ÇARESİZLİKTEN KURTULUŞTA MANEVİYAT İLİŞKİSİ
Mükemmellik, mükemmel, kusursuz, dört dörtlük çok sık duyduğumuz, kullandığımız ama çoğu zaman da gerçek anlamı üzerinde pek düşünmediğimiz kelimelerdir. Hep daha iyisini yapmak, sürekli kendimizi geliştirmek için çabalamaktır.
Tüm bu düşünce hataları ve katı kurallar sonucunda da birtakım olumsuz durumlarla karşı karşıya kalmaktayız. Buna da çaresizlik denir. Mükemmel olmak isterken çaresizlik içinde kalmakla yıkıma uğrayan insan geleceğin de kayıplara karışır gider. Dünyaya gelmiş mi, gelmemiş mi bir önemi kalmamış ve çaresizliği tatmaya başlamıştır.
[Çaresizlik, insan yaşamını etkileyen önemli değişkenlerden birisidir. Eğer bu öğrenilmiş çaresizlik olursa, bir davranış ile bu geçmişinin sonucu arasında bir gelecek olmadığını öğrenmesi sonucunda, bireyin benzer durumlarda gereken davranışı gösterememesidir.
Öğrenilmiş çaresizlikte, geçmişte davranışta bulunurken yaptığı davranışın sonucunu kontrol edemediğini öğrendiği zaman, başka bir durumda olayın sonucunu kontrol edebileceği halde bir başarısızlık beklentisine ve davranışlarıyla geleceği kontrol edebileceği durumlarda bile başarmak için gereken davranışları göstermemesine neden olabilmektedir.
Geçmişlerin yaşantıları sonucunda öğrendiği bu başarısızlık veya kendi davranışının sonucunu kontrol edememe beklentisi, toplumun yaşamının birçok alanında başarısızlıklara yol açabilir. Geleceği kontrol edilebilecek durumlarda bile ortaya çıkan başarısızlık beklentisi kavranılmış bir hata olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle öğrenilmiş çaresizlik değişkeni özellikle toplumların başarılarıyla yakından ilişkili gibi görünmektedir. Genel olarak, İNSANLAR BAŞARILARINDAN KENDİLERİNE PAY ÇIKARMA, AMA BAŞARISIZLIKLARI İÇİN DİĞER İNSANLARI VE DURUM FAKTÖRLERİNİ SUÇLAMA EĞİLİMİNDEDİRLER. ][1]
Çaresizlik belirtileri geçiren ve bunun sonucunda çaresiz davranış örneğini oluşturan geçmiş en belirgin özelliği olarak, gelecek için belli bir işi başarmak için gereken çaba gösterme davranışında belirgin bir azalmaya yönelmek zorunda kalır. Bu durumda çaresizlik yaşantısının sonucunda geliştirilen “başarısızlık beklentisi”nin bireyin davranışlarına yansıması olarak ele alınabilir. Bahsedilen bu durum tabiatın sürekli hareket halinde olmasını gerektirmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ kullarını sürekli kabz – bast (sıkıntı- ferah) halinde tutarak çaresizlik sendromuna düşmesine engel olmaktadır. Bunu açıklayacak bir misal verecek olursak, çaresiz bir hastalığa düşmüş bir hastanın göreceği bir rüya onun bütün duygularını değiştirip ölüme hazırlamasıdır. Çaresizliğinin farkına varmış olmasına rağmen onu etkileyen sanal bilgi birden onu kuvvetli yaparak bir üst seviyeye çıkışına sebep olur. Çok şey birden değişmiş olur.
Çaresizliğin mükemmelliğe çıkışında en büyük etken inancın kuvvetlenmesidir. Bu etkide ancak dışarıdan gelmektedir. Hiçbir şekilde insan içinde üretememiştir. Eğer insan bu yeterliliğe sahip olabilseydi Allah Teâlâ uyarıcı şahsiyetleri göndermezdi. İnsan yaratılış olarak çok kuvvetli olmasına rağmen iç dünyasında bir dayanağa hep ihtiyaç duyduğu kesindir. Bu bilgiyi bazen vahiy, bazen rüya, bazen telkin olarak görmekteyiz. En bariz misallerden birini verecek olursak Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı öncesi yaşadığı bir hadisedir.
[“Kurtuluş Savaşı yıllarında gösterdiği üstün hizmetleri ile Ankara’nın dikkatini çeken Şeyh Şerâfeddin [2] ile Gazi Mustafa Kemal arasındaki ilişki, Atatürk’ün Yalova’daki yaz çalışmaları döneminde yaptığı davet ve istişarelerle karşılıklı saygı ve seviyeli sohbetler çerçevesinde halinde Şeyh Şerâfeddin’in vefatına kadar devam etmiştir. Bu ilişkinin ilk belgeli verileri, yine Ali Usta’nın tanıklığı ile tarihe geçmiştir. O günlerde sürekli Şeyh Şerâfeddin’in yanında olan Ali Usta, mürşidi ile Kuvvay-i Milliye’nin “Gazi Paşa” sının istişareleri hakkında çok önemli bilgiler vermektedir:
“ -Yunan işgalcilerin, Bursa’yı zapt ettiği günlerde Mustafa Kemal Paşa tarafından Hasan Bey isminde kalpaklı bir adam geldi ve bana:
“-Beni Mustafa Kemal gönderdi; Şeyh Efendi’ye ilet…” dedi. Ben bu arzuyu Şeyh Şerâfeddin’e naklettim. Şeyh Efendi bana:
“-Ali Usta! Sen de ona söyle. İstanbul’dan düşmanı def’edinceye kadar elimizden gelen gayreti göstereceğiz ve düşmanı temizleyeceğiz. Biz de O’na yardım edeceğiz…” buyurdular. Ben de Şeyh Şerâfeddin’in bu sözlerini Hasan Bey’e naklettim.
“ Mustafa Kemal’in kuryesi Hasan Bey’in bu müjdeyi Ankara’daki Mustafa Kemal’e iletmiş olmalı ki Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî, istişare için Ankara’ya davet edilir. Ali Usta o günleri şöyle dile getirmektedir:
“Büyük Taarruz daha başlamamıştı. O vakit Şeyh Efendi’yi Ankara’dan çağırdılar. Şeyh Efendi iki-üç gün sonra Ankara’dan döndüğünde O’na:
“- Hazret ne için çağırdılar, haberler nasıl?” diye sordum. Şeyh Efendi bana:
“- Ali Usta, Mustafa Kemal bana “Nasıl muvaffak olacak mıyız?” diye sordu. Ben de,
“Evet, muvaffak olunacaktır. Az bir kan dökülüp İstanbul’u da alacağız” dedim.” diye cevab verdi.
Yalova’daki Atatürk köşkünde ve Termal’deki özel mekânında özellikle yaz döneminde çalışmalarını sürdüren Mustafa Kemal’in zaman zaman Şeyh Şerâfeddin’i davet ederek görüşlerini ve tesbitlerini dinlediği bilinmektedir. Güneyköy’de Atatürk’ün özel makam aracı ile özel kalem görevlilerini göndererek Şeyh Şerâfeddin’i aldırdığını ve sohbetten sonra yine makam aracı ile tekrar köye bıraktırdığını anlatan yaşlı insanlar hâlâ yaşamaktadır. (Bunlardan birisi olan Güneyköylü Sıbgatullah Gayret Efendi ile 90 yaşlarında iken bizzat görüşüldü.)”
Atatürk ile Şeyh Şerâfeddin ilişkisine ve sohbetlerine ilişkin anlatılan rivayetlerden birisine göre 1936 yılındaki bir görüşmelerinde Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî, kendisinin o yıl içinde vefat edeceğini, Atatürk’ün ise kendisinden 2 yıl sonra vefat edeceğini bildirmiş ve ömrünün son iki yılında nelere dikkat etmesi gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. ][3]
Ey Allah Teâlâ’m çaresiz kaldığımızda yardımlarının vasıtalarını artır ki, hayatın karanlık dehlizlerinde boğulup kalmayalım.
“Elbette güçlükle beraber şüphesiz bir kolaylık vardır.
Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.
Öyleyse, bir işi bitirince diğerine giriş;
Ve ümit edeceğini yalnız Rabbinden iste.” [4]
İhramcızâde İsmail Hakkı
[1] (AYDIN, 2006 ), s. 1-6
[2] ZEYNEL ABİDİN ŞERAFEDDİN DAĞISTANÎ kaddese’llâhü sırrah’ül azîz
Hicrî 1292 – Miladî 1875 * Hicrî 1355 – Miladî 1936
Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 – Miladî 1875 yılı, Zilkade ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan’ın Temirhan-Şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye ( bugünkü Güneyköy ) köyünde Hicrî 1355 – Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır
[4] İnşirah, 5-8
AYDIN Bedi; Öğrenilmiş Çaresizliğin Yordanması Ve Yaşam Başarısı İle İlişkisi [Kitap]. - [s.l.] : Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-188820 , 2006