05 Nisan 2013

OSMANLI'YI ANLAMAK...




Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

Günümüzde, Osmanlı Devleti’ne cephe alan belli mihrâklar ve karanlık güçler, üç kol halinde, en uzun ömürlü İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti’ne hücum etmektedirler: Birinci kol, İslâm'a düşmanlıklarını açıktan ortaya koyamayan ve bunu Osmanlı düşmanlığı adı altında yürüten din ve tarih düşmanlarıdır. Bunlar, kusurlarıyla birlikte, İslâm’ı hayatın bütün safhalarında yaşayan ve yaşatmaya çalışan Osmanlı Devleti’ni tenkid etmekle, açıktan yapamadıkları İslâm düşmanlığını böylece yapmış oluyorlar. İkinci kol ise, altı yüz sene, İslâm'ı neşretme hizmetindeki Osmanlı Devleti'ne ayak bağı olmuş, İslâm'ı kendi sâfiyetinden çıkarmaya çalışmış bir devletin fikir propagandalarına kanan ve tarihimizi tam bilmeyen bazı saf Müslümanlardır. Üçüncü kol ise, Osmanlı Devleti’nin bütün Müslümanları kucaklayan ümmet ve Osmanlı Milleti anlayışına karşı çıkan ve yanlış olarak Osmanlı Devleti’ni Türk düşmanı gibi göstermeye çalışan belli bir ekiptir. Özellikle Fâtih’in kapıkulu sistemini ve Sokullu gibi başka ırklara mensup Osmanlı devlet adamlarını acımasızca tenkit edenler bu grup içinde yer almaktadırlar. Her üç kolun da ellerinde koz olarak kullandıkları en önemli mevzûlardan biri, Osmanlı padişahlarının ve Osmanlı Devleti'nin, İslâm dininin, içki yasağı ile alâkalı hükümlerini hiçe saymaları ve aşırı bir içki mübtelâsı olmaları şeklindeki iddiadır. Harem mevzuu da bu tür iddialarla bezenerek ve süslenerek vatandaşın önüne çıkarılmak istenmektedir. İşte bu Kitapta, zikredilen ekiplerin kasden ortaya attıkları iddialar teker teker aydınlığa kavuşturulacaktır.



Osmanlı Devleti, büyük bir devlettir. Osmanlı Tarihi konusunda kalem oynatmak da büyük bir iştir. Büyük işlerde sadece kusurları gören cerbeze ile hareket edenler, hem aldanır ve hem de aldatırlar. Cerbezenin şanı, bir kötülüğü sümbüllendirerek bütün güzelliklere galip getirmektir. Bir adamdan bir sene içinde meydana gelen pis kokuları bir anda meydana gelmiş gibi hayal ederek o adama bakarsanız, o adam nazarınızda çok çirkin hale düşer. İşte eğer cerbeze ile 600 yıllık zamanda 20 milyon km2’lik mekânda Osmanlı Tarihi içinde dağınık halde meydana gelen bütün kötülükleri toplar ve o siyah perde ile Osmanlıya bakarsanız, o zaman kapkaranlık bir tarihle karşılaşırsınız. Cerbeze, bütün çeşitleriyle garip şeylerin makinasıdır. Gerçekten de cerbezeli bir âşıkın nazarında bütün kâinat sevgiyle oynaşmakta ve gülüşmektedir; ama çocuğunun vefatıyla mâtem tutan bir ananın nazarında umum kâinat hüzün içinde ağlaşmaktadır. Halbuki ikisi de doğru değildir.


Tarih, bir olaylar ve insanlar bahçesidir. Sizden biriniz, bir saatliğine gezinmek için bir bahçeye girseniz, noksanlardan beri olmak ancak cennet bahçelerinin özelliklerinden olduğundan ve her kemale bir noksan karıştırmak da bu dünyanın gereklerinden bulunduğundan, o bahçenin bazı köşelerinde pis ve murdar şeylere de rastlayabilirsiniz. Tabi’atı bozuk olanların, sadece o bahçedeki çürümüş ve kokuşmuş şeylere gözü takılır. Sanki o bahçede başka bir şey yok gibi, hayal ve vehminin de tahrikiyle bahçeyi kendi gözünde mezbeleye çevirir; midesi bulanı ve kusar. Halbuki akıl böyle bir bakışı tasvip edebilir mi? Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen güzel görür; güzel gören hayatından lezzet alır.

İşte biz, girdiğimiz Osmanlı tarih bahçesinde sadece kirli ve murdar şeylere değil; açmış çiçeklere ve kokan güllere de bakacağız. Makam için fetvâ veren Turşucu-zâdelerin yanında Kanuni’ye karşı çekinmeden ‘Padişah emriyle nâ-meşrû’ olan nesne meşrû’ olmaz’ diyerek haykıran Ebüssuud’dan; Torlak Kemal ve Mithat Paşaların yanında Molla Fenari’den ve Ahmed Cevdet Paşa’dan; devleti perişan eden Tal’at-Enver-Cemal üçlüsünün yanında Pîrî Mehmed Paşa ve Köprülü Mehmed Paşa’dan; körü körüne ilmî gelişmelere karşı gelen Kâdîzâde’lerin yanında Lagari Hasan Çelebi ve İsmail Gelenbevî’den de bahsedeceğiz. Biz tokadımızı Antranik ile beraber Enver Paşa’ya ve Venizelos ile beraber Said Hâlim Paşa’ya vurmayacağız. Nazarımızda vuran da sefildir diyeceğiz. Kısaca tarihimizde görülen menfilikleri bir testi pis su olarak görüyoruz. Bir testi pis su bir denize dökülürse, denizi kirletmeyeceğine ve hatta kendisinin de temizleneceğine inanıyoruz.

Tarihe bakış açımız, 600 yıllık Osmanlı tarihinin iyiliklerini de kötülüklerini de görebilecek bir gözlükle olacaktır. Yoksa kötülük bulunmayan hiç bir tarih devri mevcut değildir. İyilik tarafı bulunmayan tarih devri de yoktur. Tarihe böyle bakanlar, kendileri yanıldıkları gibi, başkalarını da yanıltırlar. Allah etmesin, böyle bakış açısı olanlardan biri bin sene yaşayacak olsa, hayalindekine uymadığından Hz. Ömer’in idaresini bile tenkit edecektir. Bu hayalin neticesi olarak, yapıcı değil, yıkıcı bir nazarla tarihe bakacaktır. Unutmayacağız ki, tarih boyunca, iyilikleri kötülüklerine ve sevapları hatalarına ağır basanlar, her zaman mağfiret ve affa müstahaktırlar. Allah’ın haşirdeki adaleti de böyle hükmedecektir.

Osmanlı Devletini teşkil eden fertler ma‘sûm ve günahsız değillerdir. İçlerinde I. Murad, II. Murad, Fâtih, Yavuz ve II. Abdülhamid gibi “veliyyullah“ mertebesinde fertler bulunduğu gibi, içki ve benzeri günahları irtikâb eden şahıslar da bulunabilir. Osmanlı Tarihi boyunca nazarî plânda İslâm'ın bütün düsturlarının kabul edilerek tatbik edildiği bir vâkı'adır. Ancak tatbikatta bu esaslara muhâlefet edenlerin bulunduğu da bir vâkı'adır. Her ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Her şeyde olduğu gibi, Osmanlı Devleti'nin iyilikleri de vardır, hataları da vardır. Ancak 600 sene boyunca hasenâtının seyyiâtına ağır bastığı içindir ki, kader-i İlâhi bu uzun süre içinde İslâm'ın bayraktarlığı ünvanını onlara ihsân etmiştir. Seyyiâtı hasenâtına ağır basınca da, bu şerefli ünvan yine kaderin hükmiyle ellerinden alınmıştır. En kötü zamanlarında bile, değil içki gibi İslâm'ın açık bir hükmüne muhâlefet, içtihadî meselelerde dahi şer'î hükümlere ri‘âyet etmek için elden gelen gayreti gösterdiklerini, sayıları milyonları bulan arşiv belgeleri isbat etmektedir. Nitekim bir hatt-ı hümâyûnda Osmanlı sultanı şer‘-i şerife bağlılığını şöyle açıklıyor:

“cümlemizin başı şeri’at-ı mutahharaya bağlu oldığından kâffe-i ef‘al ve harekâtımızı ana tatbik etmeğe sa‘y eder isek, ol vakit ruhaniyât-ı peygamberî dahi hoşnud ve razı olarak Cenab-ı Hayr’un-nâsırîn Devlet-i Aliyyemiz’de fevz ü nusret ü tevfikât-ı samedaniyesine mazhar edeceğine kat‘â şüphe yokdur”.

Elbette ki tarihe tenkit gözüyle de bakacağız. Ancak insanı tenkide sevk eden sebep ya tenkit ettiği şeye duyduğu nefret hissinin tatminidir; düşmanın ayıbını görerek tenkit etmek gibi. Yahut da tenkit ettiği kişiye karşı beslediği şefkatin tatminidir; dostun aybını görüp tenkit etmek gibi. İşte özellikle tarih alanında, doğru veya yanlış olması muhtemel olan aleyhteki bir konuda (Yıldırım’ın intihar etmesi ve içki içmesi iddiaları gibi), iddiayı kabule meyletmek nefretten ve reddetmek ise şefkattendir; ancak lehte olan bir konuda (Yıldırım’ın intihar ettiğini ve içki içtiğini reddetmek gibi) kabule meyletmek şefkatten ve reddetmek ise nefrettendir. Önemle ifade edelim ki, tenkide insanı sevk eden şey, sadece ve sadece hakka taraftarlık ve gerçeği ortaya çıkarmak arzusu olmalıdır.

Asrımızda özellikle de Osmanlı Tarihi konusunda, en büyük hastalığımız, cerbeze ve gurura dayanan tenkittir. Gerçekten de tenkidi, insaf düsturu işletirse, gerçeği ortaya çıkarır, berraklaştırır; ama gurur ve cerbeze kullanırsa, tarihi tahrip eder ve parçalar. Mesela son zamanlarda piyasaya çıkan Osmanlı Tarihi ile ilgili bazı eserler, bu manada tarihi tahrip vazifesini yapmaktadır. Biz ise, tarihi tahrip etmeyi değil, tashih ve tamir etmeyi amaçlıyoruz. Biz, ecdadımıza dostuz; onun için nefret duygusuyla değil; şefkat duygusuyla, ama hakkın ortaya çıkması için tenkit edeceğiz.

Son 100 yıldır Türkiye’deki yayın organlarının çoğunluğu, her devirde farklı kelimeler üreterek, Avrupa’nın güzelliklerini bizim kötülüklerimizle ve asırların birikimi olan medeniyetin güzel meyvelerini tarihimizdeki bazı şahısların kötü halleriyle mukayese ederek, cerbeze ile tarihimizi çirkin göstermektedir. Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti tamamen ona mal ederek ve İslâmiyetin düşmanı olan geri kalmayı İslâm’a dost göstererek feleği ters çevirmeye çalışmaktadır. İşte biz bu eserle, bu yanlış kıyasları düzeltmeye çalışacağız. Halbuki tarihle günümüzü mukayese ederken, birbirine benzeyen şeyleri kıyaslayıp kıyaslamadığımıza dikkat edeceğiz. Çünkü ancak birbirine benzeyenler mukayeseye girerler. Mesela Osmanlı’daki saltanatı, ancak Ortaçağ Avrupa’sındaki Krallık ile mukayese edebilirsiniz; Osmanlı hukuk sistemini, ancak siyahlara ayrı ve beyazlara ayrı kanunları tatbik eden Avrupa kanunları ile kıyaslayabilirsiniz; Osmanlı Haremini ancak beraber olduğu yüzlerce kadınların heykellerini saraylarının duvarlarına diktiren Avusturya krallarının hayatıyla kıyaslarsanız, o zaman doğru sonuçlara varabilirsiniz.

Eğer Avrupa’ya çok şiddetli bir bağlılık ve kendi milletinin tarihine ise derin bir nefret duygusuyla, Avrupa’nın nâ-meşru veledi gibi davranırsanız, o zaman, tahrip fikri ve aldatıcı cerbeze ile, geçmişine isyan eden bir hicivci; ecdadına iftira eden bir müfteri ve kendi milletinin haysiyetini yerle bir eden hayırsız bir evlat olursunuz. Artık böyle davranan kalemlerde, gurur ve benliğin de etkisiyle, milletine karşı dinen ve aklen mükellef olduğu şefkat hissi yerine tahkir duygusu; sevgi yerine nefret; benimsemek yerine hafife almak; saygı yerine geçmişini cahil göstermek; merhamet yerine böbürlenmek ve nihayet hamiyet yerine asılsızlık ve soysuzluk alâmetleri görülmeye başlar. Maalesef her gün misâllerini basında görmek mümkün olan bu tip kalemler, Paris’te gayr-ı meşru eğlence aleminde çıplak bir kadının giydiği elbiseyi överler; tarihe altın sayfalar yazdırmış olan muhterem bir hocanın veya kâdî’nin elbisesini yererler.

Önemle ifade edelim ki, tarihine ve dinine taraftarlık içinde olanlara mutaassıp tabiriyle hücum eden bu çeşit Avrupa kâselisleri, kendi mesleklerinde, en az tenkit ettikleri dindar ve vatanperver kalemlerin yüz katı kadar mutaassıptırlar. Bunların Shakespeare’i överken yaptıkları aşırılıkları, tarihini ve dinini seven insanlar Abdülkadir-i Geylani veya Fâtih Sultân Mehmed hakkında yapsalar, herhalde bu çeşit kalemler tarafından tekfir bile edilirler. İşte bu kitabı kaleme alırken, son zamanlarda aşırı derecede artan bu tarih yobazlığını da nazara alacağız ve onlar gibi davranmamaya çalışacağız.
Osmanlı'da Mahalle
Dr. Mümtaz AYDIN


Günümüzde büyükşehirlerde yaşayan gençler için, mahalle, pek bir şey ifade etmemeye başlamış, bunun yerine semt, site, banliyö, uydu kent gibi tabirler anlamlı hâle gelmiştir. Küçük şehir, kasaba ve köylerde ise, az çok mahallenin ne olduğu hâlâ bilinmektedir. Fakat orta yaş üzerindekiler için mahalle kelimesi, çok şey ifade etmektedir. Bu neslin sıkça kullandığı, mahalle mektebi, ...bekçisi, ...bakkalı, ...imamı, arkadaşı, ...komşusu, ...fakiri–zengini gibi müşahhas ifadeler ile; mahallenin namusu, ...şerefi, ...asayişi, ...huzuru gibi mücerret ifadeler, Osmanlı’nın derin tarihine, zengin kültürüne ve engin medeniyet anlayışına yaslanmaktadır.



Osmanlı’da mahalle; birbirini tanıyan, birbirlerinin davranışlarından mesul ve birbiriyle dayanışma içindeki kişilerin yaşadığı yerdir. Mahalleler; sınırları genellikle cadde veya sokaklarla belirlenmiş, merkezinde cami veya mescid bulunan yerleşim yerleridir. Genelde cami, şehrin merkezini oluşturan bir veya birkaç mahallede bulunur; diğer mahallelerdeki insanlar da cuma namazı için buraya gelir. Cami çevresinde ayrıca alış–veriş merkezleri bulunur, pazarlar genellikle buralara kurulur. Böylece haftanın bir günü şehirdeki insanlar buralarda toplanır, birbirleriyle görüşür ve haftalık ihtiyaçlarını temin eder. Diğer mahallelerde ise, sadece mescid bulunur ve bunun hemen yanında okul öncesi ve ilköğretim seviyesinde eğitim veren bir muallimhane vardır. Ayrıca buralardaki bakkal, kasap, terzi, ayakkabıcı vs küçük esnafa ait dükkân ve işyerleri, mahallenin günlük ihtiyaçlarına cevap verir.


Mahalle idarî olarak, Osmanlı’nın en küçük yönetim birimidir. Bilindiği gibi Osmanlı, başlarında valilerin bulunduğu eyaletlerden oluşur. Eyaletler ise, sancaklardan oluşur ve buralar sancakbeyi tarafından yönetilirdi. Sancaklar, kadı tarafından idare edilen kazalara bölünmüştür. Kazalar ise, mahalle ve köylerden oluşur. Bu en küçük yönetim biriminin başı, daha doğrusu temsilcisi –muhtarlık sistemine geçilinceye, yani II. Mahmut dönemine kadar– imamdır. İmam, camideki vazifesinin yanında, mahallenin asayişini sağlamakla ve ihtiyaçlarını karşılamakla görevlidir. Köylerde de, mahallelere benzer bir yönetim tarzı vardır.

İmam, asayişle ilgili olarak mahallede olup bitenden birinci derecede mesuldür. Burada cereyan eden öldürme, yaralama, hırsızlık gibi inzibatî olayların yanında, zina, fuhuş, taciz, sarkıntılık gibi gayr-i ahlâkîliği de takip edip güvenlik kuvvetlerine bildirir. Mahalleyle ilgili bütün işlerde devletle muhatap olur ve mahalleyi temsil eder. Şehrin idarecisi olan kadı, bağlı olduğu kurumun en üst düzey yetkilisi tarafından atanırken, imam bizzat padişah tarafından bir beratla tayin edilirdi. Bu da onun devlet ve halk nazarında ne derece büyük bir öneme sahip olduğunu gösterir. Padişah tarafından gönderilen emir ve fermanlar, imam tarafından halka duyurulur ve takibi yapılır. Bu şekilde imam; devlete karşı haklar ve ödevler konusunda mahalleliyi temsil ederken, mahallede de padişahı temsil ederdi.

Osmanlı mahallesi, hem asayiş bakımından, hem de sosyal hayat açısından kolektif bir anlayışa dayanır. Mahalleli, müteselsil (zincirleme) olarak birbirine kefildi. Burada meydana gelen öldürme, yaralama gibi olaylarda, olayın faili bulunamadığı takdirde, bütün mahalleli mesul tutulur ve mağdur tarafa ödenmesi gereken diyet (kan parası) sakinlere paylaştırılır. Hattâ Yavuz Sultan Selim zamanında çıkan kanunnameye göre, meydana gelen hırsızlık olaylarından ve zararın ödettirilmesinden mahalle halkı mesuldür. Mahallede bir asayişsizlik olmaması için herkesin dikkat ve gayret göstermesi temin edilerek oto-kontrol sağlanmıştır. Böylelikle fail–i meçhul olaylarda halkın suçluyu saklamasının ve suçu örtbas etmesinin önüne geçilmiştir.

Aynı mesuliyet ve oto-kontrol, ahlâkî hususlarda da söz konusudur. Mahallede meydana gelen veya şüphelenilen gayr-i meşru olaylarda imam, suçlu veya zanlıları güvenlik görevlilerine bildirir, mahallelinin bu yoldaki şikâyetlerinden ilgilileri haberdâr ederdi. İmam ve mahalle ileri gelenlerinin, bu tür evlere baskın düzenleme yetkileri vardı. Gayr-i ahlâkî davranışları olduğu bilinen kimseler mahalleli tarafından istenmeyen kişi ilân edilir ve görevlilerce başka yere sürülmesi istenirdi. Ancak imam ve mahalleli, suçlu veya zanlılara bizzat ceza verme yetkisine sahip değildi, sadece onları adalete teslim edebilir veya mahalleden dışlamak suretiyle cezalandırabilirdi.

Kötülüğü önleme kolektif şuuruyla devlet, başkentten kilometrelerce uzaktaki yerlere kolaylıkla hakim olabiliyordu. Nasıl ki, her sokak süpürüldüğünde bütün şehir temiz olursa; bu uygulama sayesinde de bütün ülkede huzur ve asayiş sürüp gidiyor, suç oranı azalıyordu.

Hayırlı işlerde mahalleli yine aynı kolektif şuurla hareket ediyordu. Bu tür işler için her mahallede bir “Avarız Vakfı” kurulmuştur. Mahalle sakinlerince oluşturulan yönetim kurulu tarafından idare edilen bu vakıfın gelir kaynağı, yine mahallelinin aynî–nakdî bağış veya hibeleridir. Kira getiren ev, dükkân gibi mallar da buraya vakfedilebilmektedir. Mahallede ihtiyacı olanlara borç veya kredi de verilmesi açısından bu vakıf, bir nevi sosyal yardımlaşma sandığı gibiydi. Avarız vakfının gelirleri; mahalledeki hastalara, fakir olanlara ve evlenmek isteyip de ekonomik durumu müsait olmayanlara yardımda kullanılırdı. Buradan fakirlerin cenazelerinin kaldırılması, su yolları, cami, mescit, mektep gibi yerlerin onarımı yapılır ve ısınma, aydınlatma gibi sair giderler karşılanırdı. İmam, müezzin, muallim gibi mahalle görevlilerinin maaşları ödenirdi. Mahalleye yeni gelenlerin yerleşme veya memleketine gidecek olanların yol masrafları karşılanırdı. Vergisini ödeyemeyenlerin vergileri de bu fondan ödenirdi.

Mahalledeki bu resmi dayanışmanın yanında, ayrıca mahallenin zenginleri, mahallelerindeki fakirleri görüp gözetirlerdi. Zekât, sadaka, fitre gibi yardımlar yapılırken, mahalleli tercih edilirdi. Mahalledeki komşuluk ilişkilerinin ne derecede olduğu, şu atasözünden de anlaşılmaktadır: ‘İyi bir komşuya sahip olmak, bir eve sahip olmaktan önemlidir. Çünkü komşu komşunun külüne muhtaçtır.’ Mahalledeki maddî–manevî yardımlaşmanın temelinde; ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir.’ şuuru yatmaktadır.

Osmanlı şehirlerinin bazılarında, Müslüman olmayan nüfus bir mahallede toplandığı gibi, Müslüman mahallelere de dağılmıştır. Müslüman ve gayr-i Müslimler arasında, bugün bile övgüyle anılan bir hoşgörü ve komşuluk münasebeti mevcuttu. Müslüman nüfus hakim unsur olmasına rağmen, komşularına karşı hoşgörülü davranmış; din, örf–âdet, kılık–kıyafet gibi temel hak ve özgürlüklerine karşı toleranslı olmuştur. Buna karşılık Yahudi ve Hıristiyanlar da, Ramazan’da Müslümanların inançlarına saygı göstermiş, açıktan bir şey yiyip içmemişlerdir. Aynı mahallede hem mescit, hem kilise, hem de havra olabilmiştir.

İdarî açıdan mükemmeliyetin yanında, kötülüklerin önlenmesine, iyiliklerin teşvik edilmesine ve bizzat bunun pratiğe taşınmasına bakıldığında, Osmanlı mahallesinde, bir mahalle medeniyetinin oluştuğu görülmektedir. Bu da, Osmanlı’nın uzun ve bereketli ömrünün tesadüfî olmayıp, mükemmel bir şuurdan beslendiğini göstermektedir.
osmanlı Devlet Armasında Bulunan Remz ve Alâmetlerin Anlamları

Günes halifeligi, ay padisahligi, silahlar devletin gücünü, çiçekler sevgi ve muhabbeti, terazi adaleti, kitap hukuku, ve Allah'in kanunlarina bagliligi, en alttaki yuvarlak sekiller basarili kimselere verilen devlet nisanlarini ifade eder.
En üstte yuvarlak içindeki tugra, devrin padisahinin tugrasidir (El Gazi Abdulhamid bin Abdülmecid Han el muzaffer daima).

Ay in içindeki yazi: El müstenidü bi tevfikaati'r-rabbaniye melik'id-devleti'l- osmanniyye (Osmanli Devletinin padisahlari, Allah-ü Teala'nin muvaffak kilmasi ve yardim etmesine dayanirlar).
Hükümdar Sanatçılar /
Yusuf ÇETİNDAĞ..

Türkler XIII. yüzyıla kadar tek bir yazı dili, yani tek bir edebî dil kullandı, dolayısıyla da sanat ve edebiyat açısından çok büyük farklılıklar oluşmadı. Bu yazı dilinin merkezi başlangıçtan itibaren IX. yüzyıla kadar Ötüken idi. Daha sonra tarım havzasındaki Hoço ve Turfan şehirleri merkez oldu. X. ve XI. yüzyılda Kaşgar ve Balasagun yeni merkezler olarak ortaya çıktılar. Ama bu farklı merkezlere rağmen yazı dili tekti. XI. yüzyıldan itibaren çeşitli sebeplerle Oğuzlar Horasan ve İran’a doğru göç ettiler. Daha sonra Anadolu’ya kadar uzandılar. Tanıştıkları yeni kültürün etkisiyle uzun bir süre eserlerini Farsça ve Arapça verdiler.




Bu yüzyıllarda Şarkta -biraz da hükümdarların kabiliyet ve teşvikiyle- bazı okullar ve ekoller kurulmuştur. Bunlardan Bağdat, Tebriz ve Şiraz okulları dönemin en önemli sanat ve edebiyat merkezleriydi. Bu dönemde Bağdat ve Tebriz’de "Celayirli Okulu" ile Güney İran’da Muzafferîlerin "Şiraz Okulu" hüküm sürmekteydi. Timur’un sahneye çıkmasıyla da Semerkant ve Herat yeni cazibe merkezleri haline geldi

Timur’dan sonra oğulları Şâhrûh Mirzâ ve Uluğ Bey ile Timur’un hanımı Gevherşad ve torunu Mirzâ Baysungur’un katkılarıyla İslâm sanatları yeni bir döneme girdi ve ardında yeni bir ekol kuruldu: "Herat Ekolü". XV. yüzyılın ilk yarısında gelişimini sağlayan bu ekol, yüzyılın ikinci yarısında meyvelerini vermeye başladı. Şarkın sanatkâr hükümdarlarından Hüseyin Baykara ve nedîmi Ali Şîr Nevâî himayesinde çok yoğun bir döneme giren Herat, hem Fars edebiyatı, hem Türk edebiyatı ve hem de Türk-İslâm sanatları açısından altın devrini yaşıyordu. Diğer bir deyişle Türk edebiyatında ilklerin temsilcisi Ali Şîr Nevâî, Fars edebiyatının son büyük şâiri Molla Câmî ve Türk-İslâm sanat tarihinin en büyük ressam ve minyatürcüsü Bihzad gibi gelecek yüzyılları etkileyecek büyük şahsiyetler yetişti.


Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Şark-İslâm coğrafyasında kurulan bu okul ve ekollerde, şüphesiz en büyük katkı devrin hükümdarlarına aittir. Bağdat-Tebriz-Şiraz-Herat-İstanbul hattına bakacak olursak, bu okulların kurulmasında en büyük payın, hükümdâr ve diğer bazı devlet adamlarına ait olduğu görülecektir. Mesela Herat’ın alt yapısını oluşturan ve besleyen Celayirlilerin Tebriz Okulu, Celayirli hükümdarlarının ve özellikle de Sultan Ahmed Hân’ın sanatçı kişiliği sayesinde kurulmuştur. Yine Herat Okulunun kurulmasında Mirzâ Baysungur ile Hüseyin Baykara’nın katkıları çok büyüktür.
Bu okulların diğer bir önemli tarafı ise belli bir devamlılık arz etmesiydi. Bilindiği gibi Şark-İslâm dünyasında, dinin de tesiriyle, hem düşünce hayatında, hem de sosyal hayatta çok büyük değişiklikler, inkılaplar ve çalkantılar yaşanmamaktaydı. Hayatın birçok alanında yaşanan bu devamlılık, sanat ve edebiyata da yansıdı; Türk-İslâm coğrafyasında hükümdarlar ve devletler değişse de, düşünce, sanat ve edebiyat dünyasında çok büyük bir değişiklik gerçekleşmedi, sonra gelen öncekinin mirasını gönüllü olarak aldı, aynı çizgi üzerinde gelişimini sürdürdü. Başa geçen veya başa oynayan her yeni hükümdâr, devrin büyük sanatçı, bilgin ve şâirlerini kendi başkentine götürmek istiyor, onları çekebilmek için de her yola başvuruyordu.
Çok çarpıcı birkaç örnek verelim:

1.Timur her seferden sonra fethettiği yerlerdeki âlim, sanatçı ve şairleri Semerkant’a gönderirdi. Mesela Tebriz ve Şiraz’daki bazı sanatçı ve edebiyatçıları Semerkant’a zorla götürmüştü.

2. Şah İsmail de sanatçı ve edebiyatçılara çok kıymet verirdi. Mesela Yavuz Sultan Selim’le Çaldıran ovasında savaşa girişmeden önce düşmanın eline geçmesinden korktuğu ve değer verdiği birkaç emaneti, güvenli bir mağaraya saklamıştı. Bunlar arasında Herat’tan getirdiği büyük minyatürcü Bihzad da vardı.

3. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra Şarktaki birçok sanatçı ve edebiyatçıyla irtibata geçmiş, onlara çok cazip teklifler götürmüştü. Mesela Semerkant’ta Uluğ Bey zamanında yetişen, büyük matematikçi Ali Kuşçu’yu İstanbul’da tutabilmek için çok büyük bir servet teklif etmişti.

Bu okulların, özellikle de Herat ve İstanbul Okulu’nun, en önemli tarafları, hiç şüphesiz bir nevi İslâm Sanatları Akademisi olmalarıdır. Ancak bu akademilerde, İslâm Sanatları yanında edebiyat da çok önemli bir yere sahiptir. Hatta Herat ve İstanbul Okullarında sanatla edebiyatın at başı gittiğini söylemek mümkündür.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, değişik dönemlerde kurulan okul ve ekoller, birbirlerinden devraldıkları mirasla gelişmelerini sürdürmüşlerdir. Nasıl ki Celayirlilerin "Tebriz Okulu" ile Muzafferîlerin "Şiraz Okulu"na, "Bağdat Okulu"nun büyük etki ve katkısı olmuşsa, aynı şekilde Timurluların "Herat Okulu"na Şiraz ve Tebriz Okulları"nın, Osmanlıların "İstanbul Okulu"na da "Herat Okulu"nun etki ve katkısı olmaması düşünülemez.
Osmanlı padişahlarının da sanat, edebiyat ve ilme çok düşkün oldukları bilinmektedir. Sehî Bey, Fatih’in bu yönüne dikkat çeker ve: "Onun devrinde toplanan şâirler başka hiçbir padişah zamanında bir araya gelmemiştir. Arab’dan Acem’den marifetli kimseleri aratır, buldurur ve korur idi." der. Latifî de aynı konuya dikkat çeker ve çok ilginç şeylerden bahseder. Latifî’ye göre Fatih’in sanat ve sanatçıya düşkünlüğü tüm dünyada duyulmuş ve özellikle de Herat ve Horasan’dan yüzlerce bilgin ve sanatçı İstanbul’a akın etmiştir. Fakat Fatih’in asıl hedefi Molla Câmî’ydi ve onun İstanbul’a gelmesi için çok uğraştı, ancak bir türlü muvaffak olamadı. "Bunun üzerine Fatih, Hint’te Hâce-i Cihan’a, Acemde Mevlana Câmî’ye her yıl bin filori maaş göndermiştir."

Fatih, hac dönüşünde Molla Câmî’yi İstanbul’a davet etmiş, bu amaçla Hoca Ataullah Kirmanî’yi 5000 altın hediye ile Haleb’e göndermişse de Kirmanî varmadan az önce Câmî oradan ayrılmıştı. Fatih ikinci defa yine değerli hediyelerle Câmî’ye elçi gönderip ondan kelamcılar, felsefeciler ve mutasavvıfların görüşlerini mukayese eden bir eser yazmasını istemiş, bunun üzerine Câmî, "Ed-Dürretü’l-Fâhire" adlı eserini kaleme almış, ancak eser kendisine sunulmak üzere gönderildiğinde Fatih vefat etmişti. Ayrıca Câmî’nin divanında Fatih’in fetihlerini anlatan mesnevi tarzında bir şiiri yer almaktadır, mesnevi şu beyitlerle başlamaktadır:

Ey kuzey rüzgârı ne hoş kokuyorsun,
Kalk emeller kıblesi olan semte yürü!
Rica ve niyaz yüklerini Horasan’dan bağla,
Yolunu Rum diyarına çevir!
Giderken yolda usûl ve kâide öğren,
Ululuk ve saltanat dergâhını sor!
Yüzünü kapıcılarının ayak tozlarına sür,
İzin isteyerek yeri öp ve huzura gir!
O savaş eri Gazi Padişahın önünde
Nükteler saçarak söze başla, de ki:
Ey yüce mesnetlerin en yüce mertebesinde olan padişah,
Sana cihan mülkü, atalarından kalma bir mirastır."

Fatih’in oğlu II.Bayezid ile Molla Câmî arasında karşılıklı yazılmış mektuplar, sultanın ona beslediği saygı ve sevgiyi açıkça göstermektedir. II. Bayezid da, babası gibi, Molla Câmî’ye bin filori göndermeye devam etmiştir. Ayrıca Bayezid mektuplarla beraber her defasında biner filori altın da göndermiştir. Câmî, II. Bayezid’in bir mektubuna bir kaside ile cevap vermiş, başka bir kasidesinde de onu övmüştür. Silsiletü’z-Zeheb’in üçüncü kısmını yine II. Bayezid adına telif etmiştir.
Görüldüğü gibi Türk devlet geleneğinde padişahtan başlamak üzere bütün devlet büyükleri sanata ve sanatçıya çok kıymet vermiş, devletin bekâsı ile sanatçının korunması arasında çok önemli bir ilişki olduğuna inanmıştır. Özellikle de hükümdarlar, kendi ülkelerinin ve başkentlerinin cazibe merkezi olması için sanatçı ve âlimleri davet etmişlerdir. Onların gelmesi için çok ilginç yöntemlere de başvurabilmişlerdir.


NOT: Bu makale Yağmur Dergisinde Yayınlanmıştır.



"Osmanlı Devlet Zulme Değil Adalete Dayanıyıordu"      Prof.Dr.Ahmet Akgündüz


Osmanlılar, 400 atlı diye ifade edilen küçük bir aşîret olmalarına rağmen, Koca Bizans’a karşı, Karamanoğulları ve Germiyanoğulları gibi büyük Anadolu beylikleri varken nasıl karşı koyup cihan devleti haline geldiler? Aşîretten cihãn devletinin çıkmasını ne ile izah edebiliriz?
               Osmanlı Devleti’nin kuruluşu üzerinde, özellikle 20. yüzyılın başında yerli ve yabancı araştırmacılar çokça durmuşlar ve 400 atlıdan cihan devletine geçişin sırlarını araştırmışlardır. Fuad Köprülü’nün ve H. A. Gibbons’un aynı adı taşıyan Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserleri, bunlara misâl olarak zikredilebilir. Bu görüşleri bir iki cümle ile özetledikten sonra kendi kanaatimizi zikredeceğiz.
A) Bu konuda Gibbons’un başını çektiği bir nazariyeye göre, Osmanlılar, ancak Balkanlardaki fetihlerden sonra Anadolu’daki topraklarını genişletebilmişlerdir. Balkanlardaki fetihleri, tahrip ve yağma maksadıyla yapılış bir akın değildir, belki planlı bir yerleşmedir. Buraya kadar doğrulara tercüman olan Gibbons, daha sonra Osmanlı aşiretinin küçük bir aşiret olduğunu; hatta Moğolların elinden kaçtıktan sonra Anadolu’ya gelişlerinde Müslüman olmuş olabileceklerini; yeni Müslüman olmanın heyecanıyla gayr-i müslimleri de zorla İslâmlaştırdıklarını, aslında kendi nüfuslarının az olduğunu, ancak dine dayanan yeni bir Osmanlı ırkı meydana getirerek yerli Rumları da yanlarına aldıklarını, harb esirlerinin İslâm’ı kabul etmesinin onlar için imtiyaz olduğunu ve kısaca Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu yeni bir dinle yeni bir ırk ortaya çıkarmaya borçlu bulunduğunu açıklamaktadır. Bu görüş daha sonra gelen tarihçiler tarafından, özellikle Fuad Köprülü tarafından şiddetle tenkit edilmiştir.
B) P. Wittek, Osmanlı Devleti’nin tam bir gazi devlet özelliği taşıdığını, teşkil ettiği uc kültürü ile Osmanlıların fethedilen yerler hakkında tam bir müsamaha içinde yaklaştıklarını ve bunun da kaynaşmayı kolaylaştırdığını ifade etmektedir.
C) F. Giese ise, Gibbons’u şiddetle tenkit ettikten sonra, Osmanlının kuruluşunun maneviyat erlerinin gayretiyle mümkün olduğunu ve ahilerin rolünün asla inkâr edilemeyeceğini açıklamaktadır.
D) Balkan tarihçileri, başta IORGA olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin vahdetçi ve muhafazakâr tavrı sebebiyle, Bizans’ın anarşi ve terör havasından bıkmış köylü ve askerlerinin (akritoi), kültür, din ve medeniyet konusundaki devamlılığı da müşahede edince, düşünmeden ve kitleler halinde Osmanlı’ya teslim olduklarını açıkça beyan etmişlerdir.
E) Bütün bu görüşleri yazdığı eserleriyle tahkik ve tenkit eden Fuad Köprülü, Gibbons’un Osmanlı Aşiretinin önemsiz bir aşiret olduğu görüşü ile yeni ihtida iddiasını haklı sebeplerle reddederken, Osmanlı Devleti’nin tamamen dini sebeplerle olan yükseliş tarzına, bazen aşırıya varan tarzda itiraz etmektedir. Fuad Köprülü, bütün meseleyi, Ahlat’tan Domaniç’e gelen Ertuğrul Bey ve neslinin insan yapısına bağlamaya çalışmaktadır. Bu arada ahilerin Giese tarafından ifade edilen kuruluştaki rollerini mübalağalı bulmaktadır. Köprülü, kuruluşta, Moğolların baskısı sonucu Anadolu’ya göç eden Türkmenlerin gaza ruhu ile Bizans topraklarını Dâr’ül-İslâm yapmak üzere gayretlerinin; Selçuklu Devleti’nin zaafa düşmesi ve Anadolu Beyliklerinin kurulması gibi bu dönemde meydana gelen büyük siyasî olayların, Türklerin sahip olduğu etnik özelliklerin; Osmanlı kabilesinin asil oluşunun; Anadolu’da oluşan Gâziyân-ı Rum, Âhiyân-ı Rum, Bâciyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum gibi askerî, sosyal ve iktisadî grupların; nihayet Osmanlı Beyliğinin bulunduğu yerin jeopolitik durumunun; diğer beyliklerin Osmanlı Beyliğine karşı hasmâne tutum içine girmemelerinin ve benzeri sebeplerin, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve inkişâfında önemli roller olduğunu uzun uzadıya açıklamaktadır. Fuad Köprülü’nün gaza ruhunun ve i’lay-ı kelimetullah gayesinin bu konudaki rolünü küçümsediği kanaatindeyiz.
F) Bu arada son zamanlardaki görüşleri de özetleyen Halil İnalcık, Balkanlarda Osmanlı’nın yayılışının tamamıyla muhafazakâr bir karakter taşıdığını, ânî bir fetih ve yerleşme mevzubahis olamayacağını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askerî zümrelerinin (voynuklar ve lagatorlar gibi) yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının Hıristiyan tımar erleri olarak Osmanlı tımar kadrosuna sokulduğunu, delilleriyle anlatmaktadır. Osmanlı Devleti’nin hiçbir zaman İslâmlaştırma politikası gütmediği şeklindeki görüşün ise, kısmen yanlış anlaşıldığı kanaatindeyiz.
Bütün bu görüşleri değerlendirdiğimizde, problemin İslâm’ın fetih ve harble ilgili hükümlerinin incelemeden meseleye yaklaşmak olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Zikredilen sebeplerin elbette ki Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük etkileri olduğunu, ancak asıl mesele Osmanlıların devlet kurma ve idare etmedeki ilahi kabiliyetlerinin yanında, doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete layık doğruluğu yaşamaları ve ilk fetih yıllarında İslâm’a olan bağlılıklarının tam olarak devam etmesidir. Çünkü şu Müslüman Türk Devletinin bir zamanlar, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve varlığını devam ettiren, devletin ordusundaki Kur’an’dan alınan şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, ölürsem gaziyim” Gerçekten Kosova muharebesine çıkan Murat Hüdavendigar’ın son duası şudur: “Yarab! Beni din yolunda şehid, ahirette said et” demiş ve istediği olmuştur. Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, şevk ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış, daima Avrupa’yı titretmiştir. Size de soruyorum, şu dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda öyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi duygu bu manevî değerlerin yerlerine ikame edilebilir?
Bu iman ve idealin istikametinde yürüyen “devlet-i ebed-müddet” asırlarca dört kıt’aya hükmetmiştir ve medeniyet götürmüştür. Bu şanlı tarihin temelini nasıl atıldığını ise, 1071’de Malazgirt’te konuşan ve sesi tarihin derinliklerinden bize akseden Alparslan’dan dinleyelim: “Din ve devlet yolunda sırf Allah rızası için savaşacağız. Eğer şehid düşersem vurulduğum yere gömünüz, bir adım geriye bile değil... Hükümdar olarak değil bir er gibi din ve devlet için dövüşeceğim.” Bu sesi duyan ve bu ruhla Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Bey’de ölüm döşeğinde aynı ruhu oğlu Orhan’a da aşılamaktadır. “Oğlum, mesleğimiz Allah yoludur. Kuru kavga değildir.”
Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler, ne derece manevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz. Ne vakit manevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemişizdir ve düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır. Bilesiniz ki, düşman bizi hiçbir zaman açık savaşta yenememiştir. Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemiştir. Bir milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, manevî bataryaları boş olduğu müddetçe yıkılmaya mahkûmdur.
Hamâset gibi görülen bu cümleler aslında Gibbons’un Wittek’in ve Giese’nin hissedip de ifa edemedikleri duygular olduğu kanaatini taşıyoruz. Bu genel girişten sonra bazı hususları ifade edeceğiz.
a) Osmanlıların hem Allah’ın kendilerine ihsan ettiği etnik özellikleri ve hem de bulundukları mevkiin her açıdan fetih ruhuna uygun olması, kuruluş ve gelişmelerinde mühim rol oynamıştır.
b) Bu arada kendilerine düşman olan Bizans’ın yıkılma noktasına gelmesi, kendini iktisadî açıdan devam ettirebilmesi için vergi ve idare açısından kendi vatandaşlarına zulmetmesi, Bizanslılar, Sırplar ve Bulgarların Ortodoks olmaları hasebiyle, bazen Avrupa’dan destek yerine köstekle karşılaşmaları, elbetteki yukarıda zikredilen sebepleri destekleyen etkenler olmuştur.
c) Ancak yerli ve yabancı tarihçilerin Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesini etkileyen haller olarak açıkladıkları sebeplerin, aslında Osmanlı Devleti’nin doğru bir şekilde İslam Hukuku’nun hükümlerini uygulamalarıdır demek daha doğru olsa gerekir kanaatindeyiz.
 22 milyon km2’lik bir coğrafyada hangi dil, din, ırk ve mezhepten olursa olsun insanları bir arada tutan sır neydi?
                  Buna Pax Ottoman diyebiliriz. Batı lite-ratüründe Pax Ottoman olarak ifade edilen kavram, Osmanlı Devleti’nin hükümfermâ olduğu çağlarda dünya barışına olan katkısı anlatılmak için kullanılır. Devrinin süper gücü olduğu halde bu gücü dünya barışının sağlanmasında kullanan Osmanlı’nın geniş bir coğrafyada tesis ettiği barışın ne anlama geldiği gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Zira Balkanlar, Karadeniz sahilleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyası bugün siyasal dengelerin ve uluslararası barışın giderek bozulduu mekânlar haline geldi.

Balkanlardan çekilen Osmanlı’nın boşluğu doldurulamamış, bu bölge iyice balkanlaşmıştır. Balkanlaşma terimi bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı ve siyasi kaosu ifade etmek için kullanılan siyasî bir kavramdır. Terim bütün anlamını Osmanlının bölgeden çekilmesi ile ifade edecektir. Geniş arap dünyası Osmanlı bayrağı altında yaşadığı huzurlu günlerini hiçbir zaman tekrar yakalayamamıştır. Arap toplumuna batının İsrail’i hediyesi Osmanlının zâfiyete düşmesi ve bölgeden çekilmesinden sonraya rastlar. Osmanlı Medine fukarasına Anadolu içlerinden ve Mısır’dan vakıflar kanalıyla yardım akıtırken, surreler gönderirken son yüzyıl içerisinde çöreklenen batının tek gayesi vardı bölgede, sömürü ve petrol. Osmanlı’nın çekilmesinden sonra geniş Arap coğrafyası cetvelle taksim edilerek batı emperyalizminin sömürüsünü kolaylaştıracak siyasî haritalar oluşturuldu. Barış da Osmanlı ile beraber tarihe karıştı.
Osmanlı, Avrupa, ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir denge unsuruydu. Pek çok etnik yapıları ve dinleri farklı toplum kesimlerinin taleplerinin buluştuğu ortak bir noktaydı. Kilise ile camiinin yan yana durduğu bir üst kültürü tesis etmiş idi Osmanlı. Bu üst kültürün tesisi “İlâhi Mesuliyet”’e dayanıyordu. Fetihlerin zaten temel felsefeleri de bu ilâhî mesuliyete dayanan bir zihin dünyasının ürünü idi. Devletler fethetmek, yeni topraklar kazanmak, güçlü bir devlet kurmak, geniş halkalara hükmetmek gibi seküler dünyanın temel ideali olarak görülen hedefler Osmanlı yöneticisi için bir araç olmaktan öteye gitmiyordu. Zira bütün İslâm toplumlarında hâkim zihniyet dünyalık elde etme esası üzerine değil “i’lây-ı kelimetullah” gibi üst bir ideal etrafında şekillenmişti. En azından teorik olarak böyleydi. Temel hedef, dinin yücelmesi, korunması, İslâm nimetinden bütün insanlığın istifadesi idi. Güçlü bir devlete, bunun için ihtiyaç vardı.

Kendilerini “şer’i şerif”e bağlı gören Osmanlı yöneticileri hakimiyetleri altında bulunan hiçbir etnik azınlığa tahakküm etmeyerek kendi inançları doğrultusunda yaşamalarını temin etmiştir. Zira bu tutum İslâm’ın temel bir ilkesi idi ve İslâm hukukunun ehl-i zimmete tanıdığı haklar içerisinde yer alıyordu. Bunun dışına çıkılamazdı. Zaten Müslüman ecdadımız, her meselede olduğu gibi, Osmanlı Devleti’ne ait topraklarda yaşayan gayr-ı müslimler hususunda da, “şer’i- şerif” dedikleri hukukun çizdiği sınırlar çerçevesinde hareket etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde “şer’i-şerif” denilen İslâm hukukuna göre, Müslümanlarla sulh yapan ve Müslüman bir devletin hakimiyetini kabul eden gayr-i müslimlere “zımmî” adı verilmektedir. Renk, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin hepsine aynı şekilde ve “şer’i-i şerif” ne di-yorsa öyle muamele yapılıyordu.
Osmanlı tarihinden bu inanç hürriyetine ilişkin pek çok örnek bulmak mümkündür. 1463 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılan Bosna Hersek’te Osmanlının âdil ve hoşgörülü idaresi sayesinde bu bölge insanları hiçbir baskı altında kalmadan İslâm dinini seçmişler ve Osmanlı Devleti’ne ve onun temsil ettiği ideallere bağlı kalmışlardır. Büyük Fatih, Bosna’yı fethettiği zaman bölge halkına dînî hürriyet tanımış, mal ve can güvenliği sağlamıştır. Fatih’in buradaki Lâtin papazlarına gönderdiği bir fermanda bölge halkına tanınan mal ve can güvenliği, dinî serbestiyet ve sağlanan hürriyet ortamı açıkça ifade edilmektedir.
“Ben ki Sultan Mehmet Hanım. Cümle avâm ve havassa ma’lûm ola ki, iş bu dârendegân-ı fermân-ı hümâyûn Bosna ruhbanlarına mezîd-i inâyetim zuhûra gelip buyurdum ki, mezbûrlara ve kiliselerine kimse mânî ve müzahim olmayıp ihtiyatsız memleketimde duralar. Ve kaçup gidenler dahi emn ü emânda olalar.

Gelüp bizim hâssa memleketimizde havfsiz sâkin olup kiliselerine mütemekkin olalar. Ve yüce hazretimden ve vezirlerimden ve kullarımdan ve reâyalarımdan ve cemî-i memleketim halkından kimse mezbûrelere dahi ve ta’arruz edip incitmeyeler, kendülere ve canlarına ve mallarına ve kiliselerine ve dahi yabandan hâssa memleketimize âdemgelirler ise yemin-i mugallaza ederim ki göğü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve Mushaf hakkıçün ve ulu Peygamberimiz hakkıçün ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkıçün ve kuşandığım kılıç hakkıçün bu yazılanlara hiçbir ferd muhalefet etmeye. Mâdem ki bunlar benim emrime mutî ve münkâd olalar. Şöyle bilesiz.”
Fatih’in fermanından ifadesini bulan temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınarak ve şefkatli ve âdil bir idare sayesinde Balkanlarda asırlardır devam eden Balkan feodal beylerinin zulüm ve baskıları sona ermiştir. Osmanlının bu topraklardan elini çekmesi ile ne yazık ki burada kargaşa ve zulüm tekrar başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin âdil idaresi altında hayatlarını devam ettiren gayri müslim tebaa devletin son dönemindeki otorite boşluğu ve bu arada dış mihrakların tahrikleri neticesi, küllenmiş kin ve düşmanlıklardan doğan baskı ve zulümleri tekrar sahneleyecekler ve maalesef bugünkü Bosna ve Kosova trajedisinin gerçekleşmesine giden yolu açacaklardır.
Bugün Kosovalıları etnik temizliğe tabi tutan sırp faşizmi bundan beş yüz elli sene önce Osmanlının şefkatli ellerine sığındığını çoktan unutmuştur. Fatih Sultan Mehmed, Rumeli’deki fetihlerini genişleterek Sırbistan sınırlarına geldiği zaman, iki ateş arasında kalan Sırplar, Macaristan ile Osmanlı Devletinden birisini tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardır. O dönemde Sırplar Ortodoks, Macarlar ise Katolik idiler ve Romalılar ile Latinler arasında anlaşmazlık bulunduğu gibi, bunlarda birbirlerini hiç sevmezlerdi. Macaristan Kralı Jan Hunyad, Sırbistan’ı ele geçirmek istiyordu. Sırbistan Kralı George Brankoviç, kendisini Osmanlı Devleti’ne karşı isyan et-meye teşvik eden Macaristan Kralı nezdine bir heyet gönderir ve sorar:
“Macarlar Türklere galip gelirse, Sırplıların mezhepleri olan Ortodoksluk hakkında ne gibi müsaadelerde bulunacaksınız?”
Jan Hunyad’ın cevabı, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygılarının derecesini yansıtması açısından çok ilgi çekicidir.
“Sırbistan’ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim. Ortodoks kiliselerini yıkacağım.”
Aynı soruyu sormak üzere bir heyeti de Fatih Sultan Mehmed’e göndermiş ve Fatih’in verdiği cevap ise şöyle olmuştur:
“Her camiin yanında bir kilise inşa edilecek” Bu cevabı alan Sırbistan Kralı, Hıristiyan olan Macaristan’a değil, Müslüman olan Osmanlı Devleti’ne itaat etmiştir.

Fatih’in İstanbul'u fethettiği zaman Galata Cenevizlilerine verdiği Ahidnâmede gayr-i müslim tebaanın temel hak ve hürriyetlerinin korunması ve toplum barışının tesis edilmesini ifade eden tarihimizin önemli vesikalarından biridir.
Osmanlılar dünya siyasî arenasında bir denge unsuru olma yönünde politikalar geliştirmişlerdir. Batıda ve Doğuda askeri zaferler ile sağlanan bu denge unsuru misyonu, yükselme döneminde tam anlamıyla gerçekleşecektir. 16. yüzyılda Akdeniz ve Karadeniz Türk’ün hâkimiyetine giriyor, Balkanlarda sulh ve sükûn hali sürüyor, Kuzey Afrika, arabistan yarımadası bu güçlü devletin hakimiyet sahasına girerek barış ve hoşgörüyü ve hürriyet ortamını sağlarken, diğer Avrupa ülkelerinin ilk dikkate alacakları ülke durumuna geliyordu. Avrupa ülkeleri aralarındaki ilişkilerde bile Osmanlı’nın ne söyleyeceğine bakıyorlardı. Dolayısıyla Osmanlı’yı gözardı eden ve Osmanlı’dan bağımsız bir politika izleyemiyorlardı. Zira, Osmanlılar Avrupa’yı seyreden pasif bir seyirci değil, muktedir bir oyuncu idi. Şu söylenebilir; yıkılırken bile uluslararası güçlerin dikkatle izlediği bir ülke durumundaydı Osmanlı Devleti.
Osmanlı idaresi zulme değil adalet ilkelerine dayanıyor, şer’i şerif’in çizdiği sınırları aşmıyorlardı. Dolayısıyla insan hak ve hürriyetleri, çağının en geniş anlamı içerisinde Osmanlı’da uygulanıyordu. Din ve ırk ayrılığı bu haklara mani değildi. Zira batıda Osmanlı tehdidinin sürdüğü 1533-1546 devresinde Protestanlar geniş ölçüde katolik Habsburg baskısından kurtulmuşlar idi. Hatta XVI. Yüzyıl ortalarınnda Türkler Protestanların ümidi olarak telakki edilecek ve Osmanlı topraklarındaki Protestanların serbestçe dini icraatlarını yapmaları imparatorluk topraklarında yaşayanlar için bir ideal olarak görülecektir. “Türklerin eline düşmek Frenklerin eline düşmekten daha iyidir” diyorlardı. (Ducas, s. 291. Bonn) 16. yüzyılda Portekizliler ile barışın tesisi aşamasında Portekiz kralına gönde-rilen nâmede ki ifadeler Osmanlı Barış şemsiyesinin büyüklüğünü anlatmaktadır.
“Hak sübhanehu ve Te’alâ hazretlerinin ulv-i inayeti ile şimdiki halde hilafet-i rûy-ı zemine kabza-ı tasarruf ve iktidar murad olup şark ve garbın re’âyâsı cenah-ı devletimizle müstazıl olup daima re’âyâ hakkında mezîd-i merhamet-i şahânemiz mebzûl olduğına binâen...”

Cemil Meriç’in Osmanlı’dan niçin bir Bodin, bir Makyavel, bir Hobbes yetişmediği sualine cevap şöyledir:
“Niçin yetişsin? Mutlakiyetin bu yavuz nazariyecileri Osmanlı mülkünde yaşasalar Zat-ı Şahane’nin destancısı olurlar. Ülkelerinde gerçekleştiğini görmedikleri âdil ve kerîm devlet rüyasını yalnız Osmanlı gerçekleştirmiştir.”
Faifax Downey “Kanuni Sultan Süleyman” adlı eserinde; “Yirmi muhtelif ırka mensup halk, Süleyman (Kanuni Sultan Süleyman)’ın hâkimiyeti altında sızıltısız, gürültüsüz yaşadılar. Re’âyânın, Müslüman olmayanlar dahil, arazi sahibi olmalarına cevaz verildi. Buna mukabil onlara bazı mükellefiyetler yükledi. Bir çok Hıristiyan, vergileri ağır ve adaleti kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Türkiye’ye gelip yerleştiler” diyor.
Doğuda ise Sünnî İslâm dünyasının koruyuculuğunu ve önde gelen temsilciliğini üstlenerek Şii tehlikesini bertaraf etmişlerdir. Müslüman ahali üzerindeki Şii zulmünü defetmeyi farz-ı ayn telakki eden Osmanlılar, ilan ettiği seferler ile İslâm dünyasındaki yerlerini daha da sağlamlaştıracaklardır. Zira Yavuz’un Mısır Seferi ile Osmanlı padişahları halife ünvanını alarak manevî nüfuzlarını arttıracaklardır. Tüm Müslümanlar üzerinde söz sahibi olma imkânı bahşeden halifelik kurumu, Osmanlı’nın hem gücünü pekiştirmiş ve hem de hedeflediği barışı tesis etmede yardımcı olmuştur.
1590’da imzalanan antlaşma ile Osmanlı üstünlüğü doğuda pekişmiştir. Bu anlaşma ile 1555 antlaşmasında üzerinde durulan Hz. Ali dışındaki üç halifeye sövüp sayma anlamına gelen “tebarrai”liğin men’i sağlanmıştır. Bundan sonraki antlaşmalarda bu dini hususlar hep ön planda tutulmuştur. Osmanlılar bu tarz izledikleri politikalarla Sünni dünyayı manevî yönden destekleme ve dinin koruyuculuğu imajlarını pekiştirmiş oluyorlardı.

Dinin koruyuculuğu misyonu oldukça ön planda görülüyordu. Seferlere çıkılırken teorik gerekçe dinin muhafazası ve din gayreti üze-rine tesis ediliyordu. Portekizliler Hindistan’ı işgal ettikleri zaman buranın küffar elinden istihlası için Osmanlı donanmasının Süveyş’e açılabilmesini mümkün kılacak Süveyş kanalı projesinin ön gerekçesinde Hindistan’dan Haremeyn-i şerifeyn’i ziyarete gelecek Müslümanların yollarının kesilmesi ve dahası Müslümanların kafirlerin taht-ı hükümetinde olmalarının reva görülemeyeceği idi.
Kanuni dönemi, Osmanlı barışı teriminin yüklendiği anlamın tezahür ettiği parlak bir dönem idi. Zira bu dönemde sağlam bir hukuk anlayışını hâkim kılma çabaları, adalet prensibinin ön plana çıkarılması, Sünnî dünyanın liderliğinin ve koruyuculuğunun, doğuda Safeviler’e batıda Hıristiyan alemine karşı “ilahi misyon”un üstlenilmesi, XVI. yüzyılı Kanunî çağı haline getirecektir. Bu dönem daha sonra hep idealize edilecektir.
Sokullu Mehmed Paşa’nın günün şartları içerisinde gerçekleşmesi güç olan projeleri hep bu üst idealin eseriydi. Süveyş kanalının açılarak bölgede ve Hind denizinde daha etkin bir politika izleme, Orta Asya’dan batıya uzanan tarihi ticaret ve hac yollarını kontrolü altına almaya çalışan Moskova knezliğini engelleyerek Orta Asya’nın Sünnî dünyası ile irtibatını artırma, Hazar denizine ulaşmak için Don-Volga kanalını açma ve Endülüs Müslümanlarını daha ciddi bir şekilde destekleme, bu projeler arasında sayılabilir.
Kısaca Pax Ottoman demek, bütün insanları Allah’ın kulları kabul eden İslâm Hukukunun Osmanlı Devleti tarafından uygulanması demektir. (2)

 Cumhuriyet dönemi boyunca yapılan Osmanlı düşmanlığının temelinde ne yatmaktadır?
                Günümüzde, Osmanlı Devletine cephe alan belli mihraklar ve karanlık güçler, üç kol halinde, en uzun ömürlü İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti’ne hücum etmektedirler. Birinci kol, İslâm’a düşmanlıklarını açıktan ortaya koyamayan ve bunu Osmanlı düşmanlığı adı altında yürüten din ve tarih düşmanlarıdır. Bunlar, kusurlarıyla birlikte, İslâm’ı hayatın bütün safhalarında yaşayan ve yaşatmaya çalışan Osmanlı Devleti’ni tenkid etmekle, açıktan yapamadıkları İslâm düşmanlığını böylece yapmış oluyorlar. İkinci kol ise, altı yüz sene, İslâm’ı neşretme hizmetindeki Osmanlı Devleti’ne ayak bağı olmuş, İslâm’ı kendi sâfiyetinden çıkarmaya çalışmış bir devletin fikir propagandalarına kanan ve tarihimizi tam bilmeyen bazı saf Müslümanlardır. Üçüncü kol ise, Osmanlı Devleti’nin bütün Müslümanları kucaklayan ümmet ve Osmanlı Milleti anlayışına karşı çıkan ve yanlış olarak Osmanlı Devleti’ni Türk düşmanı gibi göstermeye çalışan belli bir ekiptir. Özellikle Fatih’in kapıkulu sistemini ve Sokullu gibi başka ırklara mensup Osmanlı devlet adamlarını acımasızca tenkit edenler bu gurup içinde yer almaktadırlar. Her üç kolun da ellerinde koz olarak kullandıkları en önemli mevzulardan biri, Osmanlı padişahlarının ve Osmanlı Devleti’nin, İslâm dininin, içki yasağı ile alâkalı hükümlerini hiçe saymaları ve aşırı bir içki mübtelâsı olmaları şeklinde iddiadır. Harem mevzuu da bu tür iddialarla bezenerek ve süslenerek vatandaşın önüne çıkarılmak istenmektedir.

Son 100 yıldır Türkiye’deki yayın organlarının çoğunluğu, her devirde farklı kelimeler üreterek, Avrupa’nın güzelliklerini bizim kötülüklerimizle ve asırların birikimi olan medeniyetin güzel meyvelerini tarihimizdeki bazı şahısların kötü halleriyle mukayese ederek, cerbeze ile tarihimizi çirkin göstermektedir. Hristiyanlığın malı olmayan medeniyeti tamamen ona mal ederek ve İslâmiyetin düşmanı olan geri kalmayı İslâm’a dost göstererek feleği ters çevirmeye çalışmaktadır. İşte biz bu eserle, bu yanlış kıyasları düzeltmeye çalışacağız. Halbuki tarihle günümüzü mukayese ederken, birbirine benzeyen şeyleri kıyaslayıp kıyaslamadığımıza dikkat edeceğiz. Çünkü ancak birbirine benzeyenler mukayeseye girerler. Mesela Osmanlı’daki saltanatı, ancak Ortaçağ Avrupa’sındaki Krallık ile mukayese edebilirsiniz; Osmanlı hukuk sistemini, ancak siyahlara ayrı ve beyazlara ayrı kanunları tatbik eden Avrupa kanunları ile kıyaslayabilirsiniz; Osmanlı Haremini ancak beraber olduğu yüzlerce kadının heykellerini saraylarının duvarlarına diktiren Avusturya krallarının hayatıyla kıyaslarsanız, o zaman doğru sonuçlara varabilirsiniz.

Eğer Avrupa’ya çok şiddetli bir bağlılık ve kendi milletinin tarihine ise derin bir nefret duygusuyla, Avrupa’nın nâ-meşru veledi gibi davranısanız o zaman, tahrip fikri ve aldatıcı cerbeze ile, geçmişine isyan eden bir hicivci; ecdadına iftira eden bir müfteri ve kendi milletinin haysiyetini yerle bir eden hayırsız bir evlat olursunuz. Artık böyle davranan kalemlerde, gurur ve benliğin de etkisiyle, milletine karşı dinen ve aklen mükellef olduğu şefkat hissi yerine tahkir duygusu; sevgi yerine nefret; benimsemek yerine hafife almak; saygı yerine geçmişini cahil göstermek; merhamet yerine böbürlenmek ve nihayet hamiyet yerine asılsızlık ve soysuzluk alâmetleri görülmeye başlar. Maalesef her gün misâllerini basında görmek mümkün olan bu tip kalemler, Paris’te gayr-ı meşru eğlence aleminde çıplak bir kadının giydiği elbiseyi överler; tarihe altın sayfalar yazdırmış olan muhterem bir hocanın veya kâdî’nin elbisesini yererler.
Önemle ifade edelim ki, tarihine ve dinine taraftarlık içinde olanlara mutaassıp tabiriyle hücum eden bu çeşit Avrupa kâselisleri, kendi mesleklerinde, en az tenkit ettikleri dindar ve vatanperver kalemlerin yüz katı kadar mutaassıptırlar. Bunların Shakespeare’i överken yaptıkları aşırılıkları, tarihini, ve dinini seven insanlar Abdülkadir-i Geylani veya Fatih Sultan Mehmed hakkında yapsalar, herhalde bu çeşit kalemler tarafından tekfir bile edilirler.

Kaynaklar:
1) Köprülü, Osman’lı Devleti’nin Kuruluşu; Gibbons, H. A., The Foundation of the Ottoman Empire, chapterI; İnalcık, Halil, The Ottoman Empire, The Classical Age 1300-1600, Phoenix 1994, sh. 5-8; “Stefan Duhan’dan Osmanlı İmparatorluğuna, Osmanlı İmparatorluğu”, Toplum ve Ekonomi, İstanbul 1993, 67-108 Ahmed Tevhid, “Ankara’da Ahiler Hükümeti”, TOEM, nr. 19, sh. 1200-1204; Okyay, Rıfat, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, İstanbul, sh. 20-44.
2) BA, Mühimme Defteri, nr. 5, sh. 70, hüküm 161; nr. 7, sh. 258, hüküm 721; nr, 70, hüküm 416; nr. 72, hüküm 264, 903; BA, Hatt-ı Hümâyün, nr. 35515-A; Topkapı sarayı Müzesi Arşivi, nr. E. 9297/13; ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, c.I, sh. 217; Paris Blb. Nat. msh. fonds turc anc. n. 130, vrk. 78; İskender Hoci Yanko, “Galata’nın Osmanlılara Teslimi”, TOBM, nr. 25, sh. 49-53; Saffet, “Hazar Denizinde Osmanlı Sancak, TOEM, nr. 14, sh. 857-861, Ahmed Refik, “Bahr-ı Hazar- Karadeniz Kanal ve Ejderhan Seferi”, sh. 1-14; Ahmed Refik, ‘Onuncu Asırda Açıkdeniz meselesi ve Azak Muharebesi”, TOEM, nr. 17(94), sh. 261-275; İnalcık, Halil, “Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don-Volga Kanal Teşebbüsü (1569)”, sh. 349-402; Wittek, Paul, “Ankara Bozgunundan İstanbul’un Zaptına (1402-1455)”, sh. 566, Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c.1, sh.476-479; Akgündüz, Ahmed, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, İzmir 1990 c.2, sh. 10-13; Meriç, Cemil, Umrandan Uygarlığa, İstanbul 1979, sh. 197; De La Jonguiere, Historire de I’Empire Ottoman, sh. 164; Kantemir, c. 1, sh. 154; Downy, fairfax, Kanunî Sultan Süleyman, terc. Enis Behiç Koryürek, İstanbul 1975 sh. 99; Emecen, Feridun, “Osmanlı Siyasi Tarihi”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, c.1, sh. 33-45; Heyet, Resimli ve Harita Mufassal Osmanlı Tarihi, c.2 sh. 788; Uzunçarşılı İsmail Hakkı, “Sakarya Nehrinin İzmit Körfezine Akmasıyla Marmara ve Karadenizin Birleştirilmesi Hakkında Vesikalar ve Tetkik Raporları, “Belleten,c. III, sayı 202 (1988) sh. 246-256; Beydilli, Kemnal, “Karadeniz’in Kapalı Karşısında Avrupa Küçük Devletleri ve “Mirî Ticaret” Teşebbüsü”, Belleten, c. IV. sayı 212-214 (1991) sh. 687 vd.; Çubukçu, İbrahim Agâh, “Kültür Tarihimizde Din”, Belleten, c. LIV, sayı 210 (1990), sh. 772-803; Yücel, Yaşar, “Reformcu Bir Hükümdar Fatih Sultân Mehmed”, sh. 79-86

                                                                      (Türkiye Günlüğü, Sayı 67, Güz 2001)



Baskın Oran’ın editörlüğünü üstlendiği “Türk Dış Politikası” 1919’dan itibaren Türk dış politikasını ele alan, konusunda başvuru eseri olabilecek kapsam ve hacimde bir eser. Kitapçıda görür görmez aldığım ve heyecanla okumaya başladığım bu kitapta ne yazık ki beni tatsız bir sürpriz bekliyordu: Bu editör Baskın Oran’ın kitaba giriş niteliği taşıyan “Türk Dış Politikasının Kuramsal Çerçevesi” başlıklı yazısıydı. Türkiye’nin önde gelen bir üniversitesinde uluslararası ilişkiler profesörü olan, konusunda isim yapmış bir uzmanın böyle bir yazı yazabilmesi çok düşündürücüydü. Sözü daha fazla uzatmadan yazının içinde neler olduğuna bir göz atalım.

“Topraklarının %97’si Asya’da bulunan Türkiye yer yer ve zaman zaman feodal ve göçebe toplumun izlerini taşır. Halk mutfağında kebap ve pidenin egemenliği (göçebe toplumun sebze üretememesinden doğan, et ve un temelinde mutfak alışkanlıkları) halen sürer.”
Önermeler açık: Türkiye toplumunun feodal ve göçebe bir geçmişi vardır, ve kebap ve pide o dönemlerin günümüz halk mutfağına bir mirasıdır.
Bugün Türk tarihi konusunda uzman yerli ve yabancı bilim adamlarından hiç kimse Türkiye’nin veya Türk kavimlerinin tarihinin herhangi bir dönemini feodal olarak adlandırmaz. Zaten profesyonel tarihçilikte feodalizmin sadece Avrupa ve Japonya’ya özgü bir toplumsal örgütlenme olduğu konusunda hep ittifak olmuştur. Ancak 60’lı ve 70’li yıllarda Stalin’in bütün insanlık tarihini beş aşamaya indirgeyen bir şeması sebebiyle (ki bu şemada kapitalizmden hemen önce feodalizm vardı) resmî Marksizm kategorik bir yaklaşımla kapitalizm öncesi Türkiye’yi de feodal olarak nitelendiriyordu. Dolayısıyla bu feodal yaftası o zamanki Türk bilim çevrelerindeki resmî Marksizmin bir etkisidir. Aynı ilkel düşünce tarzı daha sonra Türkiye’nin kimi yörelerinde görülen aşiret ilişkilerine de “feodal“ damgasını vurmuştur ve bu ibare yarı-entellektüel söylem içinde basında halen karşımıza çıkmaktadır. Bu söyleme göre 20. yüzyıl Bingölündeki Beritanlı Aşireti de, 9. yüzyıl Avrupasındaki Karolenj Devleti de, 20. yüzyıl başındaki Osmanlı Devleti de aynı toplumsal örgütlenme şekline sahipti ve bunun adı da feodalizmdi.

Stalin’in beşli şemasındaki en büyük güçlüklerden birini göçebe toplumlar yaratıyordu. Bunlar kronoloji olarak kapitalizm öncesi tarım toplumlarına denk düşüyorlardı, dolayısıyla şemaya göre “feodal” olmaları gerekiyordu. Ama toprak mülkiyetinin olmadığı bir toplumu feodal ilân etmek bayağı zordu, çünkü klasik feodalizmde hakim sınıf, yani feodaller toprağı elinde tutmalarıyla tanımlanıyordu. Sovyet tarihçiliği buna “ben yaptım oldu” mantığıyla “göçebe feodalizmi” yaftasını yapıştırdı ama buna kendileri de inanmaz gibiydi. Fakat maaşallah Baskın Oran bu konuda da hiç zorlanmıyor, Türkiye’nin geçmişini aynı anda hem feodal, hem de göçebe ilân ediveriyor. Tabii ciddi sosyal bilimciler, profesyonel tarihçiler hiç bir zaman bu saçmalığa itibar etmedi. Bu görüşler zamanında da sadece Sovyet ve Çin bloklarında, bunların dışında da resmî Marksizmden etkilenen dar aydın çevrelerinde savunuldu. Türkiye’nin talihsizliği, güçlü bir dünya tarihçiliği geleneği olmadığı için okuryazar kamuoyunun bu konularla 60’ların Marksizan aydın rönesansı sırasında tanışması oldu. Dolayısıyla bu konular Türkiye’de ilk önce tarih dehası Stalin’in süzgecinden geçmiş olarak ele alındı. Fakat o günlerden bugüne de 30-35 yıl geçti. Bu konuda yabancı eserlerin kıtlığına da kıran girmedi. (Feodalizmin ne olup ne olmadığı konusunda yabancı kaynak mebzul. Mesela Passages From Antiquity To Feudalism, Anderson 1974 . Türkçede ise benim Avrupa Feodalizminin Evrimi adlı kitabıma bakılabilir.) Artık 2000’lerde sosyal bilimle uğraşanların 60’ların, 70’lerin Sovyet kökenli elkitaplarınının genel kültürünü geride bırakıp bu konuda günümüzün profesyonel tarihçiliğinin dediklerini öğrenip benimsemelerinde büyük fayda var. Özellikle konunun uzmanı olmayanların...

Gelelim pide ve kebabın feodal ve göçebe niteliğine. Haydi feodal saçmalığını bir yana bırakalım da, bunlar gerçekten Türklerin göçebelik dönemine özgü yemekler mi? Birçoğumuzun bildiği gibi pide fırında pişirilir. Geleneksel şekliyle bir adam boyunda ve metreküplerle ifade edilecek hacimde olan taş veya tuğladan mamûl bu gerecin göçebe bir toplumda bulunamayacağı açıktır. Haddizatında pide kelimesinin etimolojik kökeni de bizi Ötüken Ormanına götürmez: Kelimenin aslı Rumca pitadır. Zaten fırın kelimesi de Rumcadan alınmadır: Furunos. (O da Latince furnustan alınma. İngilizce furnace kelimesi de aynı kökenden.) Tabii bu Bizanslıların 1071’de bugünkü şekliyle pide yaptıkları anlamına gelmez; muhtemelen pideyi bugünkü haline biz getirdik. Ama fırında pişen yassı ekmek anlamında pideyi Türkler bu topraklarda gördü. Göçebenin unu pişirme, ekmek yapma aracı ise küçük, hafif, kolay taşınabilir ekmek sacıdır. Bu gereci bugün Türkiye’den Doğu Türkistan’a, güneyde Afganistan’a kadar Orta Asya göçebelerinin yurt tuttuğu bütün coğrafyada görebiliriz. Mutfağımızın unlu mamûller kısmındaki göçebe mirası pide ya da börek değil sac ekmeği ve gözlemedir.
Büyük şehirlerdeki ticarî şeklinden yola çıkarsak kebabı da doğrudan göçebe Türklere bağlamak zor. Göçebelerde eti başlıca pişirme yöntemi kazanda, tencerede haşlamaktır. Bu bugün de bütün Orta Asya’da ve Moğollarda böyledir. Ayrıca kuşbaşından şiş de yapılır; dolayısıyla büyük şehirlerin kebapçı menüsündeki kuşbaşı şiş kebabı Orta Asya kökenli olabilir. Ancak etin içyağıyla karıştırılmasıyla elde edilen baharatlı bir kıymadan yapılan ve büyük şehirlerde “Adana, Urfa” diye satılan kebaplar ve genel olarak kebapçı mutfağı Suriye kökenlidir. Bu yüzden bu mutfak Türkiye’de otantik olarak Kuzey Suriye kültürünün etkisi altındaki Antakya, Antep ve Urfa’ya özgüdür. ( Bu mutfak Türkmen nüfuslu Adana ve Mersin’e 19. yüzyılda İbrahim Paşanın pamuk işçisi olarak Lazkiye yöresinden Nusayrî Arapları yerleştirmesiyle gelmiştir.) Ayrıca kebap kelimesinin Arapça kökenli olduğunu da belirtmeye gerek yok. Demek ki ne pide, ne de Adana kebabı Türk mutfağına göçebe geçmişin bir mirasıdır; ikisi de Ön Asya’daki komşuların hediyesidir.

Şimdi de Oran’ın ifadesindeki bir çelişkiye gelelim: Göçebeler sebze üretemedikleri için mutfakları “et ve un” ağırlıklıymış. Peki birçoğu iki ayda yetişen sebzeleri üretemeyen göçebe, ürün çevrimi tam bir yıl süren tahılları nasıl olup da üretiyor ve un elde ediyor? İşin doğrusu şudur: Orta Asya göçebelerinin neredeyse tamamen hayvansal gıdalarla beslendikleri bir dönem vardır; fakat bu çok eskilerde, Hunlar zamanındadır. Oğuzların Anadolu’ya göçleri öncesindeki bilinen tarihlerindeyse bu kavim Maveraünnehir’in yerleşik tarımcılarıyla bir simbiyoz içindeydi. Hayvan ürünlerine karşılık onlardan tarım ürünleri alıyordu. Yalnız un alıp diğer bitkisel ürünleri almadıklarını varsaymak için bir sebep yok. Ayrıca Oğuzlar sadece bir çadır toplumu değildi, yerleşim birimleri de vardı (Yengikent, Savran vs). Muhtemelen hem buralarda, hem de Anadolu’daki göçebelerde gördüğümüz gibi yaylaklarında mevsimlik tarımla da uğraşıyorlardı. Başta tahıllar olmak üzere ( buğday, arpa, çavdar, darı ) birçok kültür bitkisinin adının ve tarım tekniğiyle ilgili birçok kelimenin Türkiye Türkçesine Orta Asya’dan taşınmış olması bunun açık delilidir. Bu bir. İkincisi, bugünkü Türk “halk mutfağının” et ve un ağırlıklı olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? İstanbul merkezli Osmanlı mutfağındaki sebze yemeklerinin zenginliğiyle hiçbir Avrupa ve Ortadoğu mutfağının boy ölçüşemeyeceği cümlenin malûmu. Sebze yetiştirmeye elverişli sahil bölgelerinde de sebzenin her çeşidi bol bol tüketilir. İklimin ucuz sebze tedarikine fazla uygun olmadığı iç bölgelerde ise bu eksiklik çok çeşitli yabani otlarla giderilmeye çalışılır. Mevsiminde kadınlar dağa taşa yayılıp ot toplar ve buna çok önem verilir. Sivas’ın ünlü “Madımak” türküsünü de mi duymadınız? Üçüncü nokta: Türkiye’nin sebze tüketimi açısından dünya ortalamasının gerisinde olmadığı açık, ama et ve unun temel gıda maddeleri olduğu doğru değil mi? Doğru, fakat bu dünyanın neresinde böyle değil ki? Vücudun zorunlu ihtiyaçları olan karbonhidrat ve protein açısından çok zengin olan bu besinler hemen her yerde önem sırasında başta yer alır. Vitamin, mineral ve lif açısından önem taşıyan, fakat karbonhidrat ve protein açısından zayıf olan sebzeler, ete ve una erişebilen toplulukların beslenmesinde ikinci plana düşer. Sonuç itibarıyla Ankara caddelerindeki kebapçı, pideci bolluğundan feodal/göçebe geçmişe atlamak Oran’a çok doğal görünse de tarihin ve bugünün gerçekleriyle bağdaşmıyor.

Türklerin geçmişlerinden çektiği mutfakla bitmiyor. Oran’a göre Türk toplumunun davranış biçimlerinde de geçmişin izleri var: “Bu Asya boyutu gereği...insanlar çabuk da sinirlenir ve mevcut durumla orantısız sertlikte tepki gösterebilirler.” Türklerin nispeten çabuk sinirlenen, kavgaya eğilimli bir toplum olduğu tespitine katılırım. Fakat bu bir Asya özelliği midir? Mesela komşumuz İranlılar, Hintliler, Çinliler, Filipinliler böyle midir? Bu toplumları gözleme imkanı olanların hemen fark edeceği gibi bu ülkelerin insanları böyle değildir. Peki bu bakımdan Türklere benzeyen başkaları yok mudur? Vardır, tabii ki bunlar Orta Asya Türkleridir. Savaş ve yağma Orta Asya atlı göçebeliğinin ayrılmaz bir parçası olduğu için bu kökenden gelen toplumlar hâlâ büyük çoğunlukla bu mirası taşır. Tabii Türkçe konuşan halklar Asya nüfusunun sadece bir kısmı olduğu için buna Asyalılık deyip geçmek bilimsel bir esere yakışmayacak bir savrukluk ve özensizlik.
Şimdi Oran’ın yazısının en sorunlu bölümüne, Türkiye - Batı ilişkisinin tahliline geliyoruz. Oran’ın bu konudaki temel görüşü birçok Türk seçkininde olduğu gibi Batı hayranlığı ve Batıya entegre olma isteği anlamında bir Batıcılıktır. Bu konuda yazdıkları da aslında bir tahlil değil, Türkiye’nin Batıya entegrasyonunun daha da ileri düzeye çıkması için yazılmış bir manifestodur adeta. Oran bu konuda çok açık sözlüdür: Ona göre “...Türkiye’nin durmadan Batı’ya...eğilim göstermesi doğal bir sonuçtur.”
Oran işe bizi Türkiye’nin zaten oldukça Batılılaşmış bir ülke olduğuna ikna etmeye çalışarak başlıyor. Oran’a göre “Üstyapısını iradi olarak Osmanlı tarihinden, dilinden, kültüründen (yani Asya ve Ortadoğu’dan) koparmış Türkiye’nin bütün yönetici seçkinleri Batılılaşmıştır.” Önce Türkiye kendisini Osmanlı tarihinden nasıl koparmıştır, buradan başlayalım. Daha doğrusu bir ülkenin kendini tarihinden koparması ne demektir? Türkiye’nin tarihi artık Osmanlı dönemini içermemekte midir? Türkiye toplumu artık tarihine dönüp bakmak gerektiğinde Osmanlı yerine İtalya veya Endonezya tarihine mi bakmaktadır? Bu ifadeyle cumhuriyetin kuruluşu kast ediliyorsa, bunu Türkiye’nin tarihinden kopması olarak görmek büyük bir hatadır. Türkiye Cumhuriyeti yerden bitmedi. Cumhuriyet Tanzimat, Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyetten, hatta Cenubîgarbî Kafkas Hükümetinden, Garbî Trakya Hükümet-i Muvakkatesinden beri süregelen bir çizginin doğal sonucuydu.
Oran’a göre Türkiye kendisini Osmanlı dilinden de koparmış. Bir kere Osmanlıca diye bir dil yoktur. Bu bir yarı-aydın kavramıdır.

 Türkiye’de 11. yüzyıldan beri konuşulan dil Türkçedir. Birçok Avrupa dilinden farklı olarak da bu dil 11. yüzyıldan günümüze kadar büyük bir süreklilik göstermiştir. 13. yüzyıldan kalan ve bugün rahatlıkla anlaşılan Yunus Emre şiirleri bunun güzel bir örneğidir. Öte yandan Türkler Müslüman olduklarında bilim ve edebiyatta kendilerinden daha ileri olan Arap ve Fars kültürleriyle karşılaştılar ve ilk başlarda bilim ve kültür dili olarak bu dilleri kullandılar. Selçukluların resmî dilinin Farsça olduğu, bu hanedandan bize Türkçe bir satır bile kalmadığı malûmdur. Ancak Türkçe bunun altında ezilmedi, yeni kültür çevresinde zenginleşerek Ortaçağ Anadolu Türk beylikleriyle yeniden devlet dili olma özelliğini kazandı. Tabii bu esnada Arapçadan, Farsçadan bir çok ödünç kelimeler aldı. Ödünç alma süreci uzun süre devam etti ve yalnızca bürokrasiye ve bürokrasi çevresindeki edebiyatçılara has, yabancı kelime sayısının çok fazla olduğu bir üslûbun doğmasına kadar gitti. Hatta iş ödünç almanın da ötesine geçti; 19. yüzyılda Türkler Arapça köklerden Arapların bilmediği birçok yeni kelime türettiler. Fakat yazı diline özgü olan bu üslûp hiçbir zaman sokağa inmedi. İçinde edat, zarf ve fiiller dışında pek az Türkçe kelime bulunan Tanzimat fermanını okuyan Mustafa Reşit Paşa evinde Yunus Emre’ninkinden çok az farklı bir dille konuşuyordu. Ayrıca ödünç alma süreci hiç bir zaman dilbilgisi kurallarının ödünç alınmasına kadar gitmedi, dolayısıyla Türkçeden ayrı Osmanlıca diye yeni bir dil doğmadı. İçindeki günlük dile geçmemiş Arapça ve Farsça kelime bolluğuna rağmen Tanzimat Fermanı da teknik olarak Türkçeydi. 19. yüzyılın ikinci yarısında resmi eğitimin yaygınlaşması ve rejimin demokratikleşmesi sonucunda yazı dili de demokratikleşmeye, sadeleşmeye başladı. Arkasından Türk milliyetçiliğinin gelişmesiyle sadeleşme akımı doktriner bir nitelik de kazandı. İkinci Meşrutiyet döneminde artık popüler yazarların eserleri bugünün nesrine çok yaklaşmış, resmi yazışmalar da oldukça sadeleşmişti. Cumhuriyet devri de zaten başlamış olan bu hareketi devam ettirdi; 

Türk Dil Kurumuyla bu işi daha sistematik hale getirmek istedi. Burada akşamdan sabaha büyük bir devrim de olmadı; zaten dilde böyle bir şey olmaz. 1940’lardaki yazı dili bile Osmanlı’nın son dönemindeki yazı dilinden pek az farklıydı.
Görüldüğü gibi bu tarihçede Türkçeden ayrı bir Osmanlıcanın doğması, sonra da bu dilden kopulması diye bir olay yok. 11. yüzyıldan beri hep Türkçe var; bu dilin yazı ve kültür dili olarak geçirdiği evreler var. Ama Oran’ın ifadesine bakarsanız sanki avamın Rusça, aristokrasinin Fransızca konuştuğu Romanof Rusyasındayız da, bir devrim sonucu yöneticiler de halkla aynı dili konuşmaya başladı. Ayrıca şu anda konuştuğumuz dille nasıl oldu da Asya’dan koptuk? Osmanlıların konuştuğu dil bir Altay diliydi de şu anda bizim konuştuğumuz Türkçe bir Hint-Avrupa dili haline mi geldi?
Oran Türkiye’nin doğal olarak Batı’ya eğilim göstermesinin Osmanlı tarihindeki köklerini araştırıp bulmaya da eğilim gösteriyor: “Osmanlı İmparatorluğu...bir Avrupa devletidir. Osmanlı vezirlerinin en az yüzde 90’ı Rumeli, yani Avrupa kökenlidir. Özellikle İstanbul’un alınmasından sonra Anadolu kökenli sadrazam görülmez.” Evet, tam bir “tour de force”, değil mi?
Birincisi, düşüncesinin merkezine Batı’yı bu kadar oturtmuş bir kişi “Batı” kapsamındaki Avrupa kavramının coğrafî değil tarihî, kültürel ve iktisadî bir tanım olduğunun farkında değil mi? “Batı” olan Avrupa, köleci Batı Roma uygarlığıyla Cermen kabile toplumunun kaynaşmasından doğan, feodalizmi, feodalizmden tarımsal kapitalizme ve merkantilizme geçişi, Rönesansı, Reformu, sanayi devrimini, burjuva devrimlerini, işçi hareketlerini ve temsilî demokrasiye geçişi yaşamış olan, Katolik ve Protestan olan Batı Avrupa’dır. Osmanlıların “Frenk” dediği milletleri içeren bu Avrupa Almanya, Avusturya ve İtalya’nın doğu sınırlarında biter. Lehler, Çekler ve Macarlar gibi Alman kültür dairesinde yer alan Doğu Avrupa halkları ise bir geçiş bölgesi meydana getirirler. Bunların yer yer ve zaman zaman Batı Avrupa ile kesişmeleri olmuştur (1848 devrimleri gibi). Bu hattın doğusunda kalan Doğu Avrupa halkları ise (ki bunlar ağırlıklı olarak Slav ve Ortodokstur) hiç bir şekilde “Batı” anlamında Avrupa’nın bir parçası olmamışlardır. Slav kabile toplumunun damgasını vurduğu bu bölgede Batı Avrupa’ya göre çok daha geç bir dönemde feodal bir yapı oluşmaya başlarken bölgenin güney kesimini oluşturan Balkanlar Osmanlı egemenliğine girerek apayrı bir tarihî seyir izledi. Bölgenin kuzeyinde ise gerçek feodalizm ancak Batı Avrupa’da klasik feodalizmin çözülmesinden sonra Batı Avrupa’ya yönelik tahıl ihracatının bir sonucu olarak ortaya çıktı ve 20. yüzyıl başına kadar devam etti. Bu toplumlar ne kendiliklerinden kapitalizme geçebildi, ne Rönesansa, ne Reforma, ne de sanayi devrimine katıldı. Bu yüzden “Batı” anlamında Avrupa dendiğinde kimsenin aklına Bulgaristan, Romanya, Ukrayna gelmez. Bu itibarla Osmanlı Devletinin Balkanlarda 500 yıl hüküm sürmüş olması hiç bir şekilde “Türkiye’nin doğal olarak Batı’ya eğilim göstermesinin” sebebi olamaz. Böyle bir iddia gülünçtür. Osmanlı Devleti Tanzimatla başlayan reformlara Rumeli’de toprakları olduğu için değil, ordusu büyük Avrupa devletlerinin orduları karşısında sürekli yenilmeye başladığı için girişti. Nitekim benzer reformlara aynı tarihlerde İran’da, Japonya’da ve Çin’de de rastlıyoruz.
Bu meyanda “Osmanlı vezirlerinin en az yüzde 90’ı Rumeli, yani Avrupa kökenlidir” demenin de anlamsız olduğu açıktır. Birincisi Rumeli “Avrupa” değildi, dolayısıyla 19. yüzyıl öncesinde Rumeli’nin Bulgar, Sırp, Ulah gibi yerli halkları Anadolu Hıristiyanlarına göre kültürel olarak daha Avrupalı değildi. İkincisi vezir olan Rumelililer bu Hıristiyanlardan değil ya Rumeli Türklerinden, ya da etnik olarak Türk olmasa bile kültürel olarak Türkleşmiş mühtedilerden seçiliyordu. Bunlarla Anadolu kökenli Türkler arasında daha Avrupalı olma anlamında bir farktan da söz etmek mümkün değildi. Çandarlı Halil Paşa Anadolu doğumluyken, oğlu Çandarlı İbrahim Paşa’nın Edirne’de doğmuş olmasından dolayı bu ikisinin devlet adamlığında ne gibi farklılıklar görüldü acaba?
Oran’ın Osmanlı tarihi dersi devam ediyor. İddiasına göre İstanbul’un alınmasından sonra Anadolu kökenli sadrazam görülmemiş. Malûm fetih 1453’te gerçekleşti. O tarihten sonra görev yapan bazı sadrazamlar: Karamanî Mehmet Paşa. Sadareti 1477; adından da anlaşılacağı gibi Konyalı bir Türk. Pirî Mehmet Paşa. Sadareti 1518; Amasyalı. Lala Mehmet Paşa. Sadareti 1595; Manisalı. Lefkeli Mustafa Paşa. Sadareti 1622; Lefkeli (bugünkü Osmaneli, Bursa). Kemankeş Ali Paşa. Sadareti 1623; Ispartalı. Bayram Paşa. Sadareti 1637; Lâdikli. Tayyar Mehmet Paşa. Sadareti 1638; o da Lâdikli. Ermeni Süleyman Paşa. Sadareti 1655; Malatyalı. Deli Hüseyin Paşa. Sadareti 1656; Bursalı. Boynueğri Mehmet Paşa. Sadareti 1656. Samsunlu. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa. Sadareti 1676; Merzifonlu. Kara İbrahim Paşa. Sadareti 1683; Bayburtlu. Nişancı İsmail Paşa. Sadareti 1688; Ayaşlı. Hacı Ali Paşa. Sadareti 1692; Merzifonlu. Bozoklu Mustafa Paşa. Sadareti 1693; Yozgatlı. Elmas Mehmet Paşa. Sadareti 1695; Cideli. 17. yüzyıl sonunda kesiyorum; bu tarihten sonra Anadolulu sadrazam sayısı daha da fazla. Ayrıca Rumelili olmayan çok sayıda Kafkasyalı da var.
Oran’dan Osmanlı’yla ilgili öğreneceklerimiz bitmedi. Oran’a göre Osmanlı Devletinde şeyhülislâm “...Padişah tarafından atanarak getirilen ve dolayısıyla azledilebilen, azledildikten sonra da (ulemanın kanı yere akmasın diye) istendiği anda yay kirişiyle boğdurulabilen bir devlet memurundan ibaretti.” Birincisi Osmanlı Devletinde şeyhülislâm idam etmek bu cümlenin imâ ettiği gibi öyle çok kolay, çok sıradan bir olay değildi. Kendini “dar-ül İslâm” olarak tanımlayan bir devlette bu iş olağan ve basit olamazdı. 622 yıl boyunca görev yapan 185 şeyhülislâmdan idam edilenlerin sayısı sadece ikidir. Bunlardan da birincisini 4. Murat gibi gaddar ve diktatör bir padişah idam ettirmişti. İkincisi de zayıf bir padişah olan 4. Mehmet devrinde, Osmanlı sarayında iktidar mücadelelerinin çok şiddetlendiği, entrikaların, azillerin birbirini kovaladığı olağandışı bir ortamda idam edildi. Bu kişilerin boğularak öldürüldüğü doğrudur; fakat bunun ulemanın kanının yere akmamasıyla ilgisi yoktur. Bir kere yay kirişiyle boğularak idam ulemaya özgü değildir, ayrıca bütün ulemaya şamil de değildir. Öyle olsaydı 4. Murat İznik’in çamurlu yollarını temizletmeyen İznik kadısını da kirişle boğdururdu; halbuki İznik kalesinin kapısında astırmıştır. Bu adet aslında hanedan mensupları için geçerlidir ve Türklerin İslâm öncesi inançlarından kaynaklanır. Buna göre kutsal olan hanedan kanı dökülmemelidir. Osmanlı’da bu adet zamanla hanedan üyelerinden üst düzey devlet erkânına da yaygınlaşmıştır. Tahta geçemeyen birçok hanedan mensubu erkeğin yanı sıra sadrazamlar, vezirler ve bu arada iki şeyhülislâm da bu şekilde idam edilmiştir. Yani bu ulemanın kanı yere akmasın da cennete gitsin falan diye icat edilmiş bir adet değildir.
Oran okuyucuyu Osmanlı dünyasında gezdirmeye devam ediyor. Fakat artık kuru tarihin dışına çıkıp tarih felsefesine giriyoruz. Meselâ siz Osmanlıların neden hep batıya gittiklerini hiç düşünmüş müydünüz? Oran’a göre “Anadolu’nun etnik ve dinsel yapısı...Osmanlı’yı sürekli olarak batıya götürmüştür.” Bakın nasıl: “Türkler Anadolu’ya ayak bastıklarında...Ermenilerin yanı sıra iki tür halk (sic!) bulmuştur: Rumlar (Bizans) ve Kürtler....Dağlarda yaşadıkları için bu Kürtler II. Mahmut yönetiminin merkeziyetçi çabalarına kadar yarı özerk yönetimler olarak bırakılmışlardır. Yani Kürt bölgeleri gerek bu halkın büyük çoğunlukla Sünni Müslüman olması, gerekse bu yarı özerklik durumu nedeniyle fethedilmeye uygun olmayan bir nitelik göstermiştir. Sonuçta Osmanlı hep batı yönünde ilerlemeye eğilimli olmuştur.”
Bir: Oran söze Osmanlı diye başlıyor, sonra söze Malazgirtle devam ediyor. Türkler Anadolu’ya Osmanlı Devletiyle gelmedi. Malazgirt 1071, Osmanlı Devletinin tarih sahnesine çıkışı 1299. 1071’de, ya da hemen sonrasında Osmanlı Devletini kuranların ataları bile Anadolu’da yoktu. Osmanlı Kayıları Anadolu’ya Moğol istilâsının önünden kaçarak 13. yüzyılda geldi. Dolayısıyla söze Osmanlı’nın fetih politikasıyla başlayıp Malazgirt’e geçmek tam bir anakronizm.
İki: Oran’ın sandığı gibi Osmanlı’nın Sünni Müslümanlarla savaşmamak, bunların topraklarını ele geçirmekten kaçınmak gibi bir kuralı yoktu. Karasioğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Karamanoğulları, Akkoyunlular, Memlûkler... Bunlar Osmanlı’nın savaşarak yok ettiği, topraklarını ele geçirdiği Sünni Müslüman devletlerden bir bölümü.
Üç: Oran Osmanlı’nın hep batıya yöneldiğini nereden çıkarıyor? Osmanlı Devleti bugünkü Türkiye’nin kuzeybatısında, Söğüt’te kuruldu. “ Batıda” Viyana’ya kadar giderken kuzeyde Müslüman ve Türk Kırım’a, doğuda Azerbaycan’a, Irak’a, güneyde Suriye, Filistin, Yemen, Mısır ve Sudan’a, coğrafi batıda Trablusgarp, Tunus ve Cezayir’e gitti. İstanbul’la Yemen arasındaki mesafe İstanbul – Viyana mesafesinin üç katıdır.
Maalesef Türkiye’nin öndegelen siyasi bilimler okulunda ders veren profesör ünvanlı bir öğretim üyesinin Türk kültürü ve tarihi konusundaki bilgi ve kavrayış düzeyi bu. Bu düzeyin adı cehalet. Gerçekten üzücü. Fakat Oran’ın yazdıklarında cehaletinden daha vahim olan bir şey var. Bu sıradan bir cahillik değil. Cehalet nedense hep Türkiye’yi ve Türk insanını küçümseme ve Türkiye’nin neredeyse Nuh tufanından beri Batı’ya monte bir ülke olduğunu iddia etme yönünde işliyor. Yani belli bir düşünce tarzı, hatta ideoloji tarafından yönlendirilen bir cehaletle karşı karşıyayız. Bu ideoloji günümüz Türk seçkininde salgın hastalık halini almış olan Batıcılık. Bu Atatürk’ün çağdaşlaşmak için Batı kültüründen yararlanmak istemesi, ya da Soğuk Savaş dönemi Türkiyesinin güvenliğini Batı ittifakında aramasından çok farklı bir olgu. Bu, ya Türkiye’nin tek başına bugünün büyük devletlerinin ekonomik ve siyasi gücüne ulaşmasının imkânsız olduğu, dolayısıyla yaşayabilmek için Avrupa’ya sığınmasının şart olduğu tespitinden, ya da düpedüz Batılılaşmış seçkinin halkın çoğunluğu tarafından paylaşılmayan hayat tarzını koruyabilme kaygısından kaynaklanan bir saplantı. Evet, bu bir saplantı, düşünce değil; çünkü rasyonel dayanakları yok. Kendi halkına, kendi ülkesine duyulan derin bir güvensizlik ve korkudan kaynaklanan bir saplantı. Bugünkü Türkiye’nin Batı’ya yönelmesinin zorunlu olduğunu göstermek için Türklerin 1000 yıl önce Horasan’dan Anadolu’ya gelirken doğu-batı doğrultusunda ilerlemiş olduklarını veya 500 yıl önceki falanca vezirin Anadolulu değil de Boşnak oluşunu kanıt göstermek gibi aklı başında insanları kahkahalarla güldürecek şeyler yazabilmeniz için saplantılı olmanız lâzım.
Bu saplantı Türk seçkinleri arasında bir salgın hastalık boyutuna ulaşmış olduğu için Oran kesinlikle istisnaî bir örnek değil. Yazdıklarını ekzantrik bir akademisyenin tuhaf görüşleri diye bir kenara atamayız, çünkü Türkiye’nin tarihi ve kültürü hakkında, hele hele Türkiye ve Batı ilişkileri konusunda Oran’ın bu yazdıklarının altına imzasını atacak, hatta bu örneklerden daha akıl dışı, daha gerçek dışı olanlarını üretebilecek seçkinlerimizin sayısı maalesef oldukça kabarık. Bu zihniyetin etki gücünü de küçümseyemeyiz. 1995’te Türkiye hiçbir maliyet-fayda analizi yapmaksızın, sadece ve sadece bu zihniyetin peşinden sürüklenerek bir bayram havası içinde Gümrük Birliğine girdi. Sonuç ortada: Gümrük Birliği Türkiye’nin zaten duraksayan sanayileşme sürecini sona erdirdi, ülkeyi ithal mal cenneti ve dış borç bağımlısı yaptı ve nihayet 1999 IMF anlaşmasıyla beraber ülke ekonomisini bugünkü bataklığın içine sürükledi. Şu anda da benzer bir kampanya AB üyeliği için tezgâhlanmaya çalışılıyor. Tabii bu iş Gümrük Birliğine benzemez. AB’nin sözde üyelik için şart koştuğu Ege kıta sahanlığından Kıbrıs’a, etnik dillerde eğitimden Türk Ceza Kanunu değişikliklerine, sınırların güvenliğinden Avrupa Ordusuna uzanan tavizler zinciri Türkiye’nin bekasını tehlikeye düşürecek nitelikte. Batıcı Türk seçkinleri hariç bu konudan haberdar herkes Türkiye ne yaparsa yapsın AB’nin Türkiye’yi üyeliğe almayacağını da biliyor. Türkiye’nin hiç bir şey kazanmadan Avrupa’ya bir sürü taviz vermesine yol açacak bu kampanyayı yürütenler tabii ki Oran’ın örneklerini verdiği zihniyetin temsilcileri. Bu yol Müslümanlığın ilerlemeye engel olduğu, Türklerin insanlık tarihine hiçbir katkı yapmamış, yağmacı, çapulcu bir halk oldukları, bu devirde bile nouvelle cuisine yerine hâlâ “Orta Asya’dan getirdikleri”(!) lahmacunu yiyerek ortalığı soğan kokuttukları gibi görünüşte kültürel tespitlerden başlar, fakat şaşılacak bir hızla “Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir” veya “Türkiye’nin adam edilmesi için yabancılarla işbirliğine hazırım” istasyonlarına ulaşır. Bu istasyonlara daha önce de ulaşanlar olmuştu. Oralarda vasıta olarak sadece İngiliz zırhlılarını buldular; onlara binip gittiler. Hangi yolu tuttuklarının farkında olmayanlar varsa bizden hatırlatması.
Türkiye Günlüğü, Sayı 67, Güz 2001.




Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...