Murat Kacıroğlu, “Arif Oruç’un Abdülaziz Dönemini Anlatan Eseri: Sultan Abdülaziz Nasıl
Hal’ Edildi, Nasıl İntihar Etti?”, Karadeniz Araştırmaları, Cilt: 6, Sayı: 24, Kış 2010, s.43-
74.
ARİF ORUÇ’UN ABDÜLAZİZ DÖNEMİNİ ANLATAN ESERİ:
“SULTAN ABDÜLAZİZ NASIL HAL’ EDİLDİ, NASIL
İNTİHAR ETTİ?”
Murat Kacıroğlu*
Özet
Arif Oruç’un Abdülaziz dönemini anlatan “Sultan Abdülaziz Nasıl Hal’ Edildi,
Nasıl İntihar Etti?” adını taşıyan eseri, üslubu ve anlatım biçimiyle tarihî roman
özelliği göstermektedir. Yazar, olaylar ve kişileri gerçek tarihî ortamdan seçmesine
rağmen, bu unsurları yeniden kurgulayarak roman dünyası içinden yansıtmaktadır.
Diyaloglar, iç monolog ve tasvir gibi anlatım tekniklerini kullanan yazar,
kişilerin karakter özellikleri üzerinde durmakta ve çeşitli kaynaklardan elde
ettiği tarihî bilgileri kendi hayal dünyasında yeniden kurgulayarak anlatmaktadır.
Bütün bu özellikler, eserin roman olarak değerlendirilmesi gerektiğini ortaya
koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Arif Oruç, Abdülaziz dönemi, siyasi çatışma, roman, kurgu,
diyalog, iç monolog.
Abstract
Abdülaziz’s period expressing Arif Oruç’s work: How did Sultan Abdülaziz Get
Solve and Get Suicide? to show historical novel feature in therms of
phraseology and expression style. Although author choose events and people to
from actual date environment these elements reflect from inside the world of
novels by refictiving. Author uses the expression style such as interior
monologue, dialogue, description and expresses the people characteristic
features. Moreover author expresses by refictiving In their own dream world the
information obtained from various historical sources. All these features suggests
that work should be considered as the novel
Key Words: Arif Oruç, Abdülaziz’s period, political conflict, novel, fiction,
dialog, interior monologue.
GİRİŞ
20 Haziran 1861’de Abdülmecid’in ölümü üzerine tahta çıkan Sultan Abdülaziz,
30 Mayıs 1876’da başta Serasker Hüseyin Avni Paşa olmak üzere diğer
bazı Osmanlı bürokratlarının tertip ettikleri bir darbe ile tahttan indirilmiştir.
1 Abdülaziz’in tahttan indirildikten üç sonra yapılan resmî açıklamada,
gözetim altında tutulduğu Topkapı Sarayı’nda intihar ettiği kamuo-
* Yrd. Doç. Dr., Bozok Üniv. Fen-Edeb. Fak. Türk Dili ve Edeb. Böl., YOZGAT.
m.kaciroglu@hotmail.com
1 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt: VII, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995.
Murat Kacıroğlu
44
yuna duyurulmuştur. Ancak bu ölümün intihar mı yoksa sabık sultanın
düşmanları tarafından yapılan bir katl mı olduğu daha sonraları çokça tartışılan
bir konu olarak tam anlamıyla açıklığa kavuşturulamamıştır.2 Abdülaziz
dönemini anlatan birçok tarihî kaynağın3 yanında, bu dönemde yaşanan
ve daha çok iç siyasî olayları anlatan Arif Oruç’un Ayhan takma adıyla yazdığı
“Sultan Abdülaziz Nasıl Hal’ Edildi, Nasıl İntihar Etti?” adını taşıyan eserini
de zikretmek gerekir. Bu eser, 1927 yılında Ahmet Kâmil Matbaası’nda
iki cilt hâlinde yayımlanmıştır. Birinci cilt 381, ikinci cilt ise 567 sayfadan
oluşmaktadır. Her iki cildin kapağında “Matbû’ ve gayr-ı matbû’ âsâr ile
vesâik-i resmiye, husûsiyye ve tarihiyyenin tedkîkine müstenid eser” ibaresi
yer almasına rağmen, yazar adını vermeği kaynaklardan edindiği bilgileri
bir roman kurgusu içinde anlatmıştır. Bu makalede bugüne kadar Türk roman
literatüründe ve kaynaklarında adı geçmeyen eserin, yazarın kapaktaki
ifadesine rağmen, roman özelliğini taşıdığı ve bu anlamda Sultan Abdülaziz
dönemini anlatan bir roman olduğu gösterilecektir. Arif Oruç’un eserinin bu
yönüne ilk ve tek dikkati çeken Kaya Bilgegil olmuştur. “Ziya Paşa Üzerinde
Bir Araştırma” adını taşıyan çalışmasında, Ziya Paşa’nın Abdülaziz dönemindeki
Yeni Osmanlılar hareketiyle olan ilişkisini anlatırken bu esere atıf
yapan ve “mühim tarih hataları bulanan, hakikatlere hayal unsurları karıştırılmış
olan bu kitabın en mühim vasfı şahısların karakterlerinin iyi belirtilmiş
olmasıdır”4 diyen Bilgegil, kitabın konusunu tarihten alan bir roman
havasını taşıdığı bilgisini de eklemiştir.5
ARİF ORUÇ’UN HAYATI
Cumhuriyet dönemi Türk basının önemli simalarından biri olan Arif
Oruç’un hayatıyla ilgili bilgiler birkaç kaynakta yer almakla birlikte, henüz
tam anlamıyla hayat hikâyesi hakkında etraflı bir çalışmanın yapılmadığını
söylemek gerekir. Arif Oruç’un fırtınalı geçen basın hayatının yanında, onun
Cumhuriyet sonrası siyasi hayatımızda önemli bir figür olduğunu söylememiz
gerekir. Arif Oruç’un Yarın’ı (1933) adını taşıyan kitapta Mete Tunçay,
onun ölümü üzerine Bütün Türkiye dergisinde çıkan bir yazıda, yazarın hayat
hikâyesinin de anlatıldığını söyler ve aynı yazının daha sonra Milliyet
gazetesinden aynen yer aldığını ifade eder.6 Buradaki habere göre Arif Oruç
2 Süleyman Kocabaş, Sultan Abdülaziz ve I. Meşrutiyet, Vatan Yayınları, İstanbul 2001, s. 207-
214.
3Abdüzaziz dönemi için şu kaynaklar ön plâna çıkmaktadır: 1- Ahmed Cevdet Paşa, Ma’ruzat,
(Yayına hazırlayan: Yusuf Halaçoğlu), Çağrı Yayınları, İstanbul 1980. 2- Enver Ziya Karal,
Osmanlı Tarihi, Cilt: VII, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995. 3- Nıcolae Jorga, Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi, Cilt 5, (Çev. Nilüfer Epçeli), Yeditepe Yayınları, İstanblu 2005. 4- Süleyman
Kocabaş, Sultan Abdülaziz ve I. Meşrutiyet, Vatan Yayınları, İstanbul 2001.
4 M. Kaya Bilgegil, Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum
1970, s. 213.
5 M. Kaya Bilgegil, age, s. 222.
6 Mete Tunçay, Arif Oruç’un Yarın’ı (1933), İletişim Yayınları, İstanbul 1991, s. 6.
Arif Oruç’un Eseri
45
1309’da (1893-1984) Elazığ’da doğmuştur. Ana tarafından Edirne’nin
Dimetoka kasabasından olan yazar, 1913’te Tanin gazetesinde muhabirliğe
başlamış, 1914’te de eski Tasvir-i Efkâr’da muhabirlik görevinde bulunmuştur.
Bu yıl içinde Mihran Efendi’nin “Sabah” gazetesi adı altında Balkanlara
siyasî muhabir olarak gitmiş, aynı zamanda Sofya’da “Türk Sadası” isimli
Türkçe günlük gazetenin başmuharrirliliğini yapmıştır. Bu tarihlerde Sofya’da
askerî ateşe olan Mustafa Kemal ve Sofya elçisi Fethi Bey’le de yakın
ilişki kuran Arif Oruç, Balkanlardan döndükten sonra, Tasvir-i Efkâr’a istihbarat
heyeti müdürü olarak girmiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında Mütarekenin
en sıkıntılı zamanlarında Tasvir-i Efkâr’ın mesul müdürlüğünü üzerine
alan yazar, işgal ordularının sansürü ile uzun mücadelelerde bulunmuştur.
Arif Oruç, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi üzerine, karşı
mücadelede bulunmak amacıyla kurulan Aydın Zeybekler grubunun faaliyetlerini
anlatmak için Tasvir-i Efkâr adına bölgeye gitmiş ve oradan gazetesine
mektuplar yazarak, Yunan mezalimini ve halkın verdiği mücadeleyi
okurlarına duyurmuştur. İstanbul’un işgalinden sonra Tasvir-i Efkâr’ın sahibi
Talha Bey tevkif edilince, Arif Oruç da Ankara’ya kaçmıştır. 1336(1920)
Eylül’ünde Yeni Dünya gazetesini kurmuş, gazete önce Eskişehir’de sonra
da Ankara’da çıkmıştır. Bu gazetenin logosundaki “Dünyanın fukara-yı
kasibesi birleşiniz.” sözü Sovyet Müslümanlarından esinlenerek yazılmıştır.7
Mete Tunçay, Çerkes Ethem’in parasıyla Eskişehir’de yayımlanan “İslam
Bolşevik Gazetesi (Seyyare) Yeni Dünya’nın, daha sonra Çerkez Ethem Türkiye
Komünist Fırkası’na katılınca, Yunus Nadi’nin Anadolu’da Yeni
Gün’ünün yanında, bu partinin ikinci yayın organı olarak Ankara’ya taşındığı
ve Ethem’in tasfiyesi sırasında da kapandığı bilgisini vermektedir.8
1921’in Ocak ayında Komünizm propagandası yapmak suçundan tutuklanan
Arif Oruç, Türkiye Halk İştirâkiyun Fırkası’nın önde gelen isimleri Salih
Hocaoğlu, Ziynetullah Nuşirevan, Tokat mebusu Nâzım, Bursa mebusu Şeyh
Servet, Karahisar-ı Sabih mebusu Mehmet Şükrü Beylerle birlikte İstiklâl
Mahkemesi’nde yargılanmıştır.9 9 Mayıs 1921’de İstiklâl Mahkemesi, Arif
Oruç’un tutuklu kaldığı süreyi yeterli görerek, hükümetin uygun göreceği
bir yerde oturtulmasına karar vermiş; Eylül’deki aftan sonra Kasım başlarında
Yeni Dünya’yı yeniden yayımlamaya başlamıştır. Gazete, bu defa 1922
Ocak ayı ortalarına kadar yayın hayatına devam etmiştir.10
26 Ağustos Büyük Taarruz’undan önce Antalya’ya giden Arif Oruç, burada
da Yeni İzmir isimli günlük bir gazete çıkarmaya başlamış ve buradaki
7Kısmet Kesim Ovat, Yarın Gazetesi Başmuharriri Arif Oruç’un Fikir Hayatı, (yayımlanmamış
yüksek lisans tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2004 s. 26.
8 Mete Tunçay, age, s. 10.
9 Yavuz Arslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 1997, s. 369.
10 Mete Tunçay, age. s. 10.
Murat Kacıroğlu
46
yazılarıyla Millî Mücadele’yi desteklemiştir. Daha sonra da İzmir’e geçerek
Yeni Turan adlı büyük bir gazete kurmuştur. Buradaki yayıncılık macerası
da kısa süren Arif Oruç, İzmir’den İstanbul’a döndükten sonra üç yıla yakın
bir zaman siyasî gazetecilik yapmamış Son Saat, Vakit, Milliyet ve Cumhuriyet
gibi gazetelerde Ayhan takma adıyla tarihî tefrikalar yazmıştır.11
Arif Oruç, 1929 yılında yeniden aktif gazetecilik faaliyetine başlamış ve
2 Kânunuevvel 1929’da Yarın adını taşıyan gazetenin ilk sayısını yayımlamıştır.
12 Gazete ilk çıktığı günden itibaren muhalif bir yayın politikası izlemiştir.
Başbakan İsmet Paşa ve bakanlarının icraatlarını yakın takibe almış
ve hatalı gördüğü uygulamaları keskin bir dille eleştirmiştir. Gazetenin bu
tavrı hükümete yakın olan gazetelerce eleştiri yağmuruna tutulmuştur.13
Arif Oruç’un sınırlı imkânlara rağmen ısrarla çıkarmaya çalıştığı Yarın gazetesi,
1931’de çıkarılan Matbuat Kanunu gereğince kapatılır. 1931’de yakınlarına
Mücadele adını taşıyan bir gazete çıkarttırmasına rağmen gazete ilk
sayısında toplatılmış ve devamı yasaklanmıştır. 1933’te bir gece evinden
zorla alınıp, hiçbir mahkeme kararı olmaksızın Bulgaristan’a sürülmüş ve
orada Şumnu medresesinde müderrislik etmek zorunda kalmıştır. Bulgaristan’daki
1934 Mayıs darbesinden sonra da Türkiye Cumhuriyeti
hükûmetinin isteğiyle Bulgar makamları tarafından sınır dışı edilerek Yugoslavya’ya
gönderilmiştir.14 1937’de Türkiye’ye dönen Arif Oruç, hemen
tutuklanmış, savcının idam talebine karşılık beraat ederek serbest bırakılmıştır.
Bu tarihten sonra 1946’ya kadar Son Posta ve Tasvir gazetelerinde
Ayhan imzasıyla tarihî ve edebî tefrikalar yazmaya devam etmiştir. 1946’da
Matbuat Kanunun değişmesi üzerine Yarın’ı tekrar çıkarmaya başlamış;
ancak gazete kısa bir zaman sonra kapanmıştır. 19 Eylül 1948’de İstanbul’da
kendi başkanlığı altında birkaç gemi inşaat ustasının birleşmesiyle
ortaya çıkan ve 1950 genel seçimlerinden sonra, işçi nüfusun kalabalık olduğu
illerde örgütlenmeyi amaçlayan Müstakil Türk Sosyalist Partisi’ni
kuran Arif Oruç15, Demokrat Parti’nin işbaşına geçişinden yaklaşık beş ay
sonra, 9 Ekim 1950 tarihinde hayata veda etmiştir.
“SULTAN ABDÜLAZİZ NASIL HAL’ EDİLDİ, NASIL İNTİHAR ETTİ?”
Arif Oruç’un 1927 yılında iki cilt olarak yayımlanan bu eserinde yukarıda
söylendiği gibi Abdülaziz döneminin daha çok iç siyasî olaylarına, siyasî
çekişmelerine, iktidar ve güç mücadelelerine yer verilir. Yazar, eserin giri-
11Bu tefrikalardan bazıları daha sonra kitap hâlinde yayımlanmıştır. Fransız İmparoriçesi
Öjeni ve Abdülaziz (Milliyet Matbaası İstanbul 1927), Sultan Abdülaziz Nasıl Hal’Edildi, Nasıl
İntihar Etti? (Ahmet Kâmil Matbaası, İstanbul 1927)
12 Kısmet Kesim Ovat, age. s. 29.
13 Kısmet Kesim Ovat, age. s. 29-30.
14 Mete Tunçay, Türkiye'de Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı, Yurt
Yayınları, İstanbul 1999, s. 291-292.
15 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, 1. Baskı İstanbul 1952. s. 735-736.
Arif Oruç’un Eseri
47
şinde çeşitli tarihî kaynaklara dayandırarak bu kitabı yazdığını söylemesine
rağmen, bu kaynakların neler olduğu hakkında herhangi bir bilgi vermemiştir.
Eserin roman tarzında kaleme alındığının ve sonuçta roman olduğunun
en büyük kanıtı kahramanların iç dünyalarını, zaaf ve hırslarını, psikolojilerini
yansıtmadaki başarısıdır ve başarının temelinde de büyük bir ustalıkla
kullandığı iç monolog tekniği yatmaktadır. Diyaloglardaki canlılık ve akıcılık,
tasvir ve tahlillerdeki üslubun yanında, bilinen tarihî şahsiyetlerle birlikte,
bazı kurmaca karakterlere de yer verilmiş olması esere roman havası
katmaktadır. Makalenin sonraki bölümlerinde eserin bu özellikleri değerlendirilecektir.
İki cilt olarak yayımlanan eserin toplamı dört büyük kısımdan
oluşmaktadır. Bu kısımlar içinde de rakamlarla birbirinden ayrılmış
yirmi alt bölüm vardır. Eserin birinci cildinin girişinde yazar, “Birkaç Söz”
başlığı altında Abdülaziz’in intiharı olayını hatırlattıktan sonra, onun iktidarı
sırasında yaşanan bazı olayları özetleyip ve padişahın kişiliği hakkında
kısa bilgiler verdikten sonra, o sırada Avrupa’nın büyük ülkelerindeki halk
hareketlerini ve bu hareketler sonunda özgürlüklerin kazanıldığı ve cumhuriyet
fikrinin geliştiğini anlatır. Yazar bu giriş bölümünün son paragrafında
ise, bu eseri kaleme almadaki amacını şöyle açıklar:
“Şu kadar söyleyelim ki, maksadımız bir tarih yapmak değildir. Zamanın
vesâikine istinâden cereyân etmiş olan hadisât ve vakâya tam ve şâmil bir
hareket vermek niyetindeyiz. Tarih vakâyı zabt ü kayd ederek geçip gider. Biz
o mazbûtâtı tashih etmiş ve harekete getirmiş oluyoruz ki, tarihin irae eylediği
safhaları enzâr-ı ibrete bütün çıplaklığıyla göstermiş olalım.” (s. 13-C.1)
Olay Örgüsü
“Sultan Abdülaziz Nasıl Hal’ Edildi, Nasıl İntihar Etti?”de olay örgüsü,
geniş bir tarihî zemininde gelişir. Bu olaylar Abdülaziz döneminde yaşanan
iç siyasî çekişmeler, devlet bürokratlarının birbirleriyle ilişkileri, sadaret
makamı için yapılan mücadeleler, ülkenin kötü gidişatını durdurmak isteyen
ilerici Osmanlı aydınlarının padişahla olan çatışmaları, padişahın iktidarını
korumak için gösterdiği çabalar ve buna benzer olaylar, iktidar ve
güç sahibi olma çatışması temelinde romanın olay örgüsüne şekil verirler.
Eserin Sultan Abdülaziz’in Mısır seyahatiyle başlar.16 Bu seyahat esnasında
Şemsicihan adlı cariyenin padişah üzerindeki tesirinden bahsedilir ve
bundan hareketle sultanın kişiliğine ait bir özelliğe vurgu yapılmış olur.
“Pehlivan yapılı hâris padişahı yirmi dört saatten beri oyalayan” (s.15-C.1) bu
cariyeyi bırakıp da devlet işleriyle ilgilenemeyen padişah, bir türlü onu İstanbul’da
bırakıp da Mısır’a gitmeyi göze alamaz. Hüseyin Paşa’nın Abdülaziz
düşmanlığı da bu olaydan sonra başlar ki bu düşmanlık, padişahı zorla
16 Sultan Abdülaziz, Sadrazam Fuad Paşa’nın teşvikiyle 3 Nisan 1863’te Mısır seyahatine
çıkmıştır. (Bknz. Süleyman Kocabaş, Sultan Abdülaziz ve I. Meşrutiyet, Vatan Yayınları, İstanbul
2001, s. 22)
Murat Kacıroğlu
48
tahtından indirmeye hatta onu öldürme fikrinin oluşmasına gidecek kadar
derinleşecektir. Çünkü “taze civan kadınlara pek düşkün” (s.18-C.1) olan
hassa müşiri Hüseyin Avni Paşa da, bu Çerkez cariyeye ilk görüşte âşık olmuştur.
“Şems-i Cihan’ı saraya getirdikleri zaman, paşa ona tesadüf etmiş,
genç ve dilber kızın ince ve kıvrak beli ile yuvarlak göğsü, dolgun kalçaları
hassa müşirini perişan etmişti. Hüseyin Avni Paşa, esir pazarında ne levend
kızlar görmüştü. Fakat işte, Şems-i Cihan onların hiçbirine benzemiyordu.
Beyaz ipek yaşmağı arasında yıldız gibi parıldayan iri siyah gözleri, yüz yaşında
ihtiyarları bile baştan çıkarmaya kâfi idi… Hüseyin Avni Paşa’nın yüreği
sızlamıştı. Bu narin yapılı çocuk, genç kadın sarmaktan doyup bıkmayan boğa
enseli padişaha peşkeş çekilecekti.” (s.18-C.1)
Hüseyin Avni Paşa’nın Şemsicihan’a beslediği bu duygular ve onu elde
etme arzusu öyle bir hâl alır ki, padişah Mısır’dayken bir yolunu bulup cariyeyi
saray dışına çıkarıp bir vesileyle satın almayı bile düşünür. Bunun için
de Hazinedar Kalfa olarak bilinen Arzıniyaz Kalfa’yı kullanır. Bu noktada
romanın sonuna kadar sürecek olan Hüseyin Avni Paşa-Arzıniyaz Kalfa
ilişkisine şahit oluruz. Romanın Şemsicihan’la birlikte kurmaca kahramanlarından
biri olan bu kadının saray içindeki nüfuzu oldukça kuvvetlidir ve
Hüseyin Avni Paşa’yla çok eskiye dayanan bir gönül ilişkisi vardır. Sultan
Mahmud’un kız kardeşi Esma Sultan’ın gözdelerinden biri olarak saraya
giren Kalfa, Abdülaziz tahta çıktıktan sonra, hazinedarlığa yükselmiştir.
Hüseyin Avni Paşa’yı genç bir zabitken tanıyan Hazinedar Kalfa, onu “Kâğıthane
mesiresinde görüp tanımış, o zaman genç bir paşa olan Hüseyin Avni ile
tam iki sene cilveleşmiş”tir. (s.20-C.1) Bu ilişki Hüseyin Avni Paşa hassa müşiri
olarak saraya girdikten sonra da devam etmiştir. İkili Arz-ı Niyaz Kalfa’nın
Karakemer’deki evinde gizlice buluşup “bezm olup, nice halvetler”
(s.33-C.1) yaşamaktadırlar. Hüseyin Avni Paşa bu ilişkisini kullanıp Kalfa’ya
sezdirmeden Şemsicihan hakkında bilgiler almaya, onun padişahla birlikte
Mısır’a gidip gitmediğini öğrenmeye çalışır ve cariyenin sarayda kaldığını
öğrenince de gizli gizli onu takip etmeye, kaldığı odanın denize bakan penceresinin
önüne kayıkla gelerek âşık olduğu cariyeyi görmeye ve onunla
konuşmaya çalışır. Bu durum Valide Pertevniyal’ın dikkatini çekince Sultan
Abdülaziz Mısır’dan döndükten sonra da Hüseyin Avni Paşa Yanya’ya sürgün
edilir. Kaynaklarda Hüseyin Avni Paşa’nın gerçekten kadınlara düşkün
bir karakter olduğundan bahsedilse bile, bu ilk sürgününe neden olan
Şemsicihan olayı ile paşanın Arzıniyaz Kalfa’yla olan yakınlığı ve kalfanın
varlığı hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Enver Ziya Karal,
Hüseyin Avni Paşa’nın kadın düşkünü olduğunu, meşru sayılmayacak surette,
kadın meclisleri tertip ettiğini ve hatta Harem-i Hümayun’a mensup kadınlardan
bazılarına söz attığını17 söylemesine rağmen, paşanın ilk sürgününe
neden olan bu olay hakkında herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.
17 Enver Ziya Karal, age, s. 135.
Arif Oruç’un Eseri
49
Dönemin önemli kaynaklarından biri olan Ahmed Cevdet Paşa’nın
Ma’rûzât’ında da aynı şekilde açık bir bilgi yoktur. Muhtemelen Arif Oruç,
paşanın bu özelliğini bir roman kurgusuyla canlandırmak istemiştir. Hüseyin
Avni Paşa’nın sürgün edilişi onda hayatı boyunca sürecek olan Abdülaziz
düşmanlığının sebebi olur. Ayrıca Şemsicihan da padişahın gazabına
uğrar ve Mısır’a gönderilir. Hüseyin Avni Paşa âşık olduğu kadının gönderildiğini
öğrenince padişaha olan kini çok daha artar.
Romanının bu bölümünden sonra birinci kısmın üçüncü bölümüne kadar
Abdülaziz’in Ali ve Fuad Paşa’larla olan ilişkisine yer verilir. Bu ilişkinin
en belirgin vasfı, bu iki devlet adamının ülkenin sorunlarıyla ilgili meselelerde
padişahla yaşadıkları anlaşmazlık ve çatışmalardır. Ülke meseleleri
üzerinde olan ve olması gerekenin çatışması şeklinde özetleyebileceğimiz
bu durumda, padişah tavrı ve yaklaşımıyla olanı temsil ederken, iki devlet
adamının verdikleri mücadele olması gerekeni temsil eder. Yazar da bu
anlamda Ali ve Fuad Paşa’ları ideal devlet adamları olarak yansıtırken, padişahı
ülke meselelerini düşünmeyen, kendi zevk ve eğlencesinde olan bir
olumsuz bir örnek olarak gösterir. Özellikle Mısır meselesindeki anlaşmazlık
padişah ve bu iki devlet adamının aralarının açılmasına neden olur. Mısır
Valisi İsmail Paşa, İstanbul’a gelerek padişahın kandırıp özerklik almak
niyetindedir. Bunun içinde de padişahın ve annesinin para hırslarını kullanır.
Mısır’dan getirdiği değerli hediyelerle amaçlarını gerçekleştirmeye çalışır.
Yazar Mısır valisinin niyetini şöyle anlatır. “…Senelerden beri verâset
fermanlarında yaptırmak istediği ta’dilâta bu defa muvaffak olmak emelinde
idi. Muhtemel, bu dakikada Valide Sultan’ın (Pertevniyal Sultan) etekleri üzerine
dizilerle inciler, pırlanta, zümrüt ve yakut taşları döküp saçmış olacaktı.
Bu arada padişahı da unutmamıştı tabii. Abdülaziz Han’ın nefes-i nefisleri için
bu defa da bin altından az bir hediye getirmemişti elbette.” (s.76-77-C.1)
Mısır Valisi İsmail Paşa’nın bu planları karşısında en büyük engeller
Sadrazam Fuad Paşa ile Hariciye Nâzırı Ali Paşa’dır. İsmail Paşa, verâset
hakkını kazanarak, Mısır’ı yönetmek için kendi ailesini bir nevi hanedanlık
hakkına kavuşturacaktır; ancak Fuad Paşa bunun ülkenin birliği için büyük
bir tehlike oluşturacağını bildiğinden şiddetle karşı çıkar. Ancak İsmail Paşa,
padişaha ve valide sultana yüklü miktarda para vererek istediğini almayı
başarmıştır. Eserin bu bölümünde İsmail Paşa’nın İstanbul’daki yalısında
verdiği ziyafet anlatılır. İsmail Paşa, bu davetle kendi ihtişamını ve zenginliğini
herkese göstermek ister. Bu yüzden köşke başta Avrupa ülkelerinin
sefirleri olmak üzere, saray erkânını da davet eder. Bu davet sırasında İsmail
Paşa, padişahtan istediği fermanı almanın vermiş olduğu neşeyle gözükmektedir.
İsmail Paşa’nın padişahtan istediği yetkiyi aldığından habersiz
olan Ali ve Fuad Paşa arasında şöyle bir konuşmayla verilir.
“Fuad ve Ali Paşalar, Rus sefirinin yanında birbirlerine bakarak tebessüm
ediyorlardı. Ali Paşa, sadrazamın kulağına yavaşça fısıldamıştı:
Murat Kacıroğlu
50
-Birader, İsmail’in te’minât aldığına kanaatim vardır. İyi bak herifin gözlerinden
neşe taşar.
-Ben i’tiraznâmeyi âmedi ile gönderdim. Temenni edelim ki, hünkârın aklı
başına gelir.” (s.91-C.1)
Sadrazam Fuad Paşa’nın İsmail Paşa’nın isteklerine karşı çıkması,
Pertevniyal Sultan’ın da kışkırtmasıyla Sultan Aziz tarafından büyük bir
hiddetle karşılanır. Ayrıca Ali ve Fuad Paşa’ların yazdıkları itirazname de
padişahı çileden çıkarmıştır. Yazar bu sahneyi şöyle anlatır: “Abdülaziz
celâlenmişti. Gözleri kan çanağına dönmüştü… Abdülaziz’in hiddeti gittikçe
ziyadeleşiyordu. Akşamüzerine doğru, Fuad ve Ali Paşaların birlikte imza
ederek saraya gönderdikleri i’tiraznâmeyi almış kan başına sıçramıştı. Padişah
istiyordu. Bu iki aslı nesli belirsiz adam kim oluyordu?” (s. 92-93 C.1)
Sultan Abdülaziz, isteklerine karşı gelen Fuad ve Ali Paşalara, özellikle
de Fuad Paşa’ya, hadlerini bildirmek ister. Bunun içinde onların İsmail Paşa’nın
köşkünde verdiği ziyafeti fırsat olarak görür. Herkesin içinde sadrazamlık
mührünü Fuad Paşa’da geri almaya karar verir. Böylece Fuad Paşa’ya
haddini bildirecek ve onurunu kıracaktır. Bu kararında Damad Mehmet
Ali Paşa’nın etkisi de olmuştur. İsmail Paşa’nın köşkünde verilen ziyafetin
saatlerinde padişahla konuşan Damad Ali Paşa da Mısır valisinden rüşvet
almıştır. Bu durum eserde şöyle verilir:
“Mehmet Ali Paşa, bağsız arsanlar gibi kükreyip dört tarafa saldıran Abdülaziz’e
Fuad Paşa’yı çekiştirmek için tam fırsat bulmuştu. Zaten o sabah
İsmail Paşa’nın takdim ettiği altun torbalar karşısında çubuk çekiştirip mükemmel
keyif çatmıştı. Şimdi bir taşla iki kuş vuracaktı.” (s. 93-C.1) Bu yüzden
Mısır valisinin önünde engel olarak gördüğü Fuad ve Ali Paşaları padişaha
kötülemeye ve onları gözden düşürmeye çalışır. Mehmet Ali Paşa şu
sözlerle kışkırtır:
“- Onlar kimdir? Sen emirü’l-müminîn değil misin? Mülk senin değil mi?
Dilediğine ihsan eder, istemediğinden nez’ buyurursun. Nefs-i hümâyûnlarına
yazık değil mi? İki mürâyi için (Ali ve Fuad Paşaları kastediyordu.) mazallahü
te’âli kendine mi edeceksin? Fuad ve Ali’den gayrı kulluk edecek kimse kalmadı
mı?” (s. 92-C.1)
Fuad Paşa’nın görevden alınması için onun Mısır valisinin köşkündeki
ziyafette bulunduğu anı seçen Abdülaziz, Mabeyinci Ali Bey’i Mısır valisinin
köşküne göndererek mühr-i hümâyûnu geri alır. Bu azl şekli Fuad Paşa’yı
derinden sarsar. Yazar paşanın bu anlamdaki hislerini şu cümlelerle iç dünyasından
yansıtır: “Fuad Paşa azledildiğine me’yûs değildi. İsmail Paşa’nın
yalısında yine, İsmail Paşa’nın yüzünden tahkir edilmesini hazmedemiyordu.
Memleketin selâmeti için, padişahı girdiği çıkmazdan geri döndürmek istemişti.
İşte, mükâfatını görüyordu.” (s. 96-97-C.1)
Arif Oruç’un Eseri
51
Sultan Abdülaziz Fuad Paşa’yı görevden aldıktan sonra yerine Mehmed
Rüşdü Paşa’yı sadarete getirir. Ancak bu azl olayında Mısır valisinin veraset
hakkını almasından ziyade, padişahın İsmail Paşa’nın kızı Tevhide Sultan’la
evlenme isteğinin Fuad Paşa tarafından hoş karşılanmaması yatmaktadır.18
Arif Oruç, eserinde bu olaya hiç değinmemiştir. Bu olaydan sonra Osmanlı
sadrazamları sürekli değişecek, padişah kendi isteklerini yerine getirmeyen
ve saraya istediği parayı vermeyen sadrazamları hemen görevden alacaktır.
Romanın birinci cildinin üçüncü bölümünde yazar, Midhat Paşa ve çevresindeki
yenilikçi Osmanlı aydınlarına yer verir. “Bir seneden beri Şura-yı
Devlet reisi olan sâbık Tuna valisi Mithad Paşa’nın yeni yaptırdığı” (s.99-C.1)
köşkte bir araya gelenler aydınlar arasında Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi,
Ali Suavî ve Ebüzziya Tevfik de bulunmaktadır. Ülkenin sorunları hakkında
konuşan bu aydınların Mithad Paşa’yla yakın ilişkileri vardır. Midhat Paşa
ve yanındakiler, romanın olay örgüsüne şekil veren siyasî çatışmalarda
düşünceleriyle yeniliği ve olması gerekeni temsil ederler. Abdülaziz’e karşı
mücadele veren ve eserde Genç Türkiye Cemiyeti olarak adlandırılan bu
grubun bütün amacı padişaha Kanûn-ı Esâsî’yi kabul ettirmektir. Yazar, bu
bölümde genç şair ve yazarların ülke meseleleri hakkındaki görüşlerini
uzun diyaloglarla vermeye çalışır.
Eserin beşinci bölümümü Namık Kemal’in Avrupa’ya kaçışından bir yıl
sonrasıyla başlar. Abdülaziz’in Paris seyahati hakkında kısa bir bilgi verilir.
Bu sırada Mahmud Nedim Paşa, Bahriye, Fuad Paşa Hariciye nazırı olmuştur.
Sadrazam ise Ali Paşa’dır. Yazar bu bölümde Mahmud Nedim Paşa’nın
kişiliği üzerinde durur. “ Mahmud Nedim Paşa, Abdülmecid zamanında sadaret
müsteşarlığı yapmış, Trablusgarp valiliğinden Bahriye Nezâreti’ne aldırılmıştı.
Trablusgarp’ta az zamanda çok para yapmanın yolunu bulmuştu.
Yapıp etmenin kolayını iyiden iyiye bilenlerdendi. Kazancının yarısı her zaman
padişahla validesi arasında taksim eder, üst tarafını da kendine ayırırdı.”
(s. 128-C.1) Bu yönüyle Valide Sultan’ın takdirini kazanan Mahmud Nedim
Paşa, padişahın isteklerini ve sarayın para ihtiyacını karşılamada en iyi sadrazam
adayı olarak gözükmektedir. Valide Sultan da onun sadarete getirilmesi
için padişahın para hırsını kullanmaya çalışır. Bunun içinde sürekli
padişahı kışkırtmaya çalışır. Yazar, bu durumu bir diyalogla şöyle verir:
“-Arslanım dedi… Harem-saray-ı Hümâyûn akçesizlikten katî zebûndur.
Sadrazam para taleplerimize redd ile mükâbele eder. Siz de bu küstahları
iltifat ile be-kâm edersiniz. Gayri iki elim böğürlerimde kaldı. Hazinedârlar
şikâyetçidir. Kadın kızlar birer inci gerdanlık siparişinden âcizdirler. Bunca
vergiler nereye sarf edilir? Yoksa Ali ile Fuad Harem-i Hümâyûn’un kadr ü
itibarını tenzil emelinde midirler?” (s. 128-129 C.1) Abdülaziz, hem annesi-
18 Bu konu hakkında bknz. Mahmut Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, Maarif
Vekâleti Yay., İstanbul 1941, C. 2, s. 172-174.
Murat Kacıroğlu
52
nin, hem de kendinin para isteklerini karşılayabilecek bir sadrazamı işbaşına
getirmek üzere harekete geçer.
Eserin birinci cildinin ikinci kısmı, 1288 tarihiyle başlar ve yazar,
Mahmud Nedim Paşa’nın bir iki ay önce sadarete getirildiğinin bilgisini
verir. Bu arada özetle Ali ve Fuad Paşaların öldüğü bilgisi de verilir. “Fuad
Paşa üç sene evvel (Nice’de) vefat etmişti.” (s. 151-C.1) cümlesinden sonra,
Ali Paşa’nın sadereti sırasında yaşanan iç ve dış siyasi olayları özetleyen
yazar, Fuad Paşa’nın yakın dostu olan Ali Paşa’nın icraatlarını eleştirel bir
bakışla anlatır. Fuad Paşa’nın 1868’deki vefatından sonra Ali Paşa da
1871’de ölmüş ve Mahmud Nedim Paşa için büyük bir fırsat doğmuştur.
“Mahmud Nedim Paşa, Ali Paşa’nın yalısından taşan feryat ve vâveylâları
kulak dolusu işitmişti de, müteessir bile olmamıştı. Artık nöbet kendisinindi.
Ortada ne Fuad Paşa kalmıştı, ne de Abdülaziz Han’a kafa tutup tahakküm
eden Ali Paşa… Elbette sadarete kendisi gelmek mukarrerdi. Zaten padişah iki
sene evvel bunu va’d etmişti. Valide sultan Ali’nin vefatı haberini aldığı anda
Darüssade Ağası Talha’yı Bebek’e koşturarak:
-Nevbet-i vüzerât Mahmud Paşa kulumuzundur. Hemen hazırlık üzere
olsunlar… dedirtmişti.” (s. 152-C.1)
Mahmut Nedim Paşa’nın sadarete geçmesinden sonra gelişen olaylar,
iki düzlemde verilir. Birincisi Mahmut Nedim Paşa’nın iktidarının güçlendirmek
ve padişaha hoş görünmek amacıyla yaptığı faaliyetler; diğeri ise
Midhat Paşa ile Hüseyin Avni Paşa’nın Mahmut Nedim Paşa’yı sadaretten
uzaklaştırmak için izleyecekleri yol ve yöntemlerin belirlenmesi hususundaki
çalışmaları etrafında gelişir. Mahmut Nedim Paşa, padişaha hoş görünmek
için onun bütün şahsî isteklerini karşılamaya çalışır ki bu isteklerin
başında padişahın bitmek bilmeyen para hırsı gelmektedir. Diğer taraftan
da ülkenin dış politikasında Rus yanlısı bir çizgi izlemeye başlar. Burada
Rus elçisi General İgnatiyev, ön plâna çıkarılır. Yazar, onun ne derece ileri
görüşlü ve ülkesinin menfaatlerini düşünen bir devlet adamı olduğunu vurgulayarak,
başta Mahmut Nedim Paşa olmak üzere, diğer bir kısım Osmanlı
devlet adamlarının durumuyla ne kadar zıt bir görüntü çizdiğini ortaya
koymak ister. Ali ve Fuat Paşa’ların dış siyasetteki politikalarından rahatsız
olan General İgnatiyev, bu iki devlet adamının ölümünden sonra özellikle,
Balkanlar üzerinde Rus emellerini gerçekleştirmek için Mahmut Nedim
Paşa’nın sadrazamlığını büyük bir fırsat bilir. Mahmut Nedim Paşa’yı İngiliz
etkisinden kurtarmak ve kendi tarafına çekebilmek adına büyük çaba gösterir
ve sonunda da başarılı olur. General İgnatiyev, Balkanlardaki emellerine
ulaşmak için önünde son engel olarak gördüğü Hüseyin Avni Paşa’yı gözden
düşürmek amacıyla Mahmud Nedim Paşa’yı kullanır. Yazar, iç monolog
şeklinde General İgnatiyev’in Hüseyin Avni Paşa, hakkındaki düşüncelerini
verir. “Serasker Hüseyin Avni Paşa, çok değerli bir askerdi. Ali Paşa onu seraskerliğe
nasb ettirmekle hâlet-i nez’ada bulunan müteverrim Omsalı ordusunu
ihya ettirmişti. Hüseyin Avni Paşa, dehşetli bir ordu hazırlamıştı. Bu
Arif Oruç’un Eseri
53
adam mevkiinde kalırsa muhakkak iki seneye varmaz, Osmanlı ordusu endişe
edilecek kadar kuvvetlenirdi. Mahmut Nedim Paşa’yı Hüseyin Avni aleyhine
tahrik etmekte büyük menfaat vardı. Sefir bu düşüncelerle yeni yaka sadrazamın
beynini dumanlandırıp bulandırmıştı.” (s. 163-C.1) General
İgnatiyev’in Mahmut Nedim Paşa için Hüseyin Avni Paşa’nın en önemli rakip
olduğu yönündeki telkinler sonunda amacına ulaşır. Mahmut Nedim
Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve onun gibi gelecekte kendi sadrazamlığını tehlike
yaratabilecek devlet adamlarını padişaha şikâyet etmeye ve onları gözden
düşürmeye çalışır. Padişahın yanında sürekli onların saltanata karşı gizli
faaliyetlerde bulunduğu yönünde telkinlerde bulunur. Bu telkinler nihayetinde
sonuç verir ve başata Hüseyin Avni Paşa olmak üzere, Şervanizâde
Rüşdü Paşa, Zaptiye Nazırı Hüsnü Paşa, Mabeyn başkâtibi Emin Bey, Şehremini
Haydar Efendi ve İşkodra valisi İsmail Paşa sürgüne gönderilir. Yazar,
Hüseyin Avni Paşa’nın konağından alınıp İzzettin Vapuru’yla sürgüne
gönderilişi sahnesini yine onun gözünden başarılı bir şekilde aktarır.
“İzzettin Vapuru şafak sökerken yavaş yavaş İstanbul’dan açılmaya başlamıştı.
Hüseyin Avni Paşa’nın yüzü limon gibi sarı idi. Sağ ayağını güverte
üzerinde çöreklenen halat yığının üzerine atmıştı. Kinli nazarlarla Beşiktaş
sarayına doğru bakıyordu. Mağrur seraskerin kederden çukura batan haşin
bakışlı gözlerinden yanakları üzerine bir iki katre yaş yuvarlanmıştı, sakallarına
doğru sızmıştı. Saraya bakan Hüseyin Avni Paşa:
- “Ey Abdülaziz Han! Bu milletin başındaki belayı kaldıracak zaman çoktan
gelip geçmiş. Hayf ki, bizler anlamamışız.” diye dişlerini sıktı. İzzettin
vapuru sularlı yararak Ahırkapı önlerine varıyordu.” (s. 197-C.1)
Mahmut Nedim Paşa’nın bu başarısından sonra ikinci işi yine
İgnatiyev’in tehlike olarak ördüğü Midhat Paşa’nın aynı şekilde gözden düşürülmesi
olacaktır. O sıralarda Bağdat valisi olan Midhat Paşa’yı padişahın
gözünden düşürmek için çeşitli yollara başvuran Mahmut Nedim Paşa, sonunda
Bağdat bütçesini yarı yarıya kısarak “izzet-i nefsine çok düşkün olan”
Midhat Paşa’yı köşeye sıkıştırıp istifa zorlar ve bunu da başarır. Midhat Paşa
ise bunu fırsat olarak beklemektedir zaten. Paris ve İsviçre’deki cemiyet
mensuplarından İstanbul’a dönmesi hususunda sürekli mesajlar alan
Midhat Paşa il cemiyetin diğer mensupları arasında iletişimi sağlayan şahıs,
romanın kurmaca kahramanlarından biri olan ve Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’nın
kerimesi olarak tanıtılan Zeynep Nazlı Hanım’dır. Mahmut Nedim
Paşa’nın Bağdat bütçesini kısmasını fırsat bilerek istifa edip İstanbul’a dönen
Midhat Paşa, İstanbul’da yakın dostlarıyla ülke meseleleri hakkında
görüş alışverişinde bulunmaya başlar. Onun en yakınında olan insanlardan
bir olarak takdim edilen Şinasi Efendi’nin “geçen Recep’te vefat”19 ettiği
bilgisini veren yazar, Midhat Paşa’nın Ebuzziya Tevfik ve Şervani Hulusi
Efendi’den kendisi Bağdat’tayken İstanbul’da yaşanan siyasi ve sosyal olay-
19 Şinasi’nin gerçekte öldüğü ay Recep değil, Cemaziyelahir’dir.
Murat Kacıroğlu
54
lar hakkında bilgiler aldığını da belirtir. Paşa’nın bütün düşüncesi bir yolunu
bulup Kanun-i Esasi’yi padişaha kabul ettirmektir. Bunun için de fırsatları
iyi değerlendirmek niyetindedir. Yazar, Paşa’nın bu düşüncelerini iç
monolog tekniğiyle başarılı bir şekilde verir. Mahmut Nedim Paşa ise bu
arada Mithat Paşa’ya bir oyun daha oynayarak onu padişahın gözünden
düşürüp sürgüne göndermek niyetindedir. Bunun için de Midhat Paşa’ya
boş bulunan Edirne valiliğini padişaha telkinlerde bulunarak teklif ettirecek,
Midhat Paşa da İstanbul’dan ayrılmak istemediği için bu görevi kabul
etmeyecek ve böylece padişahın gazabını üzerine çekecek, sürgüne gidecektir.
Midhat Paşa, onun bu emellerinden habersizdir ve Edirne’ye tayin edileceği
yönünde duyduğu rivayetlerden rahatsız olmaya başlamıştır. Kendisine
verilecek olan görevi kabul etmeyip İstanbul’da kalmak niyetindedir. Ancak
Ebuzziya Tevfik ve diğer arkadaşlarıyla konağında ülke sorunlarını tartıştıkları
bir akşam, imzasız bir mektup alır. Bu mektupta Mahmut Nedim Paşa’nın
onun için hazırladığı oyun anlatılmakta ve Edirne valiliği görevini
kabul etmediği takdirde, padişahın gazabına uğrayıp sürgüne gönderileceği
bilgisi verilmekte ve bu görevi mutlaka kabul etmesi gerektiği bildirilmektedir.
Bu mektubun kimin tarafından gönderildiğini meraka eden Paşa,
Mahmut Nedim Paşa’nın gerçek niyetini öğrendiği için de memnun olur. Bu
arada padişah da sadrazamının Midhat Paşa’ya karşı takındığı düşmanca
tavrı sezmekte gecikmemiş ve bu iki devlet adamından hangisinin halk tarafından
daha çok sevildiğini ve sadrazamının icraatlarının toplumun çeşitli
tabakalarında nasıl yankı bulduğunu öğrenmek için, Haznedar Kalfa’yla
mabeyinden Hafız Mehmet Bey’i görevlendirir. Bu iki kişi İstanbul’un çeşitli
çevrelerini dolaşacaklar, gizlice toplumun nabzının tutacaklar ve padişaha
bilgi getireceklerdir. Hafız Mehmet Bey, talebe-i ulûm arasında dolaşacak
ulema sınıfının ve öğrencilerin ülkenin gidişatı hakkındaki fikirlerini el altından
öğrenmeye çalışacak; Haznedar Kalfa ise paşa konaklarını, zengin
muhitleri ve tekkeleri dolaşarak bilgi toplayacaktır.
Padişah görevlendirdiği bu iki adamından aldığı bilgilerden hareketle
Mahmut Nedim Paşa’yı görevden almaktan başka çaresinin kalmadığını
kabul eder; çünkü halkın bütün kesimleri sadrazamın uygulamalarından
rahatsız durumdadır. Padişahı asıl rahatsız eden konu para meselesidir.
Çünkü Mahmut Nedim Paşa, söz verdiği halde sarayın istediği parayı vermekte
yavaş davranmaktadır. Bu durum padişahı son derece öfkelendirmektedir.
Yazar, bu yolla Osmanlı tahtında oturan padişahın ülke meselelerinden
ziyade kendi maddî ihtirasları peşinde koşan problemli bir kişilik
olduğunu kendi bakış açısına paralel olarak göstermek ister. Edirne valiliği
görevini tebliğ etmek üzere paşayı yanına çağırdığı sırada, padişah, iki devlet
adamı arasındaki farkı kendince tespit etmeye çalışır. Midhat Paşa, Bağdat’ta
yaptığı faaliyetleri ve İstanbul’a gönderdiği irad hakkında bilgi verirken
ve taahhüt ettiği yıllık iki yüz elli bin altınlık iratla ilgili konuşurken
padişah da onun dikkatle dinler ve şunları da düşünmekten kendini alamaz.
Arif Oruç’un Eseri
55
“Padişah dikkatle Midhat Paşa’yı dinliyordu. Mahmut Nedim Paşa, milyonlarca
istikraz yaptığı halde bir türlü para bulamıyordu. Bu adam bir tek vilayetten
senede elli bin kese varidât buluyordu. Bu, nasıl oluyordu? Kim bilir,
Midhat Paşa sadrazam olsaydı hazineye ne bitmez tükenmez menba’lar bulacaktı.”
(s. 264-C.1) Midhat Paşa, imzasız mektuptaki tavsiyelere uygun olarak
Edirne valiliği görevini kabul ettiğini padişaha bildirip huzurdan ayrıldıktan
hemen sonra, Mahmut Nedim Paşa’nın sadaretten azl edilip mihr-i
hümayunun kendisine verildiği haberini alır. Aynı gece Hüseyin Avni Paşa
ile Şervanizâde de affedilmiş ve İstanbul’a dönmeleri yolunda izin çıkmıştır.
Hüseyin Avni Paşa tekrar seraskerlik görevine atanmıştır. Bunda Hafız
Mehmet Bey ile Haznedar Kalfa’nın padişahı yönlendirmelerinin de büyük
etkisi olmuştur. Mahmut Nedim Paşa’ya karşı çeşitli sebeplerden dolayı kin
besleyen bu ikili onun gözden düşmesinde etkili olmuşlardır. Özellikle padişah
üzerinde gizli bir etki gücüne sahip olan Haznedar Kalfa’nın âşık olduğu
Hüseyin Avni Paşa’nın Mahmut Nedim Paşa yüzünden sürgüne gönderilmesinin
verdiği kin ve nefret ön plândadır.
Midhat Paşa, sadareti sırasında birçok siyasi meseleyle uğraşmak zorunda
kalır. Bu anlamda daha çok siyasi çatışmalara yer verilir. Bu çatışmalarda
Midhat Paşa, milletin ve devletin bekasını düşünen bir devlet adamı
olarak gösterilir. Bu çatışmaların ilki Midhat Paşa ile Mısır hıdivi İsmail
Paşa arasında yaşanır. İsmail Paşa, Mahmut Nedim Paşa zamanında sadrazama
ve Valide Sultan’a verdiği rüşvetler sayesinde İngiltere’den borç alma
imtiyazı elde etmiştir. İsmail Paşa, Ancak Midhat Paşa’nın sadarete gelmesiyle
bu plânının suya düşeceğini ve istediği borçlanmayı yapamayacağını
düşünür. Bu anlamda yapacağı tek şey Pertevniyal Sultan’ı kullanmaktır.
Valide Sultan’a sunduğu pahalı hediyeler ve rüşvetlerle onu kendi tarafına
çekip Midhat Paşa’ya karşı padişahı kışkırtmaya çalışır. Midhat Paşa ise bir
taraftan sarayın masraflarını kısmaya çalışmakta bu yola da bozulan maliyeyi
düzetmeyi hedeflemektedir. Ancak Pertevniyal Sultan’ın tahrikleri
zaten fikirlerinde çok tutarsız olarak gösterilen padişahı etkilemeye yetmiştir.
Pertevniyal Sultan ile padişah arasında diyalog bu ilişkiyi vermesi açısından
dikkate değerdir:
- “Bak aslanım. Söz verdik. İmdi elinden bir şey gelmez. Neden biri iyi mülahaza
edip de İsmail’e ben muktedir değilim demedin? Bir vezir seni parmağında
çevirir. Sana ne oldu? Mukaddeminde böyle değildin. Sen padişah değil
misin? Mülk senindir. Bilemem. Ona göre başımızın çaresine bakalım. Bu
adamdan sana hayır gelmez. İşte İsmail durmayıp sızlanır. Yarın kalkar da
der-i devlete yüz sürmeye gelirse, ona bakacak yüzün mü olur?” (s. 295-C.1)
Sultan Abdülaziz, annesinin bu tahriklerine daha fazla dayanamayarak
Midhat Paşa’yı görevinden alır ve yerine Şirvanizâde Rüşdü Paşa sadrazamlığa
getirir.
Birinci cildin onuncu bölümü bu olaylardan altı ay sonrasıyla başlar. Bu
altı ay içerisinde maddî anlamda sıkıntı yaşayan Midhat Paşa, Serasker HüMurat
Kacıroğlu
56
seyin Avni Paşa’nın delaletiyle adliye nazırı olmuştur. Romanın bu bölümü
Şehzâde Murad Efendi, Namık Kemal, Midhat Paşa ve Murad Efendi’nin
yakın dostu aynı zamanda özel doktoru olan Kapolyon Efendi’nin birlikte
ülke meselelerini tartıştıkları bir sahneyle başlar. Namık Kemal, Şehzâde
Murad Efendi’yi Abdülaziz’in yerine tahta çıkmaya ikna etmeye çalışmaktadır.
Yazar bu toplantıda Namık Kemal’i bilinen gür ve tok üslubuyla bir hatip
edasında konuşturur.
“-Vatan millet bahsinde nefes-i Aziz’in yeri olmamak gerek. Ecma’-yı
ümmetle makam-ı muallâ-yı hilâfete intihâb buyrulmanız mukarrer ve hatta
mukadderdir. Madem vatan hûn-ı istibdâda gark oldu. Hândân-ı Osmaniye’nin
hürriyet-perver şehzâdesi, milletin ümîd ve istikbali sizdedir. Veyl o
bedbahtlara ki, bel bağladıkları zât-ı muhterem kendilerini yetim ve bîkes
bırakıyor. Bakınız, devlet çer-kâbe-i mezellette püyân, halk sefil ve ser-gerdân
inliyor. Ecdâdının hamâsetinden zerreye sahip isen, âlem-i İslâmiye’nin arzuyı
mütecellidine pîşvâ olursun. Amcan mülkü harâb etti. Taht-ı Osmanî bir
zelzele-i hevl-engîz ile sarsılıp inhidam eylemektedir. Altı yüz yıllık şan-âver
mâzi dûş-i hamiyetinize ağır basmasın.” (s. 311-C.1)
Şehzâde Murad Efendi ise, Namık Kemal’in bütün ısrarlarına rağmen
bir türlü amcasını devirip yerine geçme fikrini kabullenemez. Hastalıklı ve
alkolik bir tip olarak çizilen Şehzâde, amcasından çok korkmaktadır. Bunun
yanında ülkenin kötü gidişatı için çareler düşünmekten de geri durmamıştır.
Toplantıda kendi hazırladığı kanun-i esasinin metnini de arkadaşlarına
gösterir. Bu taslakta özellikle kadınlara yönelik önemli düzenlemelerin olduğunu
söyleyen Şehzâde Murad Efendi, Türk kadınlarının Avrupalı kadınların
sahip olduğu haklara sahip olması gerektiğini, bunu Avrupa seyahatlerinde
daha iyi anladığını söyler.
On birinci bölüm, Hüseyin Avni Paşa’nın köşkündeki toplantıyla başlar.
Bu toplantıda Serasker Hüseyin Avni Paşa, Sadrazam Şervanizâde Rüşdü
Paşa, Midhat Paşa, Rüsumat Emiri Sadık Paşa gibi devlet adamları bir aradadır.
Aralarında kanun-i esasi meselesini tartışırlar. Ancak Midhat Paşa ile
Hüseyin Avni Paşa arasında derin fikir ayrılıkları vardır. Midhat Paşa, padişahın
tahttan indirilmesi fikrine pek sıcak bakmaz. Hüseyin Avni Paşa ise,
padişahın hemen hal’ edilmesi gerektiğini savunur. Bu tartışmaların sonunda
padişaha sunulmak üzere, ülkenin problemleri ve yapılması gerekenler
hakkında bir layihanın hazırlanması fikrinde birleşirler. Hüseyin Avni Paşa’nın
ısrarıyla Midhat Paşa’nın kanun-i esasi konusundaki fikirleri layihadan
çıkarılır. Ancak daha sonra yazar, layihanın hiçbir zaman padişaha
ulaşmadığını söyler. Sultan Abdülaziz’e karşı cephe almak için bir araya
gelen bu devlet adamları arasında, fikir ayrılıklarının yanında güven problemi
de vardır. Sadrazam Şirvanizade Rüşdü Efendi, bu oluşum içinde yer
almayı makamını kaybedeceği korkusuyla tereddütle karşılar ve padişaha
Arif Oruç’un Eseri
57
giderek arkadaşlarını ihbar eder. Hüseyin Avni Paşa da Abdülaziz’e giderek,
Rüşdü Paşa’nın da bu oluşum içinde olduğunu ve kendisinin ona sadakatle
bağlı bulunduğunu anlatır. Bunun sonunda Rüşdü Paşa, Halep’e sürülür.
Midhat Paşa ise Selanik valiliğine atanarak İstanbul’dan uzaklaştırılır.
Eserin ikinci cildi bu sürgünlerden iki yıl sonrasıyla başlar. Bu tarih,
1292 Şevval’idir. (Miladi Kasım 1875) Midhat Paşa, “bir zamandan beri”
Beyazıt Tavşantaşı Soğan Ağa Mahallesi’nde yaşamaktadır. Yazar, selamlık
dairesinde “çubuk içip” düşüncelere dalan paşanın gözünden aradan geçen
iki yılda yaşananları özetler: “Hüdâ rahmet etsin, Şirvanizâde Rüşdü Paşa’nın
sadaretten ansızın azl edilerek Halep’e oradan da Hicaz’a gönderilmesi üzerinden
iki seneden ziyade zaman geçmişti. Bir gece sabaha karşı kendisi de
Selanik vilayeti ile İstanbul’dan uzaklaştırılmıştı. Paşa iki seneden beri ne serencamlar
görüp geçirmişti? Padişah bu müddet içinde çamaşır değiştirir gibi
kaç sadrazam tebdil edivermişti. Hüseyin Avni Paşa, sadaretten azl edilmiş,
Esad Paşa sadrazam olmuş, o değişmiş diğeri gelmişti. Neticede yine şevketli
padişahın Mahmud Nedim Paşa’sı iş başına geçivermişti.” (s.3-C.2) Selanik’teki
görevinden de alınan ve sonra İstanbul’a çağrılan Midhat Paşa, bir
yılda fazla bir zaman hiçbir göreve verilmemiştir. Yazar, bu süre zarfında
paşanın çektiği maddî sıkıntılara da temas ederek, onun asla kendi menfaatini
düşünmeyen bir insan olduğuna dair vurgu yapmak istemiştir. Çünkü
önemli görevlerde bulunmasına rağmen hiçbir zaman maddi menfaatlerini
düşünmemiş, cebini doldurmamıştır. Selanik’ten döndükten sonra yaklaşık
iki yıl sonra ise nasılsa Adliye nazırlığına atanmıştır. Ancak bu atamanın
siyasi bir nedeni vardır yazar göre; çünkü Mahmud Nedim Paşa’yı tekrar
sadrazam yapmak isteyen padişah, kamuoyunun tepkisini azaltmak için,
Hüseyin Avni Paşa’yı tekrar seraskerlik görevine iade etmiş, Midhat Paşa’yı
da Adliye nazırı yapmıştır. Bu arada ülkenin durumu daha da kötüleşmiş,
yok olmanın eşiğine gelmiştir. Yazar yine Midhat Paşa’nın bakış açısından
ülkenin durumunun feciliğine dikkat çekmeyi ister: “Midhat Paşa, gün geçtikçe
müteessir oluyordu. Memleket bitip perişan olmakta idi. Hersek’te alev
bacayı sarmıştı. Zavallı memleket cayır cayır yanıyordu. Bulgaristan kanlı
ihtilâllere namzetti. Rusya sefiri İgnatiyev, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’yı
avucunun içinde tutuyordu. İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı devleti maliyesine
itimadı kalmamıştı. Meşhur Galaston İngiltere’de Osmanlılar aleyhindeki
düşmanlığını her vesileyle gösteriyordu. Midhat Paşa’nın elinden ne gelebilirdi?”
(s.7-C.2)
Yazar, ülkenin durumunu bu şekilde özetledikten sonra hürriyet taraftarlarını
yine Midhat Paşa’nın evinde bir araya getirir. Bu toplantıda
Şehzâde Murad Efendi, Namık Kemal, Ziya Bey (Paşa) ulemadan Şirvanizâde
Hulusi Efendi, Şehzâde Murad Efendi’nin doktoru Kapolyon Efendi ve yine
onun yakın dostlarından Sarraf Hristaki Efendi bulunmaktadır. Sarraf
Hristaki Efendi, sınırsız servetiyle İstanbul’un en zengin Rumlarından biri
olarak tanıtılır. Yazar, bu iki gayrı müslim Osmanlı’nın bu oluşum içinde yer
Murat Kacıroğlu
58
almalarını sebebini hem şahsî hem de millî menfaat kazanmak istemelerine
bağlar. Toplantıda yine ülke meseleleri konuşulur ve Abdülaziz’in tahttan
indirilme fikri tartışılır. Namık Kemal, bu işin bir an önce gerçekleştirilmesi
gerektiğini savunur. Midhat Paşa da artık bu fikri kabul etme yoluna girmiştir.
Önceleri Abdülaziz’in kanun-i esasinin ilanı için ikna edilebileceğini düşünürken,
son iki yılda yaşanan olaylar onun bu fikrini çürütmüştür. Ülkenin
durumu göz önüne alındığında, zaman kaybetmenin ülkeye ihanet olacağı
görüşündedir. Bu arada Midhat Paşa Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın
yönetimindeki maliyenin nasıl içinin boşaltıldığını belgelerle ispatlamaya
çalışır. Mahmud Nedim Paşa’nın yüzde 2-3 komisyonla Avrupalı
bankalardan nasıl yüksek faizle borç alıp, bunun bir kısmını padişaha sunduğunu
anlatır ve elindeki bazı belgeleri Namık Kemal’e verir. Bu belgeleri
okuyan ve duydukları karşısında öfkelenen Namık Kemal, Midhat Paşa’nın
daha rahat hareket etmesi için hemen adliye nazırlığından istifa etmesi
gerektiğini söyler. Ziya Paşa ise, toplumun tamamından alınacak bir destekle
hedefe ulaşmalarının daha kolay olacağı görüşündedir. Bu anlamda medreseler
üzerinde tesiri bulunan Şirvanizâde Ahmed Hulusi Efendi söz alarak
talebeleri örgütlemeyi tavsiye eder. Midhat Paşa, bu öneriyi çok önemli
bulur; çünkü binlerce talebeyi tahrik ederek büyük bir velvele koparları
saray üzerinde çok etkili olacaktır. Yazar yine Midhat Paşa’dan iç monolog
tekniğiyle bu konu hakkında düşünceleri yansıtır. “Elli bin talebeyi tahrik
ederek bir anda velvele koparmak az şey mi idi? Fransa’da ihtilal yapanların
birkaç yüzle birkaç bin arasını bulduğunu ecnebi eserlerde okumuştu. İstanbul’da
elli bin kişilik bir ihtilal çıkarmak büyük bir işti.” (s.29-2.C) Bu toplantıdan
sonra olaylar iki ayrı düzlemde gelişir. İlki Midhat Paşa ve arkadaşlarının
Abdülaziz’i tahttan indirmek için verdikleri uğraş ve kendi aralarındaki
fikir ayrılıkları ve tartışmaları, diğeri ise sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın
etrafında gelişen olaylardır. Bu olaylarda ülkenin içinde bulunduğu
kötü durum, padişahın ülkeyi yönetirken gösterdiği basiretsizlikler iç ve dış
siyasette yaşanan olumsuzluklarla ilgilidir.
Yeni Osmanlıların ilk faaliyetleri talebeler arasında Mahmud Nedim ve
onun uygulamalarını protesto etmeyi amaçlayan bir gösteri düzenlemek
gelir. İstanbul’daki çeşitli medreselerde okuyan binlerce talebe Beyazıt ve
Süleymaniye camilerinin avlusunda toplanarak Mahmud Nedim Paşa’nın
hemen görevden alınmasını, aksi takdirde saraya kadar yürüyeceklerini
bildirirler. Talebeleri daha fazla tahrik etmek ve gösteriyi ateşlemek için
kılık değiştiren Namık Kemal ve Ziya Bey (Paşa), onların arasına katılır ve
gençleri heyecana getirmeye çalışırlar. Talebeler, Yıldız Sarayı’na taşınan
padişaha isteklerini ve ülke için acilen yapılması gerekenleri bildiren bir
layiha da sunarlar. Ayrıca Midhat Paşa da bir layiha hazırlayarak padişah
gönderir. Diğer taraftan Balkanlar’daki isyan hareketleri, Selanik’teki Alman
ve Fransız konsoloslarının öldürülmesi gibi olaylar Mahmud Nedim
Paşa’yı zor durumda bırakmıştır. Padişah hem tepkileri azaltmak, hem de
Arif Oruç’un Eseri
59
Balkanlar’daki olayları kendisinden saklayan sadrazama zaten çok kızdığı
için onu görevden alır. Ancak Pertevniyal Sultan, Midhat Paşa’nın göreve
geleceği korkusunu duyduğu için oğluyla bu azl meselesi yüzünden tartışır.
Mütercim Rüşdü Paşa sadrazam olur, Hüseyin Avni Paşa da tekrar seraskerlik
makamına getirilir. Abdülaziz sözünü daha rahat dinletebileceğini düşündüğü
Mütercim Rüşdü Paşa’yı sadarete getirmekle meseleyi yine de
halledememiştir. Çünkü talebe grubu Midhat Paşa’nın sadrazam olmasında
direnmektedir. Ancak padişah Midhat Paşa’yı Meclis-i Hassa memurluğuna
tayin etmekle yetinir. Namık Kemal ve Ziya Paşa ise padişahın tahttan indirilmesiyle
ancak kanunu-i esasinin ilan edilebileceği görüşünde direnmektedirler.
Yaptıkları toplantılarda sürekli bu meselenin nasıl çözüme kavuşacağı
konusunda tartışırlar. İlk yapılması gerekenin ordunun desteğinin
alınması olduğunda hem fikir olduktan sonra, Şehzâde Murad Efendi’yi de
ikna ederler. Ancak padişah Yeni Osmanlılarla sürekli görüştüğü için
şehzâdeyi yakın takibe aldırır hatta göz hapsinde tutar. Yazar, daha sonra
tahta geçecek olan genç şehzade Abdülhamid Efendi’yi (II. Abdülhamid)
Şehzâde Murad’ın kimlerle görüştüğünü padişah aktaran bir jurnalci olarak
tanıtır. Padişah ise yaşanan bu olaylardan dolayı büyük bir sıkıntı içindedir.
Bir tren yolu ihalesi için yapılan anlaşmadan pay almak istemiş, Mahmud
Nedim Paşa zamanında yapılan ihaleden alacağı pay konusunda Mütercim
Rüşdü Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve Midhat Paşa’nın tepkisiyle karşılaşmıştır.
Bir nevi rüşvet olarak algılanan bu pay hakkında, sadrazama mektup yazması
bardağı taşıran son damla olur. Mütercim Rüşdü Paşa istifa etmeyi bile
düşünür. Diğer yandan Midhat Paşa, bir layiha kaleme alır ve padişahtan
ülkenin selamete ermesi için acil olarak yapılması gerekenleri ki bunun
başında kanun-i esasinin ilan gelmektedir, padişaha bildirir. Abdülaziz ise,
Mahmud Nedim Paşa gibi bir sadrazama ne kadar ihtiyacı olduğunu daha
yakından anlar. Annesinin de baskıları karşısında eski sadrazamını yeniden
iş başına getirmenin yollarını arar.
Mahmud Nedim Paşa, Bebek’ten yeni naklettiği Şehzâdebaşı’ndaki hanesinde
olayları yakından izlemekte ve doğacak ilk fırsatı değerlendirip
yeniden sadrazam olmayı beklemektedir. Pertveniyal’de bunu çok iyi bildiği
için Mahmud Nedim Paşa’nın gönlünü kazanmayı hedeflemektedir. “Valide
sultan bu gidişle nasıl olsa tez bir günde Nedim’in tekrar sadarete getirileceğini
biliyordu. Karışan ahvâlin lâyıkı gibi düzeltilip devredilmesi için mutlak
Nedim’e ihtiyaç olduğuna kani idi. Koca Rüşdü, Hüseyin Avni ve Midhat gibi
kindâr adamlardan taht-ı saltanata hayır geleceğini inan edemiyordu. Bundan
ötürü ne olu olmaz, sadr-ı sabık-ı mukbelin şimdiden gönlünü alıp hatırını
hoş etmeyi düşünmüştü.” (s.280-C.2) Bu amaçla ikinci mabeyinci Fahri
Bey’i Mahmud Nedim’in hanesine göndermiştir.
Eserde, Abdülaziz muhalifleri arasındaki fikir ayrılıklarına da dikkat
çekilmekte ve bu devlet adamlarının daha çok hangi amaçlarla padişahın
tahttan indirilmesini istediklerine vurgu yapılmaktadır. Bu farklılıklar araMurat
Kacıroğlu
60
larında fikir ayrılıklarının doğmasına ve çatışma yaşamalarına neden olurken,
diğer taraftan da padişaha karşı geliştirilecek muhalefetin de zayıflamasına
neden olmaktadır. Bu çatışmalar daha çok Midhat Paşa ile Hüseyin
Avni Paşa arasında yaşanmaktadır. Hüseyin Avni Paşa, ıslahatların veya
kanun-i esasinin hayata geçirilmesini düşünmez, hatta ülke meseleleri onun
için ikinci plândadır. Onun bütün düşüncesi padişahtan intikamını almaktır.
Midhat Paşa ise yine padişahın hal’ işine sıcak bakmamakta, böyle bir hareketin
doğuracağı sonuçları kestirememektedir. Bununla birlikte Hristaki ve
Kapolyon Efendiler aracılığıyla Şehzâde Murad Efendi’yle defalarca görüşmüş,
mektuplaşmış ve Abdüzlaziz’in yerine tahta çıktığında derhal meşrutiyeti
ilan edeceğine dair söz bile almıştır. Hüseyin Avni Paşa da padişahın
tahttan indirilme işinde Midhat Paşa’nın desteğini almadan hareket etmek
istememektedir. Bunun bir nedeni de yeni gelecek padişahın kendisine pek
yakın olmaması ve Midhat Paşa ile çok samimi olmasındır. Yazar bununla
ilgili Hüseyin Paşa’nın düşünce ve Midhat Paşa ile konuşmasını onun evinde
toplandıkları bir sahnede şöyle anlatır:
“Hüseyin Avni Paşa, hal’e muvaffak olacağını yüzde yüz kestiriyordu. Lâkin,
padişahın biri gidip öteki gelecekti. Asıl gelecek olanla uzlaşamamıştı.
Midhat Paşa müstakbel padişahın sağ kolu sayılırdı. Serasker yavaşça Midhat
Paşa’nın yanına oturarak kulağına fısıldamıştı:
-Paşa birâderim onu hal’den gayrisi yalandır. Benimle hemen ittifak eder
misin? Alt tarafına karışma.
Serasker, Midhat Paşa’nın gözlerinin içinde bakıyordu. Midhat Paşa’dan
küçük bir baş işareti, muvafakat cevabı bekliyordu. Midhat Paşa’nın beyninde
ani şişekler çakmıştı. Bir türlü yola gelmeyen adamın arkasında koşup yorularak
felaketlerle pençeleşmek faidesizdi. Hüseyin Avni Paşa ile uyuşarak kat’i
karar vermek zamanı çatmıştı. Pekalâ veliaht Murad Efendi’yi tahta geçirmek
iktidarında idi.
Serasker söz verdikten sonra talebe-i ulûmu tekrar ayaklandırıp saraya
bastırarak padişahı al aşağı etmek güç değildi…” (s. 369-C.2)
Midhat Paşa’nın bu noktada Hüseyin Avni Paşa’nın orduyu işin içine
karıştırarak kan dökülmesine neden olmasından ve çıkacak bir kargaşada
zaten sarayda göz hapsinde tutulan veliaht Murad Efendi’nin başına bir iş
gelmesinden çok korkmaktadır. Bu korkusunu Hüseyin Avni Paşa’ya açıklar
ve ondan teminat alır. Hüseyin Avni Paşa, gerekirse veliahdı kendi eliyle
saraydan alıp tahta oturtacağına dair söz verir. Bu anlaşmadan sonra Hüseyin
Avni Paşa, büyük ölçüde ferahlar; çünkü artık padişahın hal’ edilmesi
için önünde hiçbir engel kalmamıştır. “Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın küçük
gözlerinde büyük ateşler yanıyordu. Midhat Paşa’yı bu kadar çabuk imale
edeceğini zannetmiyordu. Bir yol Hüdâ’nın takdirine bakmalı idi ki, beş seneden
beri aklına koyup yapmaya savaştığı hal’ işini bir lahzada denecek zaman
içinde, kaşla göz arasında halledivermişti. Serasker artık Midhat Paşa’dan
Arif Oruç’un Eseri
61
çekinmeye sebep görmüyordu. Daha açık müzakere edip etraflı anlaşmak
taraftarı idi. Kala kala ittifaka alınacak bir Rüşdü Paşa kalmıştı.” (s. 370-C.2)
Bu önemli iki devlet adamı aralarında anlaşmaya vardıktan sonra, yapılacak
işlerin başında bazı önemli mevkilerde bulunan devlet adamlarını
yanlarına almak olacaktır ve ilk düşünülen isim, yapılacak hal’ işini onaylaması
ve ona halk nazarında meşruiyet kazandıracak bir fetva çıkarması için
Şeyhülislam Hüseyin Hayrullah Efendi’dir. Fetva Emini olan Kara Halil
Efendi zaten Yeni Osmanlılar cemiyetine mensuptur. Onun için bu anlamda
bir problem yaşanmayacağını düşünen Ziya Bey’e (Paşa), şeyhülislam da
padişahın ilk fırsatta kendisini makamından alacağını bildiğini söyleyerek
fetva işinin kolay olduğunu ifade eder. Hüseyin Avni Paşa da, sadrazam
Rüşdü Paşa’nın ikna işini kendisinin halledeceğini beyan eder. Midhat Paşa,
Mekteb-i Askeriye Ders Nazırı Süleyman Paşa’nın da ittifaka alınması gerektiğini
söyler. Ayrıca Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa’nın da ittifaka
alınması konusu gündeme gelir. Sadrazam Mütercim Rüşdü Paşa, yaşlılığında
kazandığı bu makamı bir macera uğrunda kaybetmek istemez. Midhat
Paşa ile Hüseyin Avni Paşa, sadrazamla konuşmaya geldiklerinde onun itirazlarıyla
karşı karşıya gelirler. Yazar, sadrazamın bu konudaki düşüncelerini
şöyle anlatır: “Koca Rüşdü Paşa, dört senecik müteferrik ve muhtelif nezaretlerde
bulunmuş, tam on bir sene ma’zul kalarak varını yoğunu yiyip tüketmişti.
Elbet ihtiyarlık zamanında nasılsa kaptığı sırlı külahın başından
düşmesini arzu etmeyecekti. Hem padişahın Mahmud Nedim gibi mukbel veziri
varken bir daha sadrazam olmak aklına mı gelirdi? Şu gamhânede kaç
günlük ömrü kalmıştı?” (s.393-C.2) Sadrazamın ittifak konusunda isteksiz
davrandığını gören Midhat ve Hüseyin Avni Paşalar, onun sıkıştırmaya ve
ittifak etmekten başka çaresinin olmadığına inandırmaya çalışırlar. Nihayet
Midhat Paşa’nın şu sözleri sadrazamın ittifaka katılmaktan başka çaresinin
olmadığını anlamasına yeterli olacaktır:
“-Bak paşa hazretleri. Şu maksatta ittifaktan ayrılırsan, Beyazıt meydanında
milletin seni pare pare edeceğini düşünmelisin. Vallahi kurtuluş yoktur.
Memleketin hayat ve istikbali mevzu-ı makal olur. Nef’-i âdem için zarar-ı has
her an ve her tarafta tecviz olunur.” (s. 395-C.2) Midhat Paşa’nın bu sözleri
sadrazamın bütün direncini yıkar, o da “Nam-ı pak Hüdâ’ya kasem ederim ki,
bu işte sizinle beraberim.” diyerek ittifaka katılmayı kabul eder.
Mekteb-i Askeriye Ders Nazırı Süleyman Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın
emriyle hemen ittifaka katılır ve şeyhülislamın ittifaka katılması işini üzerine
alır. Şeyhülislamın evine giderek yapılacak işler hakkında bilgi vermek
istediğinde büyük bir tereddüt yaşayan Süleyman Paşa, sonunda onu ikna
etmeyi başarır. Bu arada Şirvanizâde Hulusi Efendi, Ziya Paşa ve Midhat
Paşa halk arasında bir söylenti yayarlar. Bu söylentiler İstanbul’un kahvehaneleri
ve tekkelerinde konuşulmaya başlanmış ve bütün halka yayılmıştır.
“Padişahın Mahmud Nedim Paşa’nın tavassutu ile hususi hazinesini
Odesa’ya aşıracağı bile rivâyet hâlinde çıkmıştı.” (s.409.C.2) Bu rivayetler,
Murat Kacıroğlu
62
padişahın tahttan indirilmesinde halkın desteğinin alınması için yapılan bir
çeşit propaganda amacıyla çıkarılmıştır.
Padişahın tahttan indirilmesi hususunda gereken ittifakın sağlanmasından
sonra hal’ işinin ne zaman yapılmasının kararlaştırılmasına sıra
gelmiştir. Şeyhülislam bir nevi fal bakarak bu işin Çarşamba’dan önce yapılmasını
tavsiye eder. Sonunda 6 Cemaziyelevvel 1293’te Salı sabah beşte
hal’ işinin yapılmasına karar verilir. Süleyman Paşa özel seçilmiş iki tabur
askerle Dolmabahçe sarayını basacak, Murad Efendi’yi göz hapsinde olduğu
yerden çıkaracaktır. Abdülaziz başka bir yere nakledilecek ve Murad’ın
padişah olduğu kamuoyuna duyurulacaktır. Eserin ikinci cildi burada biter
ve hal’ işinin nasıl gerçekleştiği üçüncü cilde bırakılmıştır, ancak bu son cilt
yayımlamamıştır.
Şahıs Kadrosu
Eser, ele alınan tarihî zemine ve bu zemin üzerinde yaşanan siyasî
olaylara uygun olarak çok geniş bir şahıs kadrosuna sahiptir. Bu şahısları
gerçek-tarihî kahramanlar ve kurmaca kahramanlar olmak ikiye ayırmak
mümkündür. Yazar, özellikle tarihî şahsiyetleri tanıtır veya onlar hakkında
bilgiler verirken çoğu defa iç monolog tekniğini kullanır. Okur bu yolla kişilerin
karakter ve anlayışlarını onların iç dünyasından öğrenme imkânı bulmuş
olur. Bazen de şahısların belli başlı özellikleri birkaç çizgiyle tanıtmakla
yetinir. Burada dikkati çeken diğer bir noktada da kahramanları tanıtırken
yazarın takındığı tavırdır. Yazar, eserin girişinde yazdıklarının çeşitli
resmi ve gayri resmi belgelere dayandırdığını söylemesine rağmen, kahramanlar
hakkında şahsî kanaatlerini dile getirmekten kaçınmaz. Bu eseri
roman olarak kabul etmede ana sebeplerden biri olarak kabul edilmelidir.
Özellikle yazar/anlatıcının tavrı, bu anlamda öne çıkmakta, tarihî olay ve
kişiler hakkında konuşurken öznel ve taraflı yaklaşımlar sergilemekten geri
kalmamaktadır. Yazar, tarihî şahsiyetleri de bu anlamda gerçeklikten kopartıp
kendi düşüncesinde olduğu gibi vermekte ve onların iç dünyalarına,
kin ve ihtiraslarına dikkat çekmek istemektedir. Bu yüzden aslında gerçek
tarihî şahsiyetler bile kurmaca özellikler kazanmış ve romana daha çok bu
yönleriyle girmişlerdir. Yazarın temelde yaptığı şey, böyle bir tarihsel zemin
üzerinde olaylar ve kişileri daha çok kendi bakış açısından yansıtmak ve
bunları kendi bilgi ve yaklaşımları doğrultusunda yeniden kurgulayarak
anlatmış olmasıdır. İşte eser bu yönüyle roman kimliği kazanmaktadır.
Tarihî Şahsiyetler
Sultan Abdülaziz
Roman aslî kahramanlarının başında gelen Sultan Abdülaziz, çeşitli
yönleriyle olayların akışına göre ön plâna çıkan özellikleriyle verilir. Yazar
Arif Oruç’un Eseri
63
eserine doğrudan Abdülaziz ve dönemine ait açıklamalarla başlar; onun
tahttan indirilme sebeplerini kısaca açıklamaktadır. Bu açıklamalardan
padişahın bazı özelliklerine de yer verilir. “Bizde Sultan Aziz’in hal’i,
istibdâda karşı atılmış ilk ahrarâne hatve kabul edilir. Abdüzlaziz hal’inden
altı gün sonra nakledildiği Çırağan Sarayı müştemilâtından Ortaköy cihetindeki
dairede iki kolunun birden damarlarını kesmek suretiyle hayatına hatme
çekmiş olduğu meçhul değildir. Sultan Aziz hevâ ve hevesine düşkün ve
müstebid bir hükümdâr olduğu için, vükelâdan bir kaçının ittifakıyla birkaç
saat içinde bertaraf edilmişti. Kendisinin hal’i sebepleri, memleketi izmihlâle
sürüklemiş, hazine-i devlete istediği gibi tasarruf etmiş ve ıslahât ihtiyaçlarını
anlayamamış, daha doğrusu, bizzat validesinin saray ile vükelâ arasında çevirdiği
gafilâne siyasetlere ve entrikalara körü körüne alet olmuş olmasından
başka bir şey değildir. (s. 1-Cilt.1)
Yazar, Fuad Paşa’nın gözünden Abdülmecid ve Abdüzlaziz’i karşılaştırarak
ikisi arasındaki farkı en yakın tanığın gözünden vermeye çalışır. Fuad
Paşa ile Ali Paşa’nın beraber olduğunu bir tabloda durum şöyle aktarılır.
“Ali Paşa Sultan Aziz’den hararetli bir bahis açmıştı. Fuad Paşa, hastalığı da
ölümü de unutmuştu. Bir an için yine devlet ve milletin emektâr veziri olmuştu.
Abdülmecid merhum ile Abdülaziz’i mukayese ediyorlardı. Sultan Mecid,
müstebid ve fakat, nazik, hâtırşinas bir padişahtı. Abdülaziz, mütekebbir ve
hod-pesend, hoyrat bir zât idi. Memleketi lüzumsuz gururu ve kadın sözüyle
uçuruma sürüklüyordu…” (s.138-139 Cilt 1) Romanda Abdülaziz’in kişilik
özelliklerine de yer verilmiş, onun aslında fıtraten kötü bir insan olmadığı,
özünün sözünün dosdoğru olduğu anlatılırken, babası ve kardeşiyle olan
farklılıklarına da dikkat çekilmiştir. “Birâderi Abdülmecid kadar zeki değildi.
Pederi Mahmud-i Adlî’nin saman altından su yürüten ince ve ikiyüzlü siyaset
kullanan tabiatlarını da tevârüs etmemişti. Sofradan tek başına bir kuzu yiyerek
kalkar, yüksek sesle konuşurdu. Kahkahayla güldükçe has oda tavanlarını
çınlatırdı...”(s. 259-C.1) Roman boyunca padişahın sürekli vurgu yapılan
özelliklerinin başında, para hırsı gelmektedir. Yazar, onun sadece özel servet
biriktirmekten başka hiç bir derdi olmayan bir padişah olarak gösterir.
Öyle ki Mahmud Nedim Paşa’yı sürekli sadarette tutmak istemesinin en
önemli nedeni, onun padişahın haksız maddî isteklerini ülkenin kaynaklarını
usulsüz bir şekilde kullanarak yerine getirmekte gösterdiği maharet gelmektedir.
Fuad Paşa
Yazarın olumlayıcı bir bakışla ele aldığı kahramanlardan biri olan Fuad
Paşa, Abdülaziz döneminde devlet adamlığının son günlerini yaşamaktadır.
Ali Paşa ile birlikte, Abdülaziz’in kötü yönetimine rağmen ülkeyi ayakta
tutmaya çalışmaktadır. Romanın birinci cildinin ilk bölümlerinde Fuad Paşa’nın
sadrazamlığı sırasında, daha çok Mısır Valisi İsmail Paşa’nın istekleri
Murat Kacıroğlu
64
yüzünden padişahla yaşadığı fikir ayrılıkları esnasında onun kişilik özelliklerini
daha yakından görmek mümkündür. İsmail Paşa, Pertevniyal Sultan’ı
pahalı hediyelerle kandırarak padişahtan dış ülkelerden faizli borç alama
yetkisi istediğinde, Fuad Paşa, buna İsmail Paşa’nın niyetini bildiği için şiddetle
karşı çıkar. Ancak padişah da aynı pahalı hediyelerden aldığı için Mısır
valinsin isteklerini kabul eder. Bu olay sadrazamı çok üzer. Saraydan ayrılırken
duyduğu üzüntü, onun kişiliğini, ülkesini ve halkını ne kadar önemsediğini
göstermesi bakımından ilginçtir. “Bu akşam Fuad Paşa, çok müteessirdi.
Saraydan çıktığı zaman, sokaklar hayli kararmıştı. İlerde ahşap evlerin
pencerelerinde hasta ışıklar titreşip soluklanıyordu. Sadrazam, arabasına
binerken ardına dönüp sarayın bol ziya taşan pencerelerine baktı. Sonra da,
gözlerini öteki köhne evlerin alaca karanlıkta birbiri üzerine yıkılıp ağır basıyor
gibi duran karartılarına dikti:
“-Bedbaht insanlar. Böyle kör karanlıkta oturunuz. Gözünüzün önünde
varlığınızı emen heyulâ, bakınız neler yapıyor? Ne kadar mesutsunuz ki, zavallılığınızı
bilmiyorsunuz. Diye mırıldandı…” (s.82-C.2)
Ali Paşa
Fuad Paşa ile birlikte Abdülaziz döneminin ilerici devlet adamlarından
biri olan Ali Paşa’nın özellikleri Fuad Paşa’yla karşılaştırılarak verilir. Fuad
Paşa’daki derinlikten yoksun olan Ali Paşa, Fuad Paşa’dan sonra sadrazam
olunca kendi siyasetini uygulayabilmek için ondan daha farklı bir politika
izler. Namık Kemal ve arkadaşlarına daha mesafeli olan Ali Paşa, padişahın
maddî isteklerini yerine getirip kendi siyasetini uygulama yoluna gitmiştir.
“Ali Paşa, Girit’ten döndükten sonra, müstebid padişaha tahakküm etmeye
başlamıştı. Abdülaziz, çok defa eğlence ve zevkten mahrum olarak bir sedir
veya kanepe üzerinde, Ali Paşa’nın karşısında sabahlıyordu. Ali Paşa’nın istediği
de bu idi. Padişah saraya bol para yetiştirildikten sonra, idarî işlere o
kadar karışmak istemiyordu..” (s.106-C.1) Ali Paşa da sadrazamlığı döneminde
padişahın bu yönünü çok iyi kullanmıştır.
Şinasi-Namık Kemal-Ziya Paşa ve Ebüzziya Tevfik
Romanda Midhat Paşa’nın evinde yapılan toplantılarda bir arada gördüğümüz
bu önemli isimler, Sultan Abdüzlaziz’e karşı muhalif tavırlarıyla
ön plâna çıkarlar. Bu şair ve sanatçılar arasında Namık Kemal ve Ziya Paşa
çok daha etkilidirler. Yazar hürriyet ve vatan aşkıyla yanan bu iki arkadaşın
Abdülaziz’in tahttan indirilmesi faaliyetinde önemli roller üstlendiğini ifade
eder. Talebenin Mahmud Nedim Paşa’nın tahttan indirilmesi için yaptıkları
gösterileri organize eden bu ikili, ayrıca kıyafet değiştirerek onların arasına
katılıp, heyecanın artması için ateşli konuşmalar yaparlar. Kişilik özelliklerine
pek yer verilmemekle beraber Namık Kemal’in ateşli ve heyecanlı bir
Arif Oruç’un Eseri
65
yapıya sahip olduğu, padişahın tahttan indirilmesi konusunda diğerlerinden
çok daha aceleci davrandığı özellikle diyaloglarda ortaya çıkar. Midhat Paşa
ile yaptıkları toplantılarda ateşli konuşmalarıyla paşayı çabuk davranılması
için ikna etmeye çalışır.
Midhat Paşa
Eserin en önemli şahıslarından biri olan Midhat Paşa, “Avrupa’da tetkikatta
bulunmuş, hür fikirli kanun-i esasi taraftarı bir zât idi.” (s.79-C.1) cümleleriyle
tanıtılır. Kişilik olarak da “özü sözü doğru bir” bir insan olan Midhat
Paşa, etrafındaki diğer Abdülaziz muhaliflerinden daha farklı düşüncelere
sahiptir. Özellikle Hüseyin Avni Paşa’dan düşünceleri yönüyle çok farklıdır.
Midhat Paşa, ülkenin kurtulması için yapılması gereken en temel işin, kanun-
i esasinin ilan edilmesi fikri üzerinde ısrarla durur. Yazar, Midhat Paşa’nın
dış görünüşü de Arzıniyaz Kalfa’nın bakış açısından vermeye çalışır:
“Paşanın yüzünde bir başkalık hissediliyordu. Kırk sekizinde ya vardı, ya yoktu.
Sakalları pakça kesilmişti. Geniş bir alnı vardı.” (s. 257-C.1)
Hüseyin Avni Paşa
Romanın kahramanları arasında kişilik özellikleriyle en fazla dikkat
çeken şahsiyet Hüseyin Avni Paşa’dır. Romanın ana ekseni olarak gelişen
padişahın tahttan indirilme faaliyetleri daha çok onun çabalarıyla yol bulur.
Hassa müşiri olarak saraya giren Hüseyin Avni Paşa, seraskerliğe kadar
yükselmiştir. Onun en büyük özelliği, bitmek bilmeyen bir kinle Abdülaziz
düşmanı olmasıdır. Ancak bu düşmanlığın nedeni ülke veya millet menfaatiyle
ilişkili değildir. Hüseyin Avni Paşa, henüz müşirken saraya getirilen
Şemsicihan’a âşık olmuştur. Otuz beş yaşlarındaki “gürbüz hassa müşiri”nin
bu cariyeye âşık oluşu şöyle verilir. “Şemsicihan’ı saraya getirdikleri zaman
ona tesadüf etmişti. Ne de olsa taze civan kadınlara pek düşkündü, bayılırdı.
Genç ve dilber kızın ince ve kıvrak beli ile yuvarlak göğsü, dolgun kalçaları
hassa müşirini perişan etmişti.” (s.18-C.1) Hüseyin Avni Paşa, padişaha sunulacak
olan bu cariyenin peşine düşer, onunla konuşmak için fırsat arar.
Şemsicihan da paşaya karşı kayıtsız olmadığını hal ve hareketleriyle gösterince,
haklarında dedikodular başlar ve bu dedikodular padişahın kulağına
gidince hem Şemsicihan Mısır’a gönderilir, hem de Hüseyin Avni Paşa sürgün
edilir. İşte bu olay Hüseyin Avni Paşa’nın amansız bir Abdülaziz düşmanı
olmasına yetecektir. Çok kindar bir adam olarak gösterilen paşa, intikamını
almak için yemin eder ve içindeki kin asla sönmez.
Mahmud Nedim Paşa
Romanındaki iktidar ve güç çatışmalarının ana merkezlerinden biri
olan Mahmud Nedim Paşa, yazarın olumsuz bir tavırla anlattığı kahramanMurat
Kacıroğlu
66
lardan biridir. Makamında kalabilmek için ülke menfaatlerini hiç düşünmeyen
sadrazam, görev yaptığı süreler içinde padişahın gözüne hoş görünebilmek
ve onun maddi isteklerini yerine getirmek için türlü yolsuzluklar
yapmakta bir sakınca görmez. Bu arada kendi cebini de ihmal etmez. Hazine
için yapılan dış borçlanmalarda komisyon alır, bu komisyonunun bir kısmını
padişaha verirken bir kısmını da kendi alır. Devlet ihalelerinde de aynı
yolu izler. Mahmud Nedim Paşa’nın diğer bir yönü olarak da onun Rus yanlısı
bir politika izlediği gösterilir. Rus elçisi General İgnatiyev, onu etkisi
altına alarak İngiliz ve Fransız politikalarına karşı Rus politikalarını tercih
etmesini sağlar.
Pertevniyâl Sultan
Sultan Aziz’in annesi olan Pertevniyâl de yazarın olumsuz bir bakışla
ele aldığı kahramanlardan birisidir. Padişah üzerinde etkisi olan
Pertevniyâl Sultan, sadece kendi rahatını düşünen bunun için de maddî
çıkarını ön plânda tutan ihtiraslı bir kadın olarak çizilir. Valide Sultan siyasi
meselelerde yakından ilgi duyar, çünkü sadaret makamındaki şahıs onu
yakından ilgilendirmektedir. Bu anlamda, Mahmud Nedim Paşa’nın bu makamda
sürekli kalmasını istemektedir. Mahmud Nedim Paşa, sarayın masraflarını
asla kısmamakta, valide sultana el altından para da ödemektedir.
“Pertevniyâl Sultan’ın can damarı para idi. Ona parasız kalacağını söylemek
isteneni yaptırmaya kâfi idi.” (s.119-C.2) cümleleriyle yazar onun paraya
olan düşkünlüğünü vurgulamak ister. Sultan, Mısır valisi İsmail Paşa’dan dış
ülkelerden borç alabilme yetkisinin kendisine verilmesi için padişaha telkinlerde
bulunmak karşılığında rüşvet bile alır. Midhat Paşa’nın sadaretine
denk gelen bu olayda, İsmail Paşa, Mahmud Nedim Paşa zamanında yine
rüşvet karşılığında söz almış; ancak Midhat Paşa, bunu ülke menfaatlerine
aykırı gördüğü için onaylamamıştır. Pertevniyal Sultan da İsmail Paşa’dan
rüşvet aldığı ve devamının geleceğini de bildiği için, padişahı tahrik etmeye
ve Midhat Paşa’nın sadaretten azledilip yerine Mahmud Nedim Paşa’nın
getirilmesini ister.
Hâmid Efendi (II. Abdülhâmid)
Romanın ön plâna fazla çıkmayan diğer tarihî şahsiyetlerden bir de
Hâmid Efendi’dir. “Amcasına sadakat gösteren” Hamid Efendi “fırsat düştükçe
biraderleri aleyhinde jurnal bile takdim” etmektedir. Şehzâde Murad
Efendi’yi kendi için bir tehlike olarak gören Hamid Efendi, onun kimlerle
görüştüğünü, görüştükleri kimselerin gerçek amaçlarının ne olduğu hakkında
öğrenip amcası Sultan Aziz’e bildirir. O çoğu defa da kardeşi Murad
Efendi hakkında gerçek olmayan bilgiler vermekten de çekinmez.
Arif Oruç’un Eseri
67
Şehzâde Murad Efendi
Sultan Aziz’den sonra tahtta çıkarılan Murad Efendi, “Abdülaziz’in
istibdâd ve huşuneti yanında melih yüzlü genç şehzâde âb-ı hayat kadar
musafa ruhlu idi. Fazla olarak hürriyet âşıkı olarak da görünüyordu.” (s.302-
C.1) cümleleriyle tanıtılmaktadır. Amcasının yanında onunla birlikte yurt
dışı seyahatlerine de çıkan Murad Efendi, bu seyahatler sırasında bilgisini
ve kültürünü de arttırmıştır. Yazar, bu bilgileri vererek onun farklılığını da
vurgulamış olur. “Şehzade, Avrupa’da ‘amm-i ekremi gibi zevk ve safâya dalarak:
“Dökülen mey kırılan şişe-i rindân olsun” da dememişti. Hariciye nazırlarıyla
görüşüp, siyaset âlimlerinden Avrupa inkılâplarına dair mütalaalar
almıştı. İstanbul’a dönerken bir sandık dolusu kitap da getirmişti. Moliyer’in
Hogu’nun eserleri arasına, Vassal, Karl Marks, Engels gibi zevât ile Bakunin ve
Mazini gibi müferritlerin asârını da karışmıştı.” (s.302-C.1) Hassas bir ruha
sahip olan şehzadenin aynı zamanda çok içki içtiğini bu yüzden de sürekli
hasta olduğunu da öğreniriz. Şehzade Murad’ın Abdülaziz’in muhalifleri
tarafından onun yerine tahta çıkartılmak istenildiğini öğrenince büyük tereddütler
geçirir. Ona göre Abdülaziz’i tahttan indirmek için çok büyük bir
kuvvete ihtiyaç vardır. Ayrıca muhalifleri arasında Midhat Paşa’dan başka
“devlet işleriyle ülfet ve ünsiyet peyda etmiş kimsecikler yoktu.” (s.311-C.1)
buna benzer düşünceler içinde sürekli bocalayan Murad Efendi, özellikle
Namık Kemal’i çok sevdiği için onun ısrarlarına dayanamaz ve tahta çıkmayı
kabul eder.
Romanda yukarıda tanıtılan tarihî şahıslar dışında birçok tarihî şahsiyet
bulunmasına rağmen, özellikle bu şahısları daha ayrıntılı ele almıştır. Bu
şahıslar dışında kalan diğerlerinin sadece isimlerini vermek yeterli olacaktır.
Şirvanizade Rüşdü Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa, Mısır Valisi İsmail Paşa,
General İgnatiyev, Mustafa Fazıl Paşa, Maliye Nazırı Yusuf Paşa, Sadık Paşa,
donanma nazırı Ahmet Hamdi paşa, Süleyman paşa gibi tarihî şahsiyetler
olarak eserde yer almışlardır. Ancak bu şahısların kişisel özellikleri üzerinde
pek durulmadığı için, sadece isimleri verilmekle yetinilmiştir.
General İgnativey
Rus büyük elçisi olarak İstanbul’da görev yapan General İgnatiyev,
Osmanlı dış politikalarının Rus yanlısı bir tavır geliştirmesi için büyük çaba
göstermektedir. Bunun için de Mahmud Nedim Paşa’yı kullanmaktır. Sadrazamı
pahalı hediyeler, bazen de rüşvetle elinde tutarak, ülkesinin menfaatleri
için tehlikeli gördüğü Midhat Paşa ve arkadaşlarına karşı kışkırtarak
Osmanlı yönetimini elinde tutmaya çalışır.
Murat Kacıroğlu
68
Kurmaca Şahsiyetler
Romanın tarihî şahsiyetleri yanında yazarın bu şahısların yanında dönemin
olayları içinde kullandığı kurmaca şahsiyetler de vardır. Bunlar
Hazinedâr Kalfa, Cevher Ağa, Şemsicihan, Zeynep Hanım’dır.
Haznedar Kalfa
Sarayda önemli bir nüfuza sahip olan Haznedar Kalfa’nın geçmişiyle ilgili
bilgiler özet halinde verildikten sonra, onun Hüseyin Avni Paşa ile olan
ilişkisine dikkat çekilir. Sultan Mahmud’un kız kardeşi Esma Sultan’ın gözdelerinden
olan Kalfa, daha sonra da Sultan Mahmud’un ikbali Teryal Sultan
tarafından Abdülaziz’in annesine tavsiye edilmiş ve böylece Aziz tahta çıkınca
o da sarayda önemli bir mevki olan haznedarlığa getirilmiştir. Hüseyin
Avni Paşa’yı genç bir zabitken tanıyan Kalfa, Hüseyin Avni Paşa ile “iki
sene cilveleşmiş” ve daha sonra saraya hassa müşiri olarak giren paşayla
ilişkisini devam ettirmiştir. “Vükelâ konaklarına, vüzerâ meclislerine girip
çıkarak nüfuzunu iki başlı arttıran dessâs kadın” (s.77-C.1), Hüseyin Avni
Paşa’yla sütninesinin evinde geceleri gizlice buluşup işret âlemleri yapmaktadır.
Eserde bu buluşmalarda yaşananlar canlı tablolar hâlinde verilmekte
ve kalfanın paşa üzerindeki etkisi vurgulanmaktadır. Haznedar Kalfa, ayrıca
sarayda olup bitenler hakkında Hüseyin Avni Paşa adına casuslukta yapmaktadır.
Cevher Ağa
Sarayda kızlar ağası olarak görev yapan Cevher Ağa, Pertevniyal Sultan’ın
casusluğunu da yapmaktadır. Abdülaziz’in devlet işleriyle ilgili çeşitli
bürokratlarla görüştüğü zaman o da gizlice bir köşeden konuşulanları dinlemekte
ve hemen valide sultana haber vermektedir.
Şemsicihan
Romanın başlarında tanıtılan Şemsicihan, esir pazarından alınıp saraya
sunulan bir Çerkez kızıdır. Hüseyin Avni Paşa, onu saraya getirildiğinde
görmüş ve oracıkta bu Çerkez kızına âşık olmuştur. Henüz hassa müşiri olan
paşa, Şemsicihan’ı Abdülaziz’den çok kıskanmış ve onun kaderinin diğer
cariyeler gibi olmasına gönlü bir türlü razı olmamıştır. Onun bu anlamdaki
hisleri şöyle verilir. “Öyle ya, Şemsicihan kızlar ağasının ihtimam ve terbiyesi
altında aylarca ıstıraplar çekecek, diğer cariyelerin kıskançlık dedikoduları
içinde kimsenin kendisini işitemeyeceği mahrem ve kuytu köşelere çekilerek
sessiz ve sakin gözyaşları dökecekti. Nihayet bir gün ona “Gel… diyeceklerdi.
Ne olacağını ne yapılacağını bilmeyerek sarayın dehlizlerinde ipek eteklerini
fışırdatarak geçilip padişahın has odasına kapatılacaktı. Ve bu, latif
Arif Oruç’un Eseri
69
Şemsicihan’ın yaşayıp gördüğü son dakikalar olacaktı.” (s.19-C.1) Bu hislerle
günlerce uykusuz kalan paşa, daha sonra genç cariyenin peşinde dolaşmaya
başlayınca haklarında çıkan dedikodular sonucu kendisi sürgüne, cariye de
Mısır’a gönderilir. Bu olay Hüseyin Avni Paşa’nın ömrü boyunca taşıyacağı
Abdülaziz düşmanlığına sebep olacaktır.
Zeynep Hanım
“Faziletli Türk kadını” olarak tanıtılan Zeynep Nazlı Hanım, Midhat Paşa
ile yurt dışındaki muhalif Osmanlı aydınları arasındaki iletişimi sağlayan
bir aracı rolündedir. Avrupa’da Londra, Paris ve diğer şehirlerdeki Yeni
Osmanlılarla görüşüp İstanbul’a gelince Midhat Paşa’nın evinde uzun konuşmalar
yaparak yapılması gerekenler hakkında fikirler üreten aydın bir
Türk kadını olarak gösterilir.
Mekân-Zaman
Romanda anlatılan olaylar Sultan Abdülaziz’in Mısır seyahatiyle başlar
ve tahttan indirilmesinin hemen öncesinde sona erer. Romanın başındaki
“1279 senesi Şevvalinin ikinci günü” ibaresiyle tarih verilmiş olur. Abdülaziz
dönemi içinde yaşanan olaylar kronolojik olarak verilmekle beraber, yazar,
yer yer geriye dönüşler yoluyla bazı olay ve kişiler hakkında bilgiler de
vermektedir. Abdülaziz’den önceki padişah Abdülmecid döneminde yaşanan
bazı olaylar, başta Hüseyin Avni Paşa ve Midhat Paşa olmak üzere
önemli kahramanların hayat hikâyeler geriye dönüşle verilir. Ayrıca
Arzıniyaz Kalfa’nın saraya gelişi ve şimdiye kadar yaşadıkları yine geriye
dönüşle verilir. Bunun yanında zamanın akışında bazı atlamalara görülür.
Örneğin ikinci bölüm Hüseyin Avni Paşa’nın ilk sürgününden dört yıl sonrasıyla
başlar. Yazar, bu dört yıl içinde yaşanana önemli olayları özetlemekle
yetinir. Yine aynı şekilde altıncı bölüm, Mahmud Nedim Paşa’nın 2 ay önce
sadrazam olduğu bilgisi verilerek başlar. Bu iki ay içinde yaşananlar kısaca
özetlendikten sonra, anlatım başlar. Romanın ikinci cildi, birinci ciltte anlatılan
olayların iki yıl sonrasıyla başlar. Bu iki yılda yaşananlar bu sefer de
Midhat Paşa’nın iç monologuyla yine özetleme hâlinde verilir. “Hüdâ rahmet
eylesin, Şirvânizâde Rüşdü Paşa’nın Hicaz’a gönderilmesi üzerinden iki seneden
ziyade zaman geçmişti. Bir gece sabaha karşı kendisi de Selanik vilâyeti
ile İstanbul’dan uzaklaştırılmıştı.” (s.12-C.2) cümleleriyle başlayan ikinci
ciltte anlatılan olaylar birinci ciltten zamansal olarak iki yıl sonrasından
başlar.
Romanda mekân İstanbul ve çevresi olmakla beraber olaylar daha dar
mekânlarla sınırlıdır. Bu mekânların başında Beşiktaş Sarayı olarak adlandırılan
Dolmabahçe Sarayı ön plâna çıkmaktadır. Ancak sarayın tasvirine
pek az verilmiştir. Padişahın yattığı odanın zarafet ihtişamına ait izlenimler
Murat Kacıroğlu
70
aktarılmıştır. Romanın diğer en önemli mekânı ise Midhat Paşa’nın konağıdır.
Midhat Paşa, önce Topkapı semtindeki konağında daha sonra da yeni
taşındığı Beyazıt Tavşantaşı’ndaki konağında arkadaşlarıyla bir araya gelmekte
ve çeşitli meseleleri konuşmaktadır. Ancak bu yerlerin özellikleri pek
fazla verilmemiş, sadece isimleriyle yetinilmiştir.
Anlatım Teknikleri
Bu eserin romana en çok yaklaştıran tarafı, yazarın olay ve kişileri anlatırken
kullandığı anlatım teknikleridir. Yazar, bu anlamda kurgusal bir
yaklaşımla ele aldığı tarihsel olay ve kişileri romanın imkânlarından faydalanarak
anlatır. Bu anlamda en çok başvurulan anlatım şekillerinin başında
diyalog ve iç monolog gelmektedir. Bunların yanında tasvir ve montaj şekilleri
de kullanılan diğer anlatım teknikleridir.
Diyalog
Tarihî şahsiyetleri bir araya getiren yazar, onları konuşturarak çeşitli
meseleleri tartıştırıp dönemin siyasi hayatını şekillendiren konuları birinci
kaynaktan yani o konular üzerinde siyasi faaliyet gösteren şahsiyetlerin
ağzından yansıtmayı amaçlar. Romanda, özellikle Abdülaziz’in Mahmud
Nedim Paşa ve annesiyle yaptığı konuşmalar, Midhat Paşa’nın evinde toplanan
ve aralarında Namık Kemal’den Hristaki Efendi’ye, Hüseyin Avni Paşa’dan
Ziya Paşa’ya kadar birçok tarihî şahsiyetin arasındaki diyaloglar
esere tamamen roman havası vermektedir. Bu diyaloglarda tarihî şahsiyetlerin
kişilik özelliklerine uygun konuştuklarını da görmekteyiz. Namık Kemal’in
konuşmalarında hitabet üslubu dikkati çeker. Namık Kemal, Midhat
Paşa’nın konağında Şehzade Murad Efendi’yi Sultan Aziz’in yerine tahta
çıkmaya ikna etmek için toplandıklarında onun isteksiz davrandığını görünce
şöyle bir konuşma yapar ki bu konuşmanın üslubu Namık Kemal’in
edebî metinlerindeki üslubunun aynı gibidir.
“-Siz ne düşünüyorsunuz? Vatan millet bahsinde nefes-i Aziz’in yeri olmamak
gerek. Ecmâ’-i makam-ı mu’allayı hilâfete intihâb buyrulmanız mukarrer
ve hatta mukadderdir. Mader-i vatan hûn-ı istibdada gark oldu.
Handân-ı Osmaniye’nin hürriyetperver şehzadesi, milletin ümid ve istikbali
sizdedir. Veyl, o bedbahtlara ki, bel bağladıkları zât-ı muhterem kendilerini
yetim ve bîkes bırakıyor. Bakınız, devlet çergâbe-i mezellette püyân, halk sefil
ü sergerdân inliyor. Ecdâdının hamasetinden zerreye sahipsen, âlem-i
İslâmiye’nin arzû-yu mütecellidine pişvâ olursun. Amcanız mülkü harap etti,
Taht-ı Osmani bir zelzele-i hevl-engiz ile sarsılıp inhidam eylemektedir. Altı
yüz yıllık şan-âver mâzi dûş-i hamiyetinize ağır basmasın.
Namık Kemal Bey, pek yüksek sesle söylüyordu. Elleri şiddetli işaretler
yapıyordu. Sakalları birbirine karışıyordu.” (s.311-C.1)
Arif Oruç’un Eseri
71
Yazar, aynı şekilde Şinasi’nin yumuşak ve sakin bir insan olduğunun
söyledikten sonra onu konuştururken de kişiliğine uygun bir üslupla konuşturur.
Yine az konuşup çok düşünen bir insan olarak gösterilen Midhat Paşa
da aynı şekilde konuşmalarında gayet yavaş ve sakindir.
İç monolog
Eserde kullanılan anlatım tekniklerinden biri de iç monologdur. Yazar,
bazen kahramanların iç dünyalarını yansıtmada, bazen de onların diğer
kahraman veya olaylar ilgili gerçek düşünce ve niyetlerini göstermede kullanır.
Bu yönüyle eserin romansallığı daha da belirgin hâle gelir. Roman
boyunca yazar birçok defa bu yola başvurmaktadır. Burada bazı örnekler
vermekle yetinilecektir. Romanın birinci cildinde kendisiyle birlikte Zaptiye
Nazırı Şirvan Rüşdü Paşa’nın sürgüne gönderileceği haberini Arzıniyaz Kalfa’dan
öğrenen Hüseyin Avni Paşa, bu olay karşısında hayrette kalır ve yapılan
muamele üzerinde düşünmeye başlar ve bu iç monolog şeklinde verilir.
“Zaptiye nazırının ne isyanı vardı. Tanzimat devrinden beri, kimse böyle muhakemesiz
sürülmüş değildi. Abdülmecid cennetmekân bile Kuleli maznunlarını
muhakeme neticesinde nefy etmişti. Demek ki, Abdülaziz cân-ı keyfi icraatına
kendisinden başlamak üzere besmele çekiyordu. Bu gidiş iyi gidiş değildi.
Yarın başka bahanelerle önüne gelenin hukukuna tecavüz edilecek demekti.
Meydanda bir şey yokken, Isparta’ya nefy edilmek istenmesi kadar manasızlık
olamazdı. Elden ne gelirdi şevkelünün canı böyle istemişti.” (s.195-C.1) Eserin
birinci cildinde Midhat Paşa’ya karşı padişahı tahrik etmeye ve onun talebeleri
ayaklandırarak bir ihtilâl yapma niyetinde olduğunu bildirmek için huzura
çıkan Mahmud Nedim Paşa’yı dinleyen ve onunla konuşan Abdülaziz’in
düşünceleri iç monolog yoluyla verilir. “Kırk yedi gün süren Avrupa seyahatinde
Garp inkılâpçılarının ne istediklerini anlayıp öğrenmişti. Yoksa şimdiye
kadar kendinden saklanan müfret gençlerin de arzuları bu vadide mi idi?
Böyle ise, doğrudan nefes-i hümayunu istihdaf ediyorlar demekti. Mahmud
Nedim Paşa, hakikat-ı hâli çekinmeden söylediği için büyük bir hizmet etmiş
oluyordu. Efendisine merbut olan bir adamdan da bu rütbe-i sadakat beklenirdi.
Midhat Paşa’nın seksen senesinde kaleme aldığı ıslahat layihası neticesinin
buralara kadar dayanacağı ümit edilir miydi? Mademki padişah-ı cihandı.
Bu ukdeyi lâ-şek kolayca halledebilirdi. Bir defa Mahmud Nedim’in
maruzâtını teyid edecek olursa, pek merhametsiz davranacaktı. Yılanın başını
küçükken ezmek mukarrerdir.” (s.237-C.1)
Eserin tamamına bakıldığında yukarıda söylendiği gibi, iç monolog
tekniğini çokça kullanan yazar, Midhat Paşa’dan Namık Kemal’e, Arzıniyaz
Kalfa’dan Mahmud Nedim Paşa’ya ve Pertevniyâl Sultan’a kadar birçok kahramanı
iç monolog tekniğiyle konuşturmaya çalışmıştır. Bu bölümde örnek
teşkil etmesi açsından sadece iki örnek verilmiştir.
Murat Kacıroğlu
72
Tasvir
Romanda tasvirlere de yer veren yazar, daha çok kişilerin dış görünüşlerini
tasvir yoluyla vermeye çalışmıştır. Midhat Paşa, Bağdat valiliği görevinden
ayrılıp deniz yoluyla İstanbul’a geldiğinde onu kalabalık bir grup
karşılar ve bu grubun arasında kendini gizleyen Arzıniyaz Kalfa da vardır.
Yazar, Kalfa’nın bakış açısından Midhat Paşa’nın fiziki yapısı hakkında bilgi
vermeye çalışır. “Midhat Paşa. Muntazam kesilmiş sakalları ve gözlüklü bir
insandı. Alnı genişti. Az mülhemce idi.” (s.209-C.1) Abdülaziz’in de buna benzer
şekilde birçok yerde fiziki özellikleri tasvir edilmiştir. Onun yemek yeme
biçiminden, yatak odasında giyindiği elbiselere kadar birçok ayrıntı
tasvir edilmiştir. Arzıniyaz Kalfa’nın dış görünüşü de daha çok gençken ne
kadar güzel bir kadın olduğu hakkında tasvirlerle vurgulanmıştır. Yine Hüseyin
Avni Paşa’nın ilk görüşte âşık olduğu Şemsicihan’ın dış görünüşü Hüseyin
Avni Paşa’nın bakış açısından tasvir edilir. “Genç ve dilber kızın ince ve
kıvrak beli ile yuvarlak göğsü, dolgun kalçaları hassa müşirini perişan etmişti.”
(s.18-C.1)
Montaj
Yazarın eserde kullandığı diğer bir teknik de montaj tekniğidir. Eserde
bazı mektup ve dilekçeler tam metinleriyle verilir. Bu mektuplardan ilki
Midhat Paşa’nın konağında padişah muhaliflerinin toplandıkları bir sırada
“kır atlı bir süvari” tarafından bırakılan imzasız mektuptur. Bu mektupta,
Mahmud Nedim Paşa’nın Midhat Paşa’yı padişahın gözünden düşürmek için
neler yaptığı bildirilmekte ve Midhat Paşa’nın buna karşı nasıl davranması
gerektiği anlatılmaktadır. Yazar bu mektubun tamamını vermekle bir montaj
yapmıştır. (s.223-C.1) Bu anlamdaki diğer bir örnek de Mahmud Nedim
Paşa’nın kendinden para isteyen padişaha yazdığı arızanın tam metninin
verilmiş olmasıdır. Bu arızda sadrazam Bank-ı Osmanî’den istediği tahsisatı
alamadığı yönündeki şikâyetlerini bildirmektedir. (s.265-C.1) Romanın
ikinci cildinde de Midhat Paşa’nın Adliye Nezareti’nden istifa ettiğini bildiren
dilekçesinin aynen verilmiştir. (s.34-35-C.2)
Bakış açısı ve anlatıcı
Roman, yazar/anlatıcı olarak da bilinen 3. şahıs anlatıcının ağzından
anlatılır. Buna bağlı olarak da olay ve kişiler hâkim bakış açısından sunulur.
Yazar, olay ve kahramanlar hakkında bilgiler verirken eserin başına yazar
romanın girişinde yaptığı şu açıklamayla eserini nasıl bir bakış açısıyla yazdığını
şöyle belirtir. “Şu kadar söyleyelim ki, maksadımız bir tarih yapmak
değildir. Zamanın vesaikine istinaden cereyan etmiş olan hadisât ü vak’aya
tam ve şamil bir harekât vermek niyetindeyiz. Tarih va’kayı zabt ü kayd ederek
geçip gider. Biz o mazbutâtı tashih etmiş ve harekete getirmiş oluyoruz ki,
Arif Oruç’un Eseri
73
tarihin irâ’e eylediği safhaları enzâr-ı ibrete bütün çıplaklığıyla göstermiş
olalım.” (s.13-C.1) Bu cümleler yazarın okuduğu ve öğrendiği tarihî bilgileri
kendi zihni ve hayal dünyası içinde yeniden kurgulayarak anlatmak istediğini
göstermektedir. Bu şekilde olayları roman havası içinde anlatmak istemesi
onu belli bir bakış açısı ve yaklaşım göstermek durumunda da bırakmıştır.
Her ne kadar tarihî olayları gerçek bilgi ve belgelere dayandırarak
anlatmak niyetinde olduğunu söylemesine rağmen yazarın çok öznel bir
yaklaşım geliştirdiğini de eklemek gerekir. Romanın temel çatışma noktaları
olan Mahmud Nedim-Sultan Aziz ile Midhat Paşa ve diğer muhalifler arasındaki
zıtlık ve çatışmalarda, yazar doğrudan Midhat Paşa ve arkadaşlarını
desteklediğini belli eder. Midhat Paşa ve arkadaşlarını “müceddid fikirli
vatanperverler” olarak nitelendirirken, Sultan Aziz ve çevresini milleti ve
ülkeyi düşünmeyen benci hatta vatan haini insanlar olarak göstermek istemektedir.
SONUÇ
Arif Oruç’un Abdülaziz’in Mısır seyahatinden başlayıp tahttan indirilmesinden
hemen öncesine kadar yaşanan olayları anlattığı bu eserini, gerek olay
ve kişileri ele alış tarzı, gerekse anlatımda kullandığı teknik dil ve üsluba
bakılarak bir roman olarak değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü yazar,
yaşanmış bazı tarihî olayları ve tarihî şahsiyetleri anlatırken edindiği bilgileri
kendi hayal dünyasında yeniden şekillendirerek anlattığı için yani bir
nevi yeniden kurguladığı için bu eseri roman olarak kabul etmemiz gerekmektedir.
Ayrıca, tarihî şahsiyetlerin yanında kurmaca kahramanlara yer
vermesi, onları çeşitli vesilelerle bir araya getirip konuşturması, iç monologlara
başvurması, olayların akışında tarihî bir metinde olmayacak şekilde
araya girip düşüncelerini açıklayıp yorumlarda bulunmasıyla eseri romana
dönüştürmüştür. Eserin ele aldığı tarih olay ve kişilerden hareketle, tarihî
roman kategorisinde değerlendirilip Türk roman bibliyografyasına eklenmesi
gerekmektedir.
KAYNAKÇA
ARSLAN Yavuz, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi,
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1997.
BİLGEGİL M. Kaya, Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, Atatürk Üniversitesi
Basımevi, Erzurum 1970.
İNAL Mahmut Kemal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, Maarif Vekâleti
Yayınları, İstanbul 1941.
Murat Kacıroğlu
74
KARAL Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt: VII, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 1995.
KOCABAŞ Süleyman, Sultan Abdülaziz ve I. Meşrutiyet, Vatan Yayınları, İstanbul
2001.
OVAT Kısmet Kesim, Yarın Gazetesi Başmuharriri Arif Oruç’un Fikir Hayatı,
(yayımlanmamış yüksek lisans tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara 2004.
TUNAYA Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasî Partiler, 1. Baskı İstanbul 1952.
TUNÇAY Mete, Arif Oruç’un Yarın’ı (1933), İletişim Yayınları, İstanbul 1991.
TUNÇAY Mete, Türkiye'de Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması 1923-1931, Tarih
Vakfı, Yurt Yayınları, İstanbul