17 Kasım 2012

HAK DİNİ KURAN DİLİ ARAF SURESİ BEŞİNCİ BÖLÜM

BEŞİNCİ BÖLÜM
131- Nitekim küfrü ve zulmü huy edinmiş olan Firavun kavmi, bu ilâhî uyarılardan sonra uyanmadılar da kendilerine iyilik geldiği zaman, (refah geldiği sıralar) bu sırf bize ait dediler, ve kendilerine bir fenalık, bir kıtlık ve sıkıntı ve herhangi bir musibet gelirse Musa ile yanındakilere uğursuzluk isnad ederler, tatayyür ve teşe'üm eylerler onların uğursuzluğuna yorarlardı. İyi bak, onların tâirler i ancak Allah katındadır. Yani uğur veya uğursuzluk sayılacak kuşları, bütün talihleri, bahtları, yaratılıştan iyi veya kötü bütün nasipleri ancak Allah katındadır "hepsi Allah katındandır" (Nisâ, 4/78), ve lâkin çokları bilmezler. Bilmedikleri için d e şuna buna isnad ederler. Yahut uğursuzluğun sebebi ancak Allah katındadır. Başlarına gelen ve gelecek olan musibetler ancak Allah tarafındandır da çoğu bunu bilmezler. (İsra, 17/13. âyetin tefsirine bkz.) Cahiliye devrinde "ıyâfet-i tayr" denilen bir fa l cılık geleneği vardı. Bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, kuş sağa giderse uğur, sola giderse uğursuzluk sayarlardı. Yine bunun gibi, karga ve benzeri kuşların çığlık atmasından
da uğursuzluk anlamı çıkarırlardı. Bundan dolayı herhangi bir şeyden uğursuzluk beklemeye, yani uğursuzluk sayıp kuşkulanmaya "tatayyür" denilmiş, gerek kuş, gerek başka şey olsun şom kabul edilen şeylere de "tayr, tâir, tıyâre" adı verilmiştir. Gerçi esas itibariyle uğur veya uğursuzluktan daha genel anlamlıdır. Fakat h e p şom olan şeylerde kullanılmıştır ve tatayyür de daima uğursuzluk demek olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Uğursuzluk ve baykuş yoktur." hadis-i şerifi ile "tıyereyi" yasaklamış ve iptal etmiştir. Bununla beraber cahiliye âdeti olan bu tatayyür mesel e sine avam arasında çoğunlukla rastlanılır. Mesela, bizim ülkemizde baykuşla uğursuzluk düşüncesine kapılanlar pek çoktur. Hatta hüma kuşu mutlulukta, baykuş uğursuzlukta birer atasözü gibi edebiyatımıza girmiştir. İşte Arapça "tâir" deyimi de böyle baykuş gibi uğursuzluk sebebi sayılan her hangi bir kuş veya hümâ gibi uğur veya baykuş gibi uğursuzluk sayılan mutlak kuş mânâsından, istiare yoluyla şer sebebi mânâsına veya hayır sebebi mânâsına kullanılır ki, şer sebebi için kullanıldığında baykuş, hayır seb e bi için kullanıldığında talih kuşu, baht kuşu demek gibidir. Bundan başka bir de Araplar "Malı kavim arasında uçurdum da her birine kendi hissesi uçtu, yani nasibi erdi." derler. Nitekim bizim dilimizde de şuradan buradan keyfe göre gelen mallara da "tayyarat" denildiği bilinmektedir. Bu açıdan ele alındığında bir kimsenin kaderden uçan nasibi, kısmeti, bahtı, talihi, şansı mânâsına gelir. Firavun kavminin bahtına bakınız ki Allah Teâlâ, onlara, Musa gibi ulu bir peygamber göndermiş, başlarına böyle b ir devlet ve talih kuşu uçurmuş da onlar bununla kendilerini mutlu ve bahtiyar bilecek ve ona uyup huzur bulacak yerde tutmuşlar onu ve ona uyanları, kendileri için uğursuzluk sebebi saymaya kalkmışlar. İşte ilâhî takdirden kendi hisselerine düşen nasiple r i bu bedbahtlık, bu kalb katılığı olmuştur. Bu şom düşünce, bu anlayışsızlık, bu bozuk ruh hali, onların Allah katında sabit olan uğursuzluklarının esas sebebi olmuş, tairleri de böylece kendi boyunlarına takılmıştır. Bu ne bahtsızlıktır ki, uyansınlar ve kendilerine gelsinler diye Allah, kendilerini sıkıntıya düşürdükçe şomluğun sebebi kendi amelleri olduğunu bilmediler de Musa'dan bildiler.
132- ve "Bizi büyülemek için bize her ne âyet getirirsen getir, her ne mucize gösterirsen göster, biz sana yi ne de inanacak değiliz." dediler. Küfür ve inkârda bu kadar kararlı olmaktan daha uğursuz ne olabilir?
133- Bunun üzerine biz de onların başına tûfan, çekirge, haşereler, kurbağalar ve kan gönderdik.
"Tufan": Basra dilcileri "tufan" ın tavaftan geldiğini ve onun çoğulu olduğunu söylediler. Kûfe dilcileri ise bunun aslında "rüchan" gibi masdar olduğunu ileri sürdüler ki, mübalağa için tesmiye bilmasdar demektir. İbnü Atıyye'nin açıklamasına göre; tufan, tavaf eden her şeye şamil olur. Ancak şiddet l i su ve yağmurda kullanıldığı daha çoktur. Zeccac demiştir ki, tufan, herhangi bir şeyin çok ve yaygın olanı ve bütün kavmi içine alacak genişlikte olanıdır. Nitekim birçok şehirleri kapsamına alan su baskınlarına tufan denilir. Bunun gibi, katliam bir tu f an ve silip süpüren ölüm, yani süpürücü ölet; kıran, salgın ölüm de bir tufan demektir... İlh. Mücahid ve Vehb'den nakledildiğine göre; Yemen lehçesinde tâûn hastalığına, yani koleraya tufan denilirmiş. Ebû Kılâbe dahi "cüderi" yani çiçek hastalığının ilk önce Firavun kavminde meydana gelen bir salgın, bir tufan olduğunu söylemiştir. Velhasıl lugat açısından tufan kendi dilimizde de bilindiği ve kullanıldığı üzere, şiddetli yağmur, sel ve su baskını anlamına olmakla beraber, herhangi bir şeyin çokluğu ve b olluğu için de kullanılır. Fakat çoğunlukla bu mânâya, hele tek başına kullanıldığı zaman tamamiyle "sel" anlamına gelir. Bu şöhretin sebebi de Nuh tufanıdır. Ve bunun için buradaki tufanın ne olduğu hakkında zikrolunan mânâlar çerçevesinde değişik nakill e r yapılmıştır ve Hz. Aişe'den "mevt-i carif" yani süpürücü ölüm, diye bir rivayet nakledilmiş ise de çoğunlukla tefsir âlimleri Abdullah ibnü Abbas'dan rivayet olunan "boğucu sel" felaketi mânâsını tercih etmişlerdir ki, bu da tufanın en yaygın olan kendi mânâsı demektir. Bu tufanın da bir hafta boyunca aralıksız yağan şiddetli bir yağmur veya Nil nehrinin olağanüstü bir taşması ile meydana gelen büyük bir sel tufanı olduğu hakkında iki ayrı rivayet vardır ki, bizce bu ikisinin bir arada olmuş olmasında çe l işkili bir durum yoktur. Bu tufan Mısır halkını evleri içinde basıp ve tahrip etmiş, bununla beraber içlerinde bulunan İsrailoğulları'na zararı dokunmamıştır.
"Cerâd": Bilinen ekin çekirgesidir ki, bütün yeşil ürünleri çok kısa sürede yer bitirir, çırılçıplak eder. Bu demektir ki, tufandan sonra biten kuvvetli ve gür ekinleri yemiş bitirmiştir.
"Kummel": Hakkında bir kaç tefsir vardır: Birincisi henüz tohumundan yeni çıkmış ve kanatlanmamış çekirge yavrusudur ki, buna ve gayet küçük
karıncalara dahi denilir. İkincisi buğdaya düşen güvedir ki, buğday biti denilir. Bu iki mânâ Abdullah b. Abbas'dan rivayet edilmiştir. Üçüncüsü siyah renkli küçük böcekler, yani başta bit olmak üzere genellikle siyah kabuklu küçük haşereler ki bu mânâ, Hasen ve Saîd b. Cübeyr'den nakledilmiştir. Daha önceki görüşlerle birlikte ele alındığında, aşağıda geleceği şekilde çeşitli tefsirlerin hepsini içine almaktadır. Nitekim Habib b. Sabit, "cu'lan" yani bok böcekleri diye, Ebu Ubeyde "hamnan" denilen bir nevi kurd ve ken e diye, Ebu Atay-ı Horasanî ve Zeyd b. Eslem, kummeli maruf, yani kehle dediğimiz bilinen bittir, kummel de kaml de birer lugattır, diye zikretmişlerdir. Ve İbnü Zeyd'den hikaye edilerek, pire olduğu da söylenmiştir. Hasılı "Kummel" Firavun kavminin ya ürü n lerine, ya bedenlerine veya her ikisine birden üşüşmüş olan çeşitli cinsteki küçük haşerelerdir.
"Dafadi'": Dıfda'ın çoğulu ki, kurbağa demektir. Başlarına kurbağa yağmış ve her taraflarına dolmuş.
"Dem": Kan demektir. Cumhurun kavline göre içece kleri su da kan olmuş Nil nehri kan olarak akmış. Fakat Zeyd b. Eslem gibi bazıları demiştir ki, bu kan ruaf, yani burun kanaması idi, Allah başlarına bu belayı sarmıştı.
Bu çeşitli görüşler ve rivayetler içinde pekçok tefsirci açıklamaları özet olarak şu şekilde rivayetle nakledilegelmiştir:
Sekiz gün geceli gündüzlü şiddetli bir yağmur yağmış, kimse evinden dışarı çıkamamış, seller evlere dolmuş, boğazlarına kadar su içinde kalmışlar, aralarında bulunan İsrailoğulları'nın evlerine ise bir şey olmamış. Böylece bir hafta boyunca bütün Mısır bir deniz gibi olmuş, işten güçten kalmışlar. Bu boğulma tehlikesi altında Hz. Musa'ya başvurup "Rabbine dua et, bu belayı başımızdan kaldır da sana iman edelim." demişler. O da dua etmiş, tehlike savuşmuş, fa k at bundan sonra bitkiler öyle fışkırmış ki, arazide benzeri görülmemiş bir feyiz ve bereket ihtimali baş göstermiş. Bunu görünce "Bizim korktuğumuz şey, bir musibet değilmiş, meğer bir büyük hayırmış." demişler, iman etmekten vazgeçmişler. Bunun üzerine A l lah çekirge âfeti göndermiş, ekinlerini ve meyva bahçelerini yiyen çekirge sürüleri evlerine, tavanlarına ve elbiselerine kadar üşüşmüş, yine Musa Aleyhisselam'a koşup feryad etmişler, Allah Teâlâ da bir rüzgar göndermiş çekirgeleri sürüp denize dökmüş. B a kmışlar ki, geriye kalan ürünleri kendilerine yetecek "Eh bu kalan bize yetişir." demişler, yine iman etmemişler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlara bitleri musallat etmiş, çekirgeden
arta kalan ürünleri yemeye, elbise ve bedenlerine kadar girip kanlarını emmeye başlamış. Hz Musa'ya üçüncü defa gelip yine feryad etmişler, Allah'ın izniyle bu bela da başlarından uzaklaştırılmış. "Artık" demişler, "senin bir sihirbaz olduğunda hiç şüphemiz kalmadı." Daha sonra deniz tarafından gayet yoğun bir karaltı çıkmış v e başlarına kurbağalar yağmaya başlamış, öyle ki, yerleri yurtları kurbağa ile dolmuş. Her hangi bir örtüye veya yiyeceğe el atsalar, hemen bir kurbağa çıkar, ağızlarına, burunlarına atılırmış. Dördüncü defa tekrar gelip yine yalvarmışlar, o da kendileri n den kuvvetli bir ant alarak Allah'a dua etmiş, Allah Teâlâ, bu kurbağa belasını da bir yağmurla sürüp denize dökmüş ve onlardan uzaklaştırmış, lakin onlar yine antlarını bozmuşlar, küfür ve fesattan vazgeçmemişler. Bunun üzerine de Allah Teâlâ kan gönder m iş, içecekleri ve kullanacakları sular kan olmuş kalmış. Birisi bir İsrailoğlu'nun ağzından bir yudum su sormak (emmek) istese o bile kan kesilirmiş veyahut sürekli olarak burunlarından kan fışkırırmış. Sonra bu âfetlerin her birinin süresi hakkında da ç e şitli rivayetler vardır. Bu arada Hz. Musa'nın sihirbazlara galip gelmesinden sonra Firavun kavmi içinde on sene kaldığı ve bu mucizelerini bu müddet içinde gösterdiği de rivayet olunmuştur. Fakat Ebu Hayyan'ın da hatırlattığı şekilde, şundan gaflet olunm a malıdır ki, bunların niteliği ve süreleri, yani ne şekilde ve ne kadar bir zaman içinde meydana geldiği hakkındaki haberlerin kaynağı İsrailiyat denilen İsrailoğulları'nın nakil ve rivayetleridir. Âyette, nitelik ve süre hakkında hiçbir bilgi ve işarete y e r verilmeksizin ancak bu gibi felaketlerin onlara gönderildiği zikr olunmuştur ve buyurulmuştur ki;
Mufassal mufassal âyetler olarak, yani, her biri ayrı ayrı birer açık delil olarak gönderildi. Onlardan her biri Musa'nın hak peygamberliğine ve Allah'ın kudretinin sonsuzluğuna ve Firavun kavminin helâke doğru gittiğine, hak ve hakikatı anlayıp bir an önce Allah'a iman edip, yalvarmalarına, tevbe edip yola gelmelerine delalet eden açık, seçik belgeler idi. Onlar kibre kapıldılar, büyüklük tasl a dılar, iman etmeyi kibirlerine yediremediler. Ve bunlar böyle mücrimler, günahkârlar sürüsü bir kavim idiler. Öyle ahlaksız bir kavim ki, tepelerine bela indimi,
134- "Ey Musa! Rabbine, sana verdiği nebilik ahdi ile yalvar, bizim için O'na dua et, yemin olsun ki, eğer bizden bu belayı uzaklaştırırsan, kesinkes sana iman edeceğiz ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte mutlaka ve mutlaka göndereceğiz." derlerdi.
135- Erişecekleri bir vakte (yani bir müddete) kadar, kendilerinden azabı kaldırdıkmı hemen ahitlerini bozarlardı. O ferahlığı ebediyyen sürecekmiş sanırlardı. Azabın biri giderse, arkasından bir başkasının gelebileceğini düşünmezlerdi, hatta kaç defa tekerrürüne rağmen düşünmezlerdi. İlk fırsatta yine sözlerinden cayar, yeminlerini bo z arlardı. Böyle ahlâksız ve tutarsız bir kavim idiler.
136- En sonunda biz de onlardan intikam aldık, yani nimeti kaldırdık, büsbütün bela ve musibete uğramalarını irade eyledik de kendilerini denizde boğduk, garkeyledik. Çünkü âyetlerimizi inkâr ettiler ve bütün parlaklığına rağmen onları görmezlikten geldiler. Hep yalan diyorlardı, ders almak için bir kere olsun onları dikkate almıyorlardı. Uyanma kabiliyetleri bütünüyle tükenmiş idi. Şimdi Allah'ın kudretini düşünmeli ki, ilâhî âyetlere karşı bu kadar insafsız olan zalim ve bozguncuların ve kendi güç ve kuvvetlerine mağrur olarak, İsrailoğulları'nın nesillerini mahvetmek isteyen gafil ve kibirli mücrimlerin âkıbetleri işte böyle bir belaya uğramak oldu.
137-İşte bunları gark ettik, suda boğduk, ve kahır altında ezilmekte olan kavmi, -yani İsrail kavminiş yeryüzünün bereketle donattığımız doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Daha sonra İsrailoğulları, Firavun'un suda boğulduğu yerin doğusunda bulunan Şam ve batısında bulunan Mısır arazisinin büyük bir kısmına malik olmuşlardır, Firavun'lardan ve Amalika'dan sonra oralarda diledikleri gibi tasarruf etmişlerdi. Ve böylece ya Muhammed, Rabbinin o güzel sözü, İsrailoğulları'na karşı sabırları sebebi ile tamam oldu, yerini buldu. Kas a s Sûresi'nde de geleceği üzere "Biz de istiyorduk ki, orada ezilmekte olanlara lutfedelim, onları önder yapalım ve kendilerini Firavun'un mülküne mirasçı kılalım". Onlara orada kuvvet ve üstünlük verelim de Firavun'a, Hâmân'a ve ordularına korktukları şeyi bir gösterelim." (Kasas, 27/5-6) diye beyan olunan ve daha önce Musa'nın diliyle İsrailoğulları'na "Umulur ki, Rabb'i-niz, düşmanınızı helâk eder de sizi yeryüzüne mirasçı kılar." (A'raf, 7/129) diye müjdelenen ilâhî vaad İsrailoğulları hakkında tamamen gerçekleşti. Şurası çok dikkat çekicidir ki, sadece sabırları sebebiyle gerçekleşti. Firavun'un ve kavminin yapageldikleri sanat eserlerini, sanat diye ortaya koydukları şeyleri ve yükselttikleri, diktikleri köşkleri veya diktikleri bahçeleri y e rle bir ettik, başlarına geçirdik. Medeniyetlerini ve mâmûrelerini, Hâmân'ın köşkü gibi yüksek binaları harebeye çevirdik. İşte
özetle Firavun kavminin durumu ve âkıbeti!
Şimdi de "bakacak ki, nasıl yapacaksınız" (A'raf, 7/129) âyetinin hükmü uyarınca bundan böyle İsrailoğulları'nın kıssasına geçelim, bir de onların neler yaptığını izleyelim: Firavun kavmini batırdık;
Meâl-i Şerifi
138- Ve İsrailoğullarının denizden geçmelerini sağladık? Derken bir kavme vardılar ki, onlar, kendilerine mahsus bir takım putlara tapıyorlardı. Dediler ki; Ey Musa! Onların tanrıları gibi, sen de bize bir tanrı yap! Musa da onlara dedi ki: Siz gerçekten cahillik eden bir kavimsiniz.
139- Çünkü o gördüklerinizin içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yaptıkları batıldır.
140- Sizi âlemlere üstün kılan Allah olduğu halde, ben size O'ndan başka ilâh mı arayayım! dedi.
141- Hani sizi, Firavun sülâlesinin elinden kurtardığımız zaman, hatırlasanıza, size azabın kötüsünü yapıyorlardı; oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük imtihan vardı.
138- Derken bir kavme uğradılar ki, o kavim kendilerine mahsus bir takım putlara tapıyorlardı, o putlara önem veriyorlardı. Bu kavim Lahm ve Cüzam kabilesinden bir boy olup Rif kasabasında sakin bulunuyorlardı. Bunların Mısır'da deniz kenarındaki meşhur Rakka kasabasına, yani Mısır Rakka'sına kondukları söylenmiş, Hz. Musa'nın savaşla emrolunduğu Ken'ânîler'den bir grup oldukları da s ö ylenmiştir ki, siyakına bu daha uygundur. Böylece bunların putlarının gerçekten Bakare veya taştan, ağaçtan vesaireden Bakare figürleri, yani inek şekilleri olduğu da zikredilmiştir. Fakat Kur'ân bize şunu anlatıyor ki, bu kıssada dikkat çekici önemli nok t a her hangi bir kavim veya her hangi bir put olursa olsun, genel olarak ve mutlak anlamda putperestliğin batıl, temelsiz ve yok olmaya mahkûm bir şey olmakla beraber yine de bazı cahilleri çeken ve aldatan yanlarının bulunduğu kesindir. İşte böyle bazı f e nalıkların sırf görenek yoluyla avama bulaşmasında, İsrailoğulları'ndaki altın buzağı fitnesine başlangıç olan ilk küfür meylinin böyle bir görenek yüzünden meydana gelmiş bulunmasındadır. Nitekim İsrailoğulları o kavmi görünce, Ey Musa, dediler, bunla r ın kendilerine mahsus olan ilâhları gibi, bize mahsus da bir ilâh yap! Yani, içlerinde böyle diyenler oldu ki, bu da kurtuluştan sonra İsrailoğulları'nın küfre olan ilk meyilleridir. Buna karşı Musa "Kesinlikle siz cahillik ediyorsunuz" dedi. Yapma bi r ilâh istemek, şu veya bu kavme mahsus ilâhlar olabileceğini sanmak ve puta tapan bir kavmin putlarına imrenmek, cahillikten başka hiçbir şey değildir.
139- O putlara tapanlar yok mu, işte onlar, hiç şüphesiz, bunların içinde bulundukları, din diye içine düştükleri şey, parçalanıp yıkılmaya mahkûm ve ibadet diye yaptıkları şeyler bütünüyle batıldır, bir hiçtir. Maksatları onlarla Allah'a yaklaşmak bile olsa, yine de hiçtir, küfürdür.
140- Ben, dedi, size Allah'tan başka bir ilâh mı arayacağım, isteyeceğim? Bu mümkün değil. Halbuki, O, sizi bütün bildiğiniz âlemlere üstün kıldı. Başkalarına vermediği nimeti size verdi. Bunu size Allah'tan başka kim verebilir? Ve Allah'ın bu nimetlerine karşı nankörlük edip başka ilâh aramaya kalkışanların hâli nice olur?
141-Cahillik etmeyin! Ve Allah tarafından size yapılan şu uyarıyı hiç
unutmayın: "Düşünsenize, sizi Firavun sülâlesinin elinden kurtardığımız zamanları, onlar size azabın kötüsünü ediyorlard"
Böyle oldu:
Meâl-i Şerifi
14 2- Ve Musa'ya otuz geceye vaat verdik ve süreye bir on gece daha ekledik ve böylece Rabbinin mikatı (tayin ettiği vakit) tam kırk gece oldu. Musa, kardeşi Harun'a şöyle dedi: Kavmim içinde benim yerime geç, ıslaha çalış ve bozguncuların yolundan gitme!
143- Ne zaman ki, Musa, mikatımıza geldi, Rabbi ona kelâmıyla ihsanda bulundu. "Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana". dedi. Rabbi ona buyurdu ki; "Beni katiyyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göre ceksin". Daha sonra Rabbi
dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince, "Sen sübhansın", "tevbe ettim, sana döndüm ve ben inananların ilkiyim," dedi.
142- Bir de Musa'ya otuz geceye vaad verdik ve onu bir onla tamamladık, böylece Rabb'inin mîkatı tam kırk geceye tamamlandı. Burada Bakara Sûresi'ndeki (âyet 51) âyetin daha ayrıntılı olarak bir anlatımı vardır. Rivayet olunduğuna göre, Musa aleyhisselam, Mısır'da iken İsrailoğulları'na, Allah düşmanlarını helâk ederse kendilerine bir kitap getireceğini vaad etmiş ve Firavun helâk olunca Musa, o vaad olunan kitabı Allah'tan niyaz eylemiş, Allah Teâlâ da otuz gün oruç tutmasını emreylemiş idi ki, o ay Zilka'de idi ve Zilhicce'den tutulacak on günle kırk gün e erişiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, ilk otuz gün tutulan oruçla ve daha başka Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerle bir özel arınma ve bir riyazat olmuş ve sonraki o günde de Tevrat'ın nüzulü ve kelâm olayı meydana gelmiştir. Bu kırkın gündüzleri de mîkate dahil bulunduğu halde, yalnızca buyurulması, gök ayının geceden başlaması ve bundan dolayı da kırk gece hesabıyla tamam olması hikmetine bağlı olduğunu tefsir âlimleri beyan etmişlerdir. Bundan özellikle şunu anlayabiliriz ki, Allah ehlinin büyük bir aydınlığa ve tecelli sabahına erebilmeleri için geceler kadar karanlık ıstırap saatleri ile çile doldurmaları gerekmektedir. İlâhî feyizler daha ziyade geceleri vaki olur. Ve bütün başarı sabahları, ıstırap gecelerinin seherlerini izleyerek meydana çıkar. Hz. Mus a 'nın bu çilesinde kırk sanki tek başına tam bir gece, son on da onun seher vakti gibidir. Bazı rivayetlerde dahi yer aldığı üzere bu seherin fecr-i sadık (doğru sabah) saatlerini andıran sonlarına doğru Hz. Musa, Allah Teâlâ'nın kelâmına mazhar olmuş ve ş u tecelliye ermiştir:
143- Vakta ki Musa, kardeşini yerine halef bırakıp mîkatımıza, tayin ettiğimiz özel vakitte geldi ve Rabb'i kelâmıyle onu muradına erdirdi. Meleklere olan kelâmı gibi aracısız fakat perde arkasından ona söz söyledi "onu, özel konuşmak için yaklaştırdık" (Meryem, 19/52) ilâhî sözü delalet eder ki bu kelâm "mecvâ" idi. Musa aleyhisselam ilâhî kelâmı her cihetten işitiyordu, diye bir rivayet vardır. Bu da gösterir ki, Allah'ın kelâmını işitmek, mahlukatın kelâmını işitmek gi b i değildir. Rabb'i onu, doğrudan doğruya fakat perde arkasından kelâmiyle mutlu edip, kelîm kılınca, Allah kelâmının şevk ve neşesiyle Musa'da Allah'ı görme arzusu uyandı ve galeyana
geldi de Ey Rabbim, bana göster kendini, bakıp göreyim seni dedi. Yani perdeyi kaldır, bana bizzat tecelli et de didarını görmeyi nasibeyle diye yalvardı. Rabbi ona dedi ki, beni katiyyen göremeyeceksin, velâkin dağa bak, "eğer yerinde durabilirse sen de beni göreceksin. Bunun üzerine Rabbi, dağa tecelli edince, k i bu bir izafi tecellidir yani, zatındaki bütün azamet ve kudret-i mutlakası ile değil, azamet ve kudretinden bir lemha zuhur, emir ve iradesinden bir parçasının dağa çarpmasıyla onu hurdahaş eyledi, unufak yapıp yerle bir etti. Hamze, Kisaî, Halef-i  şir kırâetlerinde okunduğuna göre, "dümdüz ediverdi", yani, dağ gidip, yeri dümdüz oluverdi, hörgüçsüz bir deve gibi oluverdi.
"Dekk": Esasen "dakk" gibi bir şeyi ezip unufak etmek mânâsına masdar olup bunun ismi mefûlü olan "medkuk" mânâsına da gelir ki, burada mânâ böyledir. ise hörgüçsüz deve veya gibi tepe ve sırt demektir. Birinci mânâya göre dağ hiç kalmamış, ikincisine göre de küçük bir sırt, küçücük bir tepe haline gelmiş demek olur. Meşhur olan kavle göre bu dağ Tûr-ı sîna idi, faka t diğer bir dağ olduğu da nakledilmiştir. Bunun "Zebiyr" dağı veya Medyen'deki "Erriyn" dağı veya büsbütün yok olup gitmiş olan bir başka dağ olduğu da söylenmiştir ki, Hz. Musa'nın üzerinde bulunduğu dağ değil, karşıdan baktığı bir dağ demek olur.
H asılı Rabb'inin tecellisine dağ dayanamadı "dekk" yahut "dekkâ" oldu, Musa da şiddetle baygın düştü. Söz konusu bu tecelli ile iki olay meydana geldi: Biri dağın parçalanıp ufalanması, diğeri de Musa'nın bayılıp yere düşmesi. Demek ki Musa, dağ dolayısıyla olan bir izafi tecelliye bile dayanamayıp bayıldı, tam ve mutlak bir zatî tecelli olsaydı, bütün dünya ve muhtemelen bütün kâinat bir anda yok olacaktı. İşte "Sen beni katiyyen göremeyeceksin." buyurulmasının esas hikmeti de bu idi. Yoksa haddizatın d a Allah tecelliden kaçınmış ve lutufta cimrilik etmiş değildir, hâşâ, O'nda buhul ve cimrilik yoktur, mesele tecelliye tahammüldedir. Bu fenâ âleminde O'nu görmeye tahammül olunamaz. O halde bu ilâhî kelâmdan, ölüm ve fenâ âleminin sona erdiği bekâ âlemin d e, yani ahirette dahi Allah'ı görmenin mümkün olmadığını anlamaya kalkışmak doğru değildir.
Ne zaman ki, Musa ayıldı, Seni tenzih ederim, Sen sübhansın Ey Rabbim, dedi. Fani gözlerle görünmekten gerçekten de münezzehsin. Sana tevbe ettim, çünkü iznine uygun olmayan bir dilekte bulundum,
ve ben müminlerin evveliyim, inananların ilkiyim. Bu dünyada "Sen beni göremezsin" tecellisine ilk iman eden benim.
Bunun üzerine Cenab-ı Allah, onu teselli etmek, gönlünü hoş eylemek ve peygamberli k vazifesini tayin ve tesbit etmek için:
Meâl-i Şerifi
144- Allah buyurdu: Ey Musa! Sana verdiğim peygamberlikle ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçkin kıldım. Sana verdiğime sıkı sarıl ve şükredenlerden ol!
145- Ve onun için o levhalarda her şeyden yazdık, nasihat ve hükümlerin ayrıntılarına ait herşeyi (belirttik). Haydi bunlara sıkı sarıl, kavmine de emret, onlar da en güzeline sarılsınlar. Size yakında o fasıkların yurdunu göstereceğim.
146- Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimizi anlamaktan uzak tutacağım. Onlar ki, bütün âyetlerimizi görseler de onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler de o yolu tutup gitmezler. Eğer sapıklık yolunu görürlerse tutar onu izlerler. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr etmeyi âdet edi n mişler ve onlardan hep gafil olagelmişlerdir.
147- Âyetlerimizi ve ahiretteki karşılaşmayı inkâr edenlerin amelleri hepten boşa gitmiştir. Çekecekleri ceza kendi yaptıklarından başkası mı olacaktır?
144- "Onun için o levhalarda yazdık..." Önceki âyette zikr olunan peygamberliği beyandır. O yazılı levhaların sayısı, maddesi, boyutları hakkında çeşitli rivayetler vardır. Sayısı, on veya yedi idi veya iki idi denilmiş. Maddesi, yani madeni, Cibril'in getirdiği zümrüt veya yeşil zeberced veya kırmızı yakut idi, yahut ilâhî emirle Musa'nın yonttuğu bir taştan idi veya bir ağaç levha idi denilmiş ilh... Fakat doğrusu bu konuda ciddi bir delil yoktur. Kur'ân bu konuda bilgi vermiyor.
"Şimdi onları kuvvetle tut"! Bu ifade "Biz ona dedik ki; bunları kuvvetle tut!" demek anlamındadır. Yani yazmıştık da bunları demiştik: onları kuvvetle tut, iyi sarıl, sıkı tut, diye söylemiştik. Kavmine de emret, en güzelini alsınlar, yani o levhalarda yazılanların hepsi güzeldir. Bununla beraber bir kısmı bir kısmından daha güzel olanlar vardır. Mesela affetmek ve bağışlamak kısastan, farz ve vacipler mubahlardan daha güzeldir. Yine bunun gibi, çeşitli mânâlara ihtimali olanların bazı ihtimaller gözetilerek yapılan yorum ve tefsirleri diğerlerinden daha gü z el olabilir. Şu halde senin kavmin daima daha iyi ve daha güzel olanı ve efdal olanı tercih etsin, efdali ihtiyar edip seçsinler ki, size yakın bir gelecekte fasıkların yurdunu göstereceğim. Bu hem bir müjde, hem de bir tehdit demektir: Bunda bir taraf t an fısk u fücûr içinde ömür geçiren zorbalar kavminin diyarlarına girip onlara mirasçı olacaklarını vaad eden bir müjde vardır. Buna da ancak işlerin ve amellerin en güzeline sarıldıkları zaman erişebileceklerinden
amellerin en iyisine sarılmaya teşvik ve terğib vardır. Diğer taraftan yurtlarına girince göreceksiniz ki, fasıkların âkıbetleri ne fecidir? diye fısk u fücûrdan uzak tutmaya veya İsrailoğulları'ndan zuhur edecek fasıklara işaret ve cehennemi ihtar vardır.
145- "Onun için o levhalarda yazdık..." Önceki âyette zikr olunan peygamberliği beyandır. O yazılı levhaların sayısı, maddesi, boyutları hakkında çeşitli rivayetler vardır. Sayısı, on veya yedi idi veya iki idi denilmiş. Maddesi, yani madeni, Cibril'in getirdiği zümrüt veya yeşil zeber c ed veya kırmızı yakut idi, yahut ilâhî emirle Musa'nın yonttuğu bir taştan idi veya bir ağaç levha idi denilmiş ilh... Fakat doğrusu bu konuda ciddi bir delil yoktur. Kur'ân bu konuda bilgi vermiyor.
"Şimdi onları kuvvetle tut"! Bu ifade "Biz ona dedik ki; bunları kuvvetle tut!" demek anlamındadır. Yani yazmıştık da bunları demiştik: onları kuvvetle tut, iyi sarıl, sıkı tut, diye söylemiştik. Kavmine de emret, en güzelini alsınlar, yani o levhalarda yazılanların hepsi güzeldir. Bununla beraber bir kısmı bir kısmından daha güzel olanlar vardır. Mesela affetmek ve bağışlamak kısastan, farz ve vacipler mubahlardan daha güzeldir. Yine bunun gibi, çeşitli mânâlara ihtimali olanların bazı ihtimaller gözetilerek yapılan yorum ve tefsirleri diğerlerind e n daha güzel olabilir. Şu halde senin kavmin daima daha iyi ve daha güzel olanı ve efdal olanı tercih etsin, efdali ihtiyar edip seçsinler ki, size yakın bir gelecekte fasıkların yurdunu göstereceğim. Bu hem bir müjde, hem de bir tehdit demektir: Bunda bir taraftan fısk u fücûr içinde ömür geçiren zorbalar kavminin diyarlarına girip onlara mirasçı olacaklarını vaad eden bir müjde vardır. Buna da ancak işlerin ve amellerin en güzeline sarıldıkları zaman erişebileceklerinden
amellerin en iyisine sarılmaya teşvik ve terğib vardır. Diğer taraftan yurtlarına girince göreceksiniz ki, fasıkların âkıbetleri ne fecidir? diye fısk u fücûrdan uzak tutmaya veya İsrailoğulları'ndan zuhur edecek fasıklara işaret ve cehennemi ihtar vardır.
146-Bak da gör fasıklara ne olacak. Haksız olarak yeryüzünde kibre kapılıp büyüklük taslayanları, âyetlerimden çevireceğim, men edip uzak tutacağım. Kalbleri öylesine mühürlenecek ki, gerek yaratılışta, gerek kitapta olan, yani gerek tekvinî, gerek teşrî'î anlamda ilâhî âyetl e rin ifade ettiği şan, şeref ve saadeti tadamayacaklar, onların içerdiği gerçekleri göremeyecekler, ve her bir âyeti görseler bile ona inanmayacaklar. Olgunluk ve doğruluk görseler de o yolu tutamayacaklar, sapıklık ve azgınlık yolunu görürlerse o y ola düşecekler, hasılı bütün hisleri ve sağ duyuları tersine dönecek, o sarf veya o kibirlenme veya bu aksine gidiş şu iki sebeple olur: Âyetlerimizi inkâr etmiş olmaları, yani gidişlerinin fenalığını, hakkın aleyhlerinde olduğunu gösteren, hayr ile şerri, hak ile batılı ayırdetmek için indirilmiş bulunan âfakî (objektif) ve enfüsî (subjektif) delillerimizi, mucize ve alâmetlerimizi aslı olmayan birer hurafe gibi saymalarıdır. Yoksa ne kibre kapılırlar, ne de bu hale düşerlerdi, ikincisi de o âye t lerimizden gâfil olmalarıdır. Yani okuyup araştırmadan, anlayıp dinlemeden uzak kaldıkları âyetlerimizi âmellerinde dikkate almamaları, hem bilgi alanında, hem uygulama alanında onlardan gafil olmaları, uzak kalmalarıdır.
147- Halbuki âyetlerimiz ve ahi retteki karşılaşmayı inkâr edenlerin, her işin sonunda bir hesap ve ceza gününün geleceğini inkâr eyleyenlerin bütün amelleri haptolur: Yani fakirlere iyilik ve zavallılara yardım gibi yaptıkları ne kadar iyi amelleri varsa hepsi boşa gider. Sonunda hiç birinin hayrını göremezler. Bütün emekleri heder, bütün âkıbetleri zarar ve felaket olur. Sonuç olarak bütün bunların böyle olması, mutlak bir kaderciliğin (cebr) gereği değildir. Ancak ötedenberi yapageldikleri amel ve işlerin, inkârın, küfrün, ve gaf l etin cezasını çekerler. Nitekim.
Meâl-i Şerifi
148- Musa'nın arkasından kavmi, tutmuş süs takılarından böğüren bir
buzağı heykeli edinmişlerdi. O buzağının kendilerine bir söz söylemediğini ve bir yol gösteremediğini görmemişler miydi? Fakat yine de onu tanrı edindiler ve zalimlerden oldular.
149- Ne zaman ki, ellerine kırağı düşürüldü (yaptıklarına pişman oldular), o zaman sapıtmış olduklarını gördüler. "Yemin olsun ki; eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, muhakkak biz kötü akıbete düşenlerden olacağız." dediler.
150- Musa, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndüğünde şöyle dedi: "Bana arkamdan ne kötü bir halef oldunuz! Rabbinizin emriyle dönüşümü beklemeden acele mi ettiniz?" Elindeki levhaları bıraktı ve kardeşi Harun'u başından tutarak kendine doğru çekmeye başladı. Harun, "Ey anamın oğlu!" dedi, "inan ki, bu kavim beni güçsüz buldu, az daha beni öldürüyorlardı, sen de bana böyle yaparak düşmanları sevindirme ve beni bu zalim kavimle bir tutma."
151- Musa dedi ki: "Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin."
152- Şüphesiz o buzağıyı tanrı edinenlere Rablerinden bir gazap, dünya hayatında iken de bir zillet erişecektir. İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırırız.
153- O kötü amelleri işleyip de sonra arkasından tevbe ve iman edenler için hiç şüphe yok ki, Rabbin bundan sonra yine de affedici ve merhamet edicidir.
154- Musa'nın öfkesi geçince levhaları aldı. Onlardaki yazıda, ancak Rablerinden korkanlar için bir hidayet ve rahmet vardı.
148- Musa'nın kavmi de Musa'nın arkasından, (yani mîkatte iken,) süs takılarından bir buzağı, daha doğrusu böğüren bir buzağı heykelini put edindiler, yaptılar ve tutup taptılar. (Tâhâ Sûresi âyet 8 3-98'e bkz.)
"Cesed": Eti ve kanı olan cisim demek olduğundan, bazı tefsir âlimleri bunun et ve kana dönüşmüş bulunduğunu söylemişlerdir. Lakin çoğunlukla müfessirler, ruhlu veya ruhsuz her hangi bir katı cisme "cesed" denildiğinden, bunun altından yapılmış ruhsuz bir cisim, buzağı şeklinde bir heykel olduğunu söylemişlerdir. Henüz et ve kan gibi organik maddelerin insan teknolojisi ile
yapılabildiği bilinmediğinden, biz de bunu böyle anlamak isteriz. Âyette cesedin "icil" kelimesinden bedel yapılmış olması da buna işaret eder. Gerçi puta tapanlar göreneğe, kendi heva ve heveslerine uyarak kapıldıkları putlara bağlılıklarını akla uygun göstermek için bir takım meziyetleri ve özellikleri onlara isnad ederler. Lâkin görmediler mi ki, o cesed, kendile r ine ne bir söz söyleyebiliyor, ne de bir yol gösterebiliyordu? Şu halde bayağı bir insan kadar bile değeri olmayan bir cesedin tanrılıkla ne ilgisi olabilir? Hiç şüphesiz onlar bunun böyle olduğunu görüyorlardı, fakat onu ittihaz ettiler, onun cazibesi n e kapılıp, ona tapındılar, ve bunlar bir sürü zalimler idiler. Gerçeği bulunması gereken yerin dışına koyuyorlar, hakkın âyetlerinin hakkını vermiyorlar, gözlerini, kulaklarını, akıllarını yok sayıyorlar, Musa'nın verdiği bilgilerden gaflet ediyorlar v e bu suretle kendi kendilerine zulmediyorlardı. Hasılı bunu yaparken zalim idiler ve bu iş, onların ilk yaptıkları bir haksızlık da değildi.
149- Bu cümle istiare veya kinaye veya temsil tarikıyle şiddetli pişmanlık ifade eden bir tabirdir. Bir insan bir işe pişman olup aciz duruma düştüğü vakit denilir. Bunun pişmanlık veya aşırı pişmanlık ifade ettiği, bütün dil bilginlerinin üzerinde görüş birliğine vardığı bir husus olmakla beraber, tahlilinde ve ne gibi anlam ilişkilerinden dolayı bu mânâyı ifa d e ettiği meselesinde görüş ayrılıkları ortaya çıkmış ve birçok vecihler zikredilmiştir ki, biz bunlardan önemli olan bir kaçını dile getirmekle yetineceğiz:
1- Pişmanlık duyan kimse üzüntüsünden parmağını ısırır veya başını eğip çenesini iki elinin arasına alarak düşünür. Bu şekilde sanki o insan bütün pişmanlığı ile eline düşmüştür, eli de düşülen yer durumuna gelmiştir, meskutun fih olmuştur. Böylece mechul fiilin tahtinde müstetir olarak "hüve" zamiriyle, aynı fiilin masdarı olan "sukut"a isnad o lunarak, veya mef'ûlun fîhi mechûl fiilinin nâib-i faili olarak cümlesi ellerine sukut vakı oldu veya ellerini ısırdılar anlamıyla aşırı pişmanlıktan kinaye yapılmış demektir.
2- Araplar derler. Ve bu şekilde kalbdeki bir hoşnutsuzluğu sanki el üzerinde veya avuç içinde olmuş gibi tasvir ederler ki, burada "yed" kelimesi kalb veya ruhtan mecazdır. Bunun gibi ifadesinde dahi "yed" nefis mânâsına mecaz ve nin naibi faili de tahtinde müstetir ve mahzuf fiiline raci olan bir "hüve" zamiri o l arak, bu cümle, istiâre bilkinâye veya temsiliyye suretiyle "Gönüllerine pişmanlık düşürüldü." demek olur.
3- Kırağı demek olan tan alınmış olarak "kırağı düştü, kırağılandı" mânâsını ifade edebilir. Bundan dolayı "karlandık, üzerimize kar yağdı" mânâsına "sülicna" denildiği gibi, de "ellerine kırağı düştü" demek olur. Kırağı hem soğukla ilgili, hem de az bir sıcaklık ile derhal eriyiveren bir şey olduğundan, eline kırağı düşen insan hem üzülmüş, hem de eline birşey geçmemiş demektir. Bu bakımdan bu deyim, sonunda eline hiçbir şey geçmemiş ve o zamana kadar yaptıkları boşa gitmiş ve pişman olmuş olanlar hakkında bir darb-ı mesel olmuştur. Ve ilk olarak Kur'ân'da varid olmuş bir mesel olduğu söylenmiştir. Vahidi'nin naklettiği bu vecih, bizce "Keşş a f" sahibinin tercih ettiği birinci vecihten daha açık ve daha güzeldir. Buna göre âyetin anlamı şu olur: Ne zaman ki, ellerine kırağı düştü ve kendilerinin sapmış olduklarını gördüler, işte o zaman Şayet Rabb'imiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlam a zsa biz hüsrana uğrayanlardan oluruz, dediler. Tâhâ Sûresi'nde (âyet 83-98) verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bu pişmanlık, Hz. Musa'nın Tur dağındaki mikattan döndükten sonra olmuştur. Fakat burada yaptıkları işlerin bütünüyle pişmanlığa dönüştüğü topluca anlaşılmak için önce zikredilmiş, bu işin nasıl olduğu da bu âyetin bir açıklaması şeklinde verilmiştir. Şöyle ki:
150- "Esef": hem şiddetli öfke, hem de şiddetli üzüntü ve hüzün anlamına gelir ve yerine göre her iki anlama da kullanılır. Nitekim "Bizi eseflendirenlerden, (yani öfkelendirenlerden) intikamımızı aldık." (Zuhruf, 43/55) buyurulmuştur. Esef, nefsin hoşlanmadığı bir kötü ve çirkin şey karşısında takındığı tavırdır ki, o hâl üstlerden gelirse hüzün ve sıkıntı, astlardan gelir s e öfke ve kızgınlık sebebi olur. Şu halde Musa'nın esefi, kavmine karşı şiddetli öfke ve gazap, Allah'a karşı da hüzün ve üzüntü demek olur. Her iki bakımdan ele alındığında burada kelime, bir yandan "şiddetli öfke", diğer yandan "hüzünlü" mânâsıyla tefs i r olunmuştur ki, birincisi Ebudderda'nın kavli olarak birçok tefsir âlimi tarafından tercih edilmiştir. Zira âyette sözün gelişi "öfke" üzerinedir. Yani kızarak ve son derece kızarak, demektir.
Hasılı Hz. Musa'nın, mîkattan dönerken, arkasında bıraktığı kavminin buzağıya taptığından haberi vardı. Allah tarafından bu bilgi kendisine verilmişti. Bundan dolayı çok aşırı bir öfkeyle dönmüş ve gelir gelmez kavmine demiştir ki; benden sonra bana ne kadar kötü halef oldunuz: Siz benim, sizi şirkten v e küfürden uzaklaştırıp tek Allah inancına
bağlamak için ne yaptığımı, O'na nasıl ibadet ettiğimi, sizi bu yola nasıl sevkettiğimi, "onların ilâhları gibi bize de bir put yap!" dediğiniz zaman size neler söylediğimi gördükten sonra, benim yokluğumda benim ahdime riayet etmeyerek, arkamdan ne fena şeyler yaptınız ve buzağıya taptınız, benim yerime geçen ve böyle fenalıkları önlemesi gerekenleriniz de bunu önlemediniz ha! Halbuki haleflerin vazifesi, kendilerini oraya getirenlerin ahitlerine riayet etmek değ i l midir? Rabbinizin emrini ivdiniz mi? Yani dinini ve emirlerini acele edip hemen bırakıverdiniz mi? Yahut da Rabbinizin bana vaad ettiği kırk gecelik mîkat süresi dolmadan bu kadar acele ettiniz, vaktinden önce bitmesini istediniz, otuz gün geçer geçm e z beni öldü farzettiniz öyle mi? Peygamberlerin ölümünden bir zaman sonra birçok ümmetin dinlerini bozması gibi, siz de acele edip hemen din değiştirmeye mi kalktınız? Ve yahut alelacele Rabbınızın sizi kahretmesini ve gazabını mı istediniz? Böyle dedi v e levhaları bıraktı. O levhalar ki, onlar hakkında "bunları kuvvetle tut," sıkı sarıl "buyurulmuştu. Denilmiş ki, yere bırakılınca o levhalar kırılmış ve bundan dolayı içindeki bilgilerin yedide altısı yok olmuş, ancak birisi kalmış. Göğe çekilenlerde "herşeyin ayrıntılı olarak açıklanması" varmış, geriye kalanlarda da "hidayet ve rahmet" varm
Lâkin Kur'ân âyetlerinde, o levhaların kırıldığını ifade eden her hangi bir bilgi yoktur. Anlaşılıyor ki, Hz. Musa, dinin temeli ve kendisi demek olan tevhid inancının böyle kısa bir zaman içinde sarsıntıya uğraması karşısında, esas meseleyi kökünden halletmek için ayrıntılara ilişkin olan hidayet ve rahmetin faydalı sonuçları durumunda bulunan levhaları geçici bir süre için bir tarafa bırakmış ve herşeyden önce kardeşini bütün gücüyle kendine çekmek teşebbüsünde bulunmuştur. Bu olayda esas tevhid inancında meydana gelen bir sarsıntı ve toplumsal bir bunalım ve inanç zaafı konusunda, ayrıntı ve teferruat sayılan tâlî meselelerin bir tarafa bırakılarak, sıkıyönetim ilanına misal olabilecek bir özellik var demektir.
Musa levhaları bıraktı ve kardeşinin başından tuttu kendine doğru çekmeye başladı. Bundan şunlar anlaşılır:
1- Din işinde öz kardeşi de olsa hatıra gönüle bakmıyor.
2- Kard eşini kendi yerine halef bırakmış olduğundan, her şeyden önce hesap sormaya ondan başlıyor.
3- Kardeş ile işbirliği etmek en önemli iş olduğundan, önce kardeş ile
işbirliği etmek gerektiğini gösteriyor.
Buna karşı kardeşi ey anamın oğlu, dedi. Hz. Harun, Hz. Musa'nın öz kardeşi yani ana-baba aynı olan bir kardeşi olduğu halde ona böyle hitap etmesi, ananın sevgi ve şefkatte mesel olması ve ana hakkının, özellikle Hz. Musa üzerinde daha büyük ve daha önemli bir yeri olması, bir de analarının m ü 'mine bulunması dolayısıyla kardeşinin şefkat ve merhamet duygularını harekete geçirmek amacına yönelik bir belagat anlamı içerir. Yani Ey benim, ana gibi şefkatli ve merhametli olması gereken sevgili kardeşim, gerçekten de bu kavim, beni zayıf ve gü ç süz gördüler, öldürmeye kalktılar ve az kaldı öldüreceklerdi. Şu halde düşmanları benimle şematet ettirme yani bana, düşmanları sevindirecek bir şey yapma! Şâir:
"Yani, ölüm düşmanların sevinmesinden daha hafiftir." demiş. Ve beni o zalimler gürûhuyla beraber sayma. Yani, ben onlardan da yaptıkları işlerden de uzak kaldım. Ne yaptıkları işlere katıldım, ne de onları önlemeye çalışırken onlara söz dinletebildim. Şu halde ben onların hak ettikleri hesaba çekilmeye müstehak değilim. İşte Hz. Harun, kardeşinin şiddetli öfkesini böyle zarif ve belîğ bir yumuşaklıkla k
151- "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla!" dedi. Evvela kendisi için istiğfar eyledi, sonra da kardeşine karşı yaptığı muamele, kardeşinin günahından dolayı olmadığını itiraf ederek, ona karşı bir özür dileme ve ona yapılacak sertlikten dolayı sevinecek düşmanlara karşı kardeşine sevgi gösterisi sayılacak bir davranışta bulundu. Ayrıca kardeşi adına da Allah'dan mağfiret dilemesi, o zalimler topluluğuna karşı savaşması ger e ktiği halde bu işi Musa'nın dönüşüne değin geciktirmiş olmasından dolayı onun da istiğfara muhtaç olduğunu açığa vurmak anlamı taşır. "Mağfiret edip bağışlamakla kalma, ayrıca bizi rahmetinin ve fazlasıyla nimetinin ve ikramının içinde bulundur. Sen erhamürrahiminsin, merhametlilerin en merhametlisisin." Şu halde kuvvetle ümid ederiz ki, dünyada da, ahirette de hep rahmetinin içinde bulunuruz.
152- Buzağıyı ilâh edinenler, tevbe edenlerin ve bu işten vazgeçenlerin hükmü bundan sonra ayrıca gösterilmiş olması karinesiyle yani, buzağı heykelini yapan Samirî ve taraftarları gibi, bu fitneyi çıkarıp ortaya süren
ve buna tapmada ısrar eyleyenler yok mu? Hiç şüphesiz ilerde bunlara ilâhî bir gazap, akıl ermez uhrevî bir felaket ve ceza gelecektir. Dünya hayatında da müthiş bir zillete düçar olacaklardır. Bu öylesine gariplik zilletidir ki, bütün dünyaya darb-ı mesel olmuştur ve o meskenettir ki, kendilerine ve evlatlarına şamil olagelmiştir. Bu arada Samirî'ye mahsus olan bir zillet de vardır ki, Tâ h â Sûresi'nde geleceği üzere "temas etmeme" (âyet 97) iptilâsı ile halk içine çıkmaktan ve insan arasına katılmaktan engellemedir. Ve işte biz, bütün iftiracıları böyle cezalandırırız. Allah'a karşı din uydurmaya kalkışanları sonunda hep böyle bir gazaba ve zillete uğratırız. Şu halde bunu yalnızca İsrailoğulları içindeki buzağıcılara mahsus ve münhasır zannetmemelidir.
153-Bununla beraber Kötü işler yapanlar, hangi kötü iş olursa olsun yapıp da sonra arkasından tevbe edip, gerçekten iman edenler, yani söz konusu buzağıcılar gibi, fenalıkta diretmeyip cidden tevbe edenler, iman edip onun gereğini yerine getirenler şunu iyi bilsinler ki, Rabb'in tevbeden sonra elbette gafûrdur, rahîmdir. Daha önce yukarıda da geçtiği üzere "Şayet Rabb'imiz bize m erhamet etmeyecek ve bağışlamıyacak olursa biz kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz." diyenlerin dileklerine verilecek karşılık ve cevap da bunun içindedir.
154- Ne zaman ki, Musa'nın öfkesi dindi, gazabı söndü ve geçti, kızgınlığı sükûnete döndü, yani sakinleşip o hâl kendisinden gitti.
Burada sükunet denilen sakinleşmenin, "susmak" anlamına olan "sükût" deyimi ile ifade olunmasında çok güzel ve zarif bir istiâre vardır ki, o da şöyle bir tasvir ifade eder: Gazap denilen öfke sanki Musa'nın üzerinde hükmeden bir âmire benziyordu ve ağzını açmış Musa'yı, durmadan şiddete sarılmaya teşvik ediyordu: Kavmine şöyle de, böyle söyle, şunu yap, bunu kes, levhaları bırak, kardeşini başından tut çek vs... diye emirler veriyordu, Harun'un yumuşak baş l ılığı, ihlas ve samimiyeti ve tatlı dili üzerine o gazap susuverdi ve o vakit Musa bıraktığı levhaları tekrar eline aldı ki, aldığı levhaların nüshasında, yazısında bir hüdâ, yani bir hidayet ve hakkın beyanı, bir rahmet, hayır ve olgunluğa irşad eden bir nîmet vardı. Fakat bu herkese değil, Rab'leri için yüreklerinde korku taşıyanlara, yani Allah için günahlardan korkup sakınanlara mahsus bir hidayet ve rahmet vardı.
Bunun üzerine şu şekilde tevbeye başladılar:
Meâl-i Şerifi
155- Bir de Musa, mîkatımız için (tayin ettiğimiz vakitte tevbe için) kavminden yetmiş erkek seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Musa: "Rabbim! dedi, dileseydin
bunları da, beni de daha önce helâk ederdin. Şimdi bizi, içimizdeki o beyinsizlerin yaptıkları yüzünden helâk mi edeceksin? O iş de senin imtihanından başka bir şey değildi. Sen bu imtihanla dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de hidayete erdirirsin. Bizim velimiz sensin. Artık bizi bağışla, merhamet et, sen bağışlayanların en hayırlısısın."
156- "Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de ahirette. Biz gerçekten de tevbe edip senin hidayetine döndük." Buyurdu ki, azabım var, onu dilediğime isabet ettiririm, rahmetim de vardır , o ise her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır. Onu da özellikle korunanlara, zekatını verenlere ve âyetlerimize inananlara mahsus kılacağım.
157- Onlar ki, o ümmî peygambere uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, onun izinden giderler ki, o, onlara iyiyi emreder ve onları kötülüklerden alıkoyar, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar, işte o vakit ona iman e den, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte asıl murada eren kurtulmuşlar onlardır.
155- Ve Musa, kendi kavminden mîkatımız için yetmiş adam seçti, en iyileri olmak üzere yetmiş kişi seçip ayırdı ve tayin ettiğimiz vakitte tevbe için onları aldı getirdi. Bu mîkata da, bundan önce geçen mîkata da konuşma mîkatı diyenler olmuşsa da, gerek Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaların hepsinin birlikte göz önüne alınışına, gere k bu konudaki diğer rivayetlere göre, bunun buzağıya tapma olayından sonra tevbe için yapılmış olan bir başka mîkat olduğu anlaşılıyor. Ancak önceki mîkatın otuz gece, bunun da döndükten sonra ona bir ek ve tamamlayıcı olmak üzere, on gece içinde meydana g elmiş ve böylece her ikisinin birlikte tam kırk geceye tamamlanmış olması da ihtimalden uzak değildir. Ebu Müslim'in kail olduğu bu görüşte diğer rivayetlerin uzlaştırılması var demektir. Rivayet olunuyor ki, Allah Teâlâ Hz. Musa'ya, İsrailoğulları'ndan s eçilecek bir takım kimselerin gelip, buzağıya tapmalarından dolayı özür dilemelerini ve geriye kalanların da tevbelerinin kabul edilmesi için niyazda bulunmalarını emretmiş ve bunun için bir vakit tayin etmişti. Hz. Musa da yetmiş kişi seçmişti: Şöyle ki, oniki boy olan İsrailoğulları'nın her boyundan altı kişi seçmiş idi. Bu ise yetmişten fazla tuttuğundan, ikiniz
kalsın diye de emretmiş, fakat kimlerin kalacağı konusunda uyuşamadıklarından, kalana da katılanlar kadar ecir var, dedi. Kâleb ile Yûşa' kaldılar. Musa da yetmiş kişiyle gitti. Onlara, oruç tutmalarını, temizlenmelerini ve elbiselerini de temiz tutmalarını emretti. Bunlarla Tûr-i Sîna'ya doğru yola çıktı. Daha yaklaştıklarında, dağı bir sis kapladı. Musa da onlarla beraber sisin içine girdi, he p si secdeye kapandılar. Allah Teâlâ, Musa'ya dilediği gibi emirler veriyor ve yasakları bildiriyordu, onlar da işitiyorlardı ki, tevbe için nefislerini öldürmeleri gerekiyordu. (Bakara Sûresi'nde 54. âyetin tefsirine bkz.)
Yine rivayet olunduğuna göre, sis açılınca, onlar tuttular "Biz Allah'ı açıktan açığa görmedikçe sana iman etmeyeceğiz." diyerek Musa'ya kafa tuttular. İhtimal ki, bununla "Sen işittiğimiz bu sesin Allah'ın sesi olduğunu söylüyor nefislerinizi öldürünüz diyenin Allah olduğunu bildir i yorsun, fakat biz Allah'ı göremeyince senin bu sözünün doğruluğunu tasdik edemeyiz." demek istiyorlar. Nefislerini öldürmek emrini ağır buluyorlardı. İnanamıyorlar ve inanmak istemiyorlar, ona inanmayı Allah'ı görme şartına bağlıyorlardı ve Allah'ı görmey i, kelâmını işitmeye benzetiyorlardı. İşte o zaman bir "recfe"ye, bir sarsıntıya tutuldular o sarsıntı bunları tutup sarsmaya başlayınca, yani Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere (âyet 55, 56) onları yıldırım çarptı veya dağda bir zelzele oldu, onlar da düşüp bayıldılar ve belki öldüler. Bunun üzerine Musa Ey Rabbim, dedi; "dileseydin bunları daha önce, (yani buraya gelmeden önce, buzağıya tapanlara engel olmadıkları sırada, görevlerini ihmal edip o sapıklara karşı koymadıkları ve onlardan uzak durma d ıkları sırada da) helak ederdin, beni de öyle yapabilirdin, daha önce seni görmek isteğinde bulunduğum zaman mahveyleyebilirdin. Bu sözle önceki affı dile getirip, onunla sonraki affı da elde etmek istemiştir. Yani, bizi günahlarımız yüzünden helâk et m ek isteseydin, o vakit ederdin. Biz o zamanlar helâke daha çok müstehak idik ve bunu yapmaya hiç bir engel yoktu. Ancak Sen o zaman bizim helâkimizi dilememiş idin. O zaman lutfettin, bizi helâk etmedin de şimdi içimizden bazı sefîhlerin, kafasızların, yani dinin hikmetini bilmez, ayağı kayacak noktalarda kendini tutamaz, hafif akıllıların, yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?
Etme ya Rabbi Bu ancak Senin fitnendir. Bu beyinsizlerin içine düştükleri fitne, sırf Senden gelen bir mihnet, bir imtihan ve iptiladır. Bu cihetle onlar bir anlamda mazur sayılırlar. Zira onlara kelâmını işittirdin Sana
meftun oldular, duramadılar, kendilerine hakim olamayıp, bir fasit kıyas ile daha fazlasına arzu duydular da Seni görmek istediler. Sen böyle fitneyle dilediğini şaşırtırsın, o kendini tutamaz olur. Dilediğine hidayet eder, bir hakikatı anlatırsın, onun imanı kuvvet kazanır da benzeri olaylarda sarsılmaz olur. Sen bizim yegane velimizsin. Dünya ve ahiret işlerimizde hakimimiz yardımcımız, k oruyucumuz ve sığınacağımız ancak sensin. Şu halde bizi mağfiret eyle, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı örtbas eyle, ve bize merhamet eyle, bizi rahmetine ve nimetine nail eyle, Sen, bizim velimiz olduğun gibi, mağfiret edenlerin, kusur bağışlayanların en hayırlısısın, garazsız, ivazsız, karşılıksız en güzel mağfireti ancak sen yaparsın. Yani tekrar tekrar niyaz ederim ve yalvarırım ki, bize en hayırlı bir mağfiret ver, bu recfeden (sarsıntıdan) ve bu helâkten bizi kurtar.
156- Ve bizim için bu dünyada bir hasene yaz, bu sarsıntıdan kurtarmakla beraber bize nimet ve afiyet ihsan eyle, güzel işler yapabilecek güzel bir hayat ortamı ihsan eyle, şiddetten, meşakkatten, fenalıktan arınmış, önü sonu temiz bir hayat tayin ve tesbit eyle, biz e bu özelliklere sahip bir yaşayış tarzı takdir eyle, onu yaz da kolay kolay değişikliğe uğramıyacak şekilde sabit kıl da bize kendi kendimizi öldürtme, ahirette de yine öyle yap, yani güzel bir âkıbet takdir edip, güzel güzel sevaplar yaz, ahiret yurd u muzun da cennet ve sırf felah ve mutluluk olması yazılsın ve hiç değişmez şekilde sabit olsun, çünkü biz sana döndük, yeniden hidayete geldik, tevbe ettik, yani sen, "kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlara karşı muhakkak Rabb'ın (o tevbe ve imandan sonra) elbette çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (A'raf, 7/153) diye tevbeden sonra mağfiret ve rahmeti kesin olarak vaad buyurdun. Biz de tevbemizin kabulü için bütün kavmimiz namına sana başvurduk, sana geldik. Şu halde heyet halin d eki bu müracaatımızı kabul eyle ve bizi mağfiret ve rahmet ile geri gönder, bize hem bu dünyada, hem de ahirette hasene, yani iyilik yaz.
İşte o sarsıntı üzerine Musa, Rabbine böyle yalvardı, özür dileyip, bağışlanmayı istedi, dileklerini ve tevbelerini sundu <D>, buna ne cevap aldı bilir
misiniz?
Allah buyurdu ki, azabım benimdir, bununla kimi dilersem onu musibete uğratırım. Yani azabımın özelliği budur, onunla kimi dilersem cezalandırırım, ona azabımı mutlaka ulaştırırım, o da mutlaka isabet alır, kaçıp kurtulamaz, rahmetim ise her şeyi kapsamı içine almıştır. Dünyada mümin, kâfir, sorumlu, sorumsuz, hatta şey adını alabilen her varlık ve her ne varsa hepsini kaplamış, hepsini kuşatmıştır, onların hepsine şâmil olmuştur. İlerde meyda n a gelecek ve varlık âleminde zuhur edecek olan şeylerin hepsine şâmil olmak üzere rahmetim herşeyi kuşatmıştır. Rahmetimin özelliği de budur. Hiçbir şey yoktur ki, ilk varoluşundan itibaren Allah'ın rahmetinden nasibini almamış olsun. Rahmetin ona dar ge l eceği, yetmiyeceği ve yetişmeyeceği hiçbir şey yoktur. Onun rahmetinin dışında birşey tasavvur etmek dahi mümkün değildir. Ancak bunun böyle olması, her şeyin rahmetten eşit pay alması gerektiğini ortaya koymaz. İşin başında olduğu gibi sonunda da aynı r a hmete mazhar olmasını gerektirmez. Rahmeti her şeyi kuşatmış olduğu halde, o her şeyi kuşatmış ve kaplamış olan rahmeti içinden her kimi azabına uğratmak isterse, ona azabını isabet ettirir, hükmüne ve iradesine kimse müdahele edemez, itiraz da edemez, az a bı aynıyla isabet ve sevap olur. Şu halde ya bu azabda da o kimseler için bir rahmet vardır, veya o kimseler merhamete layık olmaktan çıkmışlar, azaba hak kazanmışlardır. Hasılı Allah'ın rahmeti genel ve her şeyi kapsamına alan bir rahmettir. Yaratılmış o l up da bundan nasibini almamış olan hiçbir şey yoktur. Hatta bu sûrenin başında görüldüğü üzere, İblis bile önceleri cennette yaşamış ve "bana mühlet ver" dileği dahi bir zaman için yerine getirilmiştir. Ancak bu genellikte ve genişlikte zorunluluk yoktur: Gelecek açısından herkes hakkında söz konusu rahmetin mutlaka devam etmesi mecburiyeti yoktur. İlâhî irade ve murad gerektirince kim olursa olsun azab ile isabete uğrar, onunla müptela kılınır.
Burada şunları gözden kaçırmamak gerekir:
1- Azap il e ilgili beyanda gelecek zaman kipiyle "isabet ettireceğim" buyurulduğu halde rahmet konusunda geçmiş zaman kullanılarak "herşeyi kapladı" buyurulması gösterir ki, rahmetin genişliği başlangıç açısından, azap meşiyyeti (dileği) de şimdiki zaman v e ya gelecek zaman açısından söz konusudur. Demek ki rahmet işin aslıdır, azap da ayrıntısıdır. Yani aslolan rahmet, yaratıcının zatının gereğidir, azab ise kulların durumları gereğidir.
2- Azabın ilâhî istek ve iradeye bağlanması, rahmetin gelecek zamanda da yine ona bağlanmasını gerektirir. Madem ki, kimi dilerse onu cezalandıracaktır,
o halde rahmetini de kimi dilerse ona ihsan edecektir.
3- "Azabımı, kime dilersem ona isabet ettireceğim." karşılığıyla rahmetteki "rahmetim herşeyi kapladı" genel hükmünü devam ve gelecek zaman bakımından da bir tahsis anlamı vardır. ilerde azab görmesi murad olunanlar geçmiş zaman kipinde "herşey" kapsamı içinde iken, sonra çıkarılmış oluyor, İşin başında rahmetin içinde iken sonra azabın sahasına giriyor ve azaba düçar oluyor. Demek ki, ilâhî rahmetin kapsamına girmeyen hiçbir şey yok, lakin azabı tadan da olacak, tatmayan da.
İşte Hz. Musa, "bize dünyada da güzellik yaz, ahirette de" diye dua etmekle kendi kavmine dünya ve ahiret hayatında iyiliğin ve rahmetin zorunlu kılınmasını ve böylece azap imkan ve ihtimalinin ortadan kalkmasını talep etmiş olduğundan, buna karşılık rahmet ümidi güçlendirilmekle birlikte onun ahiret azabının kaldırılması yolundaki zımnî talebi, işin başında gayet açık bir şekilde reddedilmiş ve daha sonra kısmen kabul edilerek şöyle buyurulmuştur:
Ben o rahmeti, (silinmez bir şekilde yazılmasını istediğin o haseneyi ilerde) o kimselere yazacağım ki, onlar takva ehli olacaklar, her türlü vazifelerini yapıp yerine getirdikleri halde isyandan ve şüpheli şeylerden kaçıp korunacaklar. Başlangıçta olmasa bile sonuçta elden geldiğince korunacaklar, ve zekatı verecekler, bu ifadelerde Musa kavmine çok önemli sitemler ve tarizler vardır. Yani şimdiki seninkiler gibi, takvayı ve zekatı önemsiz görmeyecekler, onları umursamazlıktan gelmiyecekler, harislik ve cimrilik etmiyecekler, ve onların hepsi bütün âyetlerimize kesintisiz iman edecekler. Gösterdiğin bu büyük mucizelerden sonra şu seninkilerin yaptığı gibi, ink â ra ve nankörlüğe sapmayacaklar "inandılar, sonra inkâr ettiler, sonra bir daha inandılar, sonra yine inkâr ettiler ve küfürde aşırı gittiler" (Nisâ, 4/137) âyetinde buyurulduğu gibi zikzakları çizmeyecekler, o takva ehli müttakiler, o gerçek imanlılar kimlerdir bilir misin?
157- İşte onlar o kimselerdir ki, o ümmî resul'e, o okuması yazması olmayan ümmî Peygamber'e bağlanıp gönüllü olarak ona uyacaklar. İleride belli bir kitapla göndereceğimiz o bütün kavimlerin müjdecisine, okur yazar olmadığı halde baştan sona bütün bilgileri göğsünde toplayıp, ümmetine her şeyi haber verecek olan o ümmî peygambere, böyle olağanüstü özellikler taşıyan mümtaz mucizelerin sahibi ahir zaman nebisine can u gönülden uyup itaat edecekler, yani sözde, işte ve inanç t a onun arkasından gidecekler.
"Ümmî", ism-i mensubunda üç türlü nisbet ihtimal dahilindedir:
1- Ana anlamına olan "Ümm" nisbetidir ki, sanki "anasından doğduğu hal üzere kalmış", yaratılışındaki safiyet ve fıtrat hiç değişmeden olduğu gibi durumunu korumuş, sonradan yeni yeni değişikliklere uğramamış ve hiçbir şekilde bozulmamış anlamını ifade eder.
2- Ümmete mensub olmak, yani Arap Ümmeti'ne mensup olmak demek olur ki, "Biz hesap ve yazı bilmeyen bir ümmetiz." ifadesi uyarınca Araplar aslında hesap kitap bilmez bir kavim olmakla tanınıyor idiler.
3- Ümmül-kura'ya mensup, yani Mekke'li demektir. Ve bu üç nisbenin üçünde de "ümmî" okuyup yazmaya uğraşmamış mânâsına gelen bir vasıftır, bir özelliktir. Ümmîlik sıradan insanlar hakkında kullanıldığı zaman genelde ilim eksikliğini ifade eden bir noksanlık sıfatı iken, yani bir ümmînin okuyup yazanlardan daha bilgili olması Allah tarafından olağan durumun aksine olarak, çalışıp çaba göstermeden ilâhî bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ili m lere sahip olması peygamber için fıtrat yüceliğine delalet eder. İlmî yüceliği ve kemâli, okuyup yazanları aciz bırakan bir peygamber hakkında "ümmî"lik, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah'tan gönderildiğini her türlü şüphed e n arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir, yani başlı başına bir mucizedir. Bu bakımdan "o resul, o ümmî nebî" vasfıyla anılması, "o risaleti ve nübüvveti açık olan mucize sahibi peygamber" demekten daha açık seçik bir belagat örneğ i dir. Nitekim Türk Şairi Fuzûlî, bunu şu beytiyle dile getirmiştir:
Bâki mucizler ne hacet vasf-ı hak isbatına,
Câhil iken el, senin ilmin yeter bürhan sana.
O Resul, o ümmî Nebî ki, onu onlar, (yani, ey Musa, senin kavminden onun zama nında gelecek olanlar,) yanlarındaki Tevrat ve İncil'de onu yazılı olarak bulacaklar, ismiyle ve vasıflarıyla onun o olduğunda vicdanları şüpheye düşmeyecek, "onu kendi oğullarını tanır gibi tanıyacaklar" (Bakara 2/146. Ayrıca Bakara, 2/133. âyetin te fsirine bkz.)
Anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya mîkatte ve Tevrat'ta âlemlere rahmet olan son peygamberi bildirmiş ve istenilen rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını vaad ederek, İsrailoğulları'ndan ona yetişeceklerin ona iman etmelerini ve uymalarını böylece teşvik ve terğip etmiştir. Tevrat'tan sonra ve Kur'ân'dan önce İncil'in geleceğini dahi böylece vahiy yoluyla haber verip açıklamıştır. Tevrat'ta Mesih ve İncil, Tevrat ve İncil'de peygamberlerin sonuncusu olan rahmet nebisi Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Kerîm, ismen olmasa bile vasıflarıyla ve özellikleriyle yazılı idi ve yer almaktaydı. Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiği sırada Tevrat'ı ve İncil'i hakkiyle okuyup anlayan kitap ehli, Hz. Musa'nın duada istediği rahme t ve haseneye kavminin ancak Hz. Muhammed'e uymak sayesinde nail olabileceklerini ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı. "Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu hakkiyle okuyorlar ve ona iman ediyorlar..." (Bakara, 2/121).
O Ümmî Nebî onlara marufu, hakkı ve adaleti, aklın ve naklin güzel gördüğü hayırlı şeyleri ki özeti Allah'ın emrine saygı, yarattıklarına da sevgi ve şefkattir o işte bunu emredecek, ve onları münkerden, (inkâr edilmesi ve sakınılması gereken çirkin şeylerden) nehyeyleyecek ki, takvanın özü de bu yüce hasletlerin içindedir. İyiliği emretmek, rahmeti gerektirir, kötülükten yasaklamak da azab sebeplerini ortadan kaldırmaya vesile olur. Ve onlara bütün o tayyibatı, (güzel ve hoş olan şeyleri) helâl kılarak "Yahudilerden haksızlık edenlerin zulmü yüzünden kendilerine, daha önce helâl kılınmış olan güzel şeyleri de haram kıldık." (Nisâ, 4/160) âyeti uyarınca, Ey Musa, senin kavmine haram kılınmış olan güzel, hoş ve temiz nimetlerin hepsini, onlara helâl ve m eşru kılacak. "Allah'ın size helal kılmış olduğu güzel şeyleri haram kılmayınız!" (Mâide 5/87), "Yerdeki güzel şeylerden helâl ve hoş olarak yiyiniz!" (Bakara 2/168), "Kendilerine nelerin helal kılındığını sana sorarlar. De ki, size bütün gü z el şeyler helâl kılınmıştır." (Mâide 5/4) ve "De ki, Allah'ın kulları için ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş yiyecekleri kim haram kılmış?..." (Ârâf, 7/32) âyetlerinde müjdelenen bu hükümler tek tek yazılıp o kitapta yer alacak, gerçekten de temi z ve lezzetli olan hiçbir şey, içine bir murdarlık karışmadıkça o ümmete haram olmayacak, israf edilmedikçe yaratılıştan hoş ve lezzetli olan şeyleri yemek ve içmek günah
sayılmayacak ve bunlar azap sebebi olmayacak. Ve bütün habis olan şeyleri üzerlerine haram kılacak, gerek leş, gerek kan, domuz eti, şarap v.s. gibi maddi murdarlık ile gerek kumar, faiz, rüşvet ve sahtekârlık gibi başkalarının hakkı olan manevî anlamda murdarlık ile murdar olmuş bulunan şeylerin hepsini haram ve gayr-i meşru kılacak. Zira murdarlığın her çeşidi yaratılıştan azab sebebi olduğundan, Allah'ın rahmetini kazanmak ancak bunlardan kaçınmakla mümkündür, bunlardan kaçınmaya bağlıdır. Herhangi bir cihetten bir murdarlığı bulunmayan gerçek bir güzel nimetin hiçbiri haram kılınma m ış olmak ve haram kılınmış olan şeylerin de mutlaka bir açıdan murdarlığı bulunmak ne büyük rahmet ve böyle bir hayat ne kadar şükre layık bir güzel hayattır. Bunlardan başka ısrarlarını, (ağır yüklerini) ve üzerlerinde bulunan bağları, tomrukları sırtl a rından atacak, o zamana kadar "Öyleyse haydi nefsinizi öldürün bakalım." (Bakara, 2/54) gibi mükellef bulundukları ve altında ezile geldikleri ağır mükellefiyetleri neshedecek, külfetsiz, harecsiz, kolaylık ve müsamaha üzerine kurulu bir şeriat getirec e k. Velhasıl şimdi senin kavmin için istediğin rahmet ve iyilik ancak o zaman bu şekilde yazılmış olacaktır. Şu halde o ümmî nebîye, (yalnızca senin kavminden değil, hangi kavimden olursa olsun, bütün) iman edenler ve onu düşmanlarına karşı müdafaa ile yüceltenler ve ona yardımcı olanlar, dini yaymak ve onun emirlerini uygulamak için hizmeti ve yardımı görev edinenler, ve onunla beraber indirilmiş bulunan o nura uyup arkasından gidenler, yani hem onun peygamberliğiyle birlikte getirdiği Ku r 'ân nuruna, hem sünnet ve siretine, emrine ve nehyine cidden uyup arkasından giden ve bu vasıflarla ona gerçek birer ashab ve etbâı olanlar işte ey Musa, onlar ve ancak onlardır felah bulanlar. Yani, ancak o ümmî nebînin bütün bu evsaf ile vasıflanmış olan ashab ve etba'ıdır ki, o senin haklarında yazılmasını istediğini rahmete, o dünya ve ahiret iyiliğine kesinlikle erecek ve azabdan bütünüyle kurtulacaklardır. O rahmet, o hasene, o felah şimdi bilhassa sizin için değil, ileride genellikle bütün kavi m lerin ve bütün insanların girmesine uygun düşen, bu özellik ve bu şartlar ile bir umumî rahmet olmak üzere onlar için yazılacaktır.
İşte Rabb'i, Musa'nın o duasına Bakara Sûresi'nin girişinde de kısaca yer alan bu cevabı verdi. Nitekim En'âm sûresinde de "O, kendi nefsinde rahmeti yazdı, muhakkak ki sizi kıyamet gününde bir araya toplayacaktır." (En'âm 6/12) buyurdu. Demek ki, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliğine kadar "rahmetim her şeyi kuşattı" önermesi ile
"azabımı dilediğime isabet ettiririm" önermesi karşılıklı denge halinde duran belli bir vakte kadar da hükmünü yürüten geçici bir durum idi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden itibaren ona iman ve ittiba şartiyle zorunlu ve genel bir kural oldu. Yani rahmet önermesi ile azab önermesi birbi r inden ayrılarak bütün beşeriyet için dünyevî ve uhrevî rahmetin yollarını, şart ve gereklerini bütün açıklığıyla ve kesinliğiyle gösterecek ve azabdan ebediyyen kurtulmayı sağlayacak bir tevhid dini, bir umûmî şeriat yazıldı, kararlaştırılıp tespit edildi. Ve buna uymak, yalnızca rahmeti elde etmenin imkanlarını getirmedi, aynı zamanda azab ihtimalinin önünü kesen vücub-i rahmetin de şartı oldu. Binaenaleyh bu özellikleri taşımayanlar hakkında rahmetin mümkün olmadığı ve onlardan rahmetin büsbütün kesilmiş olduğu söylenemez. Bir kısmı için azab isabeti muhakkaktır, diğer bir kısmı için de özel bir rahmet ihtimal dahilindedir. "De ki, ey kendi kendilerine yazık etmiş olan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! (Zümer 39/53) buyurulmuştur. Musa al e yhisselam, bu vücub-i rahmet şeriatını o tevbe mîkatında özellikle kendisi ve kavmi için istemişti. Allah Teâlâ da bunun ancak bütün insanlığa gönderilecek ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve onun şeriatına uymaya bağlı olduğunu buyurmak suretiyl e bu müjdeyi umuma mahsus olarak vaad buyurdu. İşte Musa kıssasının sonuçta dönüp dolaşıp vardığı nokta, bu rahmet şeriatının ve ahir zaman nebisinin ileride geleceği meselesidir. Yukarıdan beri anlatılan diğer peygamber kıssalarının da esas maksadı, ve so n hedefi budur. Ve işte bu altı peygamber kıssasının başında geçen "Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşı istivâ etti, hükmü altına aldı." (A'raf, 7/54) âyetindeki ilâhî istivânın bu oluşumda bir tecellisi vardır. " M uhakkak ki, zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü şekliyle dönüp dolaşmaktadır." hadisi şerifi gereğince. Hz. Muhammed'in zamanından itibaren zaman, geçmiş zamanlardaki akışına bir son veriyor ve rahmânî bir istivâ ile yepyeni bir tarih devri a ç ılıyor ki, geçmiş zamanların ilkel harikaları ve ufak tefek şeriatları bu dinde büyük, dengeli ve ahenkli bir genel düzen haline girecek, "kendilerine nimet verdiğin, ihsanda bulunduğun kulların yolu..." her şeyden önce herkese açık olan bu ana cadde ile herkes ve her kavim için kesin bir rahmete ve kurtuluşa yürümek imkânı hasıl olacaktır. İşte Tevrat ve İncil'in içine aldığı o açıklama ve
o vaad karşısında Hz. Musa'nın bir genel Resul, yani bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olmadığı ve İsrailoğulları'nı, ahir zamanda gelecek peygamberi tanımaya sevk ve teşvik ettiği ne kadar açık olarak ortaya çıkıyor. Bundan dolayı, Musa kıssasının bu noktasında açık ve kesin bir rahmet vaadi ile, âlemlere rahmet olan Hatemü'l-enbiya'ya, bütün insanlığa peyg a mber olarak gönderildiğini ilan etmesi emrediliyor ve buyuruluyor ki:

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...