Hz. İbrahim'in yaşı ilerlemiş olmasına rağmen, eşi Sara'nın kısırlığı sebebiyle bir çocuğu olmamıştır. Bu durumdan rahatsız olan eşi Sara, Hz. İbrahim'e cariyesi Hacer'le evlenmesini teklif etmiştir. Hz. İbrahim, Hacer'le evlenmiş ve bu evlilikten İsmail dünyaya gelmiştir. Hacer'in Hz. İbrahim'e bir oğul vermesi Sara'nın kıskançlığına yol açmıştır. Bunun üzerine Tanrı, meleklerini misafir kılığında Hz. İbrahim'e göndererek Sara'nın bir erkek çocuk doğuracağını müjdelemiştir.
Sara, kendi oğlu dünyaya gelince Hacer'e ve oğlu İsmail'e daha fazla kıskançlık duymaya başlamıştır. Bu kıskançlığı yüzünden Hz. İbrahim'den, Hacer ve oğlu İsmail'i yanından uzaklaştırmasını istemiştir. Tanrı, Hz. İbrahim'e, Sara'nın sözünü dinlemesini, soyunun İshak'ta yüceleceğini bildirmiştir. Ayrıca onunla bir de ahit yapmış, İsmail'in soyunu mübarek kılıp bir millet yapacağını vadetmiştir. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Hacer ile oğlu İsmail'i Paran denilen yere götürüp bırakmıştır. İsmail, oraya yerleşmiş ve Arapların atası olmuştur.
Tevrat'a göre Hz.İbrahim'in neslini devam ettiren İshak'ın da iki oğlu vardı. Bunlardan birinin adı Esav, diğerinin adı Yakup'tur. Esav ile Yakup arasında doğdukları günden beri çekişme vardı. Bu çekişme, ilk oğul olmakla ilgiliydi. O zamanlar İbraniler'de ailenin ilk oğlu olmak ayrıcalık taşımaktaydı. Babanın otoritesi ve malının büyük bir kısmı ilk oğula kalıyordu. İshak yaşlanıp gözleri görmez olunca, ilk doğan Esav için bereket duası etmek istedi. Fakat Yakup, annesinin de yardımını alarak babasına kendisini Esav olarak tanıttı ve bereket duasını aldı. Böylece, Esav'ın hakkı olan ilk oğulluğun imtiyazını ele geçirmiş oldu. Tanrı, Yakub'un ilk oğulluğunu onaylayarak onu mübarek kıldı. Onu, büyük bir neslin atası yaptı. Bu durum, Esav'ın Yakup'a kin beslemesine yol açtı. Esav'ın öldürmesinden korkan Yakup Harran'a, dayısı Laban'ın yanına gitti. Orada dayısının iki kızıyla evlendi. Yakub'un, dayısı Laban'ın iki kızından ve cariyelerinden on iki oğlu oldu. İsrailoğullarının on iki kabilesinin kökeni, Yakub'un bu on iki oğluna dayanmaktadır.
Yakup, Harran'da uzun bir süre kaldıktan sonra tekrar atalarının yurdu Kenan'a geldi. Yakub'un küçük oğlu Yusuf'a karşı derin bir sevgisi vardı. Kardeşleri Yusuf'u kıskandılar ve onu bir kuyuya attılar. Mısır'a mal götüren bir ticaret kervanı Yusuf'u kuyudan çıkardı ve Mısır'da firavunun memuru Potifar'a sattı. Daha sonra Yusuf, Tanrının yardımıyla firavunun sarayına maliye nazırı oldu. Mısır'ın bütün ekonomisi Yusuf'a teslim edildi.
Hz. İbrahim zamanında olduğu gibi Kenan'da tekrar kıtlık baş göstermişti. Mısır'da erzakın olduğunu haber alan Yakup, oğullarını Mısır'a gönderdi. Bunlar, Mısır'da Yusuf'la karşılaştılar. Yusuf, Mısır'a gelmesi için babasına haber gönderdi. Bunun üzerine Yakup, kabilesini de yanına alarak Mısır'a gidip yerleşti. Fakat, Yusuf'un ölümünden sonra Mısır'da durum değişti. Tahta geçen yeni firavun İsrailoğullarını köleleştirdi. İsrailoğulları, dört yüz sene Mısır'da köle olarak kaldılar.
İsrailoğullarının bu esareti sırasında, dönemin Mısır firavunu bir rüya gördü. Rüyayı yorumlayan kahinler yakında İsrailoğulları arasından bir erkek çocuğun dünyaya geleceğini ve bu çocuğun firavunun tahtını elinden alacağını söylediler. Bu haber, firavunu telaşlandırdı. Firavun, o yıl doğacak olan bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Hz. Musa da o yıl dünyaya gelmişti. Hz. Musa'yı gizlice dünyaya getiren annesi, Tanrı'nın vahyi üzerine onu bir sepetin içine koyup Nil nehrine bıraktı. Firavunun adamları sepeti alıp saraya götürdüler. Firavun, çocuğu evlat edindi.
Firavun'un sarayında büyüyen Hz. Musa, bir gün şehre gitti. Şehirde dolaşırken bir İsrailli ile bir Mısırlının kavga ettiğini gördü. Musa, İsrailliye yardım etmek amacıyla kavgaya müdahale etti ve Mısırlıya bir tokat vurdu ve kazaen Mısırlı öldü. Firavunun kendisini cezalandırmasından korkan Hz. Musa, Mısır'ı terk edip Medyen'e kaçtı. Orada, Medyen kahini Yetro'nun (Şuayb) yanında çalışmaya başladı. Bir süre sonra onun kızı ile evlendi.
Tanrı, bir gün Yetro'nun koyunlarını otlatırken Horeb dağında yanan bir çalılığın içinden Hz. Musa'ya hitap etti ve ona, İsrailoğullarını Mısır esaretinden kurtarma görevi verdi. Kardeşi Harun'u da ona yardımcı yaptı. Bu aynı zamanda Hz. Musa'nın peygamberlik görevinin de başlangıcıydı.
Hz. Musa Tanrıdan bu görevi aldıktan sonra Mısır'a gitti ve firavundan kavmi İsrailoğullarını serbest bırakmasını istedi. Kur'an-ı Kerim'e göre onu tek bir Allah'a inanmaya da davet etti. Fakat firavun, İsrailoğullarını serbest bırakmama konusunda inat etti. Bunun üzerine Mısır'ın üzerine bir çok felaket geldi. Sonunda, Mısırlıların da baskısıyla firavun inadından vazgeçti. Hz. Musa, İsrailoğullarıyla birlikte Mısır'dan çıktı. Üç ay sonra Sina'ya vardı. Orada Tanrı, Yahudiliğin temel ilkelerini oluşturan On Emir'i iki levhaya yazılmış halde Hz. Musa'ya verdi. Bu levhalarda, tek tanrıcılığın temel ilkeleri ile genel ahlak ilkeleri yer almaktaydı.
Sina'daki bu vahiy olayından sonra Hz. Musa, ataları İbrahim'e, İshak'a ve Yakub'a vadedilmiş olan kutsal topraklara, Arz-ı Mevud'a gitmek için İsrailoğullarıyla birlikte yola çıktı. İsrailoğulları bu göç esnasında sık sık isyan ettiler, Hz. Musa'ya zorluk çıkardılar. Tanrı, isyanları sebebiyle bir çok kez onları cezalandırdı. En büyük ceza ise kırk yıl çölde dolaşmalarıydı. Mısır'dan çıkan ilk nesil çölde telef oldu. Bunlar, hem Tevrat'ta hem de Kuran-ı Kerim'de detaylı olarak anlatılmaktadır. Mısır'dan çıkan ilk nesilden sadece iki kişi, Yefunne oğlu Kaleb ile Nun oğlu Yeşu vadedilen kutsal topraklara ulaşabildi. Tevrat'ın ifadesine göre, Hz. Musa bile işlediği küçük bir suç yüzünden kutsal toprakları göremedi.
Hz. Musa, peygamberlik görevi süresince Tanrının kendisine bildirdiği ayetleri bir kitap haline getirdi ve onu iki levhayla birlikte Ahit Sandığı'nın (Tabutu'l-âhd) içine koydu. Bu Ahit Sandığı'nı İsrailoğulları göç yolunda daima yanlarında taşıdılar. Hz. Musa, yüz yirmi yaşında iken Moab diyarında öldü ve oraya gömüldü.
Hz. Musa'nın peygamberliği döneminde Yahudi dini büyük ölçüde teşekkül etti. İtikat, ibadet, ahlâk ve hukukla ilgili kurallar belirlendi. Ayrıca, İsrailoğulları kutsal topraklara yerleştikleri zaman kurulacak devletin yapısı da tayin edildi.
Hz. Musa'dan sonra onun yerine Nun oğlu Yeşu geçti. Yeşu, kutsal topraklara göç yolunda İsrailoğullarına hem liderlik hem peygamberlik yaptı. Ona da Tanrı tarafından yeni hükümler gönderildi.
Yeşu'dan sonra İsrailoğulları bir süre lidersiz kaldı. Kabileler "şoftim" denilen hakimler tarafından idare edildi. Bu dönem, din tarihinde ve İsrailoğullarının tarihinde farklı durum göstermektedir. Kabilelerin başında bir peygamber bulunmamasına rağmen Tanrı onlara vahiy göndermeye devam etmiştir. Bu, o dönemdeki olayları ihtiva eden Eski Ahit'in Hakimler kitabında anlatılmaktadır.
Daha sonra İsrailoğullarına peygamber olarak Samuel gönderildi. Halkın isteği üzerine Saul (Kur'an'daki ismi Tâlut), onlara kral tayin edildi. Saul zamanında İsrailoğulları Filistinlilerle savaştılar. Hz. Davud, bu savaşta büyük başarılar gösterdi ve İsrailoğullarının zafer kazanmasını sağladı.
Saul'un ölümünden sonra Davud, İsrailoğullarının başına kral olarak geçti. Yahudi kutsal kitabına göre onun peygamberlik görevi yoktu. Onun zamanında Natan gibi peygamberler görevlendirilmişti. Davud, Kudüs'ü fethedip orasını başkent yaptı. Böylece İsrailoğulları kutsal toprakları ele geçirdiler. Davud, Kudüs'te büyük bir mabet inşa etmek istedi, fakat Tanrı bu işin oğlu Süleyman'a nasip olacağını söyleyerek vazgeçmesini sağladı.
Bir peygamber sayılmamakla birlikte Davud, kral olarak Yahudi tarihinde önemli bir isimdir. Onun zamanında İsrailoğulları en ihtişamlı dönemlerini yaşamışlardır. Tarih boyunca Yahudiler, hep onun zamanındaki ihtişamlı yaşamı özlemişler, Davud soyundan bir mesihin gelip onları kurtarmasını ve kutsal topraklara toplayıp o ihtişamlı krallığı kurmasını beklemişlerdir. 1948'de bağımsız İsrail devletinin kurulmasına rağmen dindar Yahudilerin hepsi hâlâ o mesihi beklemektedir.
Davud'un ölümünden sonra yerine oğlu Süleyman geçti. Tanrının vadettiği gibi Süleyman, Kudüs'deki Moriah dağında büyük mabedi inşa etti. Böylece, Yahudi tarihinde I. Mabet Dönemi başlamış oldu. Bu mabet, Bet-Hamikdaş (Kutsal Ev) adıyla bilinmektedir. İslam tarihinde ise adı Mescid-i Aksa'dır.
Süleyman'ın ölümünden sonra İsraioğulları arasında huzursuzluk meydana geldi. Bunun nedeni, Davud'un işlemiş olduğu bir günah idi. İsrailoğulları, Süleyman'dan sonra bölünmekle cezalandırıldı. Biri kuzeyde İsrail, diğeri de güneyde Yahuda olmak üzere iki ayrı krallık ortaya çıktı. Bunlardan İsrail krallığı putperestliğe yöneldi. Bu krallık, M.S. 722'de Asur'lular tarafından ortadan kaldırıldı. Asur'lular, bölgedeki kontrollerini sağlamak için Asur'dan bir grup insanı buraya getirip yerleştirdiler. Bu grup, daha sonra Yahudi inançlarını benimsedi. Fakat Yahudiler, İsrail ırkından olmamaları yüzünden bunları samimî Yahudi kabul etmediler. Onları daima dışladılar.
Yahuda krallığı bir süre varlığını devam ettikten sonra o da M.S. 587'de Babil kralı Nabukednazar tarafından yıkıldı. Kudüs'deki mabet Babilliler tarafından tahrip edildi ve halk Babil'e sürüldü. I. Mabet Dönemi de böylece sona ermiş oldu. Bundan sonra İsrailoğulları M.S. 1948'e kadar bağımsız bir devlet kuramadılar. Daima sürgün hayatı yaşadılar.
İsrailoğulları Babil'de yetmiş yıl kaldılar. Babil'deki sürgün hayatları, Perslilerin Babillileri yenmesinden sonra sona erdi. Pers kralı Koreş (Cyrus) Yahudilerin Kudüs'e dönmelerine ve mabedi yeniden inşa etmelerine izin verdi. Ezra'nın önderliğinde mabet yeniden inşa edildi ve Yahudiliğin kurum ve kuralları hayata geçirildi. Böylece, Yahudi tarihinde II. Mabet Dönemi başlamış oldu.
II. Mabet Dönemi, M.S. 70 yılına kadar devam etti. Romalıların idaresi altında yaşayan Yahudiler, çeşitli dinî ve siyasî baskılar altındaydılar. Yahudi isyanları yüzünden M.S. 70 yılında Romalılar Kudüs'ü tamamen işgal ettiler ve Babil sürgünü dönüşünde inşa edilen Mabedi yıktılar. Yahudilerin bazılarını da sürgüne gönderdiler. Böylece, ilk defa Asur sürgünüyle başlayan Yahudi diasporası dünyanın bir çok bölgesine yayılmış oldu.
YAHUDİLİĞİN TEMEL ÖZELLİKLERİ
Yahudiliğin bir takım temel özellikleri vardır. Bu özelliklerin en başında geleni, onun bir ahit dini olmasıdır. Tanrı, Yahudilerin atası Hz. İbrahim, İshak ve Yakup'la bir ahit yapmıştır. Bu ahit, İsrailoğullarının tanrının seçkin milleti olmasıyla ilgilidir. Tanrı, İsrailoğullarının atalarına, onların soylarını büyük bir millet haline getireceğini ve süt ve bal akan kutsal toprakları onlara vereceğini vadetmiştir. Tanrı, daha sonra bu vaadini Hz. Musa zamanında tekrarlamıştır. Bu yüzden Yahudilikte din ile milliyet iç içe girmiştir.
Yahudiliğin başka bir özelliği, kutsal bir toprakla kimlikleştirilmesidir. Yahudilik, bütün kurum ve kurallarıyla ancak kutsal topraklarda yaşanabilir. Bu kutsal topraklar da Filistin'dir. Yahudiliğin diğer özellikleri ise mabet ve mesihçiliktir.
Seçilmişlik
Yahudilere göre Tanrı, ataları İbrahim, İshak ve Yakup'la bir ahit yapmış ve onların soyunu kendisi için özel millet olarak seçmiştir. Bu yüzden Tanrı, tarihte onlara daima yardım etmiştir. Dört yüz yıllık Mısır esaretinden onları kurtarmak için Hz. Musa'yı görevlendirmiş ve kendisi de onların kurtuluşuna müdahalede bulunmuştur. Kutsal kitabı Tevrat'ı diğer milletlere vermemiş, onu özel milletine teslim etmiştir.
Seçilmişlik fikri, Yahudileri tarih boyunca daima diğer milletlerden farklı kılmıştır. Yahudiler, her türlü baskı ve zorlama karşısında millî ve dinî kimliklerini bu fikir sayesinde koruyabilmişler ve ideallerini canlı tutmuşlardır. Bu sayede onlar, yaklaşık iki bin yıllık sürgün hayatından sonra, 1948'de kutsal topraklarda bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı başarmışlardır.
Dindar Yahudiler, seçilmişliği bir imtiyaz değil, külfet olarak görürler. Çünkü, tarlanın nasıl ekilip biçileceğinden, elbisenin rengine ve biçimine kadar hayatın her alanını kurallara bağlayan bir dini yaşamak ve yaşatmak zorunda olduklarını düşünürler.
Yahudilerin bu seçilmişliği, Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi 47. âyette de söz konusu edilmektedir. Allah Yahudilere, bir zamanlar kendilerini seçtiğini, diğer milletlere üstün kıldığını ve onlara çeşitli nimetler verdiğini hatırlatmaktadır.
Kutsal Toprak Ve Mabet Yahudilik, diğer dinlerden farklı olarak, belli bir toprakla kimlikleştirilmiş bir dindir. Yahudiliğin en temel kurum ve kuralları bu topraklara göre belirlenmiş ve şekillenmiştir. Tanrının seçip belirlemesi nedeniyle kutsal sayılan bu topraklar, Filistin topraklarıdır. Yahudilik bu toprakların dışında tam olarak yaşanamaz. Zorunlu sürgün hali hariç, Tevrat'ın buyruklarına kulak veren Yahudilerin mutlaka bu topraklarda yaşamaları gerekir. Yahudi din bilginleri, şartları uygun olup ta kutsal topraklarda yaşamayan Yahudileri Tevrat'ın buyruklarına karşı gelmiş bir asi olarak değerlendirmektedirler.
Yahudi geleneğine göre, kutsal topraklar içinde yer alan Kudüs, dünyanın merkezidir. Öldükten sonra tekrar dirilme buradan gerçekleşecektir. Dünyanın değişik bölgelerinde gömülmüş olan Yahudiler tekrar dirilme gününde yer altındaki kanallar yoluyla kutsal topraklara gelecek ve oradan dirileceklerdir
İşte bu nedenlerden dolayı Yahudiler, zorunlu kalmadıkça kutsal toprakların dışında yaşayamazlar. Hatta bu topraklardan başka bir yerde devlet kurmaları bile caiz değildir. Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, XIX. yüzyılda böyle bir teşebbüste bulunmuş, fakat dinî otoritelerin tepkisiyle karşılaşmıştır.
Yahudilik, kutsal sayılan Filistin topraklarıyla kimlikleştirilmiş bir din olduğu gibi aynı zamanda mabet merkezli bir dindir. Yahudilikteki bir çok kuralın mabette gerçekleştirilmesi gerekir. Bu mabet de her hangi bir mahalli sinagog (havra) değildir. Yerini Tanrının seçmiş olduğu ve onun istemesiyle Kral Süleyman tarafından yaptırılan Kudüs'deki meşhur mabettir. Süleyman Mabedi olarak da bilinen bu mabedin Yahudiler nezdindeki adı Bet-Hamikdaş'tır (Kutsal Ev). Bir çok defa tahribata uğrayan ve en son M.S. 70 yılında tamamen yıkılan Süleyman Mabedi'nden geriye bugün sadece batı duvarı kalmıştır. Mabedin yerine daha sonra Müslümanlar tarafından Mescid-i Aksa inşa edilmiştir. Süleyman Mabedi'nden kalan batı duvarı Yahudiler için önemlidir. Adı, İbranice'de "Kotel"dir. Yahudiler, bu duvarın önünde Mabedin durumu için ağıt yakarlar ve en kısa zamanda yeniden inşa edilmesi için Tanrıya yakarırlar.
Yahudiler, 1967 yılındaki savaş sonucunda Kudüs'e tamamen hakim olmalarına rağmen Mescid-i Aksa'yı yıkıp yerine Süleyman Mabedi'ni tekrar inşa etmemişlerdir. Bunun iki nedeni vardır. Bunlardan biri Müslümanların tepkisi, diğeri ve en önemlisi Yahudiliğin mesihçi karakteridir. İsrail devleti, İslam dünyasının tepkisinden çekindiği için şimdiye kadar bunu plânlamamıştır. İsrail devletinin bu tutumunda dinin de önemli katkısı vardır. Çünkü, Ortodoks Yahudiliğe göre Süleyman Mabedi'nin yeniden inşa edilmesi, mesihin gelmesine bağlıdır. Mesihin gelmesinden önce girişilecek böyle bir faaliyet, dinî otoritelerin tepkisini çekecek, din ile devlet karşı karşıya gelecektir. Bu nedenle Yahudiler, Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa etme teşebbüsünde bulunmamaktadırlar.
Mesihçilik Mesih bir kurtarıcıdır. Uzun süre sıkıntıyla karşılaşmış, kendi çabalarıyla sıkıntıdan kurtulamamış tüm milletlerde bir mesih beklentisi olmuştur. Yahudilerdeki mesih beklentisi, M.S. 70 yılında Roma istilasından sonra belirgin hale gelmiştir. Romalılar, Yahudilerin Kudüs'deki mabedini yıkmış, önemli dinî kurumlarını ortadan kaldırmış ve Yahudiler üzerinde büyük bir baskı uygulamışlardır. M.S. 70 yılındaki bu yıkımdan sonra Yahudiler bir daha toplanma fırsatı bulamamışlar ve 1948 yılına kadar devamlı başka milletlerin egemenliği altında yaşamışlardır. Bu durum onlarda, Davud soyundan gelecek ve kendilerini kurtaracak olağan üstü güçlere sahip bir mesih inancının doğmasına yol açmıştır. Yahudi din adamları bu inancın temelini kutsal kitaplara dayandırmışlardır. M.S. XII. yüzyılda meşhur Yahudi bilgini Maimonides (İslam dünyasında Musa bin Meymun olarak bilinir), Yahudiler için belirlediği on üç maddelik iman esasları arasına mesih inancını da koymuştur. Yahudiler, her sabah ibadetinde "Geciktiği halde mesihin geleceğine inanırım" cümlesini iman ikrarı olarak tekrar ederler.
Mesih inancı, özellikle Ortodoks Yahudiler arasında yaygındır. Ortodoks Yahudilere göre, Yahudiliğin bir çok kurum ve kurallarının yeniden işlerlik kazanması mesihin gelmesine bağlıdır. Hatta bazı dinî gruplara göre devletin kurulması bile mesihle bağlantılıdır. Bu gruplar, mesih gelmeden kurulduğu için bugünkü İsrail Devleti'ni küfür devleti olarak değerlendirirmektedirler. Doğu Avrupa Yahudileri, her doğan erkek çocuğun mesih olabileceği beklentisi içerisindedirler.
Bu mesih beklentisi Yahudi tarihinde bir çok sahte mesihin çıkmasına neden olmuştur. XVII. yüzyılda Sabatay Sevi isimli biri İzmir'de mesihliğini ilan etmiş ve onun hareketleri dünya Yahudileri arasında heyecan uyandırmıştır. Fakat onun, sonradan bu iddiasından vazgeçip Mehmet ismini alarak Müslüman olması hayal kırıklığı yaratmıştır. Onun bu hareketinden sonra Türkiye'de Dönmeler adıyla bilinen bir dinî cemaat ortaya çıkmıştır. Bu cemaat, Sabatay Sevi'nin görünüşte Müslüman, içten Yahudilik temeli üzerine oturtulmuş ilkelerine bağlıdırlar.
TÜRKİYE'DE YAHUDİLİK VE YAHUDİLER Yahudilerin Türkiye topraklarındaki mevcudiyeti oldukça eski tarihlere dayanır. Ege bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda M.Ö. IV. Yüzyıla ait Yahudi yerleşim bölgelerine rastlanmıştır. İzmir civarında Sart'ta, M.Ö. 220 yılına ait eski bir sinagog kalıntısı bulunmuştur. Ayrıca, Marmara'da, Akdeniz'de ve Karadeniz sahil şeritlerinde de eski çağ Yahudi yerleşim yerleri tespit edilmiştir. Yahudi tarihçi Josephus (M.S. 37-100?), Ön Asya seyahatlerinde Yahudilerle karşılaştığını ve onlarla görüş alış verişinde bulunduğunu yazmıştır. Osmanlıların Yahudilerle ilk karşılaşmaları, 1324 yılında olmuştur. Orhan Gazi Bursa'yı fethettiğinde, Bizans idaresinde yaşayan Bursa Yahudileri Osmanlıları kurtarıcı olarak karşılamışlardır. Orhan Gazi, Bursa'nın fethinden 50 yıl kadar önce çıkan bir yangın sonucu yok olan Etz-Hahayim (Hayat ağacı) sinagogunun yeniden yapılmasına izin vermiştir. XIV. Yüzyılın ilk yarısında Avrupa'daki soykırımdan kaçabilen Aşkenaz ve Karay Yahudileri Osmanlı'nın başkenti Edirne'ye sığınmışlardır. XV. Yüzyılda Sicilya'dan ve Selanik'ten kaçan Yahudiler de huzuru Osmanlı topraklarında tatmışlardır. Türkiye topraklarındaki Yahudi nüfusunun çoğalması, 1492 yılında meydana gelen İspanya sürgününden sonra gerçekleşmiştir. İspanya'yı Müslümanların elinden alan Hıristiyanlar, Yahudileri ve Müslümanları göçe zorlamışlardır. İspanya'yı terk eden
Yahudiler Osmanlı topraklarına sığınmışlardır. Osmanlı idarecileri de onlara kucak açmışlardır. Dönemin Padişahı II. Beyazıt, eyalet valilerine ve sancak beylerine gönderdiği fermanda Yahudi göçmenlere yardımcı olunmasını istemiştir. Daha sonraki dönemlerde de Hıristiyan baskısından kaçan Yahudilerin Osmanlı topraklarına sığınması devam etmiştir. XVI. yüzyılın ortalarında İstanbul'daki Yahudi nüfusu sekiz bini aşmıştır. Bu sayı, İstanbul'un toplam nüfusuna oranla oldukça yüksek bir rakam teşkil etmektedir. Osmanlı topraklarında rahat bir yaşam süren Yahudiler, dinlerini ve kültürlerini geliştirmeye devam etmişlerdir. İstanbul, İzmir, Selanik ve Safed gibi Osmanlı Türk şehirleri Sefarad Yahudilerinin kültür merkezleri haline gelmiştir. Yahudiler, sanat ve ticaretin yanında devlet işlerinde de görev almışlar, dışişleri ve maliyede önemli mevkiler edinmişlerdir. Saray hekimlerinin çoğunluğunu da Yahudiler teşkil etmiştir. Yahudiler, Osmanlı yönetiminin bu hoşgörülü ortamında özellikle dinî edebiyat alanında dünyaca ünlü eserler vermişlerdir. Yosef Karo, Yahudilerin temel dinî hukuk kitabı olan Şulhan Arukh'u İstanbul'da tamamlamıştır. Yahudiler, Osmanlı'nın adil ve hoşgörülü yönetiminden her zaman memnun olmuş, Türklerin yönetiminde yaşamayı başka yönetimlere tercih etmişlerdir. Bu nedenle de, I. Dünya Savaşı'nın sonunda Türklerin elinden çıkan bazı bölgelerdeki Yahudiler, bugünkü Türkiye topraklarına göç etmişlerdir. Örneğin; Suriye yönetiminde kalmak istemeyen Yahudiler, Şam ve Halep'ten ayrılarak Türkiye'ye gelmişlerdir. Aynı dönemde, Kırım'da yaşayan Karay Yahudilerinden birkaç yüz aile de Türkiye'ye giriş yapmıştır. 1933 yılında, Hitler yönetimindeki Almanya'da görevlerinden uzaklaştırılan Yahudi akademisyenler Türkiye'ye sığınmışlar ve Türk üniversitelerinde görev yapmışlardır. II. Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupa'dan da Türkiye'ye Yahudi göçü olmuştur. 1948 yılında Filistin'de bağımsız bir İsrail devleti kurulunca, Türkiye'deki 70.000 Yahudinin yarıya yakını İsrail'e göç etmiştir. Anadolu'daki Yahudilerin çoğu ya İsrail'e gitmiş veya İstanbul'a yerleşmeyi tercih etmiştir. Bu tarihten itibaren Anadolu'daki Yahudi nüfus, bazı yerlerde tamamen yok olmuştur.
Sabataycılık ve Sabataycılar Osmanlılar döneminde Yahudiler arasında meydana gelen en önemli olay, Sabatay Sevi hareketidir. XVII. Yüzyılın ortalarında İzmir Yahudilerinden Sabatay Sevi, kendisini Yahudilerin kurtarıcı mesihi ilan etmiştir. Onun bu davranışı, Ortadoğu ve Avrupa Yahudileri arasında heyecan uyandırmış ve bir çok taraftar toplamıştır. Sabatay Sevi'nin bu davranışını bir isyan hareketi olarak gören Padişah IV. Mehmet onu sarayına getirtmiş ve mesihliğini mucize göstererek ispat etmesini istemiştir. Sahte Mesih Sabatay Sevi, padişahın bu isteğini yerine getiremeyince, kendisinden Müslüman olmakla ölüm arasında tercihte bulunması istenmiştir. Sabatay Sevi, görünürde Müslüman olmayı tercih etmiştir. Bunun üzerine Sabatay Sevi'ye Mehmet adı verilmiş ve kendisine maaş bağlanmıştır. Sahte Mesih Sabatay Sevi, görünüşte Müslüman olmakla birlikte eski inançlarını gizlice sürdürmüştür. Ölümünden sonra, taraftarlarından bir kısmı onun yolunu devam ettirmişlerdir. Bunlar Selanik'e yerleşerek Sabataycılığı devam ettirmeye çalışmışlardır. Sabataycılar, Müslüman görüntüsü altında Ortodoks Yahudilik'ten farklı olarak Tevrat-Kabbala ekolüne bağlı bir sistem geliştirmişlerdir. Sistemlerinin özünü mesih beklentisi oluşturmaktadır. Sabataycılara göre, Mesih Sabatay Sevi'nin tekrar geri gelmesiyle vadedilen kutsal topraklara gidecekler ve gerçek İsrail'i kuracaklar ve dünyanın idaresi onlara kalacaktır. İnançları ve uygulamaları bakımından Ortodoks Yahudiler tarafından sapkın olarak görülen Sabataycılar, bazı durumlarda Yahudilerin yanında yer almışlardır. İstanbullu Yahudilerin destek vermediği Siyonizm hareketine, Sabataycılar idealleri doğrultusunda desteklemişlerdir. Sabataycı olduğu iddia edilen dönemin etkili isimlerinden gazeteci Ahmet Emin Yalman İsrail'in kuruluşunu destekleyen yazılar yazmıştır.
1924 nüfus mübadelesi sonucunda İstanbul'a gelip yerleşen Sabataycılar, Selanikliler ve Dönmeler adıyla da anılmaktadırlar. Özellikle "Dönmeler" adı literatüre girmiştir. Sabataycılar kendilerini gizledikleri için nüfus sayıları bilinmemektedir.
Günümüzde Türkiye Yahudileri Bugün Türkiye'de yaşayan Yahudilerin sayısı yaklaşık 26.000 kadardır. Bunların 22.000'i İstanbul'da ve 2500'ü İzmir'de, diğerleri Ankara, Bursa, Edirne, Çanakkale, Kırklareli, Adana ve Hatay'da yaşamaktadır. Bunların %96'sı Sefarad (İspanya kökenli), diğerleri Aşkenaz'dır. Türkiye Yahudilerinin yasal temsilcisi Hahambaşı'dır. Hahambaşına görevlerinde danışmanlık yapan iki meclis vardır. Bunlardan biri dinî konsey, diğeri de fahri danışmanlar kuruludur. Dört hahamdan oluşan dinî konsey dinî konularda Hahambaşına yardımcı olmaktadır. Otuz beş kişiden oluşan fahrî danışmanlar kurulu cemaatin işlerini yürütmektedir. Cemaatin İstanbul'da Bet-Din denilen bir dinî mahkemesi vardır. Evlenme, boşanma, miras ve nesep tespiti gibi davalar bu mahkemede görülmektedir. Yahudilerin halen İstanbul'da bir ilköğretim, diğeri lise olmak üzere iki okulu, İzmir'de de bir ilköğretim okulu bulunmaktadır. Eğitim dili Türkçe'dir, haftada 3-5 saat İbranice dersi verilmektedir.
YAHUDİLİK AÇISINDAN TÜRKİYE'DEKİ ÖNEMLİ YERLER Türkiye, tarihin bilinen en eski dönemlerinden beri çeşitli dinlerin ve kültürlerin beşiği olmuştur. Çatalhöyük ve Hacılar gibi önemli arkeolojik ören yerlerinde yapılan kazılar, Türkiye'deki insan yaşamının tarihinin milattan önce sekiz bin yılına kadar geriye gittiğini göstermektedir. Hititler uzun süre Türkiye topraklarında hüküm sürmüşlerdir. Urartular, Frigler, Lidyalılar, Likyalılar, Yunanlılar, Romalılar, İranlılar ve daha pek çok kavim bu topraklarda iz bırakmışlardır. Onların dinlerine ve kültürlerine ait Türkiye'nin bir çok yerinde çeşitli kalıntılar tespit edilmiştir. Ayrıca Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi günümüzün yaşayan dinleri açısından da Türkiye önemlidir. Hıristiyanlığın inanç ve düşünce yapısını şekillendiren pek çok önemli olay Türkiye topraklarında meydana gelmiştir. Bu bakımdan, Antakya, İznik, İstanbul, Efes, Kapadokya bölgesi, Antalya, Konya gibi bir çok yer Hıristiyanlık tarihinde önem göstermektedir. Türkiye toprakları, sadece bir kısım Yahudi'nin yaşadığı sıradan topraklar değildir. Yahudi kutsal kitabı Tevrat'ta bugün Türkiye sınırları içinde bulunan bir çok yerin ismi geçmektedir. Bu yerlerin başında Dicle ve Fırat nehirleri gelmektedir. Tevrat'a göre, Tanrı Adem'i yarattıktan sonra "doğuya doğru Aden'de" bir bahçe yaratmış ve Adem'i buraya yerleştirmiştir. Buradan bir ırmak çıkmış ve daha sonra bu ırmak dört kola ayrılmıştır. Bu dört koldan ikisi Dicle ve Fırat'tır. Dicle ve Fırat nehirleri, kaynaklarını Doğu Anadolu Bölgesi'nden alan iki akarsuyumuzdur. Tevrat'ta ismi geçtiği için bu iki nehrin bulunduğu bölge Yahudiler açısından kutsaldır. Çünkü Tanrı, Mısır'daki Nil nehrinden Fırat'a kadar olan bölgeyi Yahudilere vadetmiştir. Bu bölge, "arz-ı mev'ud" (vadedilen topraklar) adıyla da anılır. Yahudilik açısından önemli diğer bölge, Harran'dır. Tevrat'a göre Hz. İbrahim bir müddet Harran'da yaşamıştır. Kardeşlerinden biri de Haran adını taşımaktadır. Daha sonra Hz. Yakup, Harran'a gitmiş orada bir süre dayısı Laban'ın yanında kalmıştır. Hz. İbrahim ve Hz. Yakup, Yahudilerin büyük atalarındandır. Bu nedenle, bugünkü Harran'da Yahudi tarihine ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte burası Yahudiler açısından kutsallık taşımaktadır. Tevrat'taki "ayağınızın bastığı her yer sizin olacak" ifadesinden hareketle Harran'ın da Yahudilere vadedilen topraklara girdiği söylenmektedir.