Salaş bir semtin aşksızlıktan kirlenmiş sokağında uyandım.
İçimde fırtınalı bir havada sokağa atılıp, açlığa mahkûm edilmiş bir yavru kedinin hüznü dolaşıyordu. Kalkıp odamın perdesini araladım.
Gökyüzü üstüme keder yağdıracak kurşuni bulutlarla kaplıydı.
Sokakta kimsecikler yoktu. Bir karasevdaya tutulmuşluğun sarhoşluğuyla dışarı çıkıp içimdeki dert tohumlarını yağmurda yeşertmek istedim ve evden çıktım.
Aşkın cefayla buluşup hakikat oluşunu anlatan bir kitap aldım yanıma, vuslat iskelesinden bindiğim vapurda Kızkulesine okumak için.
Vapura binip Kızkulesini izleyebileceğim bir yere oturdum.
Elimdeki kitabı okumaya başladım.
Yaklaşık yirmi sayfa okumuştum ki vapur Kızkulesi’nin önünden geçiyordu.
Kitabın kapağını kapatıp aşkın kavuşamama portresini izlemeye başladım.
Dün akşam yağmurun yağışını yine fırsat bilip ağlamıştı sanki.
Her geçen vapurda kendine uzanacak o eli aramış; ama her defasında hayâl kırıklığına uğratılmıştı.
Anlıyorum Kızkulesi, seni en iyi ben anlıyorum. Bir kavuşamama hikâyesidir gözlerin.
Yıllar yılıdır en sâdık sevgili gibi gelmesini bekledin hiç gelmeyeceğini bilsen de bekledin.
Birden gök gürültüsüyle irkildim. Sanki bulutlar Kızkulesi’nin acısına dayanamamış ve ağlamaya başlamışlardı.
Kızkulesi’ni ıslak saçlarının arasında bırakıp geçip gitmiştim işte.
Kavuşamamak acıydı elbet; ama çekilecek acısı varsa eğer âşığın, aşk denilen bir davası vardı demek. Vapurdan indim yağmur bir şarkı gibi ince ince yağıyordu üstüme.
Islanmış olmak huzur veriyordu bana, âşık olduğumdan beri.
Adımlarımı daha yavaş atıyor hiçbir şey duymak istemiyordum yağmurdan başka.
İlerde bir simitçi gördüm.
Gidip simit aldım ve gözlerim açık bir kahve aramaya başladı.
Az ilerde sahilde, bir kahve ilişti gözüme.
Gittim ilk masaya oturup çay istedim.
İnsanın içine işleyen bir şarkı çalıyordu.
“Üşüdüm diyorsan güneş olurum.
Yanarım sevginle ateş olurum.
Dolarım havaya nefes olurum.
Gülü susuz seni aşksız bırakmam.”
Simidi masanın üstüne koyup çayımdan bir yudum aldım.
Onun gözleriyle buluştuğum o kış gününün sıcaklığı kadar olmasa da ısıtmıştı yine de içimi. Karşılıksız bir aşk yaşıyordum.
Tüm hayâllerimin içine onun gözleri girmiş ve gözlerime ondan başka hayâl girmemişti. Yağmurun hızı iyice artmış, kahveci de bir çay alıp pencerenin önünde öylece durmuş hem çayını yudumluyor hem de yağmuru izliyordu.
Masadan kalkarken omuzumu duvarda duran bir çerçeveye çarptım.
Hemen dönüp düşmesin diye çerçeveyi tuttum.
Bir şiir vardı çerçevenin içinde.
“Sadırdaki acının satıra dökülmüş halidir.”
dedi kahveci.
Böyle güzel konuştuğuna göre bu şiiri de o yazmıştır diye düşündüm.
“Siz mi yazdınız?” diye sordum.
“Evet. O söyledi ben yazdım.”
Şaşırdım.
“Nasıl yani?”
“Onu her gördüğümde kalemimi gözlerinin siyah mürekkebine daldırıp onu yazdım.
Yani anlayacağın yazdığım her şey onun sayesinde.
Onu gördüğüm gibi yazdım.” “
Güzel şiirmiş” dedim.
Tebessüm edip uzattığım çay parasını geri çevirdi.
“Kahveye ilk giren müşteriden hiç para almadım bugüne kadar.
Aşkımın sadakası olsun istedim ve bundan dolayıdır ki ben hep ağyârdan korundum.”
İçime kıvrılıp kapıdan çıktım.
Yağmur rüzgârla birleşip yüzüme onun rayihasıyla bezenmiş İstanbul’u çarpıyordu sertçe. Yürüdüm.
Yanağıma düşen rahmet damlalarına lâyık görülmüşlüğün sevinci,
onun gözlerinin yeşilinde tüm hayatın dile gelişi,
tüm kuşların İstanbul’un saçlarına gizlenişini sevdim
ve sırılsıklam adımlarla yürüdüm.