FELSEFEYE GİRİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Uzun süre Latince religio (din) terimi, religare fiilinden türetilmek istendi. Böyle bir etimoloji, bize, dinin her şeyden önce insanı Tanrı’ya baglayan bag oldugunu söyleme imkanını verecekti. Ancak dilbilimin günümüzdeki durumunda bu etimoloji artık kabul edilebilir degildir. Bugün (daha önce Cicero’nun fark etmiş oldugu gibi) ilgi ve saygının ihmal ve kayıtsızlıga zıt olması gibi religio’nun neglegere’ye zıt olan relegere’den geldigini söylüyoruz (Bugün dinsel bir özenden ve saygı dininden söz etmekteyiz). Relegere fiili, Roma imparatorlugunun son dönem Latince’sinde colere, taparcasına saygı duyma, ateşli bir tutku duyma anlamını kazanmıştır. Şüphesiz bu özen, saygı, varlıga ve insan kaderine deger verilmesi fikri, dinde ana fikirdir (Bir insan kutsal şeyler ve dolayısıyla yasak, kabul edilemez şeyler, "tabu"lar olduguna inanır inanmaz, kelimenin en geniş anlamında inanan bir insan, bir mümin kimligini kazanır). Ancak sözünü ettigimiz yanlış etimoloji din hakkında gerçek ve derin bir tanımı esinlendirmiştir.
Geçmişte Schleiermacher "Din, bagımlılıgımıza ilişkin mutlak bir duygudan ibarettir," demişti. insan, kendisini varlıga getiren degildir. insan, onu sonsuz bir biçimde aşan ve karşı konulmaz gücü, onda kendiliginden korku ve hayranlıkla karışık duygular uyandıran güçler arasında gelişmektedir.
Din fikri, öte yandan, doga-üstü kavramıyla, hiç olmazsa şeylerin gerçek anlamının gündelik görüntülerde olmadıgı, müminin kendisiyle ilişki içine girebilecegi bir "arka dünya"nın var oldugu duygusuyla ilişkilidir. Empirik ve gündelik gerçeklerin ötesinde, belki onların kaynagında, müminin erişebilecegi kutsalın alanı vardır. Spinoza gibi Tanrı ile dogayı tek bir şey gibi alan panteist mistikler bile bu ayrımdan kaçmazlar. Spinoza için gerçek mümin, görünürdeki düzensizlik, olayların çoklugu, "yaratılmış doga"nın "sonlu türleri" ardında, kendisiyle "entelektüel bir aşk"la birleşilmesi gereken "yaratan doga"nın derin birliginin gizlenmekte oldugunu anlamış biridir. Bununla birlikte dinin kaynagını aramanın uygun olacagı yer, Tanrı üzerine felsefi düşünme degildir. Filozofların Tanrı’sı hiçbir zaman en ufak bir din yaratmamıştır. Aslında bütün büyük çagdaş dinler, bir vahiyden çıkmışlardır. Hıristiyanların Tanrı’sı kendisine inananlarla Kitab-ı Mukaddes’te, Müslümanların Tanrı’sı Kur’an’da, Hinduların Tanrı’sı Vedalar’da konuşmuştur. Tanrı’nın kendisini kutsal metinlerde açıga vurmasının nedeni, kendi güçleri, duyuları ve aklına dayanarak insanın kendi başına dinsel dogrular ve degerleri keşfetme gücüne sahip olmamasıydı. Bu anlamda rahip, papaz, müminler için kutsalla kutsal-olmayan arasında bir köprü kuran kişi, özel bir kabiliyete sahip bir insan olarak esrarlı ve kutsal gerçekler dünyasına girme imkanına sahip büyücünün dogrudan mirasçısı görünmektedir.
O halde bütün dinlerin kaynagında esas itibariyle evrenin sırrı duygusu kendini göstermektedir. XVIII. yüzyıl, kutsal-dışı hayatın tutku ve çıkarlarından türetmeye çalıştıgı dini hiç anlamamıştır (Voltaire, "Dini icat eden kim olmuştur? Bir aptalla karşılaşan ilk hilekar" demekteydi). Din, köklerinde, egemenliklerini devam ettirmek üzere güçlülerin yarattıgı bir hile degildir. O, yararlılık, saglıkla ilgili akıllı ögütlerle ilişkili bir şey de degildir. Renan sıg bir biçimde ibranilere domuz eti yemelerini yasaklatan tek şeyin tenya ve cüzzam korkusu olduguna inanmaktaydı. Oysa saglık kavramının ortaya çıkışı çok daha geçtir ve Kitab-ı Mukaddes hiçbir zaman bir hastalıgı herhangi bir yiyecege yüklemez. Aslında eger ibraniler domuz eti yemekten kaçınmışlarsa, bunun temelinde yaklaşık on bin yıl önce onların atalarının domuzu doga-üstü degerler ve gerçekliklerin ifadesi ve sembolü olan kutsal bir hayvan, bir totem olarak görmelerinin yatıyor olması muhtemeldir. Sadece Hıristiyanlara özgü olmayan, dindar Yahudiler’de de karşılaşılan Cuma günleri balık yeme adeti, isa’nın ortaya çıkışından çok öncedir. O aslında eski bir Süryani toteminin kalıntısıdır. Her ne hal ise, onun yemek rejimiyle ilgili kaygılarla hiçbir ortak yanı yoktur. Günümüzde dini "açıklamak"tan, yani onu dinsel olmayan kaygı ve etkinliklerden türetmekten vazgeçilmektedir. Daha çok onu "anlama"ya, yani taşıdıgı anlam ve degerlerin kavranmasına çalışılmaktadır. Tüm bir din "fenomenolojisi"nin amacı budur.
Öte yandan din, özü bakımından, büyünün kesin olarak zıddıdır. Büyücünün bir teknisyen oldugu yönündeki iddiasını unutmayalım. O, formülleri ve okuyup üflemeleriyle ruhlar dünyası üzerine etkide bulunmak, ona hükmetmek ve onu arzu ettigi yönde degiştirmek gücüne sahip olduguna inanır. Büyücü, Tanrı’ya hükmetme, büyü etkisiyle onu zincire vurma iddiasında olan biridir. Böylece bütün dinlerin büyüyü neden bir küfür olarak gördüklerini anlıyoruz. iman, her şeyden önce Tanrı’ya güvenme eylemidir. Dindar insan tanrısal güçleri kendi iradesine tabi tutmak şöyle dursun, bir alçakgönüllülük ve tapınma davranışı içinde Rabb’inin arzuları önünde egilen kişidir. Bununla birlikte bazı etnologlar, sihrin "büyü"sünü dinsel "dua"ya yaklaştırırlar. Dua, Tanrı’ya yöneltilen bir istek degil midir? Onun amacı tanrısal müdahaleden bir yarar elde etmek degil midir?
Mümin, karşılıgında manevi, hatta maddi çıkarlar elde etme umuduyla Tanrı’yı kurbanlar ve erdemlerle "büyüleme"ye çalışmaz mı? Aslında onda bir tür büyüyü görmek, duanın özüne ihanet etmektir. Çünkü birinci olarak büyü formülünün sözüm ona bir belirlenimcilige dayanması ve (teknik bir reçete olarak) onunla etkili oldugunu ileri sürmesine karşılık dua, ancak müminin iç özellikleri ile bir deger ifade eder: Ancak saf ruhların dilekleri yerine getirilecektir. Ayrıca gerçek dua, kendisi için, Tanrı’nın iradesine katlanma cesareti dışında herhangi bir şey istemeyen duadır. "iraden yerine gelsin!". Dindar insanın Rabb’inden istedigi budur. Teillard de Chardin şöyle demektedir: "Meydana gelen her şey, hayranlık vericidir". Gerçekten dinsel olan bir dua, bir tapınma fiilinden başka bir şey degildir. Tanrı’dan yagmur veya güzel hava, bir sınavda başarı veya saglık isteyen mümin, dini büyüye dönüştürüp soysuzlaştırmak tehlikesine düşmektedir