NAŞİRİN ÖNSÖZÜ
İlim,
şer'i şerife göre ikiye ayrılır: Asli İlim
ler, Mustenbeta İlimler Asli İlim, Kur'an ve hadis ilmidir ki, bütün ilimlerin kaynağıdır.
ler, Mustenbeta İlimler Asli İlim, Kur'an ve hadis ilmidir ki, bütün ilimlerin kaynağıdır.
Mustenbata ilimler ise; (Kur'an ve hadis kaynağından hareketle) bir
çalışma sonucu meydana gelen ilme denir. İlimlerin tab edilmiş şekline de kitab
denir. İşte bu elinizdeki kitab, Kur'an ve hadisten sonra fıkıh dalında
müstenbata ilme haiz bir kitabdır.
Reddu'l-Muhtar Ale'd-Dürru'l-Muhtar'ın özelliklerinden bazıları,
1- Fıkıh
dalında kaynak kitabların en sonuncu ve en muhtevalısı oluşu,
2- Yazarı
son asır alimi olduğu için günümüz meselelerine çözüm getiren kaynak tek kitab
oluşu,
3- Hanefi
fıkhının, bir ibadet muamelat ve ukubat kitabı oluşu,
4-
Yıllarca, Şeyü'l-İslâm, kadı, müfti ve ülemalara rehber oluşu, onlara kaynak
bulunuşu bu kitabın özelliklerindendir.
Bütün bu
özellikleri taşıyan bir eserin üzerinde durmamıza gelince;
Din,
ibadeti ve muamelatı ile bir bütündür; ikisinden birini terkedemeyiz. ibadetsiz
bir muamelat kısır, muamelatsız bir ibadet kadüktür. Her ikisi birleştiği zaman
bir değer, bir manzume ve bir mantık çıkar.
Günümüz
insanının, ibadeti içine alan muamelattan yoksun ve bilgisiz olmasından ne
hallere düştüğü hepimizce malumdur.
Müslümanım diyen bir adamın ruhi üstünlüğünü koruyacak (Fıkhın
muamelatını kaplayan), Anlaşmalar, Emanet, İzdivaç, Davalar, Miras, (ukubat
içinde incelenen) Kısas, Sırkat, Zina, Kazif ve İrtidat, gibi meselelerden
habersiz kalmışız.
ÖNSÖZ
Bu eser
İbn-i ÂBİDİN namıyla meşhur üç kitaptan müteşekkildir. Bunların birincisi metin,
ikincisi şerh, üçüncüsü hâşiye'dir. Metin Şeyhü'l İslâm Muhammed bin Abdullah
Timurtâşî'ye ait olup «Tenvirü'l - Ebsâr» adını taşımaktadır. Şerh, Muhammed
Alâaddin bin Ali el-Haskefî'nin eseri «ed-Dürrü'l-Muhtar», hâşiye de İbn-i
ÂBİDİN Muhammed Emin'in yazdığı «Reddü'l-Muhtar ale'd Dürrü'l-Muhtar şerhi
Tenvirü'l-Ebsar» dır. Binâenaleyh musannıf denilince Muhammed bin Abdullah
Timurtâşî, şârih denilince de Haskefî anlaşılır.
Hanefî
mezhebinin, mufassal fıkıh kitaplarından «Fethü'l-Kadir ve Bedâiu's-Sanâyi» gibi
muteber bir eseri terceme etmeyi birkaç senedir düşünüyor, bu bâbta bazı
dostlarımdan teşvikler de görüyordum. Nihayet kararımı verdim ve terceme için
İBN-İ ÂBİDİN'i seçtim. Buna sebep mezkur eserin bütün mufassal kitapların bir
hulâsası mesabesinde oluşudur. Zira fukaha tarafından üzerinde söz edilmiş
hiçbir mesele yoktur ki, İBN-İ ÂBİDİN o sözlerin hulâsasını ve kabule en şayan
olanını zikretmesin. Son devrin OSMANLI ulemâsı her halde bundan dolayı olacak
İBN-İ ÂBİDİN'den başka fıkıh kitabı aramaya lüzum göstermezlerdi. Meselâ : Bizim
Hocazâde namında meşhur ve mazinne-i kirâmdan bir âlimimiz vardı ki, şer'i
memuriyetlerin en yüksek derecesine çıktığı halde İBN-İ ÂBİDİN'den başka bir
kitaptan fetva vermezdi.
İşte
fakir de bu zevatın izlerinden yürüyerek bu eseri tercemeye başladım. Tercemede
metinle şerhi birbirinden ayırmaya imkân olmadığı için ikisine birden «METİN»
adını vererek bir arada yazdım. İBN-İ ÂBİDİN hâşiyesine de «İZAH» sözü ile
işaret ettim. Ve onu metinden ayrı olarak daima metnin altına dercettim. İbn-i
Âbidin'in naklettiği muhtelif kavilleri tırnak işareti içine aldığım gibi
icabında kendi tarafımdan ilâve edilen ufak tefek izahları da parantez içine
koydum. Ve zaten büyük olan eserin hacmi daha da büyümesin diye bazı lüzumsuz
gördüğüm tekrarlarla meselâ, Arapça kelimelerin asıllarından uzun uzadıya
bahseden cümleleri tercemeden hafettim.
İBN-İ
ÂBİDİN merhum naklettiği bir meseleyi nereden aldığını mutlaka ya kitabın açık
ismini söyleyerek, yahut bazı harflerle işaret ederek bildirmiştir çok defalar,
«Bu meseleyi filan kitabın sahibi filan yerden nakletmiştir», der. Bazan
kısaltma yaparak meselenin sonunda sadece kitabın adını zikreder. Meselâ: Sadece
"Zeylâî", "Dürer" gibi isimlerle iktifa eder, bazan daha da kısaltarak o kitaba
bir harfle işarete bulunur. Halebî'ye "H", Tahtavi'ye "T" harfleriyle işaret
eyler.
Merhumun
bu usulüne ben de tamamen sadık kaldım. Ve eserin herkes tarafından
anlaşılmasını sağlamak için sade bir lisan kullanmaya elimden geldiği kadar
gayret ettim. Bununla beraber İslâm hukukunun tamamını ihtiva eden bu büyük
fennin çeşitli ıstılahlarıyla kendine mahsus terimlerini tamamiyle
sadeleştirmeye imkan bulamadım. Onun için pek lüzumlu gördüğüm bazı kelimeleri
bir lügatçe halinde ciltlerin sonuna ilaveye karar verdim. Fakat yine de bazı
meselelerin anlaşılmasında güçlük çekilecektir. Benim bundan ötesine kudretim
olmadığı için ihvanı kirâmın mûaheze buyurmamalarını rica ederim.
Bu eserin
hazırlanmasında bana yardımcı olan kıymetli talebemden ŞEVKET GÜREL ve basarak
neşrini üzerine alan Şamil Yayınevi Sahibi Duran Kömürcü'ye buracıkta teşekkür
ederim.
Son söz:
Bu eser her derde devâdır. Her evde bulunmalı ve mutlaka okunmalıdır. Cenab-ı
Hak'tan cümle ihvan-ı kirâma hidayet ve muvaffakıyetler diler; âcizâne
tercemesine çalıştığım bu büyük hukukun Mahkeme-i Kübrâ'da fakirin necatıma da
sebep olmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz eylerim.
AHMED
DAVUDOĞLU
İSTANBUL
Mart 1982
TENVİRÜ'L EBSÂR'lN MÜELLİFİ
Şeyhü'l-İslâm Muhammet bin Abdullah bin Ahmed el-Halib, ibni
Muhammed el hatîb, ibni İbrahim el Hatîb el Gazzi'dir.
Musannıf'ın torunu Şeyh Muhammed ibni Sâlih, bu silsileye
İbrahim'den sonra "İbni Halil İbni el-Tîmurtâşi"yi de ilave etmiştir.
Muhibbi'nin beyânına göre musannıf müteehhirin ulemanın itimad ettikleri, sireti
güzel, hafızası kuvvetli, mutalâası geniş büyük bir imamdır. Zamanında onun
derecesine yükselen kimse bulunmamıştır. Şaşılacak derecede muhkem birçok
eserleri vardır ki, onlardan biri de Tenvirü'l Ebsâr'dır. Bu kitap fıkıhta kadri
büyük, faydası çok bir eserdir. Meselelerini son derece incelemiş ve muvaffak da
olmuştur. Şöhreti afaka yayılmıştır. Bu eser onun en faydalı kitablarından
biridir. Onun kendisi şerhettiği gibi ulemadan bir cemaat ve bu meyanda Şam
Müftüsü Alaaddin Haskefi de şerhetmiştir. Birçok telifatı vardır. (1004)
tarihinde altmışbeş yaşında vefat etmiştir. Eserlerinden bazıları
şunlardır:
Kitabü
Muînü'l-Mütfi Tühfetü'l-Erkân ve şerhi Mevahibü'r-Rahman, el fetavây-Meşhûre,
Zâdü'l-Fakir şerhi, 'Vikâye şerhi', "Vehbâniyye" şerhi, Menâr şerhi, Muhtasar
Menâr şerhi, Kitabu'l-Eyman'a kadar Kenz şerhi, tamamlanmamış Dürer hâşiyesi ve
birçok risaleler. Bunların Bunların, meşhurları, Aşere-i Mübeşşere,
İsmetü''l-Enbiya, Hamama Girmenin Âdâbı, Müzarea, Arafat'ta Vakfe, Kerâhiyet,
Tasavvuf hakkında bir risale, Sarf ilmi hakkında bir risale, Katrun-Neda şerhi
vesairedir. Gazze : Filistin'de bir yer olup İmam Şafii ruhimelah orada
doğmuştur. Resûlüllah (S.A.V.)in dedelerinden Hüşim bin Abd-i Menaf da orada
vefat etmiştir.
Timurtaş:
"Esmâü'l -Emâkin ve'l Bika" adlı eserde Harizm köylerinden bir köy olarak
gösteriliyorsa da İbni Âbidin onun bu köyden değil, dedesi Tîmurtâşi'ye nispet
edilmiş olmasının daha akla yakın olduğunu
söylemiştir.
DÜRRÜ'L-MUHTAR'IN MÜELLİFİ HASKEFÎ
Muhammed
Alâaddin bin Ali bin Muhammed bin Ali bin Abdurrahman Haskefî, Hans-ı
Keyfa'lıdır... Bu yer Diyarbakır'da Dicle üzerinde İbni Ömer adasıyla
Meyyafarıkin (Silvan) arasındadır.
Kaideye
göre ismi mensubu hasni gelmeli idi. Nitekim öyle diyenler de olmuştur. Fakat
ulema iki isme nisbet edecekleri vakit birini diğerine izafet yapar ve bunları
bir isim haline getirerek ism-i mensûbu ondan meydana getirirler. Haskefi
denilmesi bundandır. Nitekim Abdul-lah'ın ism-i mensûbunda Abdelî, Abd-i Şems'in
mensûbunda da Abşemî derler. Haskefî evvelâ Şam'daki Benî Ümeyye Camiinde
imamlık, sonra Dımeşk'te beş sene müftülük yapmıştır. Muhibbî'nin tarihinde
beyan Olduğuna göre fetva hususunda son derece dikkatli davranırmış, verdiği
fetvalar arasında sahih olmayan bir şeye
rastlanmamıştır.
Haskefî
fıkıhta ve diğer ilimlerde telifat sahibi bir zattır. Telifatından biri
tercemesini yaptığımız Dürrü'l-Muhtar'dır. Bu eserde gösterdiği inceliklerden
dolayı İBNİ ÂBİDİN zaman zaman kendisini takdir ve methediyor. Onun fazilet ve
irfanını hocalarıyla zamanının uleması dahi takdir etmişlerdir. Şeyhi Hayreddin
Remlî verdiği icazetnamede, "Bana öyle sualler sormaya başladı ki, bunlardan
onun rivayet hususundaki kemalini ve melekesinin genişliğini anladım. Kendisine
kısa cevap verdim. Daha âlâsını istedi. Ziyade ettim. O da ziyade istedi
..............." diyor.
Tilmizi
Muhibbî O'nun hakkında şunları söylemiştir: "Haskefî, âlim, muhaddis, fakih ve
nahivci bir zattı. Ezberi ve rivayeti çoktu. Hatip, fasîh, takrir ve tahriri
güzeldi, (1088) yılının şevvâl ayında 63 yaşında vefat ederek Babis-Sağîr
kabristanına defnedildi".
Eserlerinden bazıları: Mültekâ şerhi, Usûl-ü fıkıhtan Menâr şerhi,
mahivden Katru'n-Nedâ şeyhi, muhtasar Fetâvâ's-Sofiyye, Sahih-i Buhârî'ye
ta'lîka, Bakara suresinden İsrâ'ya kadar Tefsir-i Beyzâvi'ye ta'lîka, Dürer
hâşiyeleri ve diğer bir çok risale ve makalelerdir.
REDDÜ'L-MUHTAR'IN MÜELLİFİ İBN-İ ÂBİDİN
Muhammed
Emin bin Ömer bin Abdülaziz'dir. Hanefi fukahasından meşhur bir zattır. Küçük
yaşta Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş, sonra bir müddet babasının ticarethanesinde
ticaretle meşgul olmaya başlamış, boş kaldıkça Kur'an-ı Kerim okumaya devam
etmiştir.
Bir gün
dükkânının önünde Kur'an okurken oradan biri geçmiş ve kendisine orasının bir
ticarethane olduğunu, burada Kur'an okumakla hem kendini, hem başkalarını günaha
soktuğunu, 'Kur'anda da lahn yaptığını hatırlatarak okumamasını tenbih etmiş.
Bunun üzerine İBN-İ ÂBİDİN derhal babasından izin alarak o zaman Şam'da meşhur
Kur'an hafızlarından Şeyhu'l-Kurrâ Saîdü'l-Hamavî'ye intisab etmiş. Ondan tecvid
ilmine dair Meydâniye'yi Cezeriyye ve Sâtıbiye'yi okumuş. Sonra derece derece
sarf, nahiv ve Şâfiî fîkhı ile meşgul olmuş. Daha sonra Seyyid Muhammed Şakir
Salimî'nin derslerine devam etmiş. Ondan ma'kûlât ile tefsir ve hadis okumuş,
fıkha dair birçok şeyler öğrenmiş. Ve onun tavsiyesiyle Şafiî'den Hanefi
mezhebine intikal etmiştir.
İlmiyle
âmil, fâzıl, verâ', ve takvâ ile maruf olan İBN-İ ÂBİDİN Şam'ın muhaddisi
Küzberî'den icazet almış; kendisi de birçok ulemaya icazet vermiştir. Müellefatı
çok olup bazıları şunlardır:
Tefsir-i
Beyzâvi'ye Hâşiye, Reddü'l-Muhtar Ale'd- Dürri'l-Muhtar el-İbane...
İthâfüz-Zeki... İcâbetü'l- Gavs, Bugyetü'l-Menâsik, Tahbirü» It-Tahrir,
Tahrirü'l-İbâre, Tahrirü'n-Nukûl, Tenbihu Zevi'l-efhâm alâ Butlâni'l Hükm,
Tenbihü'l-Gâfilin, Tenbihü'l-Vüfûd, Tenkîhu'l-Fetâve'l Hâmidiye, er-Rahiku'l
Mahtûm, Refu'l-İştibâh, Şifâü'l-alîl Ukudü'l-Leâli, el-İlmü'z-Zâhir,
el-Fevâidü'l Acîbe, Münhatü'l-Hâlik, Minnetü'l celîl, Menhelül Vâridîn.
Nesemâtü'l-Eshâr vesâire...
İBN-İ
ÂBİDİN 1784 tarihinde Dımaşk'ta doğmuş 1836'da yine orada vefat etmiştir.
Cenazesi Babı's-Sagîr'e defnedilmiştir.
Reddü'l-Muhtar'ın Kurretü Uyûnü'l-Ahyâr adında bir tekmilesi
vardır. Bunu, oğlu Alâaddin Muhammed yazmıştır.
I. ÖNSÖZ
HÜVE'L - MUİN
Sana hamd
ediyorum ey zatı benzer ve nazirlerden münezzeh olan ALLAH : Sana öyle şüikür
ediyorum ki, onunla faydaların kıymetli incilerinin; parlak cevherlerinin
artmasını istiyorum. Senden evvel ve âhır hidayet ve himâyenle dirayetin son
mertebesini ve inayetin devamını diler; hakikatları izah için bir bâhr-ı muhit
olan feyzinin yaygın ihsanlarının kapısını açmanı, incelikler definesinden deniz
incileri çıkarmak için esrar hazineîerinin keşfini niyaz eylerim. Peygamberime,
o parlayan kandile, şeriatın başı, mirâc sahîbi ve yüksek makamların tacına
salat ve selâm eyler; al-i tâhirinine, ashab-ı zâhirinine, müctehid imamlara ve
iyilikle onlara tabi olanlara da kıyâmet gününe kadar bu salât ve selâmı ihda
ederim.
Bundan
sonra Er'hamü'r-Râhimin olan ALLAH'ın rahmetine muhtaçların enfakîri İBN-İ
ABİDİN denilmekle meşhur Muhammed Emin der ki: Tenvirü'l-Ebsâr şerhi
Dürrü'l-Muhtar gerçekten beldelere yayılmış, şehirlere varmıştır. Bu kitap
şöhrette günün ortasındaki güneşten daha üstündür. Hatta insanlar onun üzerine
düşmüş, onların sığınağı olmuştur. O aramaya değer. Onun ayağına gidilir. Çünkü
mezhebte açılmış altın çığırdır. Filhakika diğer mufassal kitapların ihtiva
etmediği açık şekilde kısaltılmış fer'i meseleleri, sahihlenmiş kavilleri o
ihtiva etmektedir. Fikrin eli böyle bir kumaş daha dokumuş değildir. Şu kadar
var ki hacmi küçük, ilmi çok olduğu için kısalıkta bilmece derecesine
varmıştır.
Bu mecazda
takip edilen yolun kısalığı hakikatla mecaz arasını ayırmaya mani olmaktadır.
Ben bunun
çilesine katlanmak hususunda bir hayli zaman sarf ettim. Ömrümün gençliğinden
bir parçasını zorluklarla buna harcadım.
Ve fikir
ağı ile onun en büyük kaçkınlarını avladım. En garip meselelerini kalem
kazıklarına çaktım. Gece gündüz onunla uykusuz kaldım. Nihayet bana sırrımı ve
zamirini açtı. Çadırlarda mahsur kalan hurilerini bana gösterdi. Peçeli
mestûrelerinin yüzlerini açtı. Ben de, onun latif sahifelerinin kenarlarını
hakikatta sahifeyi beyaz bırakmaktan ibaret haşiyelerle nakşa başladım. Sonra bu
faideleri bir araya toplamak ve dağınık haşiyelerden, yapraklardan ibaret olan
bu sofraların bezlerini yaymak istedim. Çünkü zayi olacağından korkuyordum.
Bunlara Allâme Halebî ve Allâme Tahtâvî gibi bu kitaba hâşiye yazan zevatın
yazdıklarını da ilâve ettim. Nakil çok olsun da kitaba itimad fazlalaşsın diye
bu kitablardaki kavilleri çok defa başka kitaba nisbet ettim. Yoksa garip
olduğunu göstermek için yapmadım. Bu iki zatın (Halebî ile Tahtâvî'nin)
sözlerinde doğrunun veya en mühim ve en güzelin hilâfına bir şey bulunursa
meseleyi makama münasip bir şekilde anlattım ve doğruya<ANLA!» p
Teeddüb
ederek kendilerine açık açık itiraz etmedim. Şerhteki meselelerle kaidelerden
bazı kayıd ve şartlar düştüğünü gördüysem de bunların zayi olmaması. için
nakledildiği kitaba ve başkalarına müracaatı iltizam ettim. Ve faydalı birçok
fer'î meseleleri, vak'a ve hadiseleri muhtelif sebebleri ile parlak bahisler,
üstün nükteler halinde ziyade ettim. Güç anlaşılanları yorumladım. Müşkül
olanların hükümlerini çıkardım ve açıkladım. Karışık vak'aları beyan ile hâşiye
yazanların irâd ettikleri boş itirazları defettim. Bu muhakkik Şârih'e hak ile
ve meselelerin üzerinden perdeleri kaldırmakla yardımcı oldum.
Bunu her
fer'î meseleyi aslına nisbet etmek ve her şeyi hatta delil ve hüccetleri,
meselelerin talilerini yerli yerine koymakla yaptım. Eğer bir şey âcizane
fikrimin mahsulü ise, ona işaret ve tenbihte bulundum. En kuvvetli kavli ve
fetvaya mahal olan beyan için gayret sarfettim.
Fetva
kitablarında ve şerhlerde mutlak bırakılan kavillerin hangisi makbul, hangisi
metruk olduğunu heyan ettim. Bu hususta müteehhirinden Kemal bin Hümâm,
tilmizleri Allâme Kâsım ile İbni Emîr Hâcc, Musannıf, Remlî, iki İbni Nüceym,
İbni Şübî, Şeyh İsmâil Hâik, Hânütî Sîrâc ve diğer fetva ilmine devam eden ehl-i
takva büyük ulemanın yazdıklarına itimad ettim.
İşte Sana!
Nev'inin biriciği, akranlarına üstün, olanların peçesini açıp isteyenlerine,
alıcılarına gösteren bir haşiye!
Bu kitabın
mânâlarını anlamak hususunda hayrette kalan öğrencileri irşâd ediyor. Onun için
ben ona:
«Reddü'l-Muhtar ale'd-Dürrü'l-Muhtar»
«Hayrette
kalanı Dürrü'l Muhtar'a gönderen» adını verdim.
Ben
diyorum ki: Allah'ın dilediği olur. Haber gözle görmek gibi değildir. Bu
hâşiyeyi okumak zahmetine katlanan, mânâlarına daldıktan sonra onu
medih-edecektir. (Beyt):
«Allah'ın
tevfiki ile öyle meseleler topladım ki, âşıkın göz yaşı gibi lâtif.»
«Yükseklerde doğan güneşe, onun ziyasını görmeyen hasetçinin inkârı
ne zarar verebilir!»
Ben Allah
Teâlâ'ya Nehiyy-i Kerim'i (S.A.V.) ile ehl'i tâatından her muazzam makam sahibi
ile ve imamımız îmam A'zam ile tevessül ederek, lütuf ve kereminden bu işi bana
âsan eylemesini, tamamına erdirmesini, hatalarımı afv, amelimi kabul
buyurmasını; bunu sırf rızâyı kerîmi için Gennât-ı naîm'de kurtuluşuma sebep
yapmasını, bütün beldelerde kullarını bununla faydalandırmasını, bana doğru yolu
göstermesini, doğruyu ilham buyurmasını, kusurlarımı bağışlamasını, hatalarımı
afv buyurmasını niyaz eylerim. Çünkü ben bu işe çocukluk edip karışmış
bulunuyorum. Ben bu yolun süvarilerinden değilim. Lâkin O'nun kudretinden imdad
umuyor. O'nun güç ve kuvvetiyle hazırlık yapıyorum. Muvaffakiyetim ancak
Allah'dandır. O'na tevekkül eder, ancak O'na yönelirim
.
Bundan
sonra. bu kitabı okuduğu lıocalarının isimlerini saymıştır ki bunlar pek çoktur.
Sonuna icâzet silsilesini de dercetmiştir.
ÎBN-İ
ÂBİDİN
II. ÖNSÖZ
Sana
hamdederek söze başlıyorum, Ey sâbıkan! Bizim kalplerimizi çeşitli hidayetlerle
ferahlatan, lâhikan Tenvirü'l-Ebsâr ile gözlerimize nur vererek basîretlerimizi
nurlandıran Allah! Sen bize tertemiz şeriatının ziyalarından bir bahr-ı raik
taşıdın, bize bol ihsanının deryalarından bir nehr-i faik akıttın. Bu muhtasar
şerhin tebyizına şeriat ve dürerin kaynağı ile iki büyük kabir arkadaşı Ebu
Bekir ve Ömer'in yüzlerine karşı başlamayı müyesser kılmakla bize olan nimetini
tamamladın. Buna o Şeriat kaynağının izniyle başladım. Allah ona, âlü eshabına
salât eylesin! O ashab ki senin vâfi fazlının feyzi keşfinin fethi minehinden
hakikatları haizdirler.
İZAH
Şârih bu
hususta vârid olan hadislerle amel etmek için söze Besmele ile başlamıştır.
Besmele ve hamdele ile başlamayı bildiren rivâyetlerin çelişmesi hususundaki
işkâl meşhurdur. Başlamayı örfÎ veya izafi mânâlarına hamletmek suretiyle
aralarını bulmak da böyledir. Ezan gibi Besmele ve hamdele ile başlanmayan
şeylerle itiraz dahi meşhurdur. Bunun cevabı şudur :
Bütün
rivâyetlerdeki Besmele ile hamdeleden murad bunlardan biri ile yahut biri yerine
geçecek bir sözle başlamaktır. Yahut caiz görenlere göre mukayyed mutlak'a
hamlolunur ki, o da «Allah'ın zikri ile» sözüdür.
Burada
isimden murad, künye ve lâkâbın karşılığıdır. Binaenaleyh hakiki sıfatlara şâmil
olduğu gibi izafî ve selbî sıfatlara da şâmildir. Ve teherrük ile Allah'tan
yardım dilemenin bütün esma-i îlâhiye ile olabileceğine delâlet eder.
«Allah»
lafza-i Celâl-i Teâlâ Hazretleri'nin zatına alem (özel isim) olup bütün övgü
sıfatlarını kendinde toplamıştır. Nitekim Sa'd ve başkaları böyle demişlerdir.
Yahut hiçbir sıfatı nazar-i itibara almaksızın özel bir isimdir. Bunu da Isâm
söylemiştir.
Seyid
Şerif diyor ki: «Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatları azamet nuru ile örüldüğü için
onlar hakkında akıllar nasıl şaşırıp kaldı ise zata delâlet eden lafız hakkında
da öyle şaşırmıştır. Sanki bu lâfsa o nurlar dan şualar aksetmiş de görmek
isteyenlerin gözlerini bürümüştür. Öyle ki bu kelime Süryani midir, Arapça mıdır
diye ihtilâf ettikleri gibi isim midir, sıfat mıdır; alem midir; değil midir
diye de ihtilâfa düşmüşlerdir. »
Cumhura
göre Arapça mürtecel bir alemdir. Aslı nazarı itibara alınmamıştır. Ebû Hanife
ile İmam Muhammed, Şâfiî ve Halil bunlardandır. Hişam'ın İmam Muhammed'den, onun
da Ebû Hanîfe'den nakline göre İsm-i A'zam budur. Tahâvi ile ulemadan birçokları
ve ârifinin ekserisi buna kâildir. Hattâ âriflere göre hiçbir makam sabinin
bununla. zikirden daha büyük zikri olamaz. Nitekim İbn-i Emîr Hacc'ın «Tahrir»
şerhinde böyle denilmiştir.
RAHMÂN :
Arapça bir sözdür. Cumhura göre sıfat-ı müşebbehedir. Bazıları mubalâgalı isim-i
fail olduğunu söylemişlerdir. Çünkü lâfızdaki ziyadelik ancak mânâdaki
ziyadelikten ileri gelir. Aksı takdirde abes olur. Rahmân, lafz-ı rahimden bir
harf ziyadedir. Halbuki rahim sîgası itibariyle mübalagalı ism-i fâildir.
Binaenaleyh mânâ itibariyle rahman ondan fazlaya delâlet eder. Zira rahmaniyet
mümin ve kâfir herkese şâmildir. Rahimiyyet ise yalnız mümine mahsustur.
Birincisi
(lügat mânâsı) kullanıldığı yer itibariyle daha hususidir. Çünkü vasıf ancak dil
ile olur. Ama tâlik ettiği yer itibariyle daha umumidir. Zira bazen nimet
mukabilinde olmayabilir.
İkincisi
(örfi mânâsı) bunun aksinedir. Binanenaleyh aralarında umum ve husus minvecih
vardır.
ŞÜKÜR
lügatta örfen hamdin müteradifidir. Örfde ise, kulun Allah kendisine ne verdi
ise hepsini yaratıldığı gaye için sarf etmesidir.
HAMD :
Lügatta ta'zim ve tebcil cîhetiyle ihtiyarî güzeli güzellikle vasfetmektir.
Örfte, nimet sahibini verdiği nimet sebebiyle tazimi bildiren bir kelimedir.
Tarifteki
ihtiyarî kaydı ile medih hariç kalmıştır. Hamd mutlak söylenirse örfi mânâsına
alınır. Zira Seyyid'in Mefâlî' haşiyesindeki beyanına göre ehl-i örf, «lâfız
örfi mânâda hakikat, başka mânâda mecazdır. » demişlerdir. Sofiyyenin
muhakkıklarına göre ise hamdin hakikati kemal sıfatlarını meydana çıkarmaktır.
Bu fiil ile sözle olduğundan daha kuvvetlîdir. Çünkü fillerin delâleti aklîdir.
Onlarda aksine zuhur etmek tasavvur olunamaz. Sözlerin delâleti ise vaz'idir.
Onlarda bu tasavvur olunabilir.
TETİMME :
Besmele ile hamdelenin şer'i hükümleri ileride gelecektir. Besmele hayvan
keserken, avcı silah atarken ve ava köpeği salarken vâcîb olur. Ama hâlis zikir
sayılan her şey besmelenîn yerini tutar. Bazı kitablarda "Errahmânirrahîm"
denilmeyeceği kaydedilmiştir. Çünkü kesmek rahmetle bağdaşmaz. lâkin
»Cevhere»de, "Bismillâhirrahmanirrahîm" derse iyi olur», denilmektedir. Bazıları
her rekâtta Fâtiha'nın başında Besmele çekmenin vâcib olduğunu, hatta ekser
ulemanın kavilleri bu olduğunu söylemişlerse de esah olan kavle göre bu,
sünnettir. Abdeste ve yemeğe başlarken ve her mühim işin başında Besmele çekmek
de sünnettir. Fâtiha ile sûre arasında çekilmesinin câiz veya müstehab olduğu
ihtilâflıdır. İnşâllah yerinde görülecektir. Yürümeye başlarken, oturup
kalkarken Besmele çekmek mubahtır. Avret yeri açık iken veya necaset yerinde
bulunurken ve Berâe suresi, Enfâl'e eklenerek okunduğu zaman Besmele çekmek
mekrûhtur.
Bunu bazı
ulema kaydetmişlerdir. Tütün içmek gibi pis kokulu bir şey kullanıldığı zaman da
mekrûh olduğunu söyleyenler vardır. Haram bir iş yapılırken Besmele çekmek
haramdır. Hatta Bezzâziye sahibi ile başkalarının beyanına göre haram olduğu
katiyetle bilinen bir işin başında Besmele çeken kâfir olur. Cünüp bir kimsenin
zikri niyet etmeksizin Besmele çekmesi de haramdır.
Hamdele
ise, namazda vâcib, hutbelerde, duadan önce ve yemekten sonra sünnettir.
Sebebsiz olarak hamdele mubah, pis yerlerde mekrûh, haram yedikten sonra ise
haramdır. Hatta Bezzâziye'de böylesinin küfründe ihtilâf edildiği
bildirilmiştir.
«Sâbıkan»
yani geçmişte tâbirinden murad kalübelâda ruhlardan söz aldığı zamandır. Yahut
İslâm fıtratı üzerine doğduğumuz zaman veya hak dîni akıl edip o dinde kalmayı
seçtiğimiz andır.
BASÎRET :
Kalbin bir kuvveti olup ilâhi nurla aydınlanmıştır. Eşyanın hakikatını onunla
görür. Bedeningözü yerindedir. «Şeriat» millet ve din aynı şeydir. Aslında
Şeriat suya götüren yoldur. Sonradan şer'î hükümlere Şerîat denilmiştir. Çünkü
onlar da insanı ebedî hayata götürürler.
Din ve
Şeriat Allah'a, peygamberine ve ümmete izafe edilirler. Millet kelimesi ise
yalnız Peygamber (s.a.v.)'e izafe edilir ve «(Millet-i Muhammed) denilir.
Allah'ın milleti, Zeyd'in milleti» denmez.
Hidâye,
Tenvirü'l-Ebsâr, Bahr-ı Râik, Nehr-i Fâik birer kitap adıdır.
Bunları
cümle arasına sıkıştırmanın letafeti ve güzel işareti ihamı gözden
kaçmamaktadır. Burada maksad kitabların kendileri değildir. Zira böyle yerlerde
kitap zikretmek ulema arasında âdet olmamıştır.
«Buna o
Şeriat kaynağının izniyle başladım», Şeriat kaynağından murad Peygamber (S.A.V.)
dir. Şârih Haskefi'ye izin vermesi ya rüyada görmekle yahut ilham suretiyle
olmuştur. Kitabın metni gibi şerhi de Peygamber (S.A.V.) in bereketi hürmetine
başkalarını geçmiştir. Metni yazan musannıf rüyasında Peygamber (S.A.V.)
Efendimizi görmüş;
Efendimiz
kendisini karşılayarak ayağa kalkmış ve acele sarmaşarak mübarek dilini onun
ağzına sokmuş..., musannif bunu «el-Minah» adlı kitabında hikâye etmiştir. Şu
halde bu kitabın hem metni hem şerhi Peygamber (S.A.V.) in bereketi
eserlerindendir. Binaenaleyh adlarının dillere destan olmasına, üstünlüklerinin
âfâka yayılmasına ve faydalarının herkese şumûlüne şaşmamalıdır.
SALÂT
kelimesi Allah Teâlâ'ya nisbetle rahmet, başkalarına nisbetle dua mânâsına
kullanılır. Ve müşterek-i manevi kabilindendir. Bu kelime dua manâsında hakikat,
namaz mânâsında mecazdır. Nitekim bun'u Sa'd, «Keşşâf» hâşiyesinde incelemiştir.
Bu gibi yerlerde âlden murad ne olduğunda ihtilâf edilmiştir, Ekser ulemaya göre
Peygamber (S.A.V.) in sadaka almak kendilerine haram olan akrabasıdır. Bunların
kimler olduğu da ihtilaflıdır. Bazıları bütün ümmmet-i icabet olduğunu
söylemişlerdir. İmam Mâlik buna meyletmiş; Ezherî ile Nevevi dahi Müslim
şerhinde bunu ihtiyar etmişlerdir.
Daha başka
sözler de söylenmiştir. Nitekim «Tahrir» şerhinde beyan edilmiştir. Kuhistanî,
muhakkıkîn ulemaya göre ikinci kavlin muhtar olduğunu söylemiştir.
ESHÂB:
Sâhib'in cem'idir. Sâhib arkadaş demektir. Eshâbın her birine sahâbî denir.
Hadîs uleması ile bazı usul-i fıkıh alimlerine göre sahâbî, müslüman olarak
Peygamber (S.A.V.) ile görüşen ve müslüman olarak ölen kimsedir.
Zeyd bin
Amr bin Nûfeyl gibi Peygamberimiz gelmezden önce yaşayıp hanifi olarak (putlara
tapmadan) ölenlerle dinden dönüp Peygamberimizin hayatında tekrar müslüman
olanlar da sabâbîdirler. Usul-i fıkıh ulemasının cumhuruna göre ise, örfen
arkadaş denilebilecek bir müddet Peygamber (S.A.V.) e tâbi olarak onun
sohbetinde bulunan kimsedir Esah kavle göre hu müddetin sınırı yoktur.
Şarihin,
«Senin vâfi fazlının feyzi keşfinin iahh...» cümlesinde bedi' ilminden tevcih
vardır. Zira bazı kitabların adlarını saymıştır. Bunlar Nesefî'nin «Kâfî» şerhi
Vâfi, Kerakî'nin «Feyz» adlı eseri, Nesefi'nin «Menârı, şerhi «Keşfi», İbni
Hümâm'ın «Hidâye» şerhi «Fethü'l-Kadir»i, Musannıf'ın «el-Minah'»ı ve Nesefi'nin
mansume Şerhi «Hakâik» tır. Bu cümlede uzak ve yakın mânâlı sözlerisöyleyerek
uzak mânâlarını kasdetmekte hüsn-ü îhâm da vardır. Buradaki uzak mânâlar mezheb
sahiblerinin ıstılahları değil, lügat mânâlarıdır. Yani «O eshâb senin büyük ve
tam olan in'am ve ihsânından birtakım hakikatlar çıkardılar», demektir. Bu
letafetten dolayı cümledeki izafetler zinciri afvedilir. Yoksa fesahata aykırı
sayılırdı.
METİN
Bundan
sonra, lutf-u hafi sahibinin rahmetine muhtaç olan şu fakir Muhammed Alaaddin
Haskefi ki, Beni Ümeyye Camii imamı, daha sonra Mahrusa-i Şam müftüsü Hanefî
Şeyh Ali'nin oğludur. Der ki: «Tenvirü'l-Ebsâr ve Camiu'l-Bihâr» adlı eserin
şerhi olan «Hazâinü'l-Esrâr ve Bed'âiu'l-Efkâr»ın birinci cüzünü beyaza çekince
bu kitabın en büyük cild olacağını tahmin ettim. Bunun üzerine kasdın dizginini
onu kısaltmaya yönelttim. Kısa, sahih ve mazbut olmakta bu fennin bütün
kitablarından üstün olan bu kitaba «ed-Dürrü'l-Muhtâr fi şerh-i Tenvir'l-Ebsâr»
adnıı verdim. Ömrüme yemin olsun ki, bu eserle bu ilmin bahçelerinin çiçekleri
açmış, ırmakları akmış oldu. Şaşılacak meselelerinden tahkik meyveleri
devşirilir. Garip mesaili fikirleri hayrette bırakan tedkik zahireleridir,
İZAH
Bundan
sonra diye terceme ettiğimiz «emma bâ'dü» münasebet yokken bir üslübtan bir
üslûba geçişte kullanılan bir sözdür. Bu sözü ilk defa kimin söylediği
ihtilâflıdır. Kabule en şayan olanı Dâvud Aleyhisselâm'ın söylemiş olmasıdır.
Ona verilen fasl-ı hitap b'udur. Şam'daki Benî Ümeyye Cami'ni Emevîler'den Velîd
bin Abdülmelik yaptırmıştır. Buna bir milyon ikyüzbin altın harcadığı rivayet
olunmuştur.
Yahya
Aleyhisselam'ın başı bu camide medfundur, kıble duvarında Hûd aleyhisselam'ın
makamı vardır.
Dört
duvarı ilk bina edilen caminin, bu olduğu söylenir. Kurtubî'nin et-Tin sûresinin
tefsirinde beyan ettiğine göre Dımaşk mescidi budur. Vaktiyle Hûd
Aleyhisselâm'ın bahçesi imiş. Velîd, Camii inşa etmezden evvel içersinde incir
ağaçları varmış. Peygamberlerle şerefyab olan, içinde eshab-ı kiram namaz kılan
eski ibadethane budur. Fukaha üç mescidden sonra en faziletli mescidin en eski
bina edileni bu olduğunu söylemişlerdi. Hatta «Ehbaru'd-Düvel'» adlı kitabta
Süfyan-ı Sevri senediyle, «Dımaşk mescidinde kılınan namaz otuzbin namaza
muadildir», denilmiştir. Bu cami Allah'a hamd olsun günümüze kadar ibadetle
mamurdur. İlim ve talimin yeridir. Ve inşaallah İsâ Aleyhisselâm doğusundaki ak
minareye ininceye kadar da böyle devam edecektir.
Muhibbî ve
başkalarının beyanına göre şârih, on büyük cild tahmin ettiği kitabından yalnız
Vitir Bâbına kadar olan kısmını yazabilmiştir. Zâhire bakılırsa kitabın
müsveddesini de bitirememiştir. Yazıp beyaza çektiği sadece bu bir cildtir.
Allahu âlem.
"Bunun
üzerine kasdın dizginini onu kısaltmaya yönelttim."
Maksada
ulaşmak hususunda kasdı ata benzetmek bir istiâre-i mekniyyedir. Dizgin ısbatı
istiâre-itahyîliye, yöneltmenin zikredilmesi terşihtir.
«Bu ilmin
bahçelerinin çiçekleri açmış; ırmakları akmış oldu». Cümlelerinde dahi istiâre-i
mekniyyeler vardır. Fıkıh, bahçeye benzetilmiştir. Bahçe isbatı tahyîl, ondan
sonrası terşıhtir. Şübhesiz ki bu, kitabın meseleleri hak vecihle zikredilmiş;
müctehide göre delilleri ile sabit olmuştur. Bir şeyin delili ile isbâtından
delilinin de beraber zikredilmesi lâzım gelmez ki, metinde deliller
zikredilmemiştir diye itiraz edilebilsin. Kezâ bu kitabın meselelerinin hak
vecihle zikir edilmiş olması başka metinlerin böyle olmamasını icap etmez. Anla!
«Tahkik
meyveleri devşirilir», cümlesinde dahi istiâre-i mekniyye vardır. Tahkik ağaca
benzetilmiştir. Meyva isbatı tahyildir. Meyveden fayda ve netice mânasını murad
etmek de câizdir. O zaman cümleye, «tahkik ile elde edilen şer'î hükümler onun
şaşılacak meselelerinden seçilir», şeklinde mânâ
verilir.
«Garib
mesâili» ifadesinden murad ellerde dolaşan metinlerdekinden fazla olarak
zikrettiği nadir meselelerdir. Bu meseleler yabancı kimse gibidirler. Yahut
murad, diğer kitablardakilerden üstün olan terkip ve işaretleridir.
TEDKİK :
Bir meseleyi ince yollu delili ile ispat etmektir. Bazıları, «Bir meselenin
delilini başka bir delil ile ispat etmektir», demişlerdir.
Zahîre :
Biriktirilen yani seçilip muhafasa edilen şeydir. Tedkik, kapalı ve gizli
mânâsına gelen dikkatten alınmış olduğundan onun yanında adeten saklanıp
muhafaza edilen zahireyi zikir etmiştir. Tahkik bunun hilâfınadır. Çünkü hak
meydanda. olduğu için onda dikkat lâzım değildir. Bundan dolayı onunla birlikte
adeten meydanda olan meyveleri zikretmiştir.
METİN
Tenvirü'l-Ebsar, üstadımızın üstadı Şeyhülislâm Muhammed bin
Abdullah Timurtâşî'nin eseridir. Bu zat Hanefi ulemasından olup Gazzeli'dir.
Müteehhirinin en hayırlılarının umdesidir.
Ben bu
kitabı üstadımız şeyh Abdü'n-Nebi el-Halil'den naklediyorum. O da Musannıf'tan,
o da Mısırlı ibni Nüceym'den, o da senedi ile meshebin sahibi Ebu Hanîfe'den, o
da senedi ile Mustafâ-i Muhtar Peygamber (S.A.V.) den, o da Cibril'den, o da
Vâhîd-i Kahhâr olan Allah' tan nakletmiştir.
Nitekim
birçok yollarla büyük ulemadan naklen bize verilen icâzetnâmemizde de beyan
olunmuştur.
DÜRER ve
GURER'deki bir meseleyi ancak nadiren nisbet ettim. Onun naklettiğinden ziyade
olup nadir nakledilen meseleyi ise kısaltma maksadiyle kailine nisbet ettim.
Kitaba bakandan ricam, rıza ve teemmül gözüyle bakması veya kusurlarını imkân
nisbetinde telâfi etmesi yahut af buyurmasıdır. Tâ ki gizli kapaklı her şeyi
bilen 'Allah da onu af buyursun. Ömrüme yemin olsun ki, bu tehlikeden kurtulmak
insana pek güç bir iştir. Buna şaşmamalıdır. Çünkü unutmak insanlığın
hususiyetlerindendir. Hata ve sürçme ise insanlığın alametlerindendir. Allah'dan
af diler; insaf kapısını kapayan ve sahibini güzel vasıflarından meneden
hasadden ona sığınırım.
Dikkat et
ki; hased devedikenidir. Ona yapışan helâk olur. Hasedçiyi ızdıraba yanması
hakkında zemiçin Felâk sûresinin sonu kâfidir. Âferin Rasede; ne adaletli
şeydir. Evvelâ sahibinden başlayıp onu öldürür. Ben hasetçinin hilesinden emin
değilim. Düşünmeden ayıplayan cahilin hilesinden de emin değilim
İZAH
«En
hayırlılarının umdesi», ifadesinden murad, şer'i hükümler hususunda itimad
ettikleri kimsedir. İbn-i Nüceym Mısrî, Şeyh Zeyn bin İbrahim bin Nüceym'dir.
Zeyn onun alem ismidir. Necm Gazzi onun terceme-i halini «el-Kevâkibü's-Sâire»
adlı eserinde şöyle yazmıştır:
«Bu zat
allâme, muhakkık, müdakkik, fehdame Zetne'l-Abidin hane fîdir. Birçok alimlerden
ders almıştır ki, Şerefuddin Bülkîni, Şihâbuddin Şilbî, Eminüddin bin abdel âl
ve ebûl-Feyz Sülemî bunlardandır. Sülemî kendisine fetva ve tedris için icazet
vermiş; o da hocalarının hayatında fetva vermiş, ders okutmuştur. Kendisinden
pek çok kimseler istifade etmişlerdir. Bir çok eserleri vardır. Kenz şerhi ile
el-Eşbâh ve'n-Nezâir bunlardandır. İbn-i Nüceym'in bu kitabı Hanefiyye ulemasnın
müracaat kaynağı olmuştur. Tarikatı da Arif Billâh Süleyman Hudaynî'den
almıştır. Ulemanın müşküllerini halletmek hususunda zevk sahibi idi.
Şa'rani
diyor ki: «Onunla on sene arkadaşlık ettim; hiçbir kusurunu görmedim. (953)
yılında beraberce hacca gittik. Gidip gelirken arkadaşlarına ve
hizmetçilerine.karşı büyük bir ahlâk sahibi olduğunu gördüm. Halbuki sefer,
insanların ahlâkını meydana çıkarır. Bana tilmızi Muhammed Alemî'nin haber
verdiğine göre vefatı (969) tarihine tesadüf etmiştir.
Ben derim
ki : Eserlerinden bazıları da Menar şerhi, İbni Hümam'-ın Tarihinin muhtasarı,
Hidaye üzerine ta'lika ve Câmiu'l-Füsuleyn üzerine haşiyedir. Fetvaları ve
resail zeyniyesi de vardır. Kardeşi muhakkik Ömer bin Nüceym de
tilmizlerindendir. Bu zat "Nehir" namındaki eserin
sahibidir.
«Dürer» ve
"Gurer", Molla Husrev'in eserleridir. «Dürer», «Gurer»'in şerhidir. Şarihin
"Rıza ve
teemmül gözüyle bakmaktan" murad, ona düşman gözü ile bakmamasıdır. Zira bu
gözle bakan hakkı bâtıl görür.
"Kusurlarını imkân nisbetinde telâfi etmek", güzel bir şekilde
yorumlamakla veya. tevili mümkün değilse, lâfzını değiştirerek düzeltmekle
olur.
"Bu
tehlikeden kurtulmak insana pek güç bir iştir". Buradaki tehlikeden murad, hata
ve kusurlardır. Zira bunlara sebep olan unutmak, insanlığın
hususiyetlerindendir. Unutmayı Tahrir sahibi: "Hâcet vaktinde hatıra
getirememektir, diye tarif etmiş ve bunun hataya da şamil olduğunu söylemiştir.
Çünkü lügat, bunların arasında fark görmemiştir.
"Hata",
fiilin cinayet yerine isabet etmesidir. Ava atıp insan vurmak bu kabilindedir.
Kamus'da, "Hata savabın zıddıdır» denilmiş; sonra buna "Hata kasden yapılmayan
fiildir", cümlesi eklenmiştir. Tahta vi diyor ki: «Yukarıda
(hususiyetlerindendir) tâbirini kullandığı halde burada (alâmetlerindendir)
demesi unutmak insana mahsus olduğu içindir. Hata ve sürçme ise hem insandan hem
başkalarından sadır olur. Hatta İblis meleklerden sayanlara göre İblis ile birer
melek olan Hârût ve Mârut bile hata etmişlerdir.
Cinlere
gelince : Hata onların ekseri halleridir.
HASED :
Nimetin bir kimseden gitmesini istemektir. Kendisine verilmesini isteyip
istememek müsavîdir. Mecazen gıptaya da hased denilir. Gıpta, nimetin sahibinden
gitmesini istemeden kendisine de bir mislinin verilmesini istemektir. Bu, hased
gibi çirkin değildir. Hased netice itibariyle Allah'a itiraza varır. Onun
içindir ki, Peygamber (S. A.V.) «Hasedden sakının! Çünkü hased ateşin odunu
yediği gibi iyilikleri yer» buyurmuştur.
Teâlâ
Hazretleri: «Hasedlik çektiği zaman hasetçinin hasedinden de Allah'a sığınırım»,
denilmesini emir buyurmuştur. Hasedlik çeken kendini yorduğu, üzdüğü ve günâha
soktuğu için zalimdir. Başkasına da zalimdir. Çünkü kendisi için dilediğini ona
dilememiştir.
«İnsaf
kapısı ve devedikeni» tâbirlerinden birincisi istiâre-i mekniyye ve tahyîliyye,
ikincisi teşbih-i belîğdir. Fakât sûresinin sonunda hasedçinin zemmi kötülük ona
isnad edilmekle ve Peygamber (S.A.V.))e ondan Allah'a sığınması emir
buyurulmakla yapılmıştır. Bundan daha büyük zem olur mu!..
METİN
Şu sözün
kailine aferin: «Onlar bana hased ediyorlar.» Halbuki bütün insanların en
kötüsü, insanlar arasında bir gün hased edilmeden yaşayandır. Zira hiçbir ulu,
metheden sevdiği, zemmeden hasedçisi bulunmadıkça büyük olamaz. Kin eken 'belâ
biçer. Alçak kişi kepaze eder. Kerîm olan ise ıslah eyler,
Lâkin ey
kardeşim! Hâlin hakikatını anladıktan ve muteehirinden Bahr, Nehir ve Feyz
sahihleri ile musannıf, merhum dedemiz, Azmizade, Ehizâde, Sa'di Efendi, Zeylaî,
Ekmelî, Kemâl İbni Kemal gibi zevatın yazdıklarına muttali olduktan sonra ıslah
eyler! Hatıra gelen tahkikatda bununla birlikte...
İZAH
«Bütün
insanların en kötüsü insanlar arasında bir gün hased edilmeden yaşayandır».
Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Ka fir, hased edilmeyenden daha kötüdür.
Şu halde hased edilmeyen kimse nasıl oluyor da kâfirden daha kötü sayılıyor?
Cevap şudur:
Kâfir,
hased edilmeyenler cümlesindendir. Hatta onun hased edilecek bir tarafı yoktur.
Bu beyt İbn-i Vehbân'ın manzumesinden alınmadır. Manzumenin şarihi şöyle
diyor:< bildirmi?Ÿlerdir. söylendiğini tarafından bîri evvel daha bunun da
bazıları görmüş; çok Vehbân'a İbn-i sözü bu Bazıları çalsın!» başlarına
hilelerini dilerim, Allah'tan gelmesidir. başına onun hilesinin düşmanların
hasedlik gelen başıma benim sebebî, beytin
«Zira
hiçbir ulu, metheden sevdiği, zemmeden hasedçisi bulunmadıkça büyük olamaz». Bu
ifade «İnsanların en kötüsü» sözünün mefhumunun illetîdir. Çünkü insanların en
kötüsü hased edilmeyen olunca en iyisi hased edilendir neticesi çıkar.
Hasedliğin kişinin büyüklüğüne sebeb olması şundandır : Medhin üzerine reis
olmak ve büyüklük terettüp eder. Zammedilmenin üzerine ise sabır, tehammül ve af
terettüp eder. Bu da büyüklüğün sebebidir. T.
Ben derim
ki: Hasedlik çeken dahi o kimsenin büyümesine se-beptir. Çünkü onun gizli
kalmışfaziletlerini yaymaya sebep olur.
«Kin eken
belâ biçer». Bu cümle ondan önce ki» Zemmeden hasedçisi bulunmadıkça» sözünün
gerektirdiğini ta'lildir.
Zira
hasedlik çeken, hased ettiği kimsenin artmasına sebep oluncaki bu. kendisinin
içerlemesini muciptir-hasedliği ekmesi kendisine belâ ve mihnetler doğurur. Kini
ekine benzetmekte istiare-i mekniyye vardır. Ekim tahyil, hased terşihdir.
Şarihin, «Kerim olan ise ıslah eyler», sözü mutlak olduğu için «lakin ey
kardeşim» diyerek istidrakte bulunmuştur. Yani ıslah işi sırf akla gelmekle
değil, bu kitaplara vâkıf olduktan sonra yapılmalıdır. Mamafih bu sözün «Kasdın
dizginini onu kısaltmaya yönelttim, ifadesine bağlı olması da bir ihtimaldir.
Yani ben bunu meselelerin hakikatine vakıf olup zayıfını kuvvetlisini anladıktan
sonra kısalttım, demek olur ki "Hatıra gelen tahkikat da bununla birliktedir"...
cümlesi dahi buna delalet eder.
Bahr
sahibinden murat, Allame Zeyn bin Nuceym'dir. Terceme-i hâli yukarıda geçti.
«Nehir»
sahibi, Allame Ömer Sıraceddın olup o da İbni Nuceym diye meşhurdur. Fakih,
muhakkık, ifadesi güzel, mutalâası kamil bir zattır. Şer'î ilimlere, derin ve
garip meselelere vukufu vardı. Son derece muhakkık idi. Herkesçe sevilir
sayılırdı. (1005) H. yılında vefat etmiştir üstadı ve kardeşi Zeyn'in yanına
defnolunmuştur. Bu satırlar kısaca Muhibbî'den alınmışıtır. "İcabetü's-Sâil..."
namında bir kitabı ve başka eserleri de vardır.
Feyz adlı
kitabın sahibi Kereki'dir. Temimi "Tabakâtu'l-Hanefiy-ye" adlı eserinde onun
hakkında şunları söylemiştir:
«Kereki
İbrahim bin Abdurrahman bin Muhammed bin İsmail'dir. Aslen Kerekli olup
Kahire'de doğmuş ve orada vefat etmiştir. Hasni ile Şumunnî'nin derslerine devam
etmiş, Kâfiyeci'den okumuş İbn-i Hümâm'dan da ders almıştır. Sehâvî «ed-Dav» nam
eserinde onun terceme-i halinden uzun uzadıya bahsetmiş, fıkıhta iki ciltlik
fetva topladığını ve İbn-i Hişam'ın tavzihına haşiye yazdığını söylemiştir». Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır. Kereki 923 tarihinde vefat etmiştir. İki
ciltlik fetvadan murat adı geçen Feyz'dir. Bu kitabın ismi.
«Feysü'l-Mevlâel-Kerim alâ Abdihi İbrahim» dir. Kitabının Önsözünde, «Bu
kitabıma, tercih edilen mutemed kavilleri aldım. Tâ ki îçindekilerin sahih
olduğu kesinlikle bilinsin ve istifade edilsin, » demiştir.
Merhum
dedemiz dediği zat, «Vikaye» şarihi Muhummed bin Abdürrazzak'tır. Terceme-i
halini bulamadım.
AZMİZÂDE :
Allâme Mustafa bin Muhamrned'dir. Azmizade diye meşhur olmuştur. Müteehhirin Rum
ili ulemasının en meşhuru, mantık ve mefhum maddesinde en verimlisidir. Meşhur
müellefatı vardır. Dürer ue Gurer haşiyesi ve ibni Melek'in Menar şerhi üzerine
haşîyesi bunlardandır. (1040 h.) yılında vefat etmiştir, Bu satırlar kısaca
Muhibbî'den alınmıştır.
Ehizâdü
hakkında Muhibbi tarihinde şöyle demektedir: Bu zat Abdülhalim bin Muhammed olup
Ehizâde namiyle meşhurdur. Osmanlı Devleti ricalinden biri ve ulemasının
büyüklerindendir. Vaktini aklî ve naklî ilimlerle geçirirdi. Birçok te'lifatı
vardır. «Hidâye» şerhi, «Miftah» üzerine ta'likat, Camiu'l-Fusuleyn, «Dürer» ve
«Eşbâh» üzerine ta'likatı bu cümledendir. (1013 h.) tarihinde vefatetmiştir. »
Kısaltılarak alınmıştır.
İbni
Abdürrazzak'ın beyanına göre Hazain nam kitapta Ehizade yerine Ehiçelebî
denilmiştir. Ehîçelebi «Zâhiretü'l-Ukba adlı Sadru'ş-Şeria» haşiyesinin
sahibidir. İsmi: Yusuf bin Cüneyd olup Molla Hüsrev' in tilmizidir.
SA'DÎ
EFENDi : İsmi Sadallah bin lsa bin Emir Han'dır. Sa'di Çelebi diye meşhurdur.
Rumeli müftüsüdür. Beyzavi tefsiri üzerine bir haşiyesi ile Hidaye şerhi, İnâye
haşiyesi ve muteber risaleleri vardır. Şam'ın Hâfızı el-Bedrül'-Gazzi rihlesinde
ondan bahsetmiş; ve kendisini son derece medhu senâda bulunmuştur. Teminû dahi
«Tabakât»ında onu medhu senah etmîş ve Şekâik-ı Nu'mâniye'den naklen (945)
tarihinde vefat ettiğini söylemiştir.
ZEYLAÎ :
İmam Fahreddin Ebû Muhummed Osman bin Ali'dir. Kenzü'd-Dekâik şerhi
Tebyinu'l-Hakâik onun eseridir. (705)'de Kâhire'ye gelmiş; orada fetva vermek,
ders okutmak ve kitap tasnif etmekle meşgul olmuştur. Halk kendisinden çok
istifade etmiştir. Fıkhı yaygın hale getirmiştîr. (743)'de Kahire'de vefat
etmiştir.
EKMEL :
İmam, muhakkik Ekmelüddin Muhammed bin Mahmud b.Ahmed el-Bâbertî'dir. Yediyüz
küsür tarihinde doğmuştur. Ebû Hayyan ile İsfehanî'den ders almış; hadîsi
Dellasî ile ibni Abdulhâdi'den okumuştur. Muhtelif ilim dallarında allâme idi.
Aklı çok, nefesi kuvvetli, heybeti büyük bir zattı, allâme Seyid Şerîf ve allâme
Fenâri kendisinden ders almışlardır. Kendisine kadılık teklif olunmuş; fakat
kabul etmemiştir. Tefsiri ve Meşârık şerhi «Muhtasar» ibni Hâcib şerhi,
Akîde-tü't-Tûsi şerhi, Hidâye şerhi Inâye, Sirâciye şerhi, İbni Mu'tî
elfiyesinin -şerhi, Menâr şerhi, «Telhisü'l-Meâni» şerhi, «Usûl Pezdevî» şerhi
ve «Takrir» nâmında eserleri vardır. (786) tarihinde vefat etmiş; cenazesinde
sultan ve devlet ricali hazır bulunmuşlardır. Mısır'daki Şeyhuniye'ye
defnedilmiştir.
KEMÂL:
İmam, muhakkık Muhammed bin Abdülvâhid bin Abdülhamid, Kemâleddin bin Hümâm'dır.
Sivaslı olup sonradan Iskenderiyeye yerleşmiştir. Aşağı yukarı (790) tarihinde
doğmuştur. Kaariü'l-Hidâye, Sirâc'dan ve kaadı Muhibbiddin b. Şıhne'den fıkıh
okurnuştur. Tahkik hususunda eşi yoktur, «Ben ma'kulâtta (aklî ilimlerde)
kimseyi taklit etmem», dermiş. Burhan Ebnâsî' ki herhalde onun akranından
olacaktır, «Dînin hüccetleri sorulsa memleketimizde ondan başka bu işin altından
kalkacak bulunmazdı», demiştir. Hal sahiplerinde görülen keşif ve kerametlerden
bol nasibi vardı. İlk zamanlarında uzlete çekilmiş ise de ehl-i tarikattan
bazılarının, «Geri dön, çünkü halkın senin ilmine ihtiyacı var! », demeleri
üzerine dönmüştür. «Hidâye»yi misli görülmedik bir şekilde şerh ederek
«Fethü'l-Kadir» adını vermiştir. Bu eserin Vekâlet Bahsine kadar varabilmiştir.
Usul-i fîkıhta «Tahrir» namında bir eseri vardır ki, misli yazılmamıştır. Bu
kitabı tilmizi İbni Emir Hâcc şerh etmiştir. Akâidden «Müsâyere» namında bir
eser ve ibadetlere dair «Zâdü'l-Fakir»i vardır. Kahire'de (861) tarihinde vefat
etmiştir. Cenazesinde sultan ve diğer devlet ricali hazır bulunmuşlardır.
Nitekim Tabâkat-ı Temimi'de beyan olunmuştur.
Bunca
te'lifatı ile birlikte Celal Suyuti'nin Mısır'ı dolaştığı gibi o da Rum ili
beldelerini çok iyi bilirdi. Bence o Suyutî'den daha ince görüşlü ve iyi
anlayışlıdır. Mamafih ikisi de o asrın ziynetidirler.
İbn-i
Kemâl (940) senesinde vefat edinceye kadar saltanat merkezinde müftü olarak
kalmıştır.
METİN
Ben bu
tahkikatı büyük ulemadan aldım. Ama Allah, kendi kitabından başka hiçbir kitabın
hatasızlığını kabul etmez. İnsaf sahibi, çok sevabın yanında. az hatayı
affedendir. Bununla beraber benim kitabımı iyi okuyan mâhir fakihtir. Onun
içindeki tahkikat ve mühim meselelere muttali' olan kimse ağız dolusu, «Evvel
gelen sonrakine neler bırakmıştır!... Bunu tahsil edenin nasibi bol olacaktır»,
diyecektir. Çünkü bu deryadır. Lâkin sahili yoktur. Bol rahmet budur. ancak
süreklidir. Güzel ibarelerle, rumuzlu işaretlerle, mânâları tenkîh, kelimeleri
tahrir edilmiştir. Haber gözle görmek gibi değildir. Gözlerinle gördükten sonra
rahatlayacaksın.
İZAH
«Allah
kendi kitabından başka hiçbir kitabın hatasızlığını kabul etmez». Bu ifade ile
şarih merhum özür dilemektedir. Demek istiyor ki bu kitap her ne kadar
müteehhirin ulemanın yazdıklarını ve adı geçen tahkikatını içine alıyorsa da
masum değildir. Yani hatadan salim değildir. Çünkü Allah Teâla kendi kitabından
başka hiç bir kitabın hatasız olmasını takdir buyurmamıştır. Kendi kitabı için
ise, «Ona önünden ve arkasından bâtıl gelemez!» buyurmuştur. Başka kitaplarda
hata ve kusur olabilir. Bu onların şiarıdır. Çünkü onları insan te'lif etmiştir.
TENBiH :
İmam, allâme Abdülaziz Buhâri, Usul-i Pezdevı üzerine yazdığı şerhte şunları
söylemiştir:
«Büveyti
İmam Şafiî Rahimallah'ın kendisine şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben hu
kitapları te'lif ettim ama onlarda doğruyu bulmak için olanca gücümü
sarfetmedim. Zira onlarda Allah'ın kitabına ve Resûlü'nün sünnetine aykırı
şeyler mutlaka bulunacaktır.
Allah
Teâlâ, «Kur'an, Allah'tan başkasından gelse idi onda mutlaka bir çok ihtilâflar
bulurlardı», buyurmuştur. Eğer kitaplarımda Allah'ın kitabına ve Resûlü'nün
sünnetine aykırı bir şey bulursanız ben ondan Allah'ın ki-tabına ve Resûlü
(s.a.v.)'ün sünnetine dönerim.
Müzeni
diyor ki: Risâle kitabını Şâfiî'ye seksen defa okudum. Her defasında mutlaka bir
hata buldu ve şunu söyledi:
«Hey gidi
hey! Allah Teâlâ kendi kitabından başka sahih bir kitap olmasını kabul
etmemiştir».
«Evvel
gelen sonrakine neler bırakmıştır...». Bu cümledeki evvel ve âhırdan murad,
evvel zamanda geçenlerle sonra geleceklerin cinsleridir. Görüyorsun ki sonra
gelen müteahhirinin kitapları zabt ve kısaltma hususunda kezâ güzel sözlerle
meseleleri toplamakta evvelkilerin kitaplarından üstündür. Çünkü evvelkiler
zihinlerini, meseleleri delillerinden çıkarmaya ve delillerin doğru olmasına
sarfederlerdi. Sonra gelen âlim ise zihnini onların söylediklerini
güzelleştirmeye, kısa bıraktıklarını izaha, mutlak söylediklerini kayıtlamaya,
dağınık bıraktıklarını toplamaya, ibarelerini kısaltmaya ve ihtilâflarını beyana
sarfetmiştir. Bu, gelinin saçını tarayan kadına benzer. Gelini ailesi
büyütmüştür. Evlenme çağına gelince nedime onu zînetleyip damada arzeder ama ne
olursa olsunşeref eskilerindir. Evet, sonra gelen ulemanın bizim gibi öğrenciler
üzerine üstünlük ve şerefleri vardır. Allah cümlesine rahmet eylesin. Sa'y ve
gayretleri meşkûr olsun. Âmin!
«Çünkü bu
deryadır.», ifadesi bir teşbih-i belîğdir. «Lâkin sâhili yoktur», dediğine göre
son derece geniş demektir. Bu söz bedî' ilminin medhi zemme benzeyen bir şeyle
te'kidi kabilindendir.
Çünkü bir
medih sıfatı ispat etmiş; ondan bir başka medih sıfatı istisna eylemiştir.
Bundan sonra gelen. «Rahmet budur» cümlesi de böyledir.
«Haber,
gözle görmek gibi değildir». Bu cümle mahzuf bir sözün illetidir. Mânâ şudur:
«Bu söylediklerim, doğruya ve yalana ihtimali olan bir haberdir. Eseri okuyunca
doğru söylediğini görecek, müşahede ile tahkik edeceksin. Çünkü haber gözle
görmek gibi değildir». Bunu Tahtavi söylemiştir. Bu sözde İmam Ahmed'le
Taberani'nin ve başkalarının rivayet ettiği bir hadisden iktibas vardır.
Peygamber
(s.a.v.), «Haber muayene gibi değildir» buyurmuştur. Mezkûr hadîs
Cevâmiu'l-kelim'dendir. (Yani az sözlü, çok mânalı hadislerdendir.)
METİN
Öyle ise
gördüğünün güzel bahçesinden en âlâsını al! Güzellik namına işittiğini ve
Selmayı bırak! Gördüğünü al; işittiğim bir şeyî bırak! Güneşin doğmasında seni
Zuhâle muhtaç olmaktan kurtarma vardır. Bu böyle! şu da var ki, musanniflerin
ırzları hasedçilerin dillerinin oklarına hedef olmuştur. Onların güzelim
te'lifleri ellerine dikilmiş hedeflerdir. Faydalarını yağma ederler; sonra
onlara geçmez metâ' diye dil uzatırlar. Ey ilim sahibi! Hatasını yüzde yüz
bilmediğin bir müellifin kusurunu söylemeye acele etme! Kaç defalar râvi kendi
aklı ile bir sözü berbat etmiş, nice nice sözleri birçok kimseler değiştirip
boz-muşlar ve nice kopya edenler mânâyı değiştirerek musannıfın kasdetmediği bir
şeyi yazmışlardır. Benim bu te'liften maksadım, ismimin musannıflar ve
müellifler arasına geçmesi değildir. Maksad, kafayı çalıştırmak ve sahih olan
fer'î meseleleri ezberletmektir. Bununla beraber, Allah'tan gufran, din
kardeşlerimden dua niyaz eylerim. Hasedçilerin benim sağlığımda kitabımdan yüz
çevirmesinden bana bir şey yoktur. Nasıl olsa vefatımdan sonra inşallah onu
kabul edeceklerdir. Nitekim şöyle denilmiştir: «Kişiyi görürsün alçaklığından ve
hıyânetinden adamın faziletini inkâr eder, Ama adam elden gitti mi bir nükte
üzerine kendisini hırs basar da onu altun suyu ile yazar !
»
İZAH
«Gördüğünün güzel bahçesinden» cümlesinde istiâre vardır. Şarih
güzel ibaresini bahçeye benzetmiştir. Vasf-ı câmi' nefaset ve gönlün
teallûkudur.
«Güzellik
namına işittiğini ve Selmâ'yı bırak!», hissî olan sûret güzelliğini bırak da bu
kıymetli şerhin güzel bahçesine bak, demektir. Selmâ Arapların meşhur
ma'şukalarından biridir. Maksad kendisi değil, sıfatıdır. Zira Selmâ güzelliği
ile meşhurdur. Yani güzelî, güzelliği bırak demektir.
«Vefatımdan sonra onu kabul edeceklerdir». Filhakika Allah Teâlâ,
Şarih'in hu niyazını kabul buyurmuş, ona dilediğinden fazlasını lütfetmiştir. Bu
onun sadakat ve ihlâsına delildir. Allah rahmeteylesin.
Nükte:
Dikkatle ve fikri çalıştırarak çıkarılan ince meseledir.
METİN
İşte sana
bu fennin rnühim meselelerini ayırıp ıslah eden, inceliklerini meydana çıkaran
bir müellif!...
Ben
karanlık bastığı zaman bu fen uğrunda fikrimi çalıştırdım. En makbul kavilleri
ve en kısa ibareleri aradım. İtirazları def için en lâtif işaretlere itimad
ettim. Çok defa bir hüküm veya delilde muhalefet ettim. Bunu mütalâası ve
anlayışı olmayan yoldan sapma zannetti. Halbuki ben bu muhalefeti musannıfın bir
kelime veya harfi değiştirerek şerhetmesine tâbi olarak yaptım. Bilmedi ki bu
onun gözünden kaçarı bir nükteden dolayıdır.'...
Bana
üstadım, büyük âlim, uçsuz derya ve zamanının biriciği, Allah'ın lütfu Şeyh
Hayreddin Remlî - Allah uzun ömürler versin - şu şiiri okudu:
«Zamanının
alimini hiçe sayan ve geçmişlere öncelik tanıyan muasır kimseye söyle ki:»
«O eski de
yeni idi; bu yeni dahi eskiyecektir!»
Bundan
maksad ve murad, şeyhim, tenkitçi, muhakkîkinin reisi Muhammed el-Muhâsini
efendi'nin bana okuduğu şu şiirdir ki, güzeldir:
«Dünyada
yaşayanların hepsinin bir murad ve maksadı vardır.»
«Benim
muradım da sıhhat ve feragattır.»
«Tâ ki
şeriat ilminde öyle bir yere ulaşayım ki.»
«Cennetlerde beni yüksek makamlara ulaştırıcı olsun.»
«İşte
böyle bir murad hususuna akıl sahipleri yarış etsinler!»
«Yalan
dünyadan bana yetecek kadarı kâfidir.»
«Kurtuluş
ancak ebedi nimetler yerine nail olmakladır.»
«Bol gıda
ve boğazdan geçen meşrubat oradadır.!»
İZAH
Şarih
merhumun çalışmak için geceyi seçmesi, düşünme zamanı ekseriyetle gece olduğu
içindir. Geceleyin hareket az olduğundan zihin durulur. Ulemanın âdetleri
kitaplarını yazarken uykusuz kalmaktan zevk almaktır.
«İtirazları def için en lâtif işaretlere itimad ettim. » Bundan
maksad cümlede muzaf veya kayd gibi bir şey zikrederek itirazı defetmesidir.
Bunu, itirazcının sözünü bilmeyen anlamaz. Bilen ise şârihin söylediğini görünce
bu itirazı işaretle defettiğini anlar. Çok defa şârih işaret ettiğini açık da
söyler.
«Çok defa
bir hüküm veya delilde muhalefet ettim.» Hükümde muhalefeti, başkasının mekruh
dediğine mubah demek; delilde muhalefeti de başkasının zikrettiği söz götüren
delili bırakıp sağlam bir delil zikretmek suretiyle olmuştur. Bunlar, «Filan
hata etmiştir» gibi açıkça tenbih ettiklerinden başkadır.
«Halbuki
ben bu muhalefeti musannıfa bakarak yaptım.» Musannıf Rahimehullah kendi
yazdığımetni şerhederken bazı kelimelerini değiştirmiş ve buna tenbih etmiştir.
Böylece mücerred metni ihtîva eden nüshalar şerhli nüshalara muhalif olmuştur.
Bu husustu şarih de ona uymuştur. Hatta çok defa musannifin değiştiremediği bazı
kelimeleri değiştirmiştir.
Şeyh
Hayreddin Remli: Hayreddin bin Ahmed bin Nureddin Ali bin Zeyneddin bin
Abdulvehhab el-Eyyubî'dir. Müfessir, muhaddis, fakih, lügat âlimi, sofi, nahivci
beyancı, aruzcu ve mantıkçıdır. Çok yaşamıştır. (993)'de doğmuş, (1081)'de
Remle'de vefat etmiştir. Zamanında Hanefilerin şeyhi ve Fetâvâ-i Sâire ile diğer
faydalı eserlerin müellifidir. Minah hâşiyesi ile Ayni'nin Kenz şerhi üzerine
yazdığı haşiyesi, el Eşbah ve'n-Nezair, el-Bahrü'r-Râık, Zeylaî ve
Camiu'l-Fusuleyn üzerlerine yazdığı haşiyeler, risaleler ve elifba harfleri
sırasınca yazdığı Şiir divanı da onun eserleridir. Bu satırlar Emir Muhibbînin
eserinden alınmıştır. Muhibbi onun menkabelerinden, hallerinden, hocalarından ve
tilmizlerinden uzun uzadıya bahsetmiştir. Müracaat edilebilir.
«Allah
uzun ömürler versin.» cümlesi ömrüne bereket duasıdır. Zira ecel kesindir.
Tahtari «Şir'a» ve «Şir'a» şerhinden naklen bu duanın mekruh olduğunu
söylemiştir.
Ben derim
ki: Buna Peygamber (s.a.v.) in hizmetçisi Enes'e yaptığı dualarla itiraz olunur.
Bu dualardan biri de ömrünün uzun olması hakkındaki duasıdır. Ehl-i Sünnet'in
meshebine göre her şey takdir-i İlâhi ile olsa da dua yine faydalıdır. Şârihin
sözünden anlaşılıyor ki, bu kitabı mezkûr şeyhinin hayatında yazmıştır. Evet
öyle olmuştur. Çünkü kitabın sonunda te'lifini (1071) yılında bitirdiğini,
bunun, mezkûr şeyhinin vefatından on sene önce olduğunu söyleyecektir.
«O eski de
yeni idi; bu yeni dahi eskiyecektir». Yani kişi evsafı ile kıymetlendirilir.
Önce yaşamış olmakla kıymet kazanmaz. Çünkü her geçmiş insan vaktiyle yeni idi.
Ama önce yaşaması gençliği zamanında ki kıymetine bir şey katmadı. Bu muasır da
zamanla eskiyecektir. Siz bunun vasıflarını öncelikle kıymetlendirirseniz bu
muâsır geçmişte kaldığı zaman onu da vasıflarıyla kıymetlendirmeniz lazım
gelecektir.
İmam
Muberred'in, «Önce yaşamış diye zayıf akıllıya kıymet verilmez. İsabet edenin de
gençtir diye hakkı yenmez. Lâkin herkese hak ettiği verilir», sözünün mânâsı
budur. Demâmini Teshil şerhinde Müberred'in sözünü naklettikten sonra şunları
söylemiştir: «Birçok insanlar bu çirkin belayı araştırırlar. Bakarsın muayyen
bir şahsa nisbet edilmeyen güzel bir nükte işitirlerse bu geçmişlere aiddir diye
onu beğenirler. Ama onun kendi zamanlarında yaşayan birine aid olduğunu
öğrenirlerse hemen dönerek çirkin sayarlar; yahut bu sözün makbul olmayan bir
zamane tarafından söylendiğini iddia ederler. Bu adamları buna sevkeden kötü
hasedden ve neticesi vahim olan zulümden başka bir şey değildir».
Muhammedü'l-Mehâsinî Efendi: Bu zat hakkında Muhibbî şunları
söylemiştir: «Mehâsinî Taceddin Ahmed el-Mehâsini'nin oğludur. Dımaşk Camiî'nin
hatibi ve Mehâsin oğullarının en meşhuru ve en faziletlisi idi. Edip, fâzıl,
kâmil, şekli latîf, yüzü güzel, bütün ahlâk güzelliklerini kendinde toplamış,
güzel sesli bir zat idi. Dimaşk'ın Salihiyyesindeki Sultan Selim Camii
hatibliğini üzerine almış; sonra Beni Ümeyye Camii'ne imam ve hatib olmuştur.
Orada iken Müslim'in Sahih'ini okuyarak onunüzerine ta'likler yazmış; mezkûr
camiin Kubbetü'n-Nasr denilen kubbesi altında hadis dersi okutmuştur. Lisanı
fasih idi. İlminden birçok Dımaşk uleması faydalanmıştır ki, üstadımız Şam
müftüsü allâme Alaeddin Haskefî de onlardan biridir. Mehâsinî'nin güzel şiirleri
ve ilmine delâlet eden yazılan vardır. (1012) tarihinde doğmuş (1072)'de vefat
etmiştir».
Şârîh
HASKEFÎ
MUKADDİME
Bir ilmi
tahsile başlamak isteyen kimsenin o ilmi haddi veya resmi ile tasavvur etmesi;
mevzuunu, gayesini ve istimdadını bilmesi lâzımdır.
İZAH
İlimler
şer'î ve gayri şer'î olmak üzere iki kısımdır. Şer'î ilimlerden maksad tefsir,
hadis, fıkıh ve tevhiddir. Şer'i olmayan ilimler üç kısımdır:
1 - Edebî
ilimler ki mecmuu 12'dir; hatta bazıları 14'e çıkarmışlardır. Bunlar: Lügat,
iştikâk, sarf, nahiv, meânî, beyân, bedî; âruz, kafiye, şiir. nesir, kitabet,
kıraat, muhadara ve tarihtir.
2 - Riyazî
ilimler : Tasavvuf, hendese, hey'et riyaziye, hesap, cebir, musikî, siyaset,
ahlâk ve tedbîr'i menzil namlarıyla on kısımdır.
3 - Aklî
ilimler : Mantık, münazara, usul-i fıkıh, usul-i din, ilâhiyat, ta-biat, tıp,
felsefe ve kimya'dır.
Bir ilmi
haddi ile tesavvurdan murad, onu zâtıyatı itibariyle tarif etmektir. Meselâ;
insanı konuşan hayvandır diye tarif bir haddir. Resim: Bir şeyi âraz ile tarifte
bulunmaktır. İnsanı; gülen hayvandır diye tarif etmek, resmen tariftir.
Heri İlmin
aslı 10 şeydir. Kitabımızın şârihi bunlardan dördünü (yani tarif mevzu, gaye ve
istimdadı) beyan etmiş, geriye kalanlarını bildirmemiştir Onlar da şunlardır:
İlmin kurucusu, ismi, şârih'in hükmü, meseleleri, mahmulü ve fazileti.
Bu ilmin
ismi fıkıh, kurucusu Ebu Hanîfe rahimehullah şâri'in hükmü Mükellefin kendine
lâzım olan hükümleri öğrenmesinin vücubu;
Meseleleri
: Mükellefin fiilinden bahseden her cümle.
Mahmulü :
Beş hükümden (yani tarz, vacip, sünnet, haram ve mekruhtan) birisidir. Meselâ,
«Bu fiil vacipdir», cümlesi böyledir.
Fazileti :
Kelâm, tefsir, hadis ve usul-i fıkıh'tan sonra bütün ilimlerin en şereflisi
olmasıdır.
FIKHIN AÇIKLAMASI
Fıkıh,
lügatta «Bir şey'i bilmek» demektir. Bilâhare şeriat ilmine tahsis edilmiştir.
Kelimenin mazisi fıkıha şeklinde okunursa masdarı fıkhan gelir ve bildi mânâsını
ifade eder. Fekuhe okunursa masdarı fekahaten gelir ve fekîh oldu mânâsına
kullanılır.
Istılahda
usul-i fikıh ulemasına göre fıkıh :
Tafsîlî
delillerinden çıkarılan şer'î olan fer'î hükümleri bilmektir. Fıkıh ulemasına
göre fürüa aid meselelerden en az üç meselenin hükmünü bilmektir. Ehl-i hakikata
göre ise ilimle ameli bir araya getirmektir. Çünkü Hasan-ı Basrî, «Fakîh ancak
dünyadan yüz çevirip âhirete yönelen ve kendi kusurlarını gören kimsedir.»
demiştir.
İZAH
Istılah:
Lügatta «ittifak» mânâsına gelir. Istılahan ise ulemadan bir taifenin bir sözü
kendi mânâsından çıkarıp başka bir mânâda kullanmak için ittifak etmeleridir.
Burada
ilimden murad, Kemâl bin Hûmâm'a göre tasdiktir. Tasdik zarurî olsun nazarî
olsun, doğru veya hata olarak kat'î bir şeyi anlamaktır. Çünkü fıkhın hepsi
kat'idir. Binaenaleyh şer'î hükümlerde zanna düşmek ve keza zannî hükümler
fıkıhtan mâ'dud değildir. Bazıları buradaki ilmi zannî olan şeylere tahsis
etmişlerdir. Bu takdirde sübutu kat'î olarak bilinen şeyler fıkıhtan
sayılmazlar. Birtakım ulema ilmi hem kat'iye hem zanniye şâmil kabul
etmişlerdir. Müteehhirinden birçokları. «Hak budur» demiş; selef ve halefin
böyle amel ettiklerim söylemişlerdir. Binaenaleyh burada ilimden murad; hem
yakîne hem de zanna şâmil olan idraktır. Nitekim mantık'ın ıstılahı da budur.
Birinci
kavle göre ise murad; zannın mukabilidir. Usul-i fıkıh ulemasının ıstılahı da
budur.
Hüküm:
Bazılarına göre Allah Teâlâ'nın mükellef kullarının fiillerine teâllûk eden
hitabıdır. Fakat Sadrı'ş-Şeria buna itiraz etmiş, «Fukahanın ıstılahına göre
hüküm; Allah'ın hitabı ile sâbit olan şeydir. Mecazen mahlûka halk denildiği
gibi, hitab ile sabit olan şeye de mecazen vücup ve hürmet denilmiş, sonra örfî
hakikat olmuştur», demiştir. Bu kayıtla zat, sıfat ve fiilleri bilmek tariften
hariç kalır.
Tarifteki
şer'î kaydından murad: Ancak şeriat sahibinin hitabı ile anlaşılan şeylerdir. Bu
hususta hitabın bizzat hükme teallûk etmesiyle hük mün nazirine teallûku
arasında fark yoktur. Şu halde imanın vücubu gibi şeyler bu kayıttan hariç
kaldığı gibi akıldan alınan «Bu âlem hâdistir» gibi kaziyyeleri, histen alınan
«Ateş yakıcıdır» gibi hükümleri ve keza ıstılahtan alınan «Fâil merfûdur» gibi
hükümleri bilmek de hariç kalır.
Fer'î
kaydından murâd: Fer'i meselelere teâllûk eden hükümlerdir. Bununla icmaın veya
kıyâsın hüccet oluşu gibi aslî hükümler tarifden hariç kalırlar. İmanın vacip
olması gibi itikadî hükümler ise şer'î kaydı ile tarifden çıkarılmıştır.
Delillerden murad: Şer'î hükümlere mahsus olan kitap, sünnet,
icmâ-i ümmet ve kıyas'dır. Bu kayıtla mukallidin ilmi, tarifden hariç kalır.
Çünkü müçtehidin kavli her ne kadar onun için delil ise de, bu dört delilden
biri değildir. Delil ile hasıl olmayan ilm-i İlâhî ile Cibrîl'in ilmi gibi
şeyler de tarifden hariçtir. «el-Bahr» nâm eserde beyan edildiğine göre
Peygamber (s.a.v.) in içtihadla hâsılolan ilmine fıkıh denilip denilemeyeceği
hususunda ihtilâf vardır. Zâhire bakılırsa onun ilmi, şer'î bir hükme delil
olduğu için fıkıh değildir. Fakat şer'î bir delilden hâsıl olduğu için ıstılahan
fıkıh denilebilir.
«El-Bahr»
da şöyle deniliyor: «Hâsılı usul ilminde fıkıh yukarıda görüldüğü vecihle
hükümleri delillerinden alarak bilmektir. Şu halde bu ulemaya göre fakih ancak
müçtehiddir. Onların meseleleri bilen mukallide fakîh demeleri mecazidir.
Fukahanın örfünde ise mukallide fakîh ıtlâk-ı hakikattır. Fukahaya vakıf veya
vasıyet edilen bir şeyin mukallidlere sarfedilmesi buna delildir». «et-Tahrir»
nâm eserde beyan edildiğine göre feri meseleleri bilen kimseye mutlak surette
fakîh nâmı vermek şuyu bulmuştur. Meselelerin delillerini bilip bilmemesi fark
etmez. Bugün örf ve âdet budur. Usul-i fıkıh uleması âdetin delaletiyle
hakikatın terk edileceğini söylemişlerdir. Binaenaleyh vakıf veya vasıyet eden
kimsenin sözü kendi zamanında örf ve âdet olan mânâya hamledilir. Zira örfen
sözünün hakikatı odur. Bu örfün karşısında asıl olan hakikî mânâ terk edilir.
Ehl-i
hakikattan murad: Şeriatla tarikat ilimlerini bilen ulemadır. Hakikat, şeriatın
özüdür. Tamamı ileride görülecektir.
FIKIH VE İLMİN MEVZUU
METİN
Fıkhın
mevzuu: isbat ve nefi cihetinden mükellefin fiilidir.
Bir ilmin
mevzuu, o ilimde bahsedilen zatî ârızalardır. «El Bahr»'da şöyle denilmektedir:
Fıkhın mevzuu mükellef olmasına bakarak mükellefin fiilidir.
İZAH
Çünkü
fıkıhta mükellefin fiiline ârız alan hürmet, vücûp ve tedbirden bahsedilir.
Mükellefden maksad âkilbâliğ olan kimsedir. Binaenaleyh mükellef olmayan
kimsenin fiili fıkhın mevzuundan değildir. Telef edilen malların ödenmesi ve
zevcelerin nafakası ile sabî ve mecnun değil, onların velileri muhatap olur.
Nitekim hayvanın itlâf ettiği şeylerle de sahibi muhatap olur. Zira hayvanı
muhafaza hususunda kusur ettiği için onun yaptığı zarar kendisi yapmış gibi
olur. Sabînin namaz ve oruç gibi ibâdetlerinin sahih olup sevap kazandırması.
hükümleri sebeblere bağlamak kabilinden aklîdir. Onun için sabî ibadetlerle
muhatap olmamıştır. Ona ibadetlerin emîr olunması, alışsın da bülûğa erdikten
sonra bırakmasın diyedir.
«Mükellef
olmasına bakarak» diye kayıdlamamız, mükellef olmasına bakmayarak işlediği fiil
fıkhın mevzuuna girmediği içindir. Meselâ; bir mükellefin Allah'ın kulu olması
cihetinden işlediği fiili bu kabildendir.
İsbattan
murad : Vacip ve haram gibi kendisi ile teklif sabit olan; nefiden murad da
mendup ve mubah gibi fiillerdir. Musannıf bu sözlerle mukadder bir suale cevap
vermek istemiştir. Sual şudur:
Tarifde
haysiyet muteberdir. Maksad mükellefin mükellef olması itibariyle işlediği
fiildir. Binaenaleyh mükellefin mendup ve mubah gibi fiilleri de fıkhın mevzuuna
girmek lâzım gelir. Halbuki bu filler hakkında teklif yoktur. Onları yapmak da,
yapmamak da caizdir.
Cevap
şudur: Fıkıhda böyle bir fiilden teklif selbedilmesi itibariyle bahsedilir.
METİN
Fıkhın
istimdadı yani kaynağı kitap, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas'dır. Gayesi iki
cihanda saadete ermektir.
İZAH
Tâli
derecede birtakım deliller daha varsa da bunlardan bizden öncekilerin şeriatı
ile amel, kitaba tabî olduğu gibi, ashabın sözleri sünnete, halkın teamülleri
icmâa, teharrî ve istishap kıyasa tabîdirler.
İki
cihandan murad: Dünya ve âhirettir. Fıkıh okuyan bir kimse dünyada kendini
cehalet çukurundan kurtararak ilmin zirvesine çıkardığı gibi âhirette de
görülmedik nimetlere nâil olur.
METİN
Fıkhın
fazileti pek çok ve meşhurdur. Bunlardan biri, «el-Hulâsa» ve diğer eserlerde
beyan edildiği vecihle, muallimden işitmeden fukahamızın kitaplarına bakmanın
gece namazından daha makbûl olmasıdır.
İZAH
Bir kitabı
muallimden dinlemeden kendi kendine mütalâa etmek, dinleyerek okumaktan daha
aşağı olduğu halde gece namazından efdal olursa, dinleyerek okuduğu zaman ne
olacağını sen hesap et! Fıkhın gece namazından efdal olması hâcetten fazlasını
okumak farz-ı kifaye olduğu içindir. Hacet mikdarı okuyup öğrenmek ise farz-ı
ayın'dır.
METİN
Fıkhı
okumak, Kur'an'ın ihtiyaçdan fazlasını öğrenmekten efdaldir. Bütün fıkhı
öğrenmek mutlaka lâzımdır.
İZAH
«Bezzâziye» nâm kitabda şöyle denilmiştir: «Bir kimse Kur'an'ın bir
kısmını öğrense de kalanı için vakit bulsa, efdal olan fıkıhla iştigal
etmesidir. Çünkü Kur'an'ı ezberlemek farz-ı kifaye; fıkhın lâzım olan mikdarını
öğrenmek ise farz-ı ayın'dır». «El-Hizâne» de, «Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka
lâzımdır» denildiği gibi, «E-Menâkıb»da da; «Muhammed bin Hasan, helâl ve haram
hakkında iki yüz bin mesele meydana getirmiştir ki bunlar, bütün müslümanların
bellemesi mutlaka lâzımdır» denilmiştir.
«Bütün
fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.» sözünden bunun farz-ı ayın olduğu anlaşılırsa
da, maksad bütün fıkhın insanların mecmuuna lâzım olmasıdır. Yoksa herkesin ayrı
ayrı bütün fıkhı öğrenmesı farz-ı ayın değildir. Bizim her birimize farz olan
mikdar, muhtaç olduğumuz kadarını öğrenmektir. Zira erkeğin hayız mes'elelerini,
fakir bir kimsenin zekât ve hac gibi ibadetleri öğrenmesi farz-ı kifaye'dir.
Bunları öğrenen bazı kimseler bulundu mu diğerlerinden borç sâkıt o!ur. Namaz
için yetecek' miktarda farzla Kur'an ezberlemek de böyledir. Evet, fıkhın
hacetten fazla mikdarını öğrenmek, Kur'an'ın fazlasını öğrenmekten efdaldir,
denilebilir. Çünkü âmmenin ibadet ve muamelatında buna ihtiyacı çoktur.
Hafızlara nisbetle fukaha da azdır.
METİN
«el-Mültekat» ile diğer kitaplarda beyan edildiğine göre İmam
Muhammed: «Bir kimsenin şiir ve nahiv ile şöhret bulması lâyık değildir; çünkü
şiirin sonu dilenmeye, nahvin sonu da çocuk okutmaya varır. Hesapla şöhret
bulması da gerekmez; zira sonu yer ölçümüne varır. Tefsir ite şöhret bulması da
öyledir. Çünkü sonu vâizlik ve hikâyeciliğe varır. Bilâkis kişinin ilmi, helâl
ve harama ve bilinmesi zarurî olan ahkâma dâir olmalıdır», demiştir.
Nitekim
şâir de «Bir ilim sahibi, ilim sâyesinde azîz olursa, kıymet kazanmak için fıkıh
ilmi daha lâyıktır. Etrafa nice güzel kokular yayılmaktadır. Ama hiçbiri misk
gibi değildir. Havada nice kuşlar uçmaktadır, ama hiçbiri şâhin gibi değildir»,
demiştir.
İ Z A H :
Evet,
şair, insanları medheder. Onlar da def-î belâ kabilinden ve hicvinden korkarak
kendisine para verirler. Nahiv okuyan da eninde sonunda çocuklara nahiv dersi
okutur. Zira büyüklerin nahivokuduğu nadirdir.
METİN
Allah
Teâlâ fıkha hayır adını vererek medhetmiş. «Her kime hikmet verildi ise pek çok
hayır verilmiş demekdir», buyurmuştur. Tefsir erbabı birçok ulema, hikmeti,
furu' ilmi olan fıkıhla tefsir etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki: «İlimlerin en
hayırlısı fıkıh ilmidir. Çünkü bütün ilimlere vesiledir. Takva sahibi bir. fakîh
bin zâhidden daha fazîletti ve üstündür.» denilmiştir. Bu sözler İmam Muhammed
hakkında söylenen bir şiirden alınmıştır. İmam Muhammed'e «Fakîh ol! Zira fıkıh
ilmi. hayır ve takvaya götüren en faziletli önder, en kısa yoldur. Her gün
fıkıhtan bilgini artırmakla faydalan! Faydalar deryasında yüz! Çünkü takva
sahibi bir fakîh, şeytana bin âbidden daha şiddetli gelir,», denilmiştir.
İZAH
Ehl-i
hakikatın ıstılahına göre zahid: Dünyadan yüz çeviren, ona kıymet vermeyen
kimsedir. Bazıları «zâhid âhiret rahatını kazanmak için dünya rahatını terk eden
kimsedir», demiş, bir takımları da, «Elinin hâli kaldığı şeyden kalbinin de hâli
kalmasıdır», diye tarif etmişlerdir.
Takvâ:
Lügatta «ittika» yani korunmak mânâsına gelir. Ehl-i hakikata göre: Allah'a tâat
ederek âzâbından korunmaktır. Metindeki son cümle Peygamber (s.a.v.)in. «Allah
Teâlâ'ya dinde fakih olmaktan daha faziletli bir ibâdet yapılmamıştır. Gerçekten
bir fakih, şeytana bin âbidden daha şiddetli gelir Her şeyin bir direği vardır.
Dinin direği de fâkîhdir» hadis-i şerifinden mülhemdir; Bu hadisi Dârekutnî ile
Beyhâkî rivayet etmişlerdir.
METİN
Hazreti
Ali (r.a.), «Fazîlet, ancak ehl-i ilme mahsustur. Çünkü onlar doğru yoldadır;
hidâyet arayana yol gösterirler. Herkesin kadir ve kıymeti başarısına göredir.
Cahiller ehl-i ilme düşmandırlar. İmdi sen ilim elde etmeye bak, ilmin ebediyyen
cahili olma! İnsanlar ölü, ehl-i ilim diridirler» demiştir.
İZAH
Hazreti
Ali (r.a.)nın sözündeki cahillerden murad, şer'î ilimleri bilmeyenlerdir.
Böyleleri başka ilimleri bilirlerse de ulemaya avamdan daha fazla düşmanlık
ederler. Câhilin düşmanlığına sebeb Hakk'ı bilmemesi yahud âlimin onun fikrine
muhalif fetva vermesi ve insanların âlime olan teveccühünü görmesidir.
İnsanların ölü olmasından murâd, hükmen ölü olmalarıdır. Zira hiçbir faydaları
yoktur. Onlar nebat yetişdirmeyen çorak toprağa benzerler. Teâlâ Hazretleri;
«Yoksa ölü iken diriltdiğimiz ve kendislne verdiğimiz nurla insanlar içinde
yürüyen kimse karanlıklar içinde olan gibi midir!», buyurmuştur. Bu âyet-i
kerimedeki ölüden murâd câhil, diriltmekten murâd ilim ve'rilmesidir.
Karanlıklar içinde yüzen de cahildir. Yani cahil iken öğretilerek nurlandırılan
bir kimsenin, cehâlet karanlıkları içinde bocalayan cahillerle bir olamayacağı
beyan buyurulmaktadır. Yahut ölüden maksad kalblerinin ölmesidir.
İlyau'Ulûmi'd-Dîn'de şöyle deniliyor:
«Fethu'l-Mevsılî, «Hastaya yiyecek, içecek ve ilâç verilmezse ölmez
mi?» demiş. «Evet ölür» demişler. «İşte kalb de öyledir. Ona üç gün hikmet ve
ilim verilmezse ölür!» demiş. Gerçekten doğru söylemiş! Çünkü kalbin gıdası ilim
ve hikmettir; onun hayatı bunlarla kâimdir. Nitekimvücûdun gıdası da yemektir.
Kimde ilim yoksa onun kalbi hastadır, ölmesi lâbüddür.
METİN
«İlim her
fazilete vesiledir», «İlim köleyi krallar meclisine yükseltir». «Ulema olmasa
ümera helâk olurdu». derler. Şâir de. «İlim, erbabı için azli olmayan bir
sultandır. Gerçek emîr odur ki, azledildiği zaman dahî emîr kalır. Sultanın
velâyeti elinden gitse de fazîleti saltanatında kalır.» demiştir.
İZAH
İhyâu'l-UIûm'da beyan edildiğine göre Peygamber (s.a.v.), «Hikmet
kişinin şerefine şeref katar; köleyi yükselterek krallar meclisine oturtur»,
buyurmuştur. Aleyhisselam Efendimiz, bununla ilmin dünyevi semeresine işaret
buyurmuştur. Malûmdur ki âhiret daha hayırlı ve bakidir. İmam Gazâlî bundan
sonra Salim bin Ebi Ca'd'ın şu sözünü nakletmiştir:
«Sahibim
beni üçyüz dirheme satın alarak azâd etti: acaba ne iş tutsam dedim ve ilmi
san'at edindim. Bir sene geçer geçmez Medine'nin Emiri ziyaretime geldi. Ama
ziyaretine izin vermedim».
Evet ilim
sahibi azledilmez bir sultandır. Çünkü onun saltanatı ilâhidir, kulların onu
azle güçleri yetmez. Mutemed kavle göre Tealâ Hazretleri'nin. «Allah'a itâat
edin! Resûlü'ne ve sizden ülü'l-emir olanlara da itâat edin'i) âyet-i
kerimesindeki Ülu'l-emirden murad ulemadır. İhyâu'l-Ulum'da beyan edildiğine
göre Ebu'l-Esved «İlimden kıymetli bir şey yoktur. Sultanlar insanlara hüküm"
ederler; ulema ise sultanlara hükmederler» demiştir.
METİN
Farz-ı
ayın ve farz-ı kifaye:
Bilmiş ol
ki, ilmi öğrenmek farz-ı ayın ve kifâye olmak üzere evvelâ iki nev'idir.
Farz-ı
Ayın : Bir kimsenin dini için muhtaç olduğu mikdar ilimdir.
Farz-ı
Kifâye: Başkalarına fayda vermek için halen muhtâç olduğu mikdardan fazlasını
öğrenmektir.
İZAH
İlimden
murad : Âhirete ulaşdıran ilimdir. Yahud ondan eamdır. Allami, «Fusûl» ünde
şunları söylemiştir:
«Kulun
dinini icrâsı Allah için amelinin ihlâsı ve kulları ile muâşeretli hususunda
muhtâç olduğu ilmi öğrenmesi İslâm'ın farzlarındandır. Her erkek ve kadının din
ve hidâyet ilmini öğrendikten sonra abdest, gûsül, namaz ve orucunu öğrenmesi,
nisaba malik olanın zekâtı, kendisine hac farz olanın haccı ticaretle meşgul
olanın alışverişini öğrenmesi farzdır. Tâ ki sair muamelatta şüphelerden ve
mekruh olan şeylerden korunabilsinler. San'at sahipleri ve diğer her hangi bir
işle meşgul olanlarda da böyledir. Haramdan korunmak için onların da meşgul
oldukları işin hukmünü bilmeleri farzdır.»
«Tebyinü'l-Maharim» nâm eserde de şöyle deniliyor:
«Beş farz
ile ilm-i ihlâsı öğrenmenin farz olduğunda şübhe yokdur. Çünkü amelin sahih
olması buna bağlıdır. Helali, haramı ve riyâyı öğrenmek de farzdır. Zira ibadet
eden kimse riya yaparsaamelinin sevabından mahrum olur. Hasedle ucbu (yani
kendini beğenmeyi) öğrenmesi dahi farzdır. Çünkü bu iki şey ateşin odunu yediği
gibi ameli yerler. Alış veriş, nikah, talâk gibi şeyleri yapmak isteyenlerin da
bunları öğrenmeleri farzdır. Haram kılan, küfre müeddi olan sözleri öğrenmek de
farzdır. Yemin ederim ki, şu zamanda bunlar en mühim şeylerdendir. Zira çok defa
avamın küfre varan sözler söylediklerini işitirsin. Halbuki onlar bundan
gafillerdir. İhtiyaten cahil, imanını her gün, karısının nikâhını da ayda bir
veya iki defa iki şahid huzurunda tazelemelidir. Çünkü hata erkekten sadır
olmasa bile kadınlardan çok sudur eder».
«et-Tahrir» şerhinde farz-ı kifaye şöyle tarif edilmiştir.
«Bizzat
failine bakılmaksızın yapılması farz olan şeydir. Bu tarif cenaze namazı gibi
dinî ve ihtiyaç duyulan san'atlar gibi dünyevi olan şeylere şâmildir. Mesnûn
olanlar tarifden hariçdir. Çünkü bunlar mutlaka lâzım şeyler değildir. Farz-ı
ayın dahi tarifden hariçdir. Zira onun bizzat failine bakılır,».
«Tebyinü'l-Maharım» adlı kitapda dahi şu izahât vardır:
«İlmin
farz-ı kifaye olanına gelince; dünya işlerinin kıvamında yürümesi için muhtâç
olunan her ilimdir. Tıp, hesap, Nahiv, Lügat, kelâm, kırâat, hadis isnadları
vasiyet ve mirâs taksimleri ile kitâbet, meânî, bedi', beyan, usûl, nâsih ve
mensûh, âmm, hâs, nas ve zahir - ki bunlar tefsir ve hadis ilimleri için
alettirler - ilimlerini öğrenmek bu kabildendir...».
TENBİH :
Farz-ı ayın, farz-ı kıfaye'den efdaldir. Çünkü farz-ı ayın nefsin hakkı için
farz kılınmıştır. Nefis için o daha mühim ve daho meşakkatlidir. Farz-ı kifaye
öyle değildir. O, umumun hakkı için farz olmuştur. Bu umumda kâfir bile
dahildir. Bir iş umumi olursa hafifler; hususi olursa ağırlaşır. Bazıları farz-ı
kifaye'nin efdal olduğunu söylemişlerdir. Zira bu farzın edası bütün ümmetten
borcu iskat eder. Terk edilirse edaya imkân' olan herkes günahkâr olur. Bu
sıfatta olan bir farzın te'sir cihetinden daha büyük olacağında şüphe
yoktur.
Mamafih
Tahtavi'nin nakline göre birinci kavil mutemed sayılmıştır.
METİN
İlmin
mendûp, haram, mekruh ve mubah kısımları da vardır. Fıkhın derinlerine dalmak ve
kalb ilmini öğrenmek mendûp; felsefe, şa'beze, tencîm, remil, tabiat, sihir ve
kehanet öğrenmek haramdır. Felsefede mantık dâhildir. Harf ilmi ile musikî de bu
kısımdandır.
İZAH
Fıkhın
inceliklerine dalmak mendûp olduğu gibi sair şer'i ilimleri ve bu ilimlere âlet
teşkil eden bilgileri öğrenmek de menduptur.
Kalb
ilminden murâd, ahlâktır. Ahlâk. faziletlerin nevilerini ve nasıl
kazanılacaklarını, reziletlerin nevilerini ve onlardan nasıl korunulacağını
bildiren ilmidir. Kitabımızın metninde bu ilim «Fıkıh» kelimesi üzerine atf
edilmiştir. çünkü ilm-i ihlâs, ucub, hased ve riya gibi şeylerin öğrenilmesinin
farz-ı ayın olduğu malûmdur. Nefsin diğer âfetlerinden kibir. cimrilik, kin,
hıyanet, gadab, düşmanlık, buğuz. tamah. açgözlülük, böbürlenmek, müdahale.
Hakk'a karşı büyüklenme, hîle, hud'a, kasvet ve tûl-i emel gibi şeyler de
böyledir. Bunlar İhyâu'l-Ulûm'un Muhlikat faslında beyanyahut kendisinin gâibi
bildiğini iddia ederse. kâfir olur. Bunlardan namaz vakitlerini ve kıbleyi
bilecek kadar bir şeyler öğrenmekde beis yoktur».
Merginâni'nin bu izahatından anlaşılıyor ki fazlasını öğrenmekte
beis vardır. Hatta «el-Fusul» da bunun haram olduğu açıkca söylenmiştir.
Kitabımızın şarihi Muhammed Alâaddin de bu yoldan gitmiştir. Zâhire bakılırsa
Merginânî ilm-i nücumun ikinci kısmını kasdetmiştir. Onun içindir. ki İmam
Gazâlî, İhyâu'l-Ulûm'da, «İlm-i nücum. haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki
kısımdır...» demiştir. Hazreti Ömer (r.a.), «İlm-i nücumdan karada, denizde
yolunuzu bulacak kadarını öğrenin; geri kalanından vaz geçin!». demiştir.
Fazlasından men etmesinin sebebi üçtür:
Birincisi
: Bu ilim, halkın ekserisine zararlıdır. Çünkü kendilerine bu eserlerin
yıldızların hareketi neticesinde meydana geldiği anlatılınca yıldızların hakikî
müessir olduğu kanaatine varırlar.
İkincisi:
Yıldızlar hakkındaki hükümler sadece bir tahminden ibarettir. İlm-i nücûm
rivayete göre İdris Aleyhisselâmın mucizesi imiş; sonra ortadan kalkmış.
Üçüncüsü:
Bu ilimde bir fayda yoktur. Zira mukadder olan mutlaka meydana gelecektir. Ondan
korunmaya imkân yoktur.
İlm-i
remil: Birtakım çizgi ve noktalardan meydana gelen şekillerle malûm kaideler
tahtında harfler çıkaran ve bunlardan ileride olacak şeylere delâlet eden
cümleler kuran bir ilimdir. Bunun kat'î haram olduğu malûmdur. Aslının İdris
Aleyhisselâm'a mahsus olduğunu az yukarıda gördük. Onun şeriatı mensuhtur. İbn-i
Hacer'in «F e t â v â» sında bu ilmi öğrenmenin ve öğretmenin şiddetle haram
olduğu beyan edilmektedir. Çünkü bu ilimde avam tabakasını aldatarak remilcinin
gaibi bilmek hususunda Allah'a ortak olduğunu îhâm vardır.
Tabii
ilim: Çeşitli hallerde değişip değişmemesi yönünden cismin halinden bahseden
ilimdir. İbn-i Hacer'in «F e t â v â» sında bu ilmin felsefeciler tariki üzere
olanının haram olduğu bildirilmiştir. Çünkü birçok mefsedetlere yol açar. Bu
âlemin kadîm olduğuna inandırması bu kabildendir. Tabiî ilim haram olması
hususunda ilm-i nücûma benzer. Zira her ikisi de ayni şekilde mefsedetlere yol
açarlar.
Sihir: Bir
ilimdir ki, ondan nefsâni bir meleke hasıl olur ve o meleke ile gizli birtakım
sebeblere dayanan garip fiiller yapılabilir. Bîrîzâde'nin «el-İzâh» haşiyesinde,
«Şumunnî, sihri öğrenmek ve öğretmek haramdır demiştir», ibaresi vardır.
Ben derim
ki: Bu mutlak sözün iktizası sihrin müslümanlardan zararı defi için
öğrenilmesnin bile haram olmasıdır.
Zağferânî
şerhinde şöyle deniliyor: «Bize göre sihrin vücudu, tesavvuru ve eseri haktır.
«Zahiretü'n-Nâzır adlı eserde beyan edildiğine göre ehli harp kâfirin sihrini
bozmak için sihir öğrenilmesi farz; karı ile kocayı birbirinden ayırmak için
öğrenilmesi haram; aralarını yatıştırmak için öğrenilmesi mubahdır.» Tahtavî bu
sözü «el-Muhit» den rivayet eden bir zattan naklettikten sonra «Muhit'te şu da
vardır: Hadisde tivele'den de nehiy buyurulmuştur. Tivele kadını kocasına
sevdirmek için yapılan büyüdür." demiştir.
Ben derim
ki: Tivele'nin haram olduğu, «el-Hâniyye» nâm eserde tasrih edilmiştir. İbn-i
Vehbânonun illetini beyan ederken, tivele, sihrin bir nevidir, demiştir. İbn-i
Şıhne, «Bunun muktezâsı bu işin sadece âyet yazmaktan ibaret olmamasıdır, belki
onda ziyade bir' şey vardır.» diyor. Bahsin tamamı inşâallah «İhyaü'l-Mevat» tan
az evvel gelecektir. Fethü' kadir'de sihir yapanın ve zındıkın tevbesinin kabul
edilmeyeceği beyan edilmiştir. Binaenaleyh sihir yapanın öldürülmesi vacipdir.
Fesad için çalışması sebebiyle kendisinden tevbe de istenmez. Ama itikadında
küfrü icap eden bir şey yoksa mucerred bu işi yapdığından dolayı katli vacip
olmaz.
«Tebyinü'l-Meharim» adlı eserde İmam Ebu Mansur'dan naklen şöyle
denilmiştir: «Sihir yapan kimse alel'ıtlak kâfirdir. demek hatadır. İşin
hakikatini araştırmak icap eder. Eğer sihirde imanın şartlarından birini inkâr
varsa küfürdür. yoksa küfür değildir.»
Ben derim
ki: Filhakika Malikilerden İmam Karâfi küfür olan sihirle küfür sayılmayan sihir
arasında fark olduğunu söylemiş ve bu babda sözü hayli uzatmıştır. İsteyenler
«Cevhere» şerhi «Lakkani-i-Kebîr'in sonlarına müracaat edebilirler. Bu meseleyi
Allâme İbn-i Hacer'in «el-İlâm fi Kavatıi'l-İslâm» adlı eserinden de mütalâa
edebilirler. Hâsılı şudur ki: «Sihir üç nev'e şâmil bir cins ismidir.
Bunların
birincisi simya'dir. Simyâ, yerin hassalarından olan hususi içyağ gibi şeylerden
terkip edilen yahud hususî kelimelerden meydana getirilen bir şeydir ki, bu
kelimeler beş duygunun veya beş duygudan birinin hakikî vücudu olan bir şeyi
yahud sırf hayalî olan bir yiyeceği, koklanan bir nesneyi veya başka bir şeyi
anlamasını gerektirir.
İkincisi:
himya'dır. Bu da aynı şeyi gerektirirse de yerin hassalarına değil, gök
cisimlerinin eserlerine izafetle yapılır.
Üçüncüsü:
bazı hakikatların hassalarıdır. Mesefâ, yedi taş alınarak bir nevi köpeğe
atılır. Köpek ağzı ile taşı kapınca o taş bir suya atılır. Bu süretle taşlar
bitince su istenilen kimseye içirilir ve içen kimsede hususi birtakım eserler
görülür. işte sihrin üç nev'i bunlardır ki. bazıları küfür sayılan söz, itikad
veya fiil ile. bazıları da taş atmak gibi küfür sayılmayan şeylerle yapılır.
Sihir yapanların kitaplarında birçok fasılları vardır. Ve her sihir denilen şey
küfür değildir. Çünkü sihir sebebiyle bir kimseyi tekfir, onun zararından dolayı
değil, yapdığı işin küfür olmasındandır. Meselâ, yıldızların Allah olduğuna
itikad eder yahut Kur'an'a ihanette bulunur veya küfrü icap eden bir söz
söyler». İbn-i Hacer'in bu beyanâtı İmam Ebu Mansur Mâturidî'nin sözüne
muvafıktır. Sanra sihir yapan kimseye mutlak surette kâfir denilememesinden onun
öldürülmemesi lâzım gelmez.
Zira
yukarıda görüldüğü vecihle onun öldürülmesi fesada çalışdığı içindir. Yapdığı
sihirle başkalarına zarar verdiği sabit olursa - velev ki küfrü icap etmeyen bir
şeyle yapmış olsun - şerrinden kurtulmak için öldürülür. Nitekim ihsan
boğanlarla yol kesenler de öldürülürler.
Kehânet:
Kâinattan geleceğe aid haber vermek ve esrarı bildiğini iddia etmektir.
«Nihâyetü'l-Hadis» de beyan .edildiğine göre Araplarda Şık ve Satîh gibi
kâhinler varmış. Bunlardan bazıları kendisinin bir tâbii bulunduğunu ve ona
haber getirdiğini söyler; bir takımları do olacak şeyleri bazı mukaddimelerle
bildiğini, bu mukaddimelerle sual sorduğu kimsenin sözünden, halinden
veyafiilinden onlara muvafık şekilde istidlâlde bulunduğunu iddia ederlermiş.
Araplar buna Arrâf adını verirlermiş. Çalınan şevi bildiğini iddia edenler bu
kabildendir. «Her kim bir kâhine giderse...» hadisi arrâf ve müneccimlere
şâmildir. Araplar ince bir ilimle meşgul olan herkese kâhin derler. Bazıları
müneccim ve tabibe de kâhin derler.
Felsefede
mantık dahildir. Zira yukarıda da beyan. ettiğimiz gibi mantık, felsefenin
ikinci cüz'üdür. Burada mantıktan murad. Felsefecilerin bâtıl mezheplerine
istidtâl için kitaplarına yazdıkları şeylerdir. Mukaddimelerini İslâm'ın
kâideleri teşkil eden İslâm feylesoflarının mantığına gelince onun haram
olduğunu söylemeye imkân yoktur. Hatta İmam Gazâli ona Mi'yarü'l-Ulûm adını
vermiştir. İslam uleması mantık hakkında kitaplar te'lif etmiştirlerdir.
Muhakkiklerden Kemal ibn-i Hümâm bunlardandır ve usul-i fıkıha dair yazdığı
«et-Tahrir»in mukaddimesinde mantıkın ekseri bahislerini beyan etmiştir.
Harf
ilminden murad, kimyaya işaret olan «Kâf» olabilir. Bunun haram olduğunda şüphe
yoktur. Çünkü mal zayi etmekten ve faydasız şeylerle iştigalden ibarettir.
İhtimal bütün harfler kastedilmiştir. Bunlardan harekâta delâlet çıkarılır. Harf
ilminden harflerin esrarı kasdedilmiş de olabilir. Bu esrar istihdam vefikleri
ile çözülür. Tılsımların kasdedilmiş olması da muhtemeldir. «Lokkaanî»nin
şerhinde beyan edildiğine göre tılsım ilmi, bu ilim erbabının iddialarına göre
felek ve yıldızlarla teallûku olan birtakım hususî isimleri, maden ve diğer
cisimlere nakşederek bir hassa meydana getirmek ve o hassa ile cisimleri âdî
vakalara bağlamaktır.
Allâme
İbn-i Hacer «et-Tuhfe» namındaki eserinin Necasetler Babında şunları
söylemiştir:
«Bir şeyin
hakikatinden değişip değişmeyeceği, meselâ bakırın altın olup olmayacağı sübut
bulmuş mudur bulmamış mıdır? Bu suale bazıları evet cevâbını vermişlerdir. Çünkü
Hazret-i Musa'nın asası hakikaten yılan olmuştur; aksi takdirde mucize bâtıl
olurdu. Birtakımları hayır cevabını vermişler. «zira hakikatlerin değişmesi
imkânsızdır», demişlerdir. Hak olan söz birincisidir.» İbn-i Hacer bu bâbdaki
sözünden sonra «Tenbih» diyerek şunları ilâve etmiştir:
«Çok
defalar ilm-i kimya ve bu ilmin öğrenilmesinin helâl olup olmadığı soruluyor.
Biz bu bâbda hiçbir âlimin sözüne rastlayamadık. öyle görünüyor ki. bu da
yukarıdaki hilafa ibtinâ etmektedir. Ve birinci kavle göre bir kimse bu ilmi
yüzde yüz cismin hakikatini değişdirecek şekilde bilirse öğrenmesi ve öğretmesi
caizdir. Zira bunda hiçbir vecihle mahzur yoktur.
İkinci
kavli ele alırsak yahud bir insan bu ilmi yakiken bilmez de aldatmaya vesile
olursa söylenecek söz haram olmasıdır».
İbn-i
Hacer'in kısaca arzettiğimiz sözünün hâsılı şudur: Eğer hakikatlerin değişmesi
sabittir, dersek ki hak olan da budur, bununla amel câizdir; öğrenmesi de
câizdir. Çünkü aldatma değildir. Gerçekten bakır altına veya gümüşe inkılâp
eder. hakikatlerin değişmesi sübût bulmamıştır, dersek; amel ve ilim caiz
değildir. Çünkü aldatmadır. Nitekim ilmin hakikatini bilmeyene de caiz değildir.
Zira bunda mal itlâfı yahut müslümanları aldatma vardır. Zâhir şudur ki bizim
mezhebimize göre hakikatlerin değişmesi sabittir. Delili, fukahamızın aynı
necasetin değişmesi hususundakisözleridir. Şarabın değişerek sirke olması ve
kanın miske inkılâbı gibi şeyler bu kabildendir.
İlm-i
Musiki: Riyazı bir ilimdir. Onunla nağmelerin halleri, ikâları, bestelerin
te'lifi ve âletlerin icâdı bilinir. Bu ilmin mevzuu ruhlara tesiri yönünden
sesdir. Semeresi, ruhları ferahlandırmak, değişdirmek, takviye etmek yahud
hüzünlendirmektir.
METİN
Mekruh
olan ilim müvelledinin gazel ve betâlet şiirleridir.
İZAH
Gazelden
murad, kadın ve oğlanları vasfeden şiirlerdir. Betâlet de gazelin bir nevidir.
Sevenle sevilenin, yahud sevenle onu suçlayanların birleşme,. Ayrılma, aşk ve
sevda gibi hallerlerini tasvire şâmildir. Âmmın hâss üzerine atfı kabil'nden
gazel üzerine matufdur. Betâlet kelimesi bitâlet ve bütalet şekillerinde de
okunur.
İbn-i
Abdürrezzak'ın beyânına göre kendisi «ei-Misbâh»ın hâmişinde musannıfının
hattıyla şunu bulmuş: «Feâfe vezni bazen tabiatın vasfı olur: Rezâlet, cehalet
gibi. Fiâle şeklinde okunursa sanâat için gelir. Ticâret gibi. Fuâle okunursa
atılan şeylerde kullanılır. Kulame (kırpıntı) gibi. Bu kelime bazen her üç
mânâyı tazammun eder. Bu takdirde üç hareke ile okumak câiz olur. Betâlet
kelimesini fetha hareke ile okumak câizdir, çünkü sâbit bir vasıfdır. Kesre ile
okumak da câizdir; çünkü devam ettiği için sanata benzer. Zamme ile de
okunabilir; zira terk edilen şeylerdendir».
Ben derim
ki: Şu halde câiz ki mekruh olan bitâlenin devam üzere yapılan ve sanat edinilip
Allah'ı zikirden ve şer'î ilimleri tahsilden alıkoyan şiir olduğuna işâret
edilmiş olsun. Muttefekun aleyh olan şu hadis bu mânâya tefsir edilmiştir:
«Birinizin içinin irinle dolması, şiirle dolmasından daha hayırlıdır».
Binaenaleyh nükte yapmak, letâfet göstermek, üstün teşbihler ve ince manâlar
ifâde etmek maksadıyla az mikdarda şiir söylemekde beis yoktur; velev ki kadının
yüz ve boy güzelliğini tasvir etsini Çünkü ayni maksadla bedî' uleması
müvelledinin ve diğer şâirlerin şiirleriyle' istişhadda bulunmuşlardır. Kemal
bin Hümân'ın «Fethû'l - Kadir» de şehadet bahsinde beyan ettiği vecihle şiirin
haram olanı sözlerinde helâl olmayan vasıflar bulunanıdır. Erkekleri, hayatta
olan muayyen bir kadını ve o kadına karşı heyecanı arttıracak şarabı ve
şarkıları tasvir; bir müslümanı veya zimmiyi hicvetmek bu kabildendir. Ama hiciv
maksadı ile değil de sırf istişhad için yahud fesahat ve belagatını bildirmek
niyetiyle şiir söylmekte bir beis yoktur.
İbn-i
Abbas'ın ve Ebu Hüreyre (r.a.) nin ihramlı iken şiir okuması, Kâ'b bin Züher
(r.a.)'ın Huzur-u Nebevî'de meşhur kasidesi Bânet Suâd'ı söylemesi buna
delildir. Hazreti Hassan b. Sabit'in bu nevi şiirleri çoktur.
Kadın ve
oğlan tasvirinden mücerred olan güllere, çiceklere ve sulara aid tabiî şiirleri
ise men etmek için bir sebeb yoktur. Ancak oyun yerlerinde vaaz ve hikmete dair
bile olsa şiir söylemek memnudur. «ez-Zâhire» nam eserde «en-Nevazil»den naklen,
«Edebi şiirde'fisk, içki ve oğlandan bahsedilirse onu okumak mekruhdur.»
deniliyor. Oğlan mevzuunda mutemed olan söz kadın hakkında söylediğimizdir. Yani
hayatta olan muayyen bir oğlandan bahsetmek mekruhdur. Kadın veoğlan ölmüş
iseler kendilerinden bahsetmek mekruh değildir. Bu husustaki sözün tamamı
inşaallah «vitir» ve «nevâfil» babından az önce gelecektir.
Müvelledinden murad; Arap şâirlerinden sonra gelen şâirlerdir.
Kamus'un beyânına göre müvelled; her şeyin sonradan icad edilenidir. Müvelled
şâirler de sonradan geldikleri için kendilerine bu isim verilmiştir. Şihap
Hafacî'nin «er-Reyhâne» adlı eserinin sonunda şiir ve hutbe hususunda Arap
edipleri altı tabakaya taksim edilmişlerdir.
Birinci
tabaka: İlk cahiliyet devrinde Âd ve Kahtân'dan yetişenlerdir.
İkinci
tabaka : Muhadramîn nâmı verilen ve hem câhiliyet hem de islâm devirlerinde
yaşamış olanlardır.
Üçüncü
tabaka : İslâmiyet devri şâirleri.
Dördüncü
tabaka : Müvelledler,
Beşinci
tabaka : Yeni şâirler.
Altıncı
tabakâ : Son devir şâirleridir.
İlk üç
tabaka belâgât ve fesâhatta merci'dirler. İslâm fukahasına göre onların
şiirlerini dirâyet ve rivâyet yönleriyle öğrenmek farz-ı kifaye'dir. Çünkü Arap
kavâidi bunlarla sabit olur. Kitabullah ile sünnet de bu kavâidle öğrenilir.
Helâl ile haramı ayırdeden hükümler ise kitap ile sünnete mütevakkıfdır.
Şâirlerin sözlerinde mânâ itibarı ile hata olsa bile lâfız ve terkip itibariyle
hata câiz değildir.