kadar köklü ve insan toplumunun o kadar karmaşık bir kurumudur ki, onda meydana gelen bu sarsıcı değişmeyi tam anlamı ile bir mucize saymak gerekir. Bu inanılmaz başarı “Arap dili”ne mal edilemez. Mesele “Arap dili” meselesi değildir. Çünkü Arap dili daha önce de vardı. Fakat İslâm’dan önceki dönemde dünyanın hiçbir yöresinde böylesine bir mucizevi yayılışı gösterememişti. Bundan dolayı bu dile “İslâm dili” adını verdim. Çünkü Arap dilinde birdenbire beliren bu yeni güç, bu dilin eli ile meydana gelen bu mucizevi başarı, kuşku yok ki, “İslâm”dan kaynaklanıyordu.
Bu mucizenin göstergesi olarak özgürlüğe, aydınlığa ve serbestliğe açılan fethedilmiş ülkelerin o güne kadar ortaya çıkamamış dehâları, kendilerini ana dilleri aracılığı ile değil bu dil aracılığı ile ifade etmeye yönelmişlerdir. Bu dinin dili ile, İslâm’ın dili ile yani. Söz konusu dehalar bu dil aracılığı ile kültürün her dalında öyle parlak ve orijinal eserler ürettiler ki, bunların hiç birinde yabancı dilde yazı yazmanın, anadil dışındaki bir dili kullanmanın kaçınılmaz kıldığı kopyacılığa ve zorlamalı ifadelere rastlanmamaktadır. Başka bir deyimle “İslâm dili” pratikte bu dehaların anadili haline gelmiştir. Çünkü bu dilin taşıdığı kavram ve kültür birikimi o kadar zengin, o kadar üstün düzeyli ve o kadar insan fıtratı ile bütünleşmiş idi ki, insan vicdanları tarafından eski kültürlerinden, eski dil birikimlerinden daha öze yakın ve daha köklü olarak algılanıyordu.
Bu birikim yeni inanç sisteminin ve yeni düşünce tarzının birikimi idi. Bu birikimi İslâm sistemi, çok kısa bir süre içinde gerçekleştirdiği ruhî, , aklî, ahlâkî ve sosyal yapılaşmanın ürünü olarak ortaya koymuştu. Bu birikimin zenginliği, derin boyutluluğu ve fıtratla bütünleşmişliği o kadar üst düzeyde idi ki, bu niteliği İslâm diline karşı durulmaz bir otorite ve önüne geçilmez bir güç sağlamıştı. Tıpkı aynı kültür birikiminin ordulara, İslâm ordularına sağladığı karşı durulmaz güç gibi!
Bu eşsiz tarihi olguyu, yani İslâm dilinin bu sarsıcı yayılma ve hızlı benimsenme olgusunu başka türlü açıklamamız zor olur.
Her neyse, bu uzun boylu bir meseledir. Ayrıntılı açıklaması çok yer tutar. Bu tefsir kitabının akışını durdurarak yaptığımız bu kısa açıklama ile yetinmek istiyoruz.
PUSUDAKİ İSLÂM DÜŞMANLARI
Az sonra incelemeye koyulacağımız ayetler gurubu ile Medine’de doğan İslâm cemaati ile onun karşısında pusuya yatan düşman kamplar arasında amansız bir savaş başlıyor. Bu derste yahudilerin gerek bu yeni dine ve gerekse bu dini kişiliğinde temsil eden müslüman cemaate yönelik tutum ve davranışları şaşkınlıkla karşılanıyor. Onu izleyen ayetler gurubunda müslüman toplumun görevi, bağlı olduğu sistemin mahiyeti ve bu toplumun sistemini, hayat tarzını ve düzenini benzerlerinden ayıran İslâm’ın ve müminliğin şartı açıklanıyor.
Bunu izleyen ayetler gurubunda bu cemaat sistemini, varlığını ve kurumsal yapısını savunmaya çağrılıyor; bu sisteme karşı sinsice entrikalar çeviren münafıkların yüzündeki perde açılıyor; ölümün, hayatın ve bu iki olguya ilişkin ilâhi takdirin mahiyeti irdeleniyor. Bu ders müslüman cemaate yönelik eğitimin, bu cemaati dış düşmanları ile savaşma görevine hazırlamanın bir aşamasını oluşturur.
Onu izleyen ayetler gurubunda münafıklar hakkında verilecek bilgilerin devamı açıklanmakta, müslümanlar yahudilere karşı takınılacak tutum konusunda anlaşmazlığa düşmekten ya da yahudilerin davranışlarını savunmaktan sakındırılmakta; arkasından müslüman toplumun çevresindeki farklı düşmanlar karşısında nasıl bir tutum takınacağı, yani uygulayacağı devletlerarası hukukun ne gibi kurallara dayandığı anlatılmaktadır.
Onun arkasından gelen ayetler gurubunun konusu İslâm toplumunda yaşayan bir yahudiye yönelik örnek ve adil davranış tarzı somut biçimde gözler önüne, serilir. Bir sonraki derste puta tapıcılık ve puta tapanlar ile girişilen bir hesaplaşmaya tanık oluruz. Bu hesaplaşmada Arap yarımadasında yaşayan putperestlerin dayandıkları temellerin çürüklüğü vurgulanıyor. Bu dışa dönük savaşın arasında içe dönük bir yasal düzenleme bölümü girer; aile hukuku konusunu işleyen bu ara bölüm ile bu sûrenin başlangıç bölümü arasında bağ vardır.
Arkasından sıra bu cüzün son dersine gelir. Münafıklığı ve münafıkları konu edinen bu ders bu iki yüzlüleri cehennemin en alt katına indirir!
Önümüzde inceleyeceğimiz derslerin içeriklerine ilişkin bu son derece kısa açıklamalar bize ilk İslâm toplumunun vermek zorunda kaldığı gerek içe ve gerekse dışa dönük savaşların alanlarını ve değişik yönlerini, bunun yanısıra içe dönük ve dışa dönük savaşın bu toplumun hayatında nasıl bir uyum ve bütünlük gösterdiğini açıkca belirtir. Müslüman ümmetin savaşı hep aynı savaştır; bugün de yarın da özü ve temel karakteristikleri hiç değişmeyecektir!
44- Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.
45- Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size yeter.
46- Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile Tevrat’taki kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak “işittik ve karşı geldik “, “Dinle sözü dinlenmez olasıca!” ve “Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eş sesli bir hakaret deyimi)” ilerler. Oysa eğer (böyle diyecekleri yerde) “Duyduk ve uyduk “, “İşit ” ve “Bize bak ” deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve tutarlı olurdu. Fakat Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında- onlar iman etmezler.
SAPIKLIĞI SATIN ALANLAR
Şimdi bu dersi oluşturan ayetler gurubunun incelemesine geçiyoruz:
Bu ayetlerin birincisi, yahudilerin tutumunu hayret ve kınama ile karşılayan ve ilerde okuyacağımız benzerlerinin ilkini oluşturan bir ayettir. Bu ayette Peygamberimize ve O’nun kişiliğinde yahudilerin sergiledikleri şaşırtıcı ve kınanası tutumun farkına varan, sağduyu sahibi herkese sesleniliyor. Ayeti tekrarlıyoruz:
“Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.”
“Kendilerine kitap verilmesinin” doğal sonucu hidayete ermeleri idi. Yüce Allah ilk sapıklıklarından kurtularak hidayete kavuşsunlar diye onlara Hz. Musa (selam üzerine olsun) eli ile Tevrat’ı vermişti. Fakat onlar bu kurtarıcı “pay”ı tepiyorlar, hidayeti bırakıyorlar ve yerine sapıklığı satın alıyorlar. “Satın alma” deyimi bilerek ve karar vererek yapılan değiş-tokuş anlamına gelir. Yani yahudilerin ellerinde hidayet var; fakat onlar bu hidayeti bırakarak yerine sapıklığı alıyorlar. Burada bilmeyerek, yanılarak ya da farkında olmayarak yapılan bir hata karşısında değil; bilinçli, kararlı ve kasıtlı bir alış-veriş sözleşmesi karşısındayız. Bu şaşılacak ve kınanacak, son derece acayip ve son derece tuhaf bir durumdur.
Fakat yahudiler bu şaşılası ve kınanası noktada da durmuyorlar. Tersine daha da ileri giderek hidayete erenleri sapıklığa düşürmek istiyorlar, çeşitli yöntemler kullanarak ve çeşitli yollardan giderek müslümanları da doğru yoldan çıkarmaya çalışıyorlar. Bu yöntemler ve yollar daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde açıklandığı gibi bu surenin ilerde inceleyeceğimiz ayetlerinde de kısmen açıklanacaktır. Yani bu adamlar sapıklığı kendileri için satın almakla yetinmiyorlar, üstelik çevrelerindeki hidayetin belirtilerini kökten silmeye yelteniyorlar. Böylece ortalıkta ne hidayet ve ne de hidayete ermiş insanlar kalsın istiyorlar.
Ayetin gerek ilk gerek ikinci mesajı yahudilerin oyunlarına ve önlemlerine karşı müslümanlara yöneltilmiş bir uyarı ve bir sakındırma niteliği taşır. Aman Allah’ım, ne önlem! Ayrıca müslümanların vicdanlarında kendilerini tekrar sapıklık dönemlerine döndürmek isteyen kötü niyetlilere karşı antipati uyandırılmak isteniyor. Çünkü müslümanlar kavuştukları hidayetin değerini iyi biliyorlar, kendilerini tekrar cahiliye dönemlerine döndürmeye kalkışanlara düşmanlık besliyorlardı. Onlar hem cahiliyeyi ve hem de İslâm’ı yakından bildikleri için cahiliyeden nefret ederek İslâm’ı sevmişler ve bu bilincin sonucu olarak kendilerini şu ya da bu oranda cahiliye döneminin geriliğine döndürmek isteyenlere karşı da nefret duyar olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim onlara bu uyarıyı yöneltirken, elbette ki, yüce Allah onların kalplerindeki bu canlı duyguyu biliyordu.
Bundan dolayı bir sonraki ayette yahudilerin, müslümanların düşmanları oldukları açıkça dile getirilerek ve bu düşmanca girişim karşısında yüce Allah’ın (celle celâluhu) müslümanları koruması ve desteği altına aldığı gönüllere ferahlık aşılayan bir üslup ile dile getirilerek yahudilerin bu yıkıcı girişimlerine dikkat çekilmek isteniyor. Okuyoruz:
“Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size yeter.”
Böylece Medine’de müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki düşmanlık açığa vuruluyor, aleniyete dökülüyor ve saflar iyice belirginleşiyor.
Bir önceki ayette bir bütün olan Kitap ehlinin tutumu hayretle karşılanmıştı. Gerçi bu hayret belirtici ifade ile aslında yahudilerin kastedildiği anlaşılıyordu. Ama bir sonraki ayet bu anlaşılırlıkla yetinmeyerek yahudilerin kasdedildiğini açıkça belirtiyor. Sonra yahudilerin bu dönemdeki tutumları, davranışları ve Peygamberimize yönelik edepsizlikleri anlatılıyor. Anlaşılan bu olaylar hicretin ilk yıllarında, yani yahudilerin, Medine’de halâ borularının öttüğü, henüz burunlarının kırılmadığı dönemde meydana gelmiştir. Okuyoruz:
Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile Tevrat’taki kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak `İşittik ve karşı geldik’, `Dinle, sözü dinlenmez olasıca!’ ve “Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)’ derler.”
Yahudiler kaypaklığı yüzsüzlüğü ve yüce Allah’a karşı edepsizliği Tevrat’taki kelimeleri amaçları dışına çıkacak biçimde tahrif etmeye kadar ileri götürdüler. En kabul edilebilir yoruma göre buradaki “tahrif” eylemi, Tevrat’ın metinlerini amaçları dışında yorumlamak anlamındadır. Yahudiler bu tahrif eylemini Tevrat’ta yer alan son peygamberlik misyonuna ilişkin delilleri ortadan kaldırmak, bunun yanısıra son ilâhi kitap olan Kur’an’ın onaylandığı ve böylece her iki kitabın da aynı kaynaktan geldiğine ve bununla bağlantılı olarak Peygamberimizin gerçek peygamber olduğuna kanıt oluşturan hükümleri ve yasaları gözlerden kaçırmak amacı ile yapıyorlardı.
Şunu hemen belirtelim ki, insanların arzularına uyum sağlamak amacı ile semavî kitapların metinlerini amaçları ile bağdaşmayacak biçimde yorumlamak; dinlerinden saparak onu bir meslek ve bir geçim amacı haline getiren bütün din adamlarında görülen ortak bir tutumdur. Onlar bu sahtekârlığı her dönemdeki iktidar sahiplerinin keyiflerine ve dinin çerçevesi dışına taşmak isteyen halk yığınlarının arzularına uyum sağlamak için yaparlar. Yahudiler bu çarpıtma sanatının en maharetli ustalarıdırlar. Ama günümüzde İslâm’ı çarpıtmayı meslek edinmiş sahtekârlar arasından bu alanda yahudilere taş çıkartacak olanlar ve onlarla başa baş yarışabilecek olanlar hiç de az değildir!
Bunun yanısıra yahudiler kaypaklığı, yüzsüzlüğü, küstahlığı ve Peygamberimize karşı edepsizliklerini “Ya Muhammed, söylediklerini duyduk, fakat onlara karşı geliyoruz. Sana ne inanacak, ne uyacäk ve ne de itaat edecek değiliz” diyecek derece ileriye vardırdılar. Bu küstahça sözler, bu äyetlerin İslâm’ın başlangıç yıllarında indiklerini gösterir. Ayrıca küstahlıklarını edepsizlikleri, ahlâksızlıkları, yüzsüzlükleri ve kaypaklıkları ile de birleştirmekten çekinmeyerek Peygamberimize şöyle diyorlardı:
“dinle sözü dinlenmez olasıca!’ ve “Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)”
Yahudiler kullandıkları kelimelerin görünürdeki anlamlarına göre şöyle demiş sayılıyorlardı; “bizi dinlemek zorunda olmayarak dinle (nezaket belirtici bir deyim)” ve “Bize durumumuzu göz önüne alarak, konumumuzu hesaba katarak bak.” Onlar kitap ehli idiler ya, İslâm’a puta tapanlar gibi çağrılmaları yakışık almazmış! Kelimelerinin görünürdeki anlamlarına göre bunları söylemek istiyorlardı. Oysa ki, aynı kelimeleri dillerini ağız boşlukları içinde burarak telâffuz edince sözlerinin anlamı şöyle oluyordu; “Dinle, sözü dinlenmez olasıca, duymaz olasıca!”. “Raina” kelimesini ağızlarında geveleyip söyleyerek bir hakaret deyimine dönüştürüyorlardı.
Görüldüğü gibi küstahlık, edepsizlik, kaypaklık, göz boyayıcılık, sözleri çarpıtma ve ters anlamlarda kullanma hayasızlığı ile karşı karşıyayız.
Çünkü karşımızda yahudi var!
Yahudilerin bu çirkin marifetleri anlatıldıktan sonra ehli kitaptan olanların nasıl bir tutum takınmaları gerektiği, “kendilerine kutsal kitap payı verilenler”e yaraşan edepli davranışın nasıl olması beklendiği belirtiliyor, arkasından -bütün bu çirkin marifetlerine rağmen- hidayete, iyi karşılığa, ilahi bağışa ve hayırlı sonuca özendiriliyorlar. Tabii ki, eğer doğru yola koyulurlarsa. Fakat ümitlendirmenin yanısıra karakterlerinin özü de açıklanıyor. Bu karakter eskiden de öyle idi, şimdi de öyledir. Okuyoruz:
“Oysa eğer onlar (böyle diyeceklerine) `Duyduk ve uyduk’, `işit’ ve `bize bak’ deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve daha tutarlı olurdu. Fakat Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında- onlar iman etmezler.”
Bunlar gerçeğe böylesine açık, böylesine yalın, böylesine dolambaçsız bir şekilde yaklaşmazlar. Eğer gerçeği böylesine açık anlamlı ve kaypaklık amacı içermeyen sözler ile `Duyduk ve uyduk’, `işit’, `Bak bize’ diyerek ifade etselerdi kendileri hesabına daha hayırlı, karakterlerinin ve iç dünyalarının tutarlılığı ve sağlıklılığı için daha elverişli bir tutum benimsemiş olurlardı. Fakat aslında onlar kâfirlikleri, gerçeklere sırt çevirmeleri yüzünden yüce Allah’ın (celle celâluhu) hidayetinden kovulmuşlardır. Bundan dolayı onlar tek-tük bazı istisnalar dışında imana gelmezler.
Yüce Allah’ın bu sözü pratikte doğru çıktı. Uzun tarihleri boyunca çok az sayıda yahudi müslüman oldu. Bunlar iyiliği elde etmeye çalıştıkları, doğru yolu bulmak uğruna çaba harcadıkları için yüce Allah’ın hidayete ermelerini dilediği ve kendilerine hayır payı ayırdığı bahtiyar kimselerdir. Bu çok azınlığın dışında kalan ezici yahudi çoğunluğu bin dörtyüz yıl boyunca İslâm ile ve müslümanlar ile sürekli savaş halinde olmuştur. Bu amansız savaş İslâm’ın Medine’de yanı başlarında ortaya çıktığı andan içinde bulunduğumuz şu ana kadar sürmüştür. O andan itibaren yahudiler İslâm’a karşı kesintisiz bir komploculuk, vazgeçmek nedir bilmez bir kör inatçılık içinde olmuşlar; zaman zaman görünen biçim, renk ve yöntem farklılıklarına rağmen bu komploculukları, bu kör inatçılıkları her zaman yürürlükte kalmıştır. Tarih boyunca İslâm’a karşı kurulan bütün tuzakların oynanan bütün iğrenç oyunların arkasında ya doğrudan doğruya yahudi vardır, ya da bu iğrenç düzenbazlığın en büyük payı yahudiye aittir. Çok yönlü milletlerarası haçlılık ve sömürgecilik entrikaları da bu hükmün kapsamı içindedir.
YAHUDİLERE HİDAYET ÇAĞRISI
Bundan sonraki ayette “kendilerine kitap verilmiş” olanlara -yahudilere sesleniliyor; ellerindeki Tevrat’ı onaylayan Kur’an’a inanmaya çağrılıyorlar; arkasından çirkin marifetlerinin ve inatçılıklarının kaçınılmaz akıbeti olarak yüzleri çarpıtılmakla ve lânete uğramakla tehdit ediliyorlar; bunun yanısıra kendi dinlerinin de temelini oluşturan katıksız Tevhid ilkesinden sapmış olmakla damgalanıyorlar, bu arada yüce Allah’ın kendisine ortak koşanları kesinlikle affetmeyeceğini bilmeleri vurgulanıyor. Bu hatırlatma, aynı zamanda, geniş kapsamlı ilâhi bağışlayıcılığın sınırlarını çizen ve Allah’a ortak koşmanın af kapsamı dışında tutulmaya yol açtığını vurgulayan genel nitelikli bir duyurudur. Okuyoruz:
47- Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur’an’a iman ediniz. Yoksa Allah’ın emri her zaman kesinlikle yerine gelir.
48- Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma günahını bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa son derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur.
İlk ayetin girişinde yahudilere, yüce Allah’ın çağrısına ilk olumlu cevap verenlerden olmalarını gerektiren sıfatları ile, ilk müslümanlar arasında olmalarını sağlaması beklenen gerekçeleri ile sesleniliyor. Tekrarlıyoruz:
“Ey kendilerine kitap verilenler, elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur’an’a iman ediniz.”
Kendilerine kitap verilmiş olduğuna göre bu adamların hidayete ermeleri, doğru yolda olmaları şaşılacak, tuhaf sayılacak bir gelişme değildir aslında. Bunun yanısıra söz konusu kitabı kendilerine vermiş olan yüce Allah, onları ellerindeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiği Kur’an’a inanmaya çağırıyor. Bu Kur’an, onların elindeki Tevrat’ı onayladığına göre bu çağrının şaşılacak, garip görülecek bir yanı yoktur.
Eğer iman etmek; kanıtlayıcı delile, açık gerekçelere dayalı olarak meydana gelseydi, ilk inananların yahudiler olması gerekirdi. Fakat karşımızdaki yahudi! Bir sürü çıkarları, ihtirasları, bunun yanısıra bir sürü kinleri ve kör inatları var. Yahudi; karakteri gereği, sapık ve ensesi kalın adam demektir. Nitekim Tevrat onlardan “Kalın enseli halk” diye söz ediyor! O bundan dolayı iman etmez. Ama bundan dolayı da şu sert, şu iç karartıcı tehditle yüzyüze geliyor. Tekrarlayalım:
“…Biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur’an’a iman ediniz.”
“Yüzleri çarpıtmak (tams)” deyimi, yüzlerin insana ait olduklarını kanıtlayan özellikleri silmek, onları “ense taraflarına döndürmek” ise insanları geri geri yürümeye zorlamak anlamına gelir. Ayetin içerdiği tehdit, herkesin anladığı somut anlamda olabilir. Yani yahudiler gerçekten insan yüzlü görünümlerini yitirecekler ve yüzleri arkaya bakacağı için yürürken gerisin geri gideceklerdir. Cumartesi gününe ilişkin balık evlama yasağını çiğnemiş olan yahudilere verilen lânetlenme cezası da bu adamların fiilen maymun ve hayvan kılığına sokulmaları şeklinde gerçekleşmiş olabilir. Bunun yanında burada sözü edilen “çarpıtma”dan maksat bu adamların vicdanlarındaki hidayet ve basiret izlerini silmek; kendilerini Tevrat’ın inişinden önceki kâfirlik ve cahiliye dönemlerine döndürmek de olabilir. İmandan sonra tekrar kâfir olmak, doğru yolu bulduktan sonra yeniden sapıklığa düşmek öylesine dehşetli bir yüz ve basiret çarpılması, öylesine acı bir geriye dönüştür ki, bütün geriye dönmeler ve döndürülmeler onun yanında hiç kalır.
Ayetin maksadı ister o olsun, ister bu olsun; seslendirdiği tehdit gerek katı kalpli donuk yahudi karakterine, gerekse onların aşağılık ve iğrenç davranışlarına uygun, sert ve korkunç bir tehdittir.
Bu tehdit ile ürperip kendine gelerek hemen müslüman olan yahudiler vardır. Bunlardan biri ünlü Kââb-ul Ahbâr’dır.
Nitekim İbn-i Ebu Hatem’in İbn-i Nufeyl ve Amr b. Vakıd kanalı ile Yunus b. Celîs’e dayanarak bildirdiğine göre Ebu İdris Hulâni şöyle diyor; “Ebu Müslim Halîlî, Kaâb-ul Ahbar’ın hocası idi. Neden bir an önce gidip Peygamberimizi görmüyor diye bu öğrencisini sık sık ayıplardı. Sonunda onu Peygamberimize gidip nasıl bir insan olduğunu görmeye ikna etti” (Olayın bundan sonrasını Kââb-ul Ahbar şöyle anlatır:)
“Binek hayvanımın sırtına atlayıp Medine’ye vardım. O sırada biri Kur’an okuyordu, okuduğu ayet şuydu; `Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden… elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur’an’a iman ediniz’. Hemen suya koşup yıkandım. Bu arada `Acaba çarpıldlm mı?’ korkusu ile sık sık elimi yüzümün üzerinde gezdiriyordum. Arkasından hemen müslüman oldum. ” (Yaygın rivayete göre Kaab-ul Ahbar, Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. İbn-i Cerir’e dayanan ve daha güvenilir olduğu belirtilen bu rivayette de Kâab’ın müslüman oluşu bu ayeti işitmesine bağlanıyor.)
Bu tehdidi izleyen yorum cümlesinde şöyle buyuruluyor:
“Yoksa Allah’ın emri, her zaman kesinlikle yerine gelir.”
Bu cümle az önceki tehdidi pekiştirir niteliktedir. Ayrıca yahudinin karakterine de uygundur!
Bunun arkasından ahirete ilişkin bir başka tehdit geliyor. Bu tehdit, yüce Allah’a ortak koşma suçu dışında kalan günahların önünde İlâhî rahmet kapısı açık olduğu ve yalnız bu ağır suçun kesinlikle af kapsamı dışında olduğunu açıklıyor. Okuyoruz:
“Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa son derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur.”
Bu ayetin yahudileri katışıksız imana ve Tevhide çağıran üslubûndan O’nun yahudileri yüce Allah’a ortak koşmakla suçladığı anlaşılıyor. Gerçi burada onların Allah’a ortak koşma anlamına gelecek hiçbir sözlerinden ya da davranışlarından bahsedilmiyor. Fakat Kur’an’ın başka ayetlerinde bu konuda ayrıntılı bilgi veriliyor. Meselâ bir ayette onların “Uzeyr, Allah’ın oğludur” dedikleri anlatılıyor. Tıpkı hristiyanların “Mesih (İsa) Allah’ın oğludur” demeleri gibi. Hiç kuşkusuz bu söz Allah’a ortak koşmak(şirk)’tir.” (Tevbe Suresi, 30) Bunun yanısıra Kur’an’da bize gerek yahudilerin gerekse hristiyanların “Allah’ı bir yana bırakarak hahamlarını ve papazlarını ilâh edindikleri” anlatılıyor.” (Tevbe Suresi, 31) Oysa biz biliyoruz ki, ne yahudiler hahamlarına ve ne de hristiyanlar papazlarına tapınıyorlardı. Yalnız her iki kesim de kendi din adamlarının yasa koyma, helâl kılma ve yasaklama yetkisi taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir. Oysa bu yetki sırf yüce Allah’ın tekelindedir, ayrıca bu husus İlahlığın gereklerinden biridir. İşte Kur’an, bu yüzden onları putperest (müşrik) saymıştır. İlerde ayrıntılı biçimde anlatacağımız gibi, bu ilke İslâm’ın tanımına ve imanın şartına ilişkin tutarlı düşünce açısından son derece önemlidir.
Her neyse, sözün kısası Peygamberimizin zamanında Arap yarımadasında yaşayan yahudilerin inançları putperestlik hurafeleri ile karışık ve dolayısı ile tek ilâh inancından uzaklaşmıştı. Bu yüzden bu ayette yer alan Allah’ın, kendisine ortak koşma günahı dışındaki günahları dilediklerine bağışlayabileceği, buna karşılık kendine ortak koşma günahını kesinlikle hoşgörü ile karşılamayacağı, eğer bir insan dünyada Allah’a ortak koşar da, bu inancından vazgeçmeksizin yüce Allah’ın huzuruna çıkarsa affedilmesinin asla beklenmemesi gerektiği şeklindeki vurgulamalı açıklama, yahudilere yöneltilmiştir.
Allah’a ortak koşma ((şirk)’ Allah ile kul arasındaki ilişkiyi keser. Buna göre yüce Allah’a ortak koşan bu kimseler eğer bu sapık inanca bağlı olarak’, başka bir deyimle Allah ile ilişkileri kesik olarak dünyadan ayrılırlar ise hiçbir affedilme ümitleri kalmaz. Bir insan düşününüz ki, yüce Allah’a ortak koşuyor, gerek evrenin görünen olaylarında ve gerekse peygamberlerin getirdikleri bilgilerde Allah’ın tekliğini kanıtlayan bunca delil, karşısında dururken bu sapık inançta ısrar ederek öylece ahirete göçüyor. Eğer o insanın yapısında iyilik ve yapıcılık unsurlarından bir teki bile varsa böyle bir şey yapmaz. Demek ki, yapan insanın yapısı geri dönülmez biçimde bozulmuş, Allah’ın lekesiz biçimde kendisine sunduğu fıtratı mahvolmuş, aşağıların aşağısı bir bataklığa yuvarlanmış ve kendi eli ile kendini cehennem hayatına hazırlamıştır.
Yüce Allah’a ortak koşmak açık, belirgin ve bariz bir günah; çirkin, küstahça ve son derece ağır bir zulümdür. Bunun dışında kalan bütün küçük ve büyük günahlara gelince yüce Allah onları dilediği kullarına bağışlar. Bunlar tümü ile af kapsamına girerler. Bu affedilme tevbe etme sonucu olabileceği gibï, Peygamberimizden gelen bazı belgeli rivayetlerin bildirdiklerine ,göre tevbe etmeksizin de olabilir. Yeter ki, günahkâr kul, yüce Allah’ın bilincinde olsun O’nun affını umsun, O’nun kendisini affedebilecek güçte olduğundan emin olsun, O kendisini bağışlasa da günah işlemiş olmasının yine de bir kusur olduğunun farkında olsun. Bu durum yüce Allah’ın rahmetinin bitmez-tükenmez olduğunu, affediciliğinin ne bir kapı ve ne de bir kapıcı tarafından engellenemeyeceğini son derece somut olarak gözlerimizin önüne serer.
Nitekim Kuteybe’nin, Cerir b. Abdulhamid ve Abdulâziz yolu ile Zeyd b. Vehb’e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Ebu Zerr (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor:
Bir gece dışarı çıkmıştım. Baktım ki, Peygamberimiz tek başına yürüyüş yapıyor. Yanında hiç kimse yok. Yürürken yanında bir başkasının olmasını istemediğini düşünerek ay ışığı altında yürümeye koyuldum. Peygamberimiz birden dönerek beni gördü. `Kim o’ dedi. `Kurbanın olayım, Ebu Zerr’ diye cevap verdim. Bana `Gel, ya Ebu Zerr’ dedi. Birazcık yanında yürüdüm. Bir ara bana şöyle buyurdu:
“Dünyada zengin olanlar Kıyamet günü fakir olacaklardır. Yalnız yüce Allah’ın hayırlı mal bağışladığı ve bu malı sağlarına, sollarına, önlerine, arkalarına dağıtarak onunla hayırlı işler yapan kimseler müstesna.”
Biraz daha yanında yürüdükten sonra bana dönerek `Burada otur’ dedi ve beni etrafı taşlarla çevrili bir düzlüğe oturttu. Arkasından `Ben geri gelinceye kadar burada otur’ dedi. Sonra önümüzde uzanan tek araziye doğru yürüdü ve gözümden kayboldu. Bir süre görünmedi. Bu süre oldukça uzamıştı. Sonunda onun `Zina etmiş, hırsızlık yapmış da olsa…” diye diye bana doğru geldiğini gördüm. Yanıma gelince dayanamadım, `Yä Resulullah, kurbanın olayım, alanın bir kenarında kiminle konuşuyordun. Ben bir ara sana doğru birinïn geldiğini duydum’ dedim. Peygamberimiz bana şu cevabı verdi:
“O Cebrail’di, alanın kenarında karşıma çıkarak bana “Ümmetine şu müjdeyi ver ki, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ölen kimse cennete girecektir.’ Kendisine “Ey Cebrail, hırsızlık yapmış ve zina işlemiş olsa da mı?” diye sordum, `Evet’ dedi. Tekrar `Hırsızlık yapmış, zina işlemiş olsa da mı?’ diye sordum. Bana `Evet, hatta içki içmiş bile olsa’ diye cevap verdi.” (Buhari, Müslim)
Bu arada İbn-i Ebu Hatem’in, Cabir b. Abdullah’a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Allah’a hiçbir ortak koşmaksızın ölen kimse affedilmeye hak kazanır. Allah onu dilerse azaba çarptırır, dilerse affeder. `Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar.”
Öte yandan yine İbn-i Ebu Hâtem’in bildirdiğine göre Abdullah b. Ömer şöyle diyor; “Bizler -Peygamberimizin sahabileri- adam öldürenlerin, yetim malı yiyenlerin, namuslu kadınları zina yapmakla suçlayanların ve yalancı şahitlerin hakkında şüphe etmiyorduk. Fakat `Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar’ ayeti inince Peygamberimizin sahabileri bu yolda şahitlik etmekten vazgeçtiler.”
Öte yandan İkrime’nin, Abdullah b. Abbas’a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:
“Yüce ve Ulu Allah (celle celâluhu) şöyle buyuruyor: `Kim benim günahları affetmeye muktedir olduğumu bilir de, eğer bana ortak koşmuş değil ise günahlarına aldırış etmeden kendisini affederim.” (Taberanî)
Özellikle bu son hadisin mesajı son derece açıktır. Demek ki, her şeyden önce kalplerin, yüce Allah’ın, gerçek anlamı ile bilincinde olmaları gerekir. Bunun arkasından iyilik, umut, kaygı ve korku bilinçlerine sıra gelir. Herhangi bir günah işlendiğinde eğer gerisinde bu özellikler varsa günahkâr kul, takva ve af kapsamında olduğundan emin olmalıdır.
ŞAŞKIN İNSANLAR
Daha sonraki ayette, Kur’an-ı Kerim, müslümanların safında Medine yahudileri ile savaşa giriyor. Yüce Allah’ın “seçilmiş halkı” olduklarını sanan, kendi kendilerine övünen ve bir yandan daha önce belirttiğimiz gibi kutsal kitaplarını tahrif eder, Allah’a ve Peygamberimize dil uzatırken, öte yandan ilerde anlatacağımız üzere “Putlara ve Tağut’a” taparken kendilerini kusursuz göstermeye yeltenen bu şaşkınların halı hayretle karşılanıyor. Onların kendilerini kusursuz ilân etmelerinin ve ne kötülük işlerler ise işlesinler, yine de yüce Allah’ın yakınları olduklarını sanmalarının asılsız olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz:
49- Şu kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun? Oysa Allah dilediği kimseyi arındırır, fakat hiç kimseye kıl payı kadar haksızlık yapılmaz.
50- Baksana Allah’a karşı nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli bir apaçık günahtır.
Yahudilerin “Allah’ın seçilmiş halkı” oldukları şeklindeki iddiaları eskidir. Gerçekten yüce Allah, onları kutsal emaneti taşımak ve bu emanetin gerektirdiği misyonu yerine getirmek için seçti. Onları o dönemde yaşayan diğer milletlere üstün tuttu. Mısır Firavun’u ile adamlarını onların hatırı için helâk etti ve kendilerini “kutsal topraklar”a mirasçı yaptı.
Fakat yahudiler bir süre sonra yüce Allah’ın sisteminden saptılar, dünyanın amansız zorbaları kesildiler. Yeryüzü, onların kötülüklerini kaldıramaz oldu. Hahamları onlara yüce Allah’ın helâllerini yasaklamaya ve yasaklarını serbest saymaya girişti. Onlar da bu konuda hahamlarına uydular. Yüce Allah’ın tekelinde olan yasaklama ve helâl kılma yetkisinin, çizmeyi aşan hahamları tarafından kullanılmasına karşı çıkmadılar. Yine bu yahudi hahamları yüce Allah’ın şeriatında değişiklik yaptılar. Bu değişiklikleri bir yandan iktidardakilerin ve seçkin azınlığın gönlünü yapmak ve bir yandan da halk yığınlarının isteklerini ve arzularını tatmin etmek için yaptılar. Böylece yahudiler yüce Allah’ı bir yana bırakarak bu şımarık din adamlarını ilâh edindiler. Faiz yemekten kaçınmadılar. Sonunda Allah’ın dini ile ve Allah’ın kendilerine indirmiş olduğu kutsal kitap ile aralarındaki bağlar zayıfladı.
Bütün bunlara -ve daha birçok marifetlerine- rağmen tarihleri boyunca yüce Allah’ın evlâtları ve sevdikleri olduklarını, birkaç sayılı gün dışında Cehennem ateşinin kendilerine değmeyeceğini, sadece yahudi olanların doğru yolda olduklarını ve yüce Allah tarafından beğenildiklerini ileri sürmeye devam ettiler. Sanki yüce Allah ile aralarındaki ilişki; akrabalık, soy ortaklığı ve kayırmacılık ilişkisi imiş gibi. Haşa! Yüce Allah bu tür yakışıksız isnadlardan uzaktır, kuşkusuz. Yüce Allah ile O’nun hiç bir kulu arasında akrabalık ve soy ortaklığı ilişkisi söz konusu değildir. O’nun ile kullar arasındaki bağı doğru inanç, iyi amel ve İlâhî sisteme kararlı bağlılık oluşturur. Kim bu bağı, bu ilişkiyi sarsıntıya uğratırsa yüce Allah’ın öfkesine çarpılır. Sapıklık dönemlerinde yüce Allah’ın hidayetine muhatap olan kimseler eğer tekrar eğri yola saparlarsa yüce Allah’ın kendilerine yönelik bu öfkesi, bu gazabı daha ağır olur.
Sözünü ettiğimiz yahudilerin, günümüzde, sözde müslüman olan bazı benzerleri var. Bunlar müslüman olduklarını ileri sürüyorlar, kendilerini Peygamberimizin ümmetinden sayıyorlar. Yüce Allah’ın mutlaka kendilerini destekleyerek işgalci yahudileri yurtlarından çıkaracağını bekliyorlar. Ama buna karşılık yüce Allah’ın önerdiği hayat sistemi olan Hak Din’den tamamen kopmuşlar, bu dini hayatlarının dışına atmışlar. Ne aralarındaki anlaşmazlıkların çözüme bağlanmasında ne ekonomik kararlarında, ne sosyal hayatlarını düzenlemede ne ahlâklarında ve ne de geleneklerinde Allah’ın kitabının hakemliğine başvurmuyorlar. Tek müslümanlık kanıtları, taşıdıkları İslâmî isimler ile bir zamanlar gerçek müslümanların doğdukları, Allah’ın dinini uygulamaya geçirdikleri ve hayat sistemini egemen kıldıkları topraklarda yaşıyor olmalarıdır!
Okuduğumuz ayette yüce Allah, Peygamberimize kendi kendilerini temize çıkaran yahudilerin durumunun hayret verici olduğunu ifade ediyor. Oysa günümüz “müslümanlar”ının durumu daha hayret verici, daha gülünç ve daha şaşırtıcıdır!
Sebebine gelince kendilerini aklama, temize çıkarma, iyiliği Allah’a yakınlığı ve O’nun seçilmiş kulu olmayı kendine mal etme yetkisi insanların yetkisinde değildir. Ancak Allah dilediklerini temize çıkarabilir, aklayabilir. Çünkü O, kalpleri ve davranışları herkesten iyi bilir. Eğer insanlar bu değerlendirme yetkisini Allah’a bırakarak iyi ameller işlemeye yönelirlerse, kof iddialardan uzak dururlarsa yüce Allah (celle celâluhu) insanlara zerre kadar haksızlık yapmaz. Eğer insanlar hiç kendilerini övmeden, alçakgönüllülükle, Allah’tan utanarak, kendilerini aklama ve şişirme iddialarından kaçınarak iyi ameller işleyecek olurlarsa Allah katında aldatılacak, herhangi bir iyi amelleri unutulacak ya da hakları yenecek değildir.
Yüce Allah kendi kendilerini aklayan, Allah’ın rızasını kazanmış olduklarını ileri süren yahudilerin yalan söylediklerini, kendisine iftira attıklarını açıkça belirtiyor ve onların bu çirkin marifetini kınıyor. Ayrıca bu davranışın iğrençliğine dikkatleri çekiyor. Okuyoruz:
“Baksana, Allah adına nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli bir apaçık günahtır.”
Burada yine kendimize dönelim. Bizler İslâm kaynaklı isimler taşıyoruz diye ve bir zamanlar gerçek müslümanların yaşadığı topraklarda oturuyoruz diye müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz. Oysa İslâm, hayatımızın hiçbir kesimine egemen değildir. Sosyal hayatımızın hiçbir alanında İslâm’a bu yetkiyi tanımıyoruz. Müslüman olduğumuzu ileri sürüyoruz, ama görüntümüz ile, realitemiz ile İslâm’ı lekeliyoruz. yabancılara İslâm’ı antipatik gösteren somut örnekler oluyoruz. Hz. Muhammed’in ümmetinden olduğumuzu söyleyerek yüce Allah’ın seçkin kulları olduğumuzu ileri sürüyoruz. Oysa Hz. Muhammed’in öğrettiği din, Hz. Muhammed’in uyguladığı sistem, hayatımızdan bütün-bütüne kovulmuş ve soyutlanmıştır. Bana kalırsa biz bu halimiz ile aynen yüce Allah’ın tutumlarını şaşırtıcı bulduğunu Peygamberimize anlattığı, Allah adına yalan söylemekle suçladığı ve büyük günah yükü altına girdiklerini belirttiği o yahudilere benziyoruz. Allah yardımcımız olsun!
Yüce Allah’ın dini bir hayat sistemidir. Allah’a itaat etmek demek, bu sistemi hayata egemen kılmak dèmektir. Allah’a itaat etmedikçe O’na yakın olunamaz. Şimdi bir bakalım, yüce Allah, O’nun dini ve sistemi nerede, biz neredeyiz? Sonra bir bakalım ki, acaba yüce Allah’ın hallerini hayretle anlattığı, kendi kendilerini aklamakla yüce şahsına iftira atma günahı altına girdiklerini belirttiği o şaşkın yahudiler ile aramızda ne fark var? İlke aynı ilkedir, durum da aynı durum. Hiçbir kul ile yüce Allah arasında soy ortaklığı, akrabalık ve kayırmacılık ilgisi yoktur!
KENDİLERİNİ TEMİZE ÇIKARANLAR
Ayetlerin akışı içinde kendi kendilerini temize çıkaran bu kimseler hakkında hayret ifade edilmeye devam ediliyor. Çünkü bu şaşkınlar bir yandan; yüce Allah’ın şeriatine dayanmayan, O’nun koyduğu herhangi bir kritere yaslanarak ölçü dışına taşma tehlikesini bertaraf etmemiş hükümlere, ayetin deyimi ile “puta ve Tağut’a” inanırken, öbür yanda; putperestliğe ve putperestlere arka çıkıyor, onlara yüce Allah’ın kitabına sistemine ve şeriatına bağlılık bakımından müslümanlara göre daha doğru yolda olduklarını söylüyorlar. Okuyacağımız ayetlerde onların tutumları karşısında hayret ifade edildikten ve bu gülünç manevraları gözler önüne serildikten sonra sert bir dille kınanıyorlar, aşağılayıcı bir ifade ile yerin dibine batırılıyorlar. Bunların yanısıra karakterlerinde gizli duran kıskançlığa ve cimriliğe parmak basılıyor, bağlıları olmakla övündükleri Hz. İbrahim’in dinine sırt çevirmeleri yanında bu gülünç tutumu takınmalarına yol açan diğer sebepler açığa vuruluyor. Bu kınama ve saldırı kampanyası “Öylelerine alevli cehennem yaraşır” cümlesi ile noktalanan kendilerine yönelik bir cehennem tehdidi ile son buluyor. Şimdi bu ayetleri okuyalım:
51- Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve tağut’a (şeytana) inanırlar ve kâfirler hakkında `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur’ derler.
52- Bunlar Allah’ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın.
53- Yoksa onların Allah’ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısı bile vermezlerdi.
54- Yoksa Allah’ın, lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim’in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.
55- Fakat İbrahim’in soyundan gelenlerin kimi O’na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi. Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir.
Kendilerine “Kitaptan bir pay verilenler”den şunlar beklenirdi: Bunlar herkesten önce Kitaba (Kur’an’a) inanmalıydılar, yüce Allah’ın yol göstericiliğine muhatap olmamış nasipsizlerin kapıldıkları putperestliğe karşı çıkmalıydılar, yüce Allah’ın kitabını hayatlarına egemen kılmalı ve tağutun yoluna koyulmamalıydılar. Tağut; yüce Allah’ın onayına dayanmayan herhangi bir hukuk sistemi ve yüce Allah’ın şeriatınca desteklenmeyen herhangi bir hüküm demektir.
Fakat kendi kendilerini aklayan ve yüce Allah’ın sevdikleri olmakla övünen yahudiler, kendilerine yakıştırdıkları bu asılsız konuma ters düşecek şekilde batıla ve putperestliğe uyuyorlar. Çünkü kâhinlerinin peşinden gidiyorlar, kahinlerine ve hahamlarına yüce Allah’ın onayına dayanmaksızın yasa koyma yetkisi tanıyorlar. Aynı anlamda “tağut”a inanıyorlar. Tağut, yüce Allah’ın şeriatı dışında kaynaklanan hüküm anlamındadır. Tağut, sözlük anlamı ile “azgınlık, taşkınlık, ölçü dışına çıkma” demektir. Sözünü ettiğimiz tutum da bir tür taşkınlık ve bir çeşit ölçüyü çiğnemektir. Çünkü yüce Allah’ın tekelindeki imtiyazlardan biri olan egemenliği insanlardan birine yakıştırmaya kalkışıyor. Bunun yanısıra yüce Allah’ın hakka ve adalete bağlayıcı şeriatının kurallarından birinin disiplini altına girmiyor. Bu niteliği ile bu tutum bir taşkınlık, bir kuralları çiğneme olayıdır. Bu tür kural dışı, taşkın hükümlere inananlar, uyum gösterenler ya Allah’a ortak koşmuşlardır ya da doğrudan doğruya kafirdirler. İşte yüce Allah bunların tutumlarını şaşırtıcı buluyor. Çünkü kendilerine kutsal kitap hazinesinden bir pay verildiği halde bu kitabın içeriğine bağlanmamışlardır.
Bu şaşkınlar sadece “puta ve Tağut’a” inanmakla kalmıyorlar. Bunun yanısıra yüce Allah’ın kitab verdiği, kendilerine Kur’an’ı gönderdiği müslümanlara karşı kâfirlerin tarafında yer alıyorlar, onlara hak veriyorlar. Tekrarlıyoruz:
“Kâfirler hakkında `Bunların yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur’ derler.”
İbn-i İshak’ın, Muhammed b. Ebu Muhammed ve İkrime yolu ile Ebu Said b. Cubeyr’e dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas diyor ki:
“Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza kabilelerini müslümanlara karşı birleştirip savaşa sürükleyenler Hayy b. Ahtab, Selâm b. Hakık, Ebu Rafi, Rebü b. Hakık, Ebu Amir, Vehûh b. Amir ve Hevde b. Kasy adlı kişilerdi. Bunlardan Venûh, Ebu Amir ve Hevele Vailoğulları kabilesinden, öbürleri ise Nadiroğullari kabilesinden idi.
Bu yahudi heyeti Kureyş kabilesi ile görüşmeye gidince onlara beraberlerinde getirdikleri din adamlarını göstererek şöyle dedi; `Bunlar Yahudi hahamlarıdırlar. İlk kutsal kitabı iyi bilirler. Sorun onlara, sizin dininiz mi, yoksa Muhammed’in dini mi üstündür?’ Kureyşlilerin bu yoldaki soruları üzerine yahudi hahamları `Sizin dininiz Muhammed’in dininden daha üstündür. Sizin yolunuz Muhammed’in ve O’nun peşinden gidenlerin yolundan daha doğrudur’ diye cevap verdiler. Bunun üzerine yüce Allah `Şu kendilerine kitaptan pay verdiklerimizi görmüyor musun…’ diye başlayan ve “… kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık” diye biten ayetler gurubunu indirdi.
Bu ayetlerde onlara lânet ediliyor, dünyada ve ahirette desteksiz ve yardımcısız kalmaya mahkûm oldukları bildiriliyordu. Çünkü onlar, Kureyş putperestlerine kendilerine destek sağlamak için gitmişler, bu sözleri de gönüllerini alıp taraftarlıklarını kazanmak amacı ile söylemişlerdi.
Nitekim Kureyşliler de yahudilerin bu isteklerini olumlu karşılayarak Hendek (Ahzab) savaşında onların tarafında müslümanlara karşı savaşa girdiler. Peygamberimiz bunlara karşı Medine çevresinde hendekler kazdırdı. Yüce Allah, onların kötülüklerine engel oldu, onları kinleri ile baş başa bıraktı, istedikleri sonucu elde edemediler. Yüce Allah savaşta ağırlığını müminlerden yana koydu. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir.
Gerçi yahudilerin “Putperest Kureyşlilerin dini Hz. Muhammed’in ve O’nun peşinden gidenlerin dininden daha üstündür; putperestlerin yolu, yüce Allah’ın kitabına (Kur’an’a) ve Peygamberine inananların yolundan daha doğrudur” demeleri aslında hayret edilecek bir tutumdur; ama, yahudilere çok görülmez, onlar için normaldir. Onlar hak ile batıl arasında, doğru ile eğri arasında, doğrular ile eğriler arasındaki tutumu her zaman budur. Onların doyumsuz hırsları, yatışmaz arzuları ve dinmez kinleri vardır. Onlar hakkın ve hak taraftarlarının yanında hırslarına, arzularına ve kinlerine destek bulamazlar. Bu yoldaki desteği ve yardımı her zaman ancak batılın, eğrinin ve eğrilik taraftarlarının arasında bulabilirler. Hakkın ve hak taraftarlarının aleyhine geçip batılın ve eğrinin taraftarlarının lehine tanıklık etmelerinin sebebi budur.
Onların tutumu her zaman budur ve bu tutumun sebebi de her zaman geçerlidir. Bu yüzden onların “Kureyş putperestlerinin yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur” demeleri kendi açılarından mantıklı ve normaldir, süpriz değildir.
Yahudiler aynı sözü bu günde söylüyorlar, yarın .da söyleyeceklerdir. Onlar günümüz dünyasının her yerindeki başarılı İslâmî hareketi, denetimleri altındaki propaganda ve yönlendirme araçları ile lekelerler; bu hareketleri gözden düşürüp kuvvet yolu ile ezmek isteyen batıl taraftarlarını olanca güçleri ile desteklerler. Tıpkı ilk İslâmî hareketi gözden düşürmek ve ezebilmek için putperest Kureyşlileri destekledikleri, kendileri ile güç birliği yaptıkları gibi.
Fakat iğrenç iki yüzlülüklerinden, hile ve düzenbazlık alanındaki erişilmez maharetlerinden ve zamanımız şartlarının öyle yapmalarını gerektirmesinden dolayı kimi zaman eğriyi ve eğrinin taraftarlarını açıktan açığa övmezler. Sadece hakkı ve hak taraftarlarını karalamakla yetinirler. Batılın hakkı ezmesine, sindirmesine böylesine dolaylı yoldan destek vermeyi uygun görürler. Çünkü günümüzde yahudilerin açık övgüsü, başlı başına bir suçlama gerekçesi ve taşınmaz bir töhmet yükü haline gelmiştir. Bu yüzden eğer desteklerini ve övgülerini açığa vururlarsa İslâmî hareketleri ezmek isteyen, dünyanın her yerindeki gizli ajanları ve onlardan aldıkları direktiflere göre çalışan sinsi zorbalar hakkında kuşku uyandırabilir!
Kimi zaman bu sinsi yanıltmacalarını o kadar ileri boyutlara vardırırlar ki kendileri hesabına hakkı ve hak taraftarlarını sindiren ajanları ile göstermelik düşmanlık ve savaş oyunu oynarlar ya da danışıklı propaganda savaşını gündeme getirirler. Amaçları uzun vadeli emellerini gerçekleştiren en sadık, en bağımlı dostlarını tamamen şüpheden uzak tutmaktır.
Fakat asla İslâm’ı ve müslümanları karalama, gözden düşürme kampanyasına ara vermezler. Çünkü İslâm’a karşı besledikleri kin o kadar koyu ve katıdır ki, en küçük bir İslâmî diriliş hareketine, hatta böyle bir hareketin gölgesine bile tahammül edemezler. İnsanları yanıltmak ve aldatmak için bile onun varlığına katlanamazlar.
Yahudilerin tarih boyunca sergiledikleri karakter, uyguladıkları strateji ve güttükleri amaç aynıdır. İşte yüce Allah bundan dolayı onlara lânet ediyor, kendilerini rahmetinden kovuyor ve desteğinden yoksun bırakıyor. Yüce Allah’ın desteğinden yoksun kalan kimse bütün yeryüzü halkının desteğini ve yardımını kazansa bile aslında destekçisiz ve yardımcısızdır. Okuyoruz:
“Bunlar Allah’ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın.”
Günümüzde bütün batılı devletlerin yahudileri desteklediklerini görünce paniğe kapılıp sorabiliriz: Hani Allah onları lânete çarptırdığını vaad etmişti? Hani Allah’ın lânetine uğrayanlar yardımcı ve destekçi bulamazlardı?
Fakat bilmeliyiz ki, asıl yardım edici, asıl destekçi insanlar değildir, devletler de değildir. Bu devletlerin ellerinde hidrojen bombaları ve türlü türlü füzeler de olsa bu böyledir. Asıl gerçek yardımcı yüce Allah’tır, iradesi karşısında bütün kullarına diz çöktürme gücünde olan yüce Allah! Bu rakipsiz güç karşısında ellerinde hidrojen bombaları ve çeşit çeşit füzeler bulunan kullar da kim oluyorlar?
Yüce Allah ise kendisini destekleyenin destekçisidir. Nitekim O bize “Allah dinini destekleyenleri kesinlikle destekler.” buyuruyor.” (Hacc Suresi, 40) Yüce Allah kendisine gerçek anlamda inananların, olanca güçleri ile sistemine bağlananların, hoşnutluk ve teslimiyet içinde sisteminin hakemliğine başvuranların yardımcısı ve destekçisidir.
Yüce Allah bu ayette kendisine inanmış, sistemine uyan ve şeriatının hakemliğini benimseyen bir ümmete sesleniyor. Bu yüzden bu ümmetin düşmanları olan yahudileri ve destekçilerini küçümsüyor. Yine yüce Allah bu ümmete yardım etmeyi, destek sağlamayı vaad ediyor. Çünkü düşmanlarının, yani yahudilerin yardım edicisi destekleyicisi yoktur. Yüce Allah o günkü müslümanlara karşı vaadini, fiilen gerçekleştirdi. Onun vaadi ancak gerçek müslümanlar hakkında gerçekleşebilir, ancak gerçekten inanmış bir kitle varolunca bunların eli ile bu durum pratiğe yansıyabilir.
O halde ateistlerin, putperestlerin ve hristiyanların hep birlikte yahudileri desteklemeleri, arkalamaları karşısında paniğe kapılmayalım ve yılgınlığa düşmeyelim. Onlar her zaman zaten İslâm karşısında, müslümanlar karşısında ve yahudilerin yanında olup onların destekçileri olurlar. Çünkü asıl güç dengesini değiştirecek destek ve yardım bunlarınki değildir. Fakat aynı zamanda Allah’ın yardımını peşin olarak yanımızda bilmek gibi bir yanılgıya da kesinlikle kapılmamalıyız. Çünkü yüce Allah’ın yardım vaadi ancak müslümanlar hakkında ve bu iddiayı ileri süren kimseler gerçek müslüman oldukları gün gerçekleşir.
Buna göre müslümanlär -bir kez olsun- gerçekten müslüman olmayı denemeye girişmelidirler. O zaman kendi gözleri ile baksınlar bakalım, ortada yahudileri destekleyen kalacak mı, ya da kalsa bile bu destekçilerin yahudiye bir yararı olacak mı?
İNSANLIIĞIN BAŞ DÜŞMANLARI
Yüce Allah yahudilerin tutumlarını, davranışlarını ve sözlerini hayretle karşıladığını belirttikten ve bu yüzden onları lânetine çarptırıp yalnızlığın perişanlığına mahkûm ettiğini açıkladıktan sonra Peygamberimize ve müslümanlara karşı takındıkları başka bir tutumu kınamaya girişiyor ve yahudilerin müminlere yönelik ilâhi nimeti kıskanmalarını yeriyor. Bu nimet hak Din, zafer ve egemenlik-iktidar nimetidir. İşte yüce Allah’ın tek taraflı bir bağışı olarak müslümanlara karşı sunduğu bu nimet yahudileri kıskançlıktan çatlatıyor. Oysa nimeti veren, yüce Allah’tır, müslümanların bu ilâhi takdirde hiçbir yetki payları yok!
Aşağıdaki ayetlerde aynı zamanda yahudilerin pinti karakterlerine, başkalarının elindeki her şeyde gözü kalan çekememezliklerine de parmak basılıyor. Oysa yüce Allah onlara ve atalarına da bol bol nimet bağışladı. Fakat bu ilâhi bağışlar onlara ne cömertliği gösterebildi ve ne de kendilerini kıskançlıktan ve açgözlülükten vazgeçirebildi. Şimdi ayetleri okuyoruz:
“Yoksa onların Allah’ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısını bile vermezlerdi.
Yoksa Allah’ın karşılıksız lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden insanları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim’in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.”
Aman Allah’ım, ne tuhaf şey! Adamlar, yüce Allah’ın herhangi bir kuluna kendi katından bir nimet bağışlamasını çekemiyorlar. Yoksa bunlar -haşa- yüce Allah’ın ortakları mı? Yoksa O’nun mülkünde, varlığında payları mı var? Bir bölümünü bağışladığı, kullarına karşılıksız akıttığı mülkünde yani. Eğer bu mülkde, bu varlıkta payları olsaydı insanlara bir çekirdek kırıntısını, bir tohum zerresini bile çok görürlerdi. O kadar cimri ve o kadar pintidirler. Ayette geçen “nukre (çekirdek kırıntısı)” çekirdeğin sırtındaki cücük demektir. Eğer yahudinin, yüce Allah’ın mülkünde, varlığında payı olsa pintiliği ve iğrenç bencilliği yüzünden insanlara bu çekirdeğin cücüğünü bile vermeye eli varamazdı. Allah’a hamdolsun ki O’nun, bu mülkte payı yok. Yoksa tüm insanlar yandıydı, kendilerine bir çekirdek cücüğü bile verilmeyecektir.
Yoksa yahudilerin hastalığı kıskançlıklarından mı kaynaklanıyor? Yüce Allah’ın Peygamberimize ve müslümanlara bağışladığı imtiyazı mı kıskanıyorlar? Müslümanlara yepyeni bir varoluş kazandıran, onları yeniden doğmuşçasına başkalaştıran, kendilerine diğer insanlardan farklı bir kişilik sağlayan; onlara bir yandan aydınlık, ışık, güven duygusu ve gönül huzuru, öbür yandan temizlik, arınmışlık ve bunların yanısıra prestij ve egemenlik bağışlayan İslâm dinini mi kıskanıyorlar?
Evet, yahudilerin içini kemiren kurt, gerçekten bu kıskançlıktır. Üstelik bu din yüzünden arapların üzerine nice yıllardan beri kurmuş olduğu edebî ve ekonomik egemenlik de elden gidiyor; cahil, bölük-pörçük ve birbirleri ile sürekli çatışan zavallı Arapların sırtlarından, onların dinsiz günlerinde sağladığı çık arlar artık hayal olmak üzere!
Fakat yüce Allah başkalarına peygamberlik ve yeryüzü egemenliği verdi diye ne yüzle insanları kıskanıyorlar? Çünkü kendileri de Hz. İbrahim döneminden beri ilâhî bağışın denizi içinde yüzüyorlar. Bilindiği gibi yüce Allah gerek Hz. İbrahim’e gerekse soyundan gelenlere kutsal kitap, peygamberlik mevki, egemenlik ve iktidar vermişti. Fakat bu nankörler bu bağışın değerini bilmediler, bu nimete sahip çıkmadılar ve vaktiyle yüce Allah’a verdikleri sözü tutmadılar. Tersine bir kesimi inanmayanlar safına katıldılar. Oysa bu kadar nimete ve bağışa muhatap olan bir milletin bir kesiminin inkâra sapması, kâfir olması yakışık almaz. Okuyoruz:
“Oysa biz İbrahim’in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.
Fakat İbrahim’in soyundan gelenlerin kimi O’na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi.”
Yüce Allah’ın nimet ve bağışından bol bol pay almışların yine de başkalarını kıskanması, kıskançlık kompleksinin en acı verici tezahürüdür. Sebebine gelince nimetten yoksun olan kimse başkalarını kıskanınca bu duygu yüzünden kınanır, antipatik görülür. İlahî nimetlerden bol bol pay almış kimselerin kıskançlığına gelince bu köklü ve derin boyutlu bir bir şirretliktir. Yahudinin benzersiz ve kendine özgü şirretliği yani.
Bundan dolayı bu ayetin son cümlesinde alevli cehennem tehdidi ile karşılaşıyoruz. Bu tehdit, sözünü ettiğimiz iğrenç şirretliğin karşılığı olan cezadır. Okuyoruz:
“Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir.”

Hz. İbrahim’in soyundan gelenlerin arasında kiminin iman ettiği ve kiminin imana sırt çevirdiği belirtildikten sonra gelinen noktada insana davranışlarının karşılığına ilişkin geniş kapsamlı kural ile karşılaşırız. Yalanlayanların ve iman edenlerin karşılığı. Gerek ötekilerin ve gerekse berikilerin görecekleri bu karşılıklar. Her din için ve her zaman geçerli olan bir kural öğretiliyor bizlere. Yalnız bu kural korkunç, tüyler ürpertici bir Kıyamet sahnesinin somut tablosu biçiminde gözlerimizin önüne sunuluyor. Ayetleri okuyalım:

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...