Sultan Murat Hüdavengidar zamanında başlamak üzere, bütün Türk Devleti padişahlık döneminde, Rumeli'yi Balkanlar'ı ve Avrupa'yı Türkleştirmek için soyunda ve sopunda hiçbir karışım olmayan Türk ailelerinden oluşan özel güçleri buralara göndermişlerdir.
Bu göçlerin büyük çoğunluğu Oğuz Türkleri, Müslüman Oğuzların Yörük Türkmen boylarından gönderilen aileler teşkil ermektedir. Müslüman Oğuzların, Tanrıdağı ve Karagöz Yörüklerinden olup, Konya ve Aydın yöresine yerleşmiş bulunan isimler, teker teker yazılı bulunmaktadır.
Buradaki, 950 tarih ve 82 numaralı l yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı defterinde Anadolu'dan Rumeli'ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça yazılı bulunmaktadır. Bunların Müslüman Oğuz Türk'ü Yörük Türkmen boylarından oluşan ailelerinin kimler olduğunu kayıtlarda belirtmektedir. İşte bu kayıtlarda, Ulu Önder Atatürk'ün atalarının, Anadolu'dan Konya ve Aydın yöresinden geldiği yazılmaktadır. Atatürk'ün dedeleri; Anadolu'dan Rumeli'ye gidip, Yunanistan'da Manastır Vilayeti'nin derbei bala sancağına bağlı bulunan Kocacık Nahiyesine yerleşen ailelerden olan Hafız Ahmet Alüş Efendi derlerdi.Kocacık Nahiyesinin tamamen Türk'tür. Atatürk kocacık Nahiyesine yerleşen ailelerden olan Hafız Ahmet Efendi'nin torunudur.
Hafız Ahmet Efendi'nin saçları kırmızı olduğu için adına "Kırmızı Hafız Efendi" derlerdi. Ulu Önder Atatürk'ün dedesi kırmızı Hafız Efendi kocacık Nahiyesinde ilkokul eğitmenliği yapmakta idi. Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi de bu kocacık nahiyesinde dünyaya geldi. Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendiye Alüş Efendi derlerdi. Kocacık nahiyesi tamamen Türk'tü. Burada yerleşenlerin çoğu Aydın ve Konya yöresinden gelen Türklerdir. Hatta bu aileler Yörük Türkmenleridir. Bu Yörük Türkmenlerinin Tanrıdağı ve Karagöz olduğu yukarıda adı geçen il yazıcı defterinde kayıtlı bulunmaktadır.
Keza yine belgelerde Aktan ve naldöken Yörüklerinde buralarda bulunduğu yazılmaktadır. Fetihnamelerde, buralardaki Konya Türklerine hudut gazileri ünvanı verildiği yazılmaktadır. Bu Türklere miri, Yörülen Türkmenlerden denilmekteydi. Ulu Önder Atatürk özbe öz Türk olup, Konya ve aydın yörelerinden gitme çok asil bir ailenin evladıdır. Annesi Zübeyde Hanımefendi'nin babası aydından Selanik'e gitme çok asil bir ailenin evladıdır. Annesi Zübeyde Hanımefendi'nin babası Aydınlıdır.
·Bu bilgiler Başbakanlık Eski Müşaviri Şecaattin Zenginoğlu'nun "Bilgi Çağındaki Türk Gençliğinin Yükselen Sesi-1999" isimli kitabından alınmıştır.
Atatürk'ün baba soyu, Aydın-Söke'den gelerek Manastır vilayetine yerleştirilen, "Kocacık Yörükleri (Koca Hamza Yörükleri)"ndendir. Ali Rıza Efendi, Manastır'ın Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya gelmiştir(1839). Aile sonradan Selanik'e göçmüştür. Ali Rıza Efendi'nin babası ilkokul öğretmeni Kızıl Hafız Ahmet Efendi; amcası, Kızıl Hafız Mehmet Efendi'dir. Taşıdıkları "Kızıl" lakabı ve yerleştikleri yere "Kocacık" denmesi; Ali Rıza Efendi'nin soyunun, Anadolu'nun da Türkleşmesinde katkısı olan " Kızıl-Oğuz" yahut "Kocacık Yörükleri-Türkmenleri"nden geldiğini göstermektedir.
''Aile, Vodina sancağının Sarıgöl nahiyesine yerleştirilir. Zübeyde'nin babası Sofizade Feyzullah Ağa, Selanik yakınlarındaki Lankaza'ya göçer ve bir çiftlik sahibi olur. Ve Zübeyde Hanım 1857'de burada doğar. Annesi, babasının üçüncü eşi Ayşe Hanım'dır.''
'Zübeyde Hanım'ın soyu Yörük'tür. Fatih döneminde Karamanoğlu Beyliği'nin yıkılmasından sonra (1466), Balkanlar'da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç ettirilen ailelerdendir. Konya bölgesinden geldikleri için bunlar, "Konyarlar" ismi ile resmi kayıtlara geçmiş ve böyle anılmıştır.''
Mustafa Kemal'in Selanik'te mahalle ve okul arkadaşı, Kütahya Milletvekillerinden Mehmet Somer'in dilinden (1882-1950)
"Atatürk'ün ataları hakkında benim bildiğim şunlar: Atatürk'ün ataları Anadolu'dan gelerek Manastır vilayetinin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik'in ihtiyarlarından duymuştum. Kocacık'lıların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi Yörük'tür. Bunların giysileri Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları, hatta lehçeleri de aynıdır."
(Şapolyo, Enver Behnan, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, İst.,1958, s.21 - Aktaran: Güler, Ali; Atatürk Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1999, s.28)
Yörük ile Türkmen eş anlamlıdır. Atatürk, soyunu açıklarken bunu da vurgular:
“Benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenler’dendir.”
Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Hanım (1885-1956):
“Annemden sık sık şunları dinlemişimdir. Bizim esas soyumuz Yörük’tür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz” diyor ve atalarından bazılarının da sonradan tekrar Konya’ya geri döndüğünü de şöyle açıklıyor: “Dedem Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’ya gitmiş, Mevlevi dergahına girmiş, orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak.”
Makbule Hanım Yörüklük için şunları söylüyor:
“Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi. Bir gün Atatürk’e “Yörük nedir?” diye sordum. Ağabeyim de bana ‘Yürüyen Türkler’ dedi.”
(Şapolyo, Enver Behnan, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, İst.,1958 - Aktaran: Güler, Ali; Atatürk Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1999, s.28)
ATATÜRK'ÜN DEDELERİDE ASLEN KARAMAN YÖRÜK TÜRKMENLERİ'NDENDİ
Bir Türk, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi devletin sınırları içinde olursa olsun kendisini Türk ailesinin bir ferdi olarak görür. Bu genel kaide dün böyleydi, bugün de böyledir. Yarın da böyle olacaktır.
Atatürk, bir İç Anadolu çocuğudur. Dedeleri aslen Karaman Yörük Türkmenlerinden olup, oradan Rumeliye göçmüşlerdir.
Makedonyalı araştırmacı yazar İlhami Emin ile tarihçi Numan Kartal’ın belirttikleri gibi, Atatürk’ün dedesi Kırmızı Hâfız Ahmet Efendi’nin annesi; “Gulalar”, babası “Pınarlar” ailelerinden geliyordu. Kırmızı Hâfız Efendi kardeşi Hâfız Mehmet Emin ile oradan Selânik’e yerleştiler. Annesi Zübeyde Hanım’ın sülâlesi de burada yaşarken Rumeli’ye gönderilerek iskân edilen Türkmen Yörüklerden olan Sarıgöl Köy’ünden Zübeyde Hanım’la, Ali Rıza Bey 1871 yılında evlendi. Dokuz yıl sonra (1881 yıllında) oğulları Mustafa dünyaya geldi. Mustafa yedi yaşına geldiğinde, Babası Ali Rıza Efendi 47 yaşında (1888 yılında) vefat etmiş ve Mustafa yedi yaşında yetim kalmıştır. Atatürk, aslen Konya-Karaman Yörük Türkmenlerinden olmasından dolayı gurur duyardı.
Atatürk bir gün ilk Konya milletvekilli Naim Hazım Onat’a şöyle söylemiştir.
- “Konya benim dedelerimin öz vatandır. Onlar, Rumeli’ye Konya’dan göçmüşlerdir.”
Dedelerinden asırlarca sonra, Konya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında seksen yaşlarında, nur yüzlü, dinç ve tok sözlü bir ihtiyar olan Abditollu Hacı Hüseyin Ağa ile karşılaştı. Atatürk, Hacı Hüseyin Ağaya çocuklarını sorduğunda,
- “Üç oğlandan biri, sizlerle ömür, Çanakkale’de; öteki Sakarya’da şehit oldu. En küçüğü köyde, eker, diker, bize bakar. Sen sağ ol da yavrum. Bize, baba diyen bulunur elbet.” dedi.
- “Bundan sonra ben de sana baba diyeceğim. Benim babam olur musun?” dedi.
İhtiyarın gözlerinden yaşlar süzüldü, boğazı düğümlendi. Söz söylemeye mecali kalmayınca Paşasını bir kere daha kucakladı, neden sonra; “OĞLUM” diyebildi. Bu candan ilişki Atatürk’ün Konya’lı hemşehrilerini mutlu etti. Atatürk ve eşi Latife hanım’ın Hacı Ağa’nın da Ankara’ya gelerek iade-i ziyarette bulunmaları ile bu manevî baba-oğul ilişkisi sürüp gitti…
Atatürk’ün bugün dedesinin kardeşi “Kırmızı – Hâfız” diye tanınan amcası Hâfız Mehmet Emin Efendinin torunları yurdumuzda yaşıyorlar. Ve çok kalabalık bir ailedir.
(Kaynaklar: Namık Kemal ZEYBEK, Yeni Avrasya Dergisi, Atatürk’ün Köyü Kocacık, Eylül 2000-s.15 - E. Semih YALÇIN ve Ali GÜLER, Atatürk Hayatı, Düşünceleri Kişiliği, I.C.)
ALİ RIZA EFENDİ - ZÜBEYDE HANIM EVLİLİĞİNİN TRAJİK HİKAYESİ!
Mustafa Kemal’in hayatını doğduğu günden itibaren biliyoruz. Peki, Atatürk doğmadan önce, babası ve annesi nasıl bir hayat yaşadı? Nasıl evlendiler? Kaç çocukları oldu ve neden öldüler? Ağabeyi Ahmed’in cesedinin başına gelenler neden yıllarca unutulamadı? Dedesi Kızıl Hafız Ahmed hangi olay nedeniyle Makedonya dağlarına kaçmak zorunda kaldı?
İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün yoksul ailesinin pek bilinmeyen dönemi…
Zübeyde Hanım, oğlu Ahmed’in mezarının açılıp, cesedinin aç çakal sürüsü tarafından parçalanıp yenildiğini görünce olduğu yere yığılıp kaldı...
Ahmed dedesinin adını taşıyordu…
Tarih: 6 Mayıs 1876, Yer: Selanik.
Bir Bulgar kızı, seviştiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı kabul etti. Bulgarlar bu durumu kabul edemedi. Tesettüre girmiş kızı, jandarmaların elinden zorla alıp, kendilerine karşı koymayan çalışan 10 kadar Türk’ü de döverek, Amerika Konsolosluğu'na götürdüler. Olayı duyan Selanikli Müslümanlar, "kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, madem ki çarşaf giymiştir. Bu kıyafette bir kadının çarşafını yırtılarak götürülmesi dine, millete, devlete hakarettir. Biz bunu hazmedemeyiz" diyerek Saatli Cami'nde toplandılar.
Kızın ABD Konsolosluğu’nda olduğunu öğrenince yabancı görevlilere saldırdılar. Alman konsolosu M. Abot ile Fransız Konsolosu M. Mulin öldürülmesi olayı bir anda uluslararası siyasal krize dönüştürdü. Başkent İstanbul, Avrupa’nın büyük devletleri savaş gemilerinin Selanik limanına gelip gözdağı vermesiyle, olayda adı geçen 53 Müslüman’ı ağır hapse, 6 kişiyi de idama mahkûm etti. Olayda elebaşı olduğu iddia edilenlerden biri de kızıl sakallarından dolayı “Kızıl Hafız” diye bilinen Hafız Ahmed’di. Kızıl Hafız Ahmed, yedi yıl boyunca saklanacağı ve orada öleceği Makedonya dağlarına kaçmıştı…
Selanik Evkaf (vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürüldü. Zübeyde Hanım kayınpederinin dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla izledi. Daha çok gençti; yirmisinde yoktu…
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini olarak 1870’lerin başı deniliyor. Rivayet odur ki: Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında aksakallı nur yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız gördü. Pir, kızı göstererek, “Bu senin kısmetindir” diye müjde verip ortadan kayboldu. Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip, “bana evlenmek için sarışın bir kız bulun” dedi. O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu gibi görücüler sokağa düştü.
Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgayı kıvırcık saçlı Zübeyde bulundu. Annesi Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşıydı ama ikna edildi. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı mahallesindeki evine gelin gitti. Ali Rıza Efendi, “Gülzar-ı Cennetim Zübeydem” diye hitap ettiği karısını çok sevdi. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç çocuk dünya getirdi: Ahmed, Ömer ve Fatma. Fatma daha yaşını dolduramadan öldü.
Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinden birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye yani, yardımcı askerler birliğine katıldı. 35 yaşındaydı; okur-yazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi verildi. Askerliği yaklaşık iki yıl sürdü; Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda etti.
Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-Yunanistan sınırındaki Olimpos dağının ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına gümrük muhafaza memuru olarak tayin edildi. Ege denizi kıyısında Papasköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklığındaydı ama kara yolu yoktu. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti.
Üstelik Olimpos dağı Rum eşkıyalarla doluydu ve etrafı haraca kesmişlerdi. Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut olmadı. İkinci çocuğu Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı bir korku saldı; “Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?” Hep Selanik’e dönmek istedi. Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi, görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaş oldu. Bu arkadaşlık ona yeni bir iş kapısı açtı; memurluktan ayrılıp, kereste tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete atıldı. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırmaya başladı. Yoksulluk günleri geri de kalmıştı işte; bu nedenle Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır istedi.
Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu. Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de öldü. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir mezara defnedildi. O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden oldu. Kıyıları döven dalgalar Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkardı. Dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni paramparça etti. Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce şoke olup oracıkta bayıldı… Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak…
Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasında derin yaralar açtı. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara gitmedi bir türlü. Geceleri kâbus gördü sürekli. Üstelik hamileydi… Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü. Eve pek az uğruyor; günlerini işi nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu.
Kendi başına bir şey geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygılanmaya başladı. Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması için Selanik’e götürdü. Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı Mahallesi’nde üç katlı pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar işinin başına döndü.
Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi alt üst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar kaçırdı. Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuşabildi. Kereste ticaretini bıraktı. Zaten Osmanlı jandarması da, “Rum eşkıyalar barınmasın” diye ormanı yakmıştı!
Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirleri allak bullak etti. İyi annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih, dudaklarından dua eksik olmadı o gergin günlerde. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi. Bebeğinin kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama içten içe erkek evlat arzuluyordu.
Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın mavi gözlü bir oğlu oldu… Ancak korkuları ve kapıldığı vehimler sonucu oğlunu emziremedi; sütü kesilmişti. Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı; Mustafa. Mustafa; Ali Rıza Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı…
Evet, “ölüler evine” benzeyen bu ailenin yaşamında ruhsal travmalar hiç eksik olmadı. Mustafa Kemal’in çocukluğu da mutsuzluk içinde; ruhsal yaralanmalarla geçti. Ama o, görkemli benliğiyle mutsuzlukların üstesinden tek başına gelmeyi başardı. Çağdaş Türkiye’nin kurtuluşu / kuruluşu bu zaferin sonucudur işte. Ve bu ancak karizmatik liderliğe özgü güçlü bir kişilik yapısıyla mümkündür…
Doğum tarihi, gün-ay ve yıl olarak tam bilinmemektedir. Osmanlı bürokratik yapısında bebeklerin doğum tarihleri sistematik olarak resmi kayıtlara geçirilmiyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal’in doğumuyla ilgili olarak hiçbir resmi belge yoktu. Müslüman aileler doğumları Kur’an-ı Kerim ya da bir başka değerli kitapların arkasına not ediyorlardı. Atatürk’ün de doğumu evdeki iki Kur’an-ı Kerim’den birinin arkasına yazılmış ancak bu kutsal kitap başkasına verildiği için kaybolmuştu.
Zübeyde Hanım’ın yaşamının son yıllarında verdiği bir röportajda oğlunu Selanik’te “dondurucu kırklar” olarak anılan ve kışın en soğuk kırk gününü ifade eden dönemde doğurduğunu söyledi. Atatürk çıkardığı ilk resmi kimlik kartında doğum tarihi olarak Rumi takvime göre, 1296 yazılıydı. Bu 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasına karşılık geliyordu. Atatürk muhtemelen 1880 ya da 1881 kışında doğdu.
2)Doğum günü olarak “19 Mayıs 1881” tarihinin belirlenmesi nereden çıktı?
Bir gün Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak, Atatürk’e bir evrak getirdi. Belge, İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nden geliyordu. Bir ansiklopedide yer alacak biyografisi için Cumhurbaşkanı Atatürk’ün tam doğum tarihinin bildirilmesi rica ediliyordu. Atatürk düşündü fakat doğum gününü tam olarak bilmiyordu. Aklında mayıs ayı kalmıştı. Özel Kalem Müdürü Soyak’a döndü, “bu bir 19 Mayıs günü neden olmasın” dedi. Yani ulusal kurtuluş savaşının miladı olan tarih…
İlginçtir, Atatürk’ün doğum tarihinin yazıldığı resmi evrak İngiliz büyükelçiliğine 10 Kasım 1936 tarihinde gönderildi. Yani Atatürk’ün ölümünden tam iki yıl önce: “Reisi Cumhur Atatürk 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuştur.” Bu tarihten önce Atatürk’ün doğum tarihi konusunda bir kesinlik yoktu. Örneğin, Çankaya Köşkü yaverlik dairesi Atatürk’ün doğum tarihi hakkında sorulan bir soruya 1880 olarak yanıtlamıştı. Halkevlerinin çalışmalarında da bu tarih kabul görmüştü. Bazı kaynaklara göre ise doğum tarihi 13 Mart 1881 idi. Bu kafa karışıklığını Atatürk ölümünden iki yıl önce kendisi düzeltti…
Burada da çelişkili bilgiler var. Genel kabul görüşe göre bu evde doğdu. Ancak kız kardeşi Makbule’ye göre, ağabeyi Pembe ev’de değil; babası Ali Rıza Efendi’nin ailesinin oturduğu Yenikapı’daki evde doğdu. Bu biraz daha akla yakın geliyor. Zübeyde Hanım rahat doğum yapması ve bebeğin bakımı için geçici olarak Ali Rıza Efendi’nin ailesinin yanına taşınılmış olabilir. Ancak Atatürk annesinden dinlediklerine dayanarak kendisinin Pembe Ev’de doğduğu kanısına varmıştı.
4)Pembe Ev’in sahibi kim?
Pembe Ev’i kimin aldığı da muammaydı. Ali Rıza Efendi’nin aldığı şeklinde bilgiler olsa da bu pek doğru değildir. Pembe Ev 1870 yılında Rodoslu bir müderris tarafından yaptırıldı. Sonra mülkiyeti iki kez el değiştirdikten sonra Ali Rıza Efendi’ye kiralandı. Ali Rıza Efendi vefat edince Zübeyde Hanım geçim sıkıntısına düştü. Üç çocuğu; Mustafa, Makbule ve Naciye’yi alıp üvey dayısı Hüseyin Ağa’nın çalıştığı Katipzadeler’in çiftliğine taşındı. Beş ay kaldılar. Zübeyde Hanım, tekrar Pembe Ev’e taşındı. Herhalde Zübeyde Hanım bu evi çok sevmişti. Selanik Belediyesi 1933 yılında aldığı kararla evi Atatürk’e hediye etti. 1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle Pembe Ev müze haline getirildi.
Atatürk'ün babasının belli olmadığı iğrenç bir yalandır.
Mustafa Kemal, 13 Mart 1899'da Harp Okulu'na girer. Bu dönemde girenlerin kaydının tutulduğu, Kara Harp Okulu'nda bulunan 21 numaralı künye defterinde, M. Kemal ile ilgili şu bilgiler yer alır:
1315 (1899) Duhullülere Mahsus Künye Defteri :
"Selanik'te Koca Kasım Paşa Mahallesi Gümrük Memurlarından müteveffa (vefat etmiş) Ali Rıza Efendi'nin mahdumu (oğlu) uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96"
Mustafa Kemal'in Künye Defteri Sayfası (Kara Harp Okulu Belgeliği)
Kocacık Köyü'nü bizlere tanıtan iki gazeteci Ali Öz ve Sayra Öz'dür. Eylül 1999'da Star Gazetesi'nde yayınlanan ''Ata'nın Köyü'' haberi şöyledir:
Kocacık, Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey'in köyü... 'Atalarımız sultana isyan ettikleri için Konya/Karaman'dan alınıp bu dağın tepesine getirilmişler' diye anlatıyorlar tarihlerini. Kocacık ve diğer Türk köyleri hep kendi aralarında evlenmişler ve sadece Türkçe konuşuşlar. Şimdi de Türk televizyonlarını izliyorlar. Çocukların isimleri Şevki, Ayşe, Halil.... Atatürk'ün ailesine Sarı Mustafalar denirmiş buralarda. Amca sülalesinden en son akrabası da 1956'da Adapazarı'na göç edince aileden hiç kimse kalmamış köyde... Ama Sarı Mustafaları unutmamışlar. Hele Mustafa Kemal'i... Onun sevgisi hep yüreklerinde... Sonraki durağımız Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey'in köyü Kocacık...
Aşağıda Kara Dirin Nehri nazlı nazlı akarken dağlara doğru ilerliyoruz. Manzara güzel ama köy bir türlü ortalarda yok. 1 saat, 2 saat, derken 3 saat sonra ağaçlar yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Zirveye yaklaşıyoruz. Ve nihayet yolda birkaç koyunla beraber kızıl kıvırcık saçlı dünya güzeli küçük bir kız ile karşılaşıyoruz... Adı Naze. Kendisine Türkçe hitap edince, önce şaşırıp, bizimle konuşmuyor, daha sonra İstanbul'dan geldiğimizi, Kocacık Köyü'nü aradığımızı söyleyince heyecandan ağlamaya başlıyor.... Köyü işaret ediyor eliyle... Hemen oradaki toprak yoldan saptıktan bir dakika sonra kendimizi bir Türk ailesinin evinde buluyoruz. Burası Yukarı Mahalle'ymiş. Kezban Hanım, Türkiye'den bir gün önce gelmiş gibi. Çok temiz bir Türkçe ile bizi buyur ettikten sonra, kahve ikram ediyor.
Atatürk'ün Büyükbabasının Evi, Star Gazetesi (5 Eylül 1999)
Öğretmen Hayrullah Adem'e köyü çok zor bulduğumuzu, neden bu kadar uzak bir yerde yaşadıklarını sorduğumuzda, 'bu köy ahalisi yüzyıllar boyunca hiç kimseyle karışmamış gerçek Türk soyudur. Atalarımız sultana karşı isyan ettikleri için Konya/Karaman'dan alınıp bu dağın tepesine getirilmişler' diye özetliyor durumu. Tüm bu Türk köyleri hep kendi aralarında evlenmişler ve sadece Türkçe konuşmuşlar. Şimdi de Türkçe televizyon izliyorlar. Atatürk'ün babasının evini sorduğumuzda Aşağı Mahalle'de olduğunu ancak evin çok yıllar önceden yıkılmış olduğunu öğreniyoruz. Bu civardaki bütün Türk köyleri, Kocacık'a bağlı. Novak, bu köylerin en büyüğü. Ziyaret etmeye karar veriyoruz. Köye girerken önce 'Mustafa Kemal Atatürk Sağlık Ocağı'nı ve bir adım ilerde de 'Necati Zekeriya İlkokulu'nu görüyoruz. Necati Zekeriya, Makedon topraklarında yaşamış çok ünlü bir Türk ozanı.
Novak Köyü'nün en yaşlısı Şemsi Hasan Bey; yaşı 80... Tito'yu Atatürk'e benzetiyor. Şemsi Bey'den öğrendiğimize göre Atatürk'ün ailesine Sarı Mustafalar denirmiş. Babasının ismi Ali Rıza, babaannesinin ismi Hatice'ymiş. Şu anda Atatürk'ün yakın ailesinden hiç kimse kalmamış. Amca sülalesinden en son akrabasının en son akrabasının adı Mustafa'ymış ve 1956'da Adapazarı'na göç etmiş ve orada 1970'lerde vefat etmiş. Şemsi Hasan Bey gerçek bir Atatürk hayranı.
Söylediklerinin aynen yazılmasını istedi, biz de yazıyoruz:
'Televizyona bakıyorum, çok taş atıyorlar Atatürk'e. Atatürk olmasaydı Yugoslavya bizi ezerdi. Ben onları çok ayıplıyorum. Buradaki Türkler hiç razı değil bu konuşmalara. Akıllarını başlarına toplasınlar, Atatürk olmasaydı Türk milleti olmazdı. Gazi için neden böyle kötü şeyler söylerler?"
1993 yılında Gazeteci Altan Araslı'nın Milliyet Gazetesinde Yayınlanan ''Atamız Yörük Türkmeni'' adlı haberden:
"Atatürk'ün Büyükbabasının Evini Bulduk, Atamız Yörük Türkmeni" başlığı ile verilen haberde, Kocacıklarla yapılan konuşmalar da göstermektedir ki, Atatürk'ün baba soyu hakkında nakledilen bilgiler doğrudur ve bunlar köydeki yaşlı insanlar tarafından halâ canlı bir şekilde hatırlanıp, anlatılmaktadır. Ayrıca, bugün yaşayan Kocacık Köylülerinde de "Yörük Türkmen ve Oğuz olma bilinci" vardır.
Aras'linin Üsküp'te görüştüğü Kocacıklı Numan Kartal anlatıyor:
"Ali Rıza Efendi, Manastır Vilayeti'nin, Debreibala Sancağı'na bağlı Kocacık'ta dünyaya geldi. Kocacık'ın nüfusu tamamen Türk. Hepsi de Yörük Türkmenleri. Anadolu'dan geldiler. Bizler, Müslüman Oğuzların Türkmen boyundanız. Atatürk'ün büyükbabası, İşkodyalılar ailesinden, babaannesi ise Golalar ailesinden gelmektedir. İşkodyalılar, İşkodya'dan, Kocacık'a gelip yerleşen akıncı Türklerinin adıdır. Golalar ise 'hudut gazileri' anlamını taşımaktadır. Dedesi, Kocacık'ın Taşlı Mahallesi'nden, babaannesi ise Yukarı Mahallesindendir. Ayşe Hanım, Taşlı Mahallesi'ne gelin gelmiştir. Kırmızı Hafız Mehmet Efendi, Çınarlı Mahallesi'nde İlkokul öğretmenliği yapmış. Kocacık'ın Taşlı Mahallesi'nin üst tarafında bir yokuş vardır. Önünde küçücük bir derecik akar. Bu nedenle oraya Dere Mahallesi de denir. İşte Ata'nın büyükbabasının evi oradadır. Kocacık'tan temelli göç ettikleri zaman, evlerini Etem Malik'lere satmışlar. Malik'in oğul Hayrettin İzmit'te oturmaktadır."
Yine Üsküp'te yaşayan Kocacıklardan Murat Ağa Altan Araslı'ya şu bilgileri vermiştir:
"Atatürk'ün dedesinin adı Kırmızı Hafız Ahmet Efendi'dir. Lakapları böyle. Ama, asıl hafız olan kardeşi Mehmet Efendi'dir. Babaannesinin adı da Ayşe Hanım'dır. Daha sonraları Ahmet Efendi'ye 'firari' denmeye başlamış. Firari, Rumeli'de 'gurbetçi', 'gurbete çıkan' anlamına gelmektedir. Yalnız, Selanik'te vuku bulan bir olayla da bağlantılıdır. Kocacık'ın toprağı münbit değildir. Olanakları da kısıtlıdır. Bu nedenle, Ahmet Efendi, Yukarı Mahalle'den Feyzullah Pehlivan ve Taşlı Mahallesin'den Fazlı Ağa ile birlikte Selanik'e çalışmaya gitmişler. 1876 yılının Mayıs ayında bir gün yolda bir olaya tanık olmuşlar..."
Murat Ağa sonra doğruluğu şüpheli bir olayı anlatarak sözlerine son vermektedir. Murat Ağa'nın burada verdiği tarih de yanlıştır. Çünkü, Atatürk'ün babasının yaklaşık olarak 1839'da Selanik'te doğduğunu bildiğimize göre, aile zaten bahsedilen tarihlerde Selanik'e taşınalı epeyce olmuş olmalıdır. Nitekim, Araslı'nın verdiği bilgilere göre, Ahmet Efendi'nin Kocacık'tan 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi)'nden otuz yıl kadar önce taşındığını; köyden ilk ayrılanın da Mustafa Kemal'in Büyük Amcası Kızıl Hafız Mehmet Efendi olduğunu köylüler anlatmaktadırlar. Araslı'nın Üsküp'te görüştüğü bir diğer Kocacıklı da Kocacık'ın Yukarı Mahallesinden, Dolakar Ailesi'nden, Behlül ve Hatice Kızı Maksude Yıldız'dır.
Maksude Yıldız anlatıyor:
'Harekat Ordusu'nun istanbul'a yürüyüşü tüm Balkanlar'da büyük heyecan yaratmıştı... Harekat Ordusu'nun faaliyetleri en güncel konuydu. Mensupları da meşhur olmuştu. Şevket Paşa'nın yaverinin Kocacıklı olduğunu öğrendik. Kimdir, neyin nesidir derken. Kırmızı Hafız Ahmet Efendi'nin torunu, Ali Rıza'nın oğlu Mustafa Kemal olduğunu söylediler."
Gazeteci Altan Aıaslı, Üsküp'teki bu Kocacıklılar'dan bu bilgileri aldıktan sonra, Birlik Gazetesi (Üsküp'te Türklerin yayınladıkları gazetedir)'nden Remzi Canova ile birlikte Rumeli'nin meşhur Kaz Dağları'nı, Maya Dağları'ııı tırmana tırmana sarp bir dağ köyü olan Kocacık'ta dört saatlik bir araba yolculuğundan sonra ulaşıyorlar. Burada kendilerine Köylülerden İsmail Yahya Atatürk'ün dedesinin evini gösteriyor. Onlar geçmişi konuşurlarken gelen yaşlı bir nine söze giriyor ve "evladım doğrudur, onların eviydi" diyerek İsmail Yahya'nın sözlerini onaylıyor. Atatürk'ün Dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi'ye ait olduğu iddia edilen ve 1978 yılında yıkık temelleri Numan Kartal tarafından tespit edilen "Atatürk'ün Dede Evi"nin yerine bir "Atatürk Kültür Evi" yapılması gündeme gelmiştir. Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Sayın Namık Kemal Zeybek'in öncü girişimi, Kültür Bakanı Sayın İstemihan Talay, Devlet Güzel Sanatlar Genel Müdür Sayın Mehmet Özel, kendisi de Manastır göçmeni olan İzmir Milletvekili Sayın Kemal Vatan ve Makedonya Cumhuriyeti'nde Türk milli kültürünü ve Atatürk'ü yaşatma yolunda durup dinlenmeden çalışan Türkiye'nin Manastır Fahri Konsolosu Sayın Mithat Cemal (Manastır'da yaşayan Türklerden)'in destekleri ile "Kocacık'ta Atatürk Evi Yapalım Büyük Şehitliği Onaralım Kampanyası" ile; Atatürk'ün Dedesinin evinin yerinde bir kültür evi yapılması gündeme gelmiştir. İki ülkenin Kültür Bakanlıkları projenin yapımına birlikte destek vererek başlamış bulunmaktadırlar.
Namık Kemal Zeybek'in başkanlığında Köyü ziyaret eden "Yeni Avrasya Dergisi Ekibi"nin 2000 Eylül sayısından:
"...Biz Atatürk'ün yakın akrabalarının yaşadıkları yeri merak ettik ve Makedonya'nın batısındaki bir dağ köyü olan Kocacık'a gittik. Bir zamanlar Osmanlı Devleti'nin sınırları içindeki Manastır Vilayeti'ne bağlı olan Kocacık Nahiyesi, günümüzde Makedonya'nın Debre Şehri yakınlarında. Jupa Belediyesi ne bağlı, şirin bir dağ köyü. Ulaşımın zor bir yerde olması, onun bu saflığını korumasını sağlamış.
Yeni Avrasya ekibi bu güzel heyecanı yaşamak için her türlü engeli aşıp Kocacık Köyü'ne ulaştı. Debre'de yediğimiz gevrek ve lor peynirli bürekin' (böreğin) tadı damağımızda, kuzeybatı istikametine doğru çıkıyoruz. Sağımızda Radika İrmaklarının birleştiği küçük bir göl var. Sol tarafımızda ise yemyeşil bir dağ yamacı... Arka arkaya hepsi de Yörüklerin yaşadığı dört köyün içinden geçiyoruz. Pala bıyıklı erkekler, başörtülü kadınlar el sallıyor. Türkçe selam veriyorlar. Namaz vakti camilerden yükselen ezan seslerini duyuyoruz. Nihayet Kocacık Kalesi de denilen doruk seçilmeye başladı. Bayır yukarı çıkarken büyük bir mezarlıktan geçiyoruz. Halâ heybetli gözüken bu mezar taşları, büyük bir Türk şehitliğinde olduğumuzu anlatıyor. Hırvatisyan Arnavut Georgi Kastriyola'nın ayaklanmasını bastırmak (1447-48) ve Makedonya'ya geçmesini engellemek için çarpışırken şehit düşen kahraman Türk askerleri yatıyor burada. Şehitlerimizi anıp ilerliyoruz. Biraz ilerde karşımıza çıkan gence sorduk. Atatürk'ün Köyü nerede?
'Ahancık şu dağın arkasında.' O dağın arkasına geçtik, yeşillikler içinde saf ve temiz bir Türk köyü bulduk. İçi dışı güzel, güler yüzlü insanlar. Hepsi de 'biz Atatürk'ün torunlarıyız' diyorlar. Gülistan Emin, derede çamaşırını yıkamış evine dönüyordu. Gruptaki bayanları evine davet edip, gelinlikten kalma çeyizlerini gösterdi. Çocukları Fikret ve Erdoğan; biri Almanya'da diğeri İtalya'da çalışıyor, evlerine emek parası yolluyorlar. Köylerde evler birbirinden uzak, bahçeler içinde yerleşmişler. İlkokul öğretmeni Selim Maksut bize eşlik ediyor. Makedonya'daki Kültür Müşavirimiz Şakir İlyasoğulları çocukları toplayıp, 'Çanakkale içinde aynalı çarşı" şarkısını söyletti. İçlerinden birisi sanki Atatürk'ün çocukluk hali... Sarışın, mavi gözlü İdris de bunun farkında zaten. Hepsi Atatürk'ü ezbere biliyorlar. Öğretmen Selim Maksut bizi evine davet etti. Geleneksel Türk konukseverliği ile ikramlarda bulunduğu tertemiz evine. Her taraf halılar, danteller ve kanaviçelerle süslü.
Bize kısa bir tanıtım yapmayı da ihmal etmedi:
Kocacık halkının Konya'dan geldiğini, çok eski tarihlerde köyün adının "Kocacenk' olduğunu, hatta bir ara köye 'Konyacık' denildiğini dahi anlattı. Civarda yaşayan insanlar da burada yaşayanları 'Konyarlar' olarak tanıyormuş. Köy yakınlarındaki büyük çarpışmadan dolayı köyün adının bir ara Kocacenk, daha sonra da Kocacık olarak anıldığını anlattı. Makedonya resmi adı da aynı imiş. Türkçe yazıldığı gibi Kocacık. Evin gelini Gülcan, milli kıyafetlerini giyip bizi ağırladı. Ardından Yörük evinde ayran içmeden olmaz dediler. Ayranlardan sonra da evin kızı Şekeriye'nin hazırladığı Türk kahvelerini içtik. İkram, ikram üstüne, kendi evimiz gibi sıcak olan bu dost evinde içimiz kıpır kıpır. Bir an önce dışarı çıkıp Atatürk'ün dedesi ve babasının evinin bulunduğu yere gitmek istiyoruz. Heyecanımız doruk noktada. Onu yetiştiren, bizlere armağan eden bu topraklarda olmak çok büyük haz veriyor bizlere.
Kocacık üç mahalleden oluşuyor. Aşağı Mahalle, Taşlı Mahalle ve Blato (Bataklık) Mahalle. Ali Rıza Bey'in evi, Taşlı Mahallede. Ne yazık ki, ev yıkılmış ve yıkıntı üzerinde taş yığını duruyor. İçimiz parçalanıyor, bir garip oluyoruz. Ata evi ayakta dursaydı da biz de Kırmızı Hafız Ahmet Efendilerin yaşadığı, Ali Rıza Beyin oyun oynadığı mekanı görseydik diyoruz. Namık Kemal Zeybek Bey duygulanıyor. Onu evden geriye kalan taşların arasında yalnız bırakıyor, uzaktan resimlerini çekiyoruz... Kocacıklıların maddi durumları iyi değil. Hayvancılık yaparak geçimlerini sağlıyorlar. Hepsi köylerinde yapacak bir 'Atatürk Evi'nin özlemini duyuyor, mezar taşları bile kaybolmaya başlayan 'Büyük Şehitlik'in onarılmasını bekliyorlar. Bugüne kadar, Türkiye'den bir girişimi beklemişler. Sadece evin inşasını değil, onu görmek üzere köylerini ziyaret edecek kişileri de bekliyorlar. Atalarını, Atatürk'ü yetiştiren toprakları ve çevreyi görmek isteyen Türkleri bekliyorlar."
Tarihçilerin Atatürk'ün soyu hakkındaki görüşleri
Zübeyde hanım düzgün beyaz bir teni, derin ama berrak açık mavi gözleri vardı. Ailesi Selanik’in batısında Arnavutluğa doğru sert ve çıplak dağların geniş donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası Türklerin Makedonya’yı ve Teselya’yı almalarından sonra Anadolu’nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştiği yerdi. Bu yüzden Zübeyde Hanım damarlarında ilk göçebe Türk kabilelerin torunları olan ve hala Toros dağlarında özgürce yaşayışlarını sürdüren sarışın yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı.”
(Lord Kinross, Atatürk, İstanbul, 1994, s.21)
Mustafa Kemal’in dedesi Sofuzade Feyzullah Efendi’nin ağabeyi, Mevlana Dergâhı’nın dervişlerinden biridir. Mustafa Kemal’e göre, annesinin dindarlığı Sofuzade Feyzullah Efendi’nin mirasıdır. “Atatürk annesinin ilahilerle, mahalle mektebine başlaması yolundaki ısrarının sebebini bu mirasa bağlıyordu.”
(Ahmet Fuat Bulca’dan naklen, Kutay, s. 136)
Zübeyde Hanım, kendi ailesi içinde ve kocasının ailesi içinde hacılar bulunmasından gurur duymaktadır. Mustafa’nın da onların yolunu izlemesini, iyi bir din eğitimi almasını, hatta iyi bir din adamı olmasını istemiştir. Bunun için Mustafa Kemal, mutlaka mahalle mektebine gitmeli, dini bütün Müslüman çocukları gibi, Kur’an ilkelerine uygun yetişmelidir.
(Lord Kinross, Atatürk, İstanbul, 1994, s. 22)
Mustafa Kemal’in anne soyundan yakın akrabaları arasında tekke şeyhleri de vardır. Hatta anlatılanlara bakılacak olursa, Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım ve halası Emine Hanım, Selanik’te sık sık tarikat toplantılarına katılıp, şeyh ve derviş aileleriyle sıkı ilişkiler kurmuşlardır.
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, C.I, İstanbul 1958, s.269)
Zübeyde Hanım’ı tanıyanlar, Zübeyde Hanım’ın evinde iki adet Kur’an’ı Kerim bulunduğunu, bu Kur’an’lardan birinin duvarda özel koruması içinde asılı, diğerinin ise evin başköşesinde bir rahle içinde açık durduğunu belirtmektedirler. Zübeyde Hanım’ın son nefesini verinceye kadar her fırsatta sıkça Kur’an okuduğu bilinmektedir.
Mustafa Kemal annesinin dindarlığına büyük saygı duymuş, ona hediye alacağı zamanlarda, seccade, tespih ya da başörtüsü gibi dinsel işlevi olan şeyleri tercih etmiştir. Örneğin, Şam’da kurmaylık stajını yaparken sevgili annesine hediye olarak Suriye yapımı dört tarafı gümüş sırmalarla işlemeli bir başörtüsü almış ve arkadaşı Ali Fuat’la Selanik’e, annesine göndermiştir.
(Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967, s. 122)
Mustafa Kemal çocukluk ve ilk gençlik yılları dışında sıklıkla annesinden ayrı kalmıştı. Annesini çok seven bir oğul olarak annesinden uzak kaldığı dönemlerde anne hasretini derinden hissetmiş, tüm güçlüklere rağmen her fırsat bulduğunda annesini ziyaret etmeyi de ihmal etmemiştir. Mustafa Kemal son olarak Kurtuluş Savaşı yıllarında annesinden ayrı kalmıştır; fakat anne hasretine dayanamamış olsa gerekir ki, annesini Ankara’ya yanına aldırmıştır.
Mustafa Kemal, TBMM Başkanı ve Başkomutandır. Yıllardan 1922, aylardan Hazirandır. Anne ve oğul üç yıl ayrılıktan sonra nihayet kavuşmuşlardı. Zübeyde Hanım bir süre Çankaya Köşkü’nde kalmış; ancak kısa süre içinde İstanbul’dan beri devam eden hastalığı iyice artmıştır. Mustafa Kemal, hasta annesine İzmir havasının iyi geleceğini düşünmüştür. Zübeyde Hanım, uzun uğraşlardan sonra, İzmir’e gidip bir süre kalması için ikna edilebilmiştir. Zübeyde Hanım, İzmir’de Mustafa Kemal’in evliliği düşündüğü Latife Hanım’ın Karşıyaka’daki yazlık evlerinde kalmaya başlamıştır. Burada bulunduğu sırada hastalığı iyice ağırlaşan Zübeyde Hanım 15 Ocak 1923’te vefat etmiştir.
Mustafa Kemal ise bu sırada özel treniyle Ankara’dan başlayan ve Batı Anadolu’yu kapsayan bir yurt gezisine çıkmış ve 15 Ocak’ta Eskişehir’e gelmiştir. Gün ağarmak üzeredir. Mustafa Kemal emir eri Ali Çavuş’u çağırıp, “Bir haber var mı?” diye sormuştur. Ali Çavuş, “Şifre geldi ama çözülmedi” diye yanıt verince, mavi gözleri çakmak çakmak olan Mustafa Kemal hafifçe başını kaldırıp Ali Çavuş’a hüzünle bakarak, “Annemin öldüğünü biliyorum. Bir rüya gördüm. Yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum. Birden bire bir fırtına çıktı, anamı alıp götürdü” demiştir. Deşifre edilmiş telgraf kendine verildiği zaman gözlerini kapamış, derin bir nefes almış, başını hafifçe öne eğmiş, bir an düşündükten sonra “İzmir’e gidiyoruz. Treni İzmit’e çevirsinler” talimatını vermiştir.
Mustafa Kemal, aynı gün, İzmir’de bulunan başyaver Salih Bozok’a şu telgrafı çekmiştir: “...Verdiğiniz elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i tedfiniyesini (İslami kurallara uygun bir şekilde cenaze törenini) ifa ettiriniz. Cenab-ı Hak milletimize hayat ve selamet versin.”
(Güler, Ali; Atatürk Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1999, s.43)
Mustafa Kemal, kısa bir süre sonra İzmir’e gelerek annesine olan son görevini yerine getirecek; annesinin mezarı başında ve Allah’ın huzurunda ellerini açıp dua edecektir.
Zübeyde Hanım’ın Cenaze Töreni
Zübeyde Hanım’ın ölümü sırasında İzmir’de bulunan Asım Gündüz, Zübeyde Hanım’ın cenaze töreni hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Zübeyde Hanım son saatlerinde yanında bulunan Latife Hanım’a ayrıca bir vasiyet yazdırmıştır. Latife Hanım, ölüm haberini ilk önce İzmir valisi Mustafa Abdülhak (Renda’ya) bildirmiş, vali de büyük bir cenaze töreni hazırlatmıştı. Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış hafızlarından tam otuz üç kişi çağırarak sabaha kadar hatim yaptırmış ve hatim duası üç gün sürmüştür.
Cenaze alayına adeta bütün İzmir katılmıştı. Vali, memurlar, komutanlar, hocalar olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi buluyordu. Okulların getirdiği çelenkler kabrin üstünde bir örtü teşkil etmişti. Batı Cephesi kurmay başkanı Asım, Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel (Bakü), İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman Nafiz (Gürman) paşalar cenaze alayının önünde yürümekte idiler.
Latife Hanım, siyah bir manto giymiş, siyah peçe örtmüş, cenaze alayına katılmak istemişti; fakat ailesinin ve din adamlarının, “İslam’da kadın cenazeye katılmaz” diye engel olmaları üzerine bir faytona binerek cenazeyi arkadan takip etmiştir.
Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında mevlit okutmuş, 52. gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek kadına karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti”
Mustafa Kemal, kısa bir süre sonra İzmir’e gelerek annesine olan son görevini yerine getirecek; annesinin mezarı başında ve Allah’ın huzurunda ellerini açıp dua edecektir.
Zübeyde Hanım, İslam dininin ilkelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Ömrü boyunca dininin tüm gereklerini yerine getirmekle kalmamış, son günlerinde, öldükten sonra ruhuna hatim okutulmasını vasiyet etmiştir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında annesinden bir süre uzak kalan Mustafa Kemal, Ankara’dan Cemal Bey’i (Bolayır) sık sık İstanbul’da Akaretler’de oturan annesine göndererek hatırını sordurmuş ve bu şekilde bir şeye ihtiyacı olup olmadığını öğrenmiştir. Cemal Bey’in, Zübeyde Hanım’ı son ziyaretlerinden birinde artık iyice hastalanmış olan Zübeyde Hanım ona vasiyetnamesini hazırlatmış ve Cemal Bey’den bir istekte bulunmuştur:
“Evladım, ben öldükten sonra ruhuma her sene hatim okutmak üzere bir yere bir miktar para bırakmak isterim. Bunu nereye verelim?”
Cemal Bey biraz düşündükten sonra:
“Peki, size çok iyi bir müessese göstereceğim. Arzu ederseniz sizinle oraya gidip görüşelim” demiş ve Zübeyde Hanım’a yardımcı olmuştur.
Ertesi gün Cemal Bey, o zaman Darüşşafaka müdürü olan Ali Kami Bey’i görerek Zübeyde Hanım’ın arzusunu ona iletmiştir. Ali Kami Bey “memnuniyet ile teberrularını (bağışlarını) kabul ederiz” demiş. “Mektep esas defterine kaydını yaparak her sene arzusu veçhile hatim ettirip duasını yaparız” diye de eklemiştir. Daha sonra, Cemal Bey ile Zübeyde Hanım Dürüşşafaka’ya gitmişler. Müdür Ali Kami Bey bütün öğrencileri büyük salona toplamış ve kendilerine Paşa’nın annesini tanıtmıştır. Bundan sonra ilahiler ve dualar okunmuş, Zübeyde Hanım bu güzel karşılanıştan çok memnun kalmıştır.
Zübeyde Hanım vasiyetnamesinde Dürüş-şafaka’ya da bir miktar para bırakmıştır
(Altan Deliorman, Atatürk’ün Hayatındaki Kadınlar, İstanbul 1999, s. 29,30)
Daha sonra annesinin vasiyetini öğrenen Mustafa Kemal, her ölüm yıldönümünde annesine hatim okutup, hatim okuyan hafıza zarf içinde bir miktar para vermeyi adet haline getirmiştir. Bu, bir oğlun annesine duyduğu sevgi ve bağlılığın manevi bir işaretidir.
Zübeyde Hanım, babasının dindarlığından fazlaca etkilenmişti. Zübeyde Hanım’ın babası, yani Mustafa Kemal’in anne soyundan dedesi -daha öncede belirtildiği gibi- “Sofuzade” olarak bilinen Feyzullah Efendi’dir. Sofuzade Feyzullah Efendi, Atatürk’ün çocukluk anılarında okul tatillerinde tarlalarda kargaları kovaladığından bahsederken söz ettiği Selanik’e bir saat uzaklıkta Langaza’daki çiftliğin sahibidir. Zübeyde Hanım, Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe Hanım’ın tek kızıdır.
(Kutay, Türkçe İbadet, s. 131)
Tarihi gerçekler bu kadar açık ve net iken birilerinin hala ısrarla Atatürk'ün soyu belli değildi demesi bu insanların Atatürk'ü karalamak için ne kadar aciz duruma düştüklerini gösteriyor. Tarihi gerçekler ne yaparlarsa yapsınlar gizlenemez. Yalancının mumu artık yatsıya kadar bile yanmıyor.