İMAM-I AZAM EBU HANİFE HAZRETLERİ
BÖLÜM 15
60- Önceki Fıkıhlara Nazaran Ebû Hanîfe Fıkhının Mevkii
Ebû Hanîfe'nin hüküm çıkarmada dayandığı usulü beyâna başlamazdan önce bâzı muharrirlerin kurcaladıkları bir mevzua temas etmek istiyoruz. O da Hanefiyye fıkhının kendinden öncekilere nazaran mevkii nedir? Ebû Hanîfe tuttuğu bu mesleki kendi mi icat etti? Onun fıkıh usulü başkalarının yapmadığı yepyeni bir usul mü idi? Yoksa o, başkalarının açtığı bir çığıra tâbi olup yeni birşey getirmiş değil midir? Veyahut Ebû Hanîfe Irak'ta başlanmış olan bir işin tamamlayıcısı mıdır? Ebû Hanîfe başkalarının başladığı bir işin sonunda gelip onu tamamlayarak bir neticeye mi bağladı? Evet Ebû Hanîfe'nin yaptığı iş bu üçten hâli değildir. Ya bu yolu o açtı, veya başkalarını taklit etti, veyahutta başlanan bir işi tamamladı. .:
Ebû Hanîfe'nin taraftarları: O yepyeni bir fıkıh düşünce tarzı getirdi diyorlar, esas; Kitap, Sünnet ve Sahabenin sahih kavillerine dayanır. Buna mukabil bir görüş ileri sürenler, Ebû Hanîfe'nin fıkıhtaki mertebesi tabiî derecesini aşmaz, o yeni bir görüş getirmedi, ancak mes'eleleri tahricte bir yenilik yaptı, çok mes'ele halledip cevaplandırdı, diyorlar ve Ebû Hanîfe'nin tâbi olduğu o çığırı ilk açanm İbrahim Nahaî olduğunu söylüyorlar. Buna kail olanlardan Şah Velîyyullah Dehlevî Huccet'ul-Lâhil- Bâliga kitabında bakın ne diyor:
«Ebû Hanîfe, Allah ondan razı olsun, İbrahim Nahaî'nin ve akranlarının mezhebini benimsemiştir. Onları aşmamıştır. Ancak bâzı cihetler müstesnadır. İbrahimin mezhebi üzere mes'ele çıkarmakta çok kuvvetli idi. Tahric usullerinde gayet ince görüşleri vardı. Mes'ele tahricinde gayet atılgandı. Eğer bu dediklerimizin hakikatini bilmek istersen: imam Muhammed'in Asâr'mdan Ab-dürrezzak'm Camiinden, Ebi Şeybe'nin Musannafmdan. İbrahim Nahaî'nin ve akranlarının akvalinin özetini al ve onları Ebû Hanîfe'nin mezhebiyîe mukayese yap, göreceksin ki, birbirlerinden ayrıldıkları yerler gayet azdır. Bu az olan yerler de yine Küfe fuka-hâsmın dediklerinden dışarı çıkmıyor.»[1]
Görülüyor ki, bu sözler, Ebû Hanîfe'nn yeni bir fıkıh görüşü getirmediğine hükmediyor. Onun İbrahim Nahâî'ye tâbi olduğunu, on;in ve akranının akvâlini naklettiğini açıklıyor: Buna göre onların görüşlerinden dışarı çıkmıyor, ancak onların içtihadı bulunmı-yan hususlarda yeni birşey söylemiyor. Onların görüşlerinden dışarı çıktığı zaman da yine Küfe ulemasının akvâlini alıyor, ibrahim'in ve emsalinin akvâîine göre mes'ele çıkarıp terfi' ediyor.
Şüphesiz ki, bu hükümde Ebû Hanîfe'nin fıkıhtaki mevkiini indirmek vardır. Çünkü onu bir mukallit addediyor, başka bir müctehidin mezhebine tâbi olan bir mukallit hükmüne indiriyor: Eğer Ebû Hanîfe böyle olmuş olsaydı fıkıh sahasında asırlara hâkim olan bu tesiri meydana getiremezdi.
Dehlevî'nin kendisine delil olarak aldığı Asar kitabının ihtiva ettiği o kadarcık mes'eleler, Ebû Hanîfe mezhebinin rivayet eden zahir rivayet kitaplarının ihtiva ettiği bütün mes'eleler demek değildir. Hattâ mezheb mes'delerinin yansını, dörtte birini bile teşkil etmezler. Öyleyse onlara göre nasıl hüküm verilir. Hattâ bizzat Âsâr kitaplarında yâni îmam Muhammed'in Âsâr kitabiyle Ebû Yusuf'un Âsâr kitabında İbrahim Nahaî yoliyle olmayan bir çok Hadîsler vardır. Bunların bâzısı Atâ ve îbn-i Abbas voliyledir. Demek Ebû Hanîfe başkalarından da alıyor. Ebû Yusuf'un Kitab-x Âsâr'mı açıp bakıyoruz. Ziyaret tavafından önce cima edenin Hac-ci hakkındaki hükmü beyan eden îbn-i Abbas'in şu hadîslerini buluyoruz, îbâre şöyledir:
«Şu hadîsi bize Yusuf babasından, o Ebû Hanıfe'den, o Atadan, o da İbn-i Abbas'dan rivayet ediyor: Bir adam Arafat'ta durduktan sonra Beyti tavaf etmezden önce cima ederse, bir deve keser; Haccin kalan kısmını tamamlar, Haccı tamamdır.»
Sonra ibrahim Nahaî'den rivayet ediyor: İhrama giren bir kimse Arafattan önce veya sonra, Beyti tavaftan evvel cima ederse bir koyun kurban eder. Kalan Haccı yapar, gelecek sene yine Hac etmesi lâzımdır.»
İmam Muîıammed Asâr'ında der ki: Söz İbn-i Abbas'm dediği gibidir.[2]
Ebû H nîfe'nin mezhebi ise, bütün fıkıh kitaplarının kaydı veçhile şudur: Arafat'ta vakfeye durmazdan Önce cima, Haccı bozar. Vakfeye durduktan sonra cima ise bozmaz. îbn-i Abbas'm re'yi de budur.[3]
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe burada ibrahim Nahaînin re'yini terkedip arkaya atıyor, Atâ'nın rivayet ettiği İbn-i Abbas'm re'yini alıyor. Bu ise Mekke fıkhıdır, Küfe fıkhı değildir. Demek, hem ibrahim'in re'yini ve hem Küfe fıkhını bir tarafa bırakıyor, onlan almıyor, ibrahim'in Nahnî'ye ve emsaline veyahut Küfe fukahâsma mutlak surette tâbi olma bunun neresindedir? Ebû Yusuf'un Âsâr'ında buna benzer mes'eleler pek çoktur.
61- O, İbrahim Nahaî'nîn Mukallîdî Degildîr
Doğrusu Ebû Hanîfe, Irak fıkhını olgunlaştırmış, ona pek çok hizmetlerde bulunmuştur. Yalnız hazır bulduklariyle iktifa etmemiştir. Başkalarının başladığı yolda kalmamış, yolun sonuna kadar başariyle yürümüştür. Biz, taassup gösterenler gibi mübalâğa yapıp aşırı gitmeyiz. Diğerleri gibi, onun kadrini de küçültmeyiz. Herkesin hakkını vermeğe çalışırız. Şüphesiz ki, Ebû Hanîfe'nin fıkıh mantığını olgunlaştırmada ibrahim Nahaî'nin büyük tesiri vardır. Onun fıkıh gözünü açan odur. Fakat bunun mânâsı Ebû Hanîfe başkalarından hiçbir şey almadı, yalnız onun yolunda ve izinde yürüdü demek değildir. Vak'alara uygun düşen Ebû Hanîfe'nin toplanmış olan görüşlerine muvafık olan şudur ki ,Ebû Hanîfe, fıkıh okumağa üstadı Hammâd'dan İbrahim Nahaî'nin fıkhım telâkki ederek başlamış, sonra Hammâd'dan başkalarından aldiğr diğer rivayetler ve bilgilerle fıkhım tamamlamıştı. Kendisi bir çığır açmış, kıyaslar ve burhanlar getirmiştir. Zira üstadı Hammâd'ın vefatından sonra onun ders kürsüsüne geçmiş, ölünceye kadar 30 sene buradan ilim ve feyz nuru saçmıştır.
İbrahim Nahaî'nin fıkhını Ebû Hanîfe'ye nakleden râvi hesiz ki, Hâmmad'dır. Ebu Yusuf'un ve Muhammed'in El-Âsâr'ım okuyorsun, bakıyorsun ki, ibrahim'den rivayet senedinde, gayet nâdir haller müstesna, ekseriya Hammâd var. Sanki Ebû Hanîfe Hammâd'dan ders alırken, ibrahim Nahaî fıkhını alıyor. Hammâd'dan bu fıkhı aldıysa Hammâd'ın ölümünden sonra 30 sene gibi uzun bir müddet zarfında Ebû Hanîfe, onunla mukayyit olmı-yarak hür ve serbest incelemelerine devam etmiştir. Bu esnada pek çok fukaha ile görüşmüş, onlardan ders almıştır. Hattâ Hammâd'ın halkasına oturup ondan ders aldığı sıralarda bile Ata b. Rabah'dan ve başkalarından da ders alıyordu. Bütün bunlara bakarak diyoruz ki, onun fıkhının hepsini ibrahim Nahaî'den almış olduğu asla ma'kul olamaz. Evet İbrahim Nahaî'nin fıkhı onun isim susuzluğunu kandıran bir kaynaktı. Onun fıkıh akışını meydana getiren en büyük menba o oldu. Fakat Ebû Hanîfe'nin onun karşısındaki durumu bir mukallit ve tâbi durumu değildi. Belki muhtar bir âlim ve seçkin bir müctehid durumu idi.
62- İbrahim Nahaî Fıkhının Onda Tesiri
İbrahim Nahaî'ye nisbetle Ebû Hanîfe'nin durumu ne olursa olsun, şüpheye asla mahal olmıyan bir cihet varsa, o şudur ki; bu ikisi Irak fıkhının tekevvününde en bariz şahsiyetlerdir. Bu ikisinin fıkıh mantıki o derece birbirine yakındır ki, bu sebeple bâzı ulema onların bir yerden çıktığı zannma kapılmışlardır. Yâni sonradan şahsiyet önce gelen şahsiyette erimektedir. Şüphesiz bu yanlış bir görüştür. Çünkü, düşüncelerde birlik ve uygunluk, şahsiyetlerin birliği demek değildir. Çünkü, düşünceler birbirine benzer, uygun düşer ve bir olabilir. Görüşlerin sahipleri ise başka başkadır. Ebû Hanîfe mukallit değildir. Hattâ İbrahim'in ictihad ettiği gibi ben de içtihad ederim diye sarahatan söyleyen bir adam nasıl mukallit addolunur?
Bu düşünce birliğini belirtmek için İbrahim Nahaî 'nin fıkhına biraz temas edelim:
İbrahim Nahaî Irak'daki re'y ve kıyascı fukahâdandıK Nasıl ki Sait b.Müseyyib Hicaz'ın Hadîs fukahâsmdandır. Bu ikisi birbirine karşı ayrı ayn cephededirler. İbrahim Nahaî bir kısım Ashaba yetişmiştir. Ebû Said Hudrî ve Hz. Âişe onlardandır. Fakat onun ekseri rivayetleri tâbnndendir. Rivayet ettiği Hadîslerin senedinden ziyade mânâsına bakardı. Hadîsi, senedin râvilerînden ziyade, metin ve mânâ bakımından tenkîd ederdi.. Hattâ A'meş onun hakkında şöyle demiştir: «İbrahim Hadîs sarrafı idi.» Hadîsi dinler, tenkîd ve tenkidinin götürdüğü neticeye göre bâzısını kabul eder, bazısını reddederdi. Kendisi şöyle derdi: «Ben Hadîsi dinlerim ondan alınacak olanı alırım, kalanını bırakırım.» Hadîste çokça irsal yapardı. Bununla beraber Hz. Peygamber'den rivayetten çekinirdi. Hz. Peygamber dedi, demekten ziyade, filân Sahabe dedi, demeği tercih ederdi, Ona :
— Ey Ebî fmran, Hz. Peygamber'den Hadîs ulaşmadı mı ki, onları bize nakleciesin, dediler.
— Evet, ulaştı; fakat Ömer dedi ki, Abdullah dedi ki, Alkame dedi ki, Esved dedi ki, demek bana daha sevgilidir, daha kolay ve hafif gelir, dedi.
Hadîslerin metnini aynen muhafaza etmeksizin mânâlarım naklettiği olurdu.
Bunlardan anlıyoruz ki, o incelemelerinde aklın yönelimin takip ediyor, metinlerin mânâsına bakıyor, mânâyı anlıyor, onlara bakarak re'y ve kıyasla hüküm çıkarıyordu. «Rivâyetsiz re'ysiz rivayet doğru gitmez.» derdi. Fıkhı rivayetlerden öğrenir, rivayetleri re'y ve akılla anlardı. O fıkhı işte böyle işledi. Bu itibarla haklı olarak Irak'ta re'y fıkhını ilk kuran ve ona makul bir şekil veren ilk fakîh addolunur.
İbrahim Nahaî, re'y fukahâsının üstadı ve imamı olmakla beraber mücerred farazî olan itibarî mes'eleler ardında koşanlardan değildi. Onun içindir ki, fetva istenmedikçe fetva vermezdi. Mes'eleler farzedip takdir etmezdi, sorulunca cevabını verirdi. Bâzıları şöyle demiştir: «İbrahim'in yanında ikindiden akşama kadar oturdum, hiçbir söz söylemeden durdu. Öldükten sonra baktım ki, Hakem ve Hammâd: İbrahim şöyle dedi, diyorlar. Onlara:
— Ben İbrahim'in yanında bulundum, hiç konuşmadı, dedim.
— O sormadan söylemezdi, dediler.
Kendisi şöyle derdi: «Konuşur olmamağı ne kadar severdim. Eğer kolayını bulsam, hiç konuşmazdım. Küfe fakıhü olduğum zaman, ne kötü zaman.»
O bir fıkıh muhitinde yetişmiştir. Ailesi hepsi fukahâdandır. Dayısı Alkame fakıhtır, dayısının oğullan Esved, Abdurrahman fa-kıhtırlar 95 senesinde öldüğü zaman çağdaşı, Şa'bî şöyle demiştir:
— İnsanların en fakıhını mezara koydunuz.
— Hasan Basri'den de mi? denildi.
— Evet, Hasan'dan daha fakıhtır. O Basra ehlinin, Küfe ehlinin, Şam ehlinin ve Hicaz ehlinin en fakınıdır.
63- İbrahim Nahaî İle Ebû Hanîfe Arasındaki Farklar
İşte Irak fakıhı İbrahim Nahaî budur. Ebû Hanîfe evvelâ onun yolunun tesiri altında kalmış, daha sonra- ise, başlı başına bir fıkıh çığın açmış, müstakil bir fıkıh sistemi kurmuştur. Fıkıh mes'ele-leri üzerinde düşünce.ve görüş tarzlarında bu iki zat arasında bir birleşme göze çarpıyor. Her ikisi Hadîsleri mânâ itibariyle tenkide tâbi tutuyorlar. Bu mes'eleyi ileride Ebû Hanîfe'nin Hadîslere itimadı bahsinde izah edeceğiz. Her ikisi fıkıh bakımından tefsir ediyor, içinden kıyasta hükme medar olan illetleri çıkarıyorlar. İbrahim Hadîsleri Mürsel olarak naklediyor, Ebû Hanîfe de Mür-sel Hadîsleri kabul ediyor...
Bu iki zatın fıkıh yönelimlerinde birleşin eleriyle beraber iki noktada açık surette birbirlerinden ayrıldıkları göze çarpıyor:
1- Ebû Hanîfe Mekke ve Medine fıkhından bir çok şeyler almıştır. Hadîste Müsnedi, Kitab'ül-Asâr'ı gösteriyor ki, o Hz. Pey-gamber'den rivayetten çekinmiyordu.
2- Ebû Hanîfe bir çok fürû, mes'eleleri kurar, faraziyeler yapardı. Yalnız sorulanlara cevap vermekle iktifa etmezdi. Vuku bulmamış mes'elelerin de hükmünü beyan ederdi, takdiri fıkha giderdi. İbrahim Nahaî gibi yalnız sorulanla iktifa etmezdi. Ebû Hanîfe takdiri fıkıhta mühim bir yer tuttuğundan biraz da ondan bahsedelim :
64- Takdiri Fıkıh Ve Ebû Hanîfe
Takdiri fıkıh dediğimizden murat: Vuku bulmıyan mes'eleîer hakkında verilen fetvalardır. Bunların vuku bulduğu farzedüerek hükmü beyan olunur. Re'y ve kıyas fukahâsı fıkhın bu nev'inde biraz çokça ileri gitmişlerdir. Bu ahkâma göre buldukları illetlerin muttarid olduğunu göstermek için bir takım olayların vukuunu da farzedip öyle yürürler, bunları fajzettikleri olaylara tatbik ederek izaha çalışırlar. Ebû Hanîfe de böyle yapmıştır. Naslardan illetleri çıkarıp kıyas yaparken o da bu yolu tutmuştur. 60 bin mesele halletti denir. Hattâ 300 bin mes'ele halletti diyenler var. Birinci rakam biraz fazlaca kabarıktır, mübalâğadan hâli değildir. ikincisi ise kabul olunamaz.
Tarihi Bağdad şunu naklediyor: Katâde Küfe'ye indiği zaman Ebû Hanîfe ona geldi ve :
— Ey Ebû Hattab, dedi, bir adam ailesini bırakıp gitse, ailesi t yıllarca ondan haber almasa; karısı, kaybolan kocası ölmüştür
zannîyle başka kocaya varsa, sonra birinci kocası çıka gelse bu mes'eleye ne dersin?
Katâde;
— Bu mes'ele vuku buldu mu? dedi.
— Hayır.
— öyleyse vuku bulmıyan bir şeyi bana ne diye sorarsın?
— Biz belâ gelmeden önce hazırlanırız, belâ gelip çatınca nereden girip nereden çıkacağımızı bilelim diye.
Ebû Hanîfe'nin vuku bulmamış mes'eleleri ele alıp cevabını hazırlama hakkındaki görüşü işte budur. Hakikaten Ebû Hanîfe sırf faraziye yapmak hevesiyle bu işe sarılmış değildir. Nasları anlatmakta derinleşmesi, fıkıh mes'elelerini inceleme merakı onu buna götürmüştür. O her nevi mes'eleyi ele alıp illetlerini buluyor, onlan gruplara ayırıyor, şu sebepleri, şu neticeler doğurur der gibi hepsinin illetini tesbit ediyor bir fıkıh sistemi kuruyor ve mes'eleleri muttarrid kaideler altına alıyordu. Onun için takdirî fıkıh kıyasın doğurduğu bir şeydir.
65- Bîr Îddîanın Reddî
Muhammed b. Hasan Hacvî'nin iddiasına göre takdirî fıkhı Ebû Hanîfe icat etmiştir. Diyor ki: «Fıkıh Hz. Peygamber zamanında fi'len vuku bulanın hükmünü açıkça beyandan ibaretti, son . ra Sahabe ve Tabiîn kendi zamanlarında bilfii! vâki olanın hükmünü beyan ederlerdi, kendilerinden önce vukubulanlar hakkında verilmiş olan hükümleri de muhafaza ederlerdi. Böylelikle fıkıh biraz daha büyüdü. Füru' mes'eleleri çoğaldı. Ebû Hanîfe ise, vuku bulmamış mes'eleleri vuku bulmuş gibi farzederek ya vuku bulanlara kıyas suretiyle veya umumî kaideler altına sokarak faraziyeler yürütmekte ileri gitti. Böylelikle fıkıh fazlasiyle büyüdü, mes'eleler gayet çoğaldı.»[4]
" Hacvî'nin iddiası böyle. Bizce Ebû Hanîfe takdirî fıkhı k-»ı etmemiştir. Yalnız kıyas ve mes'ele tahrici voliyle onu çok genişletmiş ve geliştirmiştir. Ebû Hanîfe'den önce re'y fukahası arasında takdirî fıkıh mevcuttu. Vakıa İbrahim Nahaî ondan çekinirdi. Daha doğrusu takdirî fıkha uymazdı, yâni sorulmadan söyleme? di. Kendi kendine mes'ele farzetmedi. Şa'bî bize; onun, fukahanın derslerinde: böyle olursa ne dersin diyerek mes'eleler farz ve takdir etmelerinden şikâyetçi olduğunu söylüyor. Şa'bî onlara Era-eyte'ciler adını veriyor. Şâtıbî Muvâfakatında diyor ki:
«Şa'bî kendisinden ders alanlara şöyle vasiyet etmiştir: Ben
den şu üç şeyi can kulağiyle dinleyip belleyin:
1- Bir mese'le sorulduğunda ona cevap verdiğin zaman sakın: Görmez misin deme. Zira AJÎahu Teâlâ Kur'an'da: Hevâsını ilâha ittihaz edeni görmez misin? diyor.
2- Bir mes'ele sordukları zaman birşeyi başka bir şeyle ki- yaslama, olabilir ki. helâli haram, haramı heİâl kılarsın.
3- Bilmediğin bir şey sorulduğu zaman: Bilmiyorum, de!
Şâ'bî, Ebû Hanîfe olgunluk çağma gelmeden önce ölmüştür. Zira 109 senesinde Öldüğüne göre Ebû Hanîfe o zaman henüz Hamrnâd'ın talebesi idi. Şa*bî zamanında bile Kûfe'de takdirî fıkıh o kadar şüyu bulmuş ki, ondan şikâyet ediyor. Demek onu Ebû Hanîfe ortaya çıkarmış, icadetmiş değildir, O, onu hazır buldu, fakat işleyerek artırdı, çoğalttı.
66- Bütün Müctehîtlerde Takdirî, Farazi Meseleler Vardı
Fukaha Ebû Hanîfe'den sonra bu farz ve takdir mesleğine koyuldular. Kimisi az, kimisi çok miktarda, muhtelif de olsa hepsi bunu yaptı, imam Mâlik de, İmam Safi de ve diğer fukaha da mes'eleler farzediyorlar, fetva veriyorlardı. Böylelikle fıkıh malzemesi gayet arttı. Vukuundan önce mes'elelerin hükümleri bildirilmiş oldu. Bu, Ebû Hanîfe'nin tabiri veçhile felâkete gelip çatmaz- a'an önce ona hazırlanmak kabilinden bir şeydi.
İmamların, müctehidlerin ekserisi fıkıhta takdirî mes'ele halletmekle beraber ulema bunun cevazında ihtilâfa düşmüşlerdir. Bâzıları caiz değildir demişler, bâzıları da caiz görmüşlerdir. İbn-i Kayyım bunu şöyle izah edip ayırîyor: «Farzolunan mes'ele hakkında kitap veya sünnetten bir nas veya Sahabeden bir eser varsa onun hakkında söz etmek mekruh değildir. Böyle bir şey yoksa da vukuu uzaksa veya vukuu hiç beklenmezse onun hakkında konuşmak olmaz. Nâdir bir mes'eie değilse, soranın maksadı da onu bilip Öğrenmekse cevap vermek müstahab olur. Bilhassa soran kimse fıkhım arttırmak ve ona göre mes'ele terfi' etmek isterse ve cevapta maslahat varsa cevap vermek evlâdır.»
Doğrusu vuku bulmamış mes'delerden halk arasında vukuu mümkün olanları farz ve takdir edip ona göre cevabını hazırlamak, fıkıh bilen kimse için mutlaka lâzım bir şeydir. îlmin ruhuna \'e özüne uygun olan budur. Fıkıh müstakil bir ilim hâlini alıp da, Kur'ân'ın ve Sünnetin ışığı altında Müslümanlar araşır da okunmaya başlıyalidanberi, vukuu mümkün olan mes'eleler verz ve takdir edilegelmiştir, hükümleri verilmiştir. Böylelikle fıkıh tekevvün etmiştir. Eskilerin eserleri hıfzolunmuştur. Eğer bu hususta birincilik re'y Ve kıyas fukahasına verilirse, bu faziletli ve şerefli bir işte birinciliği almak demektir. Bu faydalı ve hayırlı bir iştir. Eğer Öyle olmasaydı ulemanın ölümüyle ilim de Ölürdü. Ebedî olan ve daima duran bu fıkıh görüşleri naklolunup bugüne kadar gelmezdi.
67- Takdirî Fıkhın Daha Sonraları Suîstîmâle Uğradığı
Fakat üçüncü asırdan sonra bâzı fukaha geldi. Bunlar sırf fer'î mes'elelerle meşgul oldular. Vâki olmayan, hattâ vukuu ta* savvur edilmiyen, akla göre olması mümkün oİmıyan mes'eleleri farz ve takdir ettiler.[5]
İyiyi kötüden ayıran fukaha bu gibi mes'elelere iyi gözle bakmadılar. İçlerinden bu gibi mes'elelerin farz ve takdirini haram sayanlar çıktı. Bunu dinde kötü bir bid'at sayıp çürütmek için deliller getirdiler.
Bence fıkhın gelişmesi için mes'eleler farz ve takdir etmek behemahal lâzımdır. Böylelikle kaideler kurulur, esaslar vazolunur, fakat bu vukuu mümkün mes'elelerin hududunu aşmamak. Mümkün olmayanları buna karıştırmaman.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Çalı Veliyyullah Dehlevî, Huccetu'llahil-Bâliga,. c, I, s. 145,
[2] Şah Velivyullah Dehlevî, Huccet'ullâhil-Bâliga, c. I, s, 159.
[3] Bu Hadîs için birinci kısmın 88 No. lu bahsindeki notta (2) kısma bak.
[4] Muhammed b. Hasan Hacvî, Fikr-üs-Sami fi Tarih'il - İslâm, c. II, s. 127.
[5] Mülim şerhinde deniyor ki, mezhep erbabının füru' mes'eleleri çoğaltması ve genişletmesi fıkhı güçleştirmiştir.Hattâ onlar âdeten vukuu muhal mes'eleler farzetmekten çekinmemişlerdir. Meselâ demişler ki; Hunsâ kendi kendine cimâ'da bulunsa ve hâmile kalarak çocuk doğursa, doğan çocuk ana gibi mi mirasçı olur, yoksa baba gibi mi? Batnından bir çocuk, zahrinden bir çocuk doğsa bunlar birbirlerine mirasçı olmazlar, çünkü bir yerde toplanmamışlardır. Bunların vukubulacağmi takdir etmeğe fıkhın icabı saymak isterler. Mazi onlara cevabında diyor ki: Fakının vazifesi harukulâde şeyleri farz etmek değildir. Ondan sonra Sünûsî diyor ki: însan vazifelerini öğrenmekle meşgul olsa, kalbinin hastalıklarını ve tedavisini öğrense, inançlarını mükemmelleştirip Kur’an ve Hadis'e sarılsa ilmi daha temiz, kalbi daha aydm olurdu.