Osmanlı’da mahalle; birbirini tanıyan, birbirlerinin davranışlarından mesul ve birbiriyle dayanışma içindeki kişilerin yaşadığı yerdir. Mahalleler; sınırları genellikle cadde veya sokaklarla belirlenmiş, merkezinde cami veya mescid bulunan yerleşim yerleridir. Genelde cami, şehrin merkezini oluşturan bir veya birkaç mahallede bulunur; diğer mahallelerdeki insanlar da cuma namazı için buraya gelir. Cami çevresinde ayrıca alış–veriş merkezleri bulunur, pazarlar genellikle buralara kurulur. Böylece haftanın bir günü şehirdeki insanlar buralarda toplanır, birbirleriyle görüşür ve haftalık ihtiyaçlarını temin eder. Diğer mahallelerde ise, sadece mescid bulunur ve bunun hemen yanında okul öncesi ve ilköğretim seviyesinde eğitim veren bir muallimhane vardır. Ayrıca buralardaki bakkal, kasap, terzi, ayakkabıcı vs küçük esnafa ait dükkân ve işyerleri, mahallenin günlük ihtiyaçlarına cevap verir.
Mahalle idarî olarak, Osmanlı’nın en küçük yönetim birimidir. Bilindiği gibi Osmanlı, başlarında valilerin bulunduğu eyaletlerden oluşur. Eyaletler ise, sancaklardan oluşur ve buralar sancakbeyi tarafından yönetilirdi. Sancaklar, kadı tarafından idare edilen kazalara bölünmüştür. Kazalar ise, mahalle ve köylerden oluşur. Bu en küçük yönetim biriminin başı, daha doğrusu temsilcisi –muhtarlık sistemine geçilinceye, yani II. Mahmut dönemine kadar– imamdır. İmam, camideki vazifesinin yanında, mahallenin asayişini sağlamakla ve ihtiyaçlarını karşılamakla görevlidir. Köylerde de, mahallelere benzer bir yönetim tarzı vardır.
İmam, asayişle ilgili olarak mahallede olup bitenden birinci derecede mesuldür. Burada cereyan eden öldürme, yaralama, hırsızlık gibi inzibatî olayların yanında, zina, fuhuş, taciz, sarkıntılık gibi gayr-i ahlâkîliği de takip edip güvenlik kuvvetlerine bildirir. Mahalleyle ilgili bütün işlerde devletle muhatap olur ve mahalleyi temsil eder. Şehrin idarecisi olan kadı, bağlı olduğu kurumun en üst düzey yetkilisi tarafından atanırken, imam bizzat padişah tarafından bir beratla tayin edilirdi. Bu da onun devlet ve halk nazarında ne derece büyük bir öneme sahip olduğunu gösterir. Padişah tarafından gönderilen emir ve fermanlar, imam tarafından halka duyurulur ve takibi yapılır. Bu şekilde imam; devlete karşı haklar ve ödevler konusunda mahalleliyi temsil ederken, mahallede de padişahı temsil ederdi.
Osmanlı mahallesi, hem asayiş bakımından, hem de sosyal hayat açısından kolektif bir anlayışa dayanır. Mahalleli, müteselsil (zincirleme) olarak birbirine kefildi. Burada meydana gelen öldürme, yaralama gibi olaylarda, olayın faili bulunamadığı takdirde, bütün mahalleli mesul tutulur ve mağdur tarafa ödenmesi gereken diyet (kan parası) sakinlere paylaştırılır. Hattâ Yavuz Sultan Selim zamanında çıkan kanunnameye göre, meydana gelen hırsızlık olaylarından ve zararın ödettirilmesinden mahalle halkı mesuldür. Mahallede bir asayişsizlik olmaması için herkesin dikkat ve gayret göstermesi temin edilerek oto-kontrol sağlanmıştır. Böylelikle fail–i meçhul olaylarda halkın suçluyu saklamasının ve suçu örtbas etmesinin önüne geçilmiştir.
Aynı mesuliyet ve oto-kontrol, ahlâkî hususlarda da söz konusudur. Mahallede meydana gelen veya şüphelenilen gayr-i meşru olaylarda imam, suçlu veya zanlıları güvenlik görevlilerine bildirir, mahallelinin bu yoldaki şikâyetlerinden ilgilileri haberdâr ederdi. İmam ve mahalle ileri gelenlerinin, bu tür evlere baskın düzenleme yetkileri vardı. Gayr-i ahlâkî davranışları olduğu bilinen kimseler mahalleli tarafından istenmeyen kişi ilân edilir ve görevlilerce başka yere sürülmesi istenirdi. Ancak imam ve mahalleli, suçlu veya zanlılara bizzat ceza verme yetkisine sahip değildi, sadece onları adalete teslim edebilir veya mahalleden dışlamak suretiyle cezalandırabilirdi.
Kötülüğü önleme kolektif şuuruyla devlet, başkentten kilometrelerce uzaktaki yerlere kolaylıkla hakim olabiliyordu. Nasıl ki, her sokak süpürüldüğünde bütün şehir temiz olursa; bu uygulama sayesinde de bütün ülkede huzur ve asayiş sürüp gidiyor, suç oranı azalıyordu.
Hayırlı işlerde mahalleli yine aynı kolektif şuurla hareket ediyordu. Bu tür işler için her mahallede bir “Avarız Vakfı” kurulmuştur. Mahalle sakinlerince oluşturulan yönetim kurulu tarafından idare edilen bu vakıfın gelir kaynağı, yine mahallelinin aynî–nakdî bağış veya hibeleridir. Kira getiren ev, dükkân gibi mallar da buraya vakfedilebilmektedir. Mahallede ihtiyacı olanlara borç veya kredi de verilmesi açısından bu vakıf, bir nevi sosyal yardımlaşma sandığı gibiydi. Avarız vakfının gelirleri; mahalledeki hastalara, fakir olanlara ve evlenmek isteyip de ekonomik durumu müsait olmayanlara yardımda kullanılırdı. Buradan fakirlerin cenazelerinin kaldırılması, su yolları, cami, mescit, mektep gibi yerlerin onarımı yapılır ve ısınma, aydınlatma gibi sair giderler karşılanırdı. İmam, müezzin, muallim gibi mahalle görevlilerinin maaşları ödenirdi. Mahalleye yeni gelenlerin yerleşme veya memleketine gidecek olanların yol masrafları karşılanırdı. Vergisini ödeyemeyenlerin vergileri de bu fondan ödenirdi.
Mahalledeki bu resmi dayanışmanın yanında, ayrıca mahallenin zenginleri, mahallelerindeki fakirleri görüp gözetirlerdi. Zekât, sadaka, fitre gibi yardımlar yapılırken, mahalleli tercih edilirdi. Mahalledeki komşuluk ilişkilerinin ne derecede olduğu, şu atasözünden de anlaşılmaktadır: ‘İyi bir komşuya sahip olmak, bir eve sahip olmaktan önemlidir. Çünkü komşu komşunun külüne muhtaçtır.’ Mahalledeki maddî–manevî yardımlaşmanın temelinde; ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir.’ şuuru yatmaktadır.
Osmanlı şehirlerinin bazılarında, Müslüman olmayan nüfus bir mahallede toplandığı gibi, Müslüman mahallelere de dağılmıştır. Müslüman ve gayr-i Müslimler arasında, bugün bile övgüyle anılan bir hoşgörü ve komşuluk münasebeti mevcuttu. Müslüman nüfus hakim unsur olmasına rağmen, komşularına karşı hoşgörülü davranmış; din, örf–âdet, kılık–kıyafet gibi temel hak ve özgürlüklerine karşı toleranslı olmuştur. Buna karşılık Yahudi ve Hıristiyanlar da, Ramazan’da Müslümanların inançlarına saygı göstermiş, açıktan bir şey yiyip içmemişlerdir. Aynı mahallede hem mescit, hem kilise, hem de havra olabilmiştir.
İdarî açıdan mükemmeliyetin yanında, kötülüklerin önlenmesine, iyiliklerin teşvik edilmesine ve bizzat bunun pratiğe taşınmasına bakıldığında, Osmanlı mahallesinde, bir mahalle medeniyetinin oluştuğu görülmektedir. Bu da, Osmanlı’nın uzun ve bereketli ömrünün tesadüfî olmayıp, mükemmel bir şuurdan beslendiğini göstermektedir.