08 Mart 2012

BAKARA SURESİ AYETLERİ (197-286 AYETLER ARASI) GENİŞ TÜRKÇE AÇIKLAMASI

256-Fakat dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü "fi'd-dîn" (dinde) ifadesi, "ikrah"a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, hak din olan İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde dine zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslâm dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır.
Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere göredir." Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mümkün değildir. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyle, cihad da öyledir...
Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes görevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur. de zarflık değil, sebeblik mânâsı düşünülürse, mânâ şu olur: Zorlama, din için yoktur, yahut zorlama, din için, dine sokmak için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili bir tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey değildir. Dinin aslı olan imanın kökü tasdik ve kalbden inanmaktır. Bu ise sırf bir rıza ve seçenek işidir. Bunu "Dilediğini yapar." (Bakara, 2/253; Hac, 22/14) olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın iradesiyle iman ve hatta iman ile salih amel, zorlamaya değil, güzel bir seçime ve gönül rızasına bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. "Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun?" (Yunus, 10/99) Şu halde dine girmesi için kimseye zorlama yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman, Allah yanında gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz. Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağından ve bu zorlama hâlinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun, yine kâfirsin." denilemez, kâfir muamelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp, şüphe ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az çok bir irade eseridir. Hiç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla müslüman olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu, ikrahın (zorlamanın) bir sözlük mânâsıdır.
Zorlamaya ne hacet? Zorlama beklemekte mânâ nedir? Akılların hepsinin, dine sarılması gerekmez mi? Çünkü doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar delilller ve nihayet ilâhî saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya çıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkâr ve dinsizliğin ise azab ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış; hak batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu olacak, küfür (inkâr) ehli de muhakkak ceza ve azab görecektir. Bunlar her nereden gelse kendi istekleriyle, kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama mânâsını içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteriyor ki, "dinde zorlama yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azab yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış olmasındandır.
Bilinmektedir ki zorlama, fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya bozar ve o fiil, böyle rızasız yapıldığı için fiilî sonucu, hayır veya şer, yapanın kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde zorlanan, bir alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil, zorlayanındır. Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkâr ve zulmün, fasıklık ve isyanın, isteyerek kazanılmış müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık bu yapıldıktan sonra onun gerekli bir sonucu olan ceza ve azab da yapanın kendi kazancı, kendi hakkıdır ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine zulmetmiş olur. Allah Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne kendilerine, ne de başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine razı olmadığından, onları korumak için sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, "Dinde zorlama yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin engellerindendir. İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye İslâm dinine girmek için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir. İslâm hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (yahudi, hıristiyan), hepsi, din hürriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir müşrik, dilerse yahudi veya hıristiyan olabilir; hiçbirine müslüman ol, diye zor kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna göre cezasını görür. Kendi rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamberine söz verdikten sonra döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tevbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sözden caymanın zorunlu bir sonucudur. Bu noktada İmam Şâfiî gibi bazı âlimler, müslüman olmaya söz vermiş bulunan mecusi veya hıristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela yahudi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine dön veya müslüman ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki, "Küfür, bir tek millettir." ifadesi gereğince o şekilde din değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı yoktur. Buna göre, "Ya dön veya müslüman ol!" diye zor kullanılmaz. Ancak İslâm dinine girdikten sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tevbe etmezse cezası verilir. Bundan başka ibadet ve diğer muameleler gibi rıza şart olan amel dallarında da zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î bir fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan dolayıdır ki, cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslâm uyruğunda vergi vermesi arasında kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine riayet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla mağlub olduğu takdirde de yine din değiştirmeye zorlanmayıp, adalet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir intizama mecbur tutulur. Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta değil, hak dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama ile din olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kâfirlerin ve zalimlerin saldırıları da böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her türlü haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş, bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin hükmü geçerli olan İslâm yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din çevresinden dışardadır. Dâr-ı harb (kâfir yurdu) zaten zorlama yurdudur. Böyle iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki, "Dinde zorlama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit etmektedir. Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama kabul etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani herkesi mensub olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb ve güçlü bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın egemenliğini herkese arz ve ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler cemaati arasındaki Hz. Muhammed'in makâmı ile uyumlu olarak çeşitli milletlerden teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun kalbi gibi egemen ve orta yolu tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç birini ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan İslâm dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir din olarak savunup açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi, intikam, öldürmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve zorlayıcı gücünü alıp, dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki, Allah'ın kelâmını yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bir zayıflık gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün insanlık allak bullak olacaktır.
Fakat bu açıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarda, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) âyetinde görüldüğü üzere Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine kitap ehli gibi din hürriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, Lâilâhe illallah (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Bu sözü söyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." hadisiyle ya İslâm, ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde zorlama yoktur." hükmüne ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine zıt ise, iki âyet, birbirini nesh veya tahsis eder, onların buraya dahil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din hürriyeti verilmemesi özellikle, "Dinde zorlama yoktur." hükmünün tatbiki içindir.
Bu münasebetle tefsircilerden birkaç görüş vardır:
1- Bu "Lâ ikrâhe" âyetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra cihad ve savaş âyetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak doğru görülmemiştir. Aslında "Doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir." âyeti, bunun inişinin, dinin tam olarak ayırd edilmesinden sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir düşünceye engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere cihad meselesi aslında buraya dahil değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu bilmek gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da içine aldığı görüşüne sahip olabilecekler için bu rivayet önemlidir. Demek oluyor ki bu âyette böyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti ancak bu yöne mahsustur. Yoksa cihad âyetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş olmasına imkân yoktur. Âmm (genel hüküm), nesihten sonra geri kalan kısımda yine kesindir. Kısaca nesih âyetin tamamiyle ilgili değil, kısmîdir.
2- Bu âyet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun genel hükmünden hariçtir. Gerçi "şu peygamberler..." âyetinden başlayan sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Ensar'dan bazıları, çocuklarını Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa sokmuşlardı. İslâm dini gelince bunlara zor kullanmak istediler. İslâm'dan önce Ensar'dan bir kadının çocuğu yaşamadığı durumlarda, şayet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının bir kısmı kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslâm'a geldikleri zaman dediler ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mademki İslâm dini geldi, her halde biz bunları zorlarız." dediler. Bu cümleden olarak Salim b. Avf oğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam tüccarlarının telkinleriyle hıristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi bırakmam, mutlaka müslüman olmalısınız." diye sataştı. Onlar da çekindiler, üçü birlikte Resulullah'a müracaat ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi, babaları da onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden önce olsun ve gerekse sonra, her iki takdirde nüzul sebebi, müşrikleri içine almamaktadır. O halde hükmünün genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hükmü açık ve geçerlidir). Bu güzel! Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. "Dinde zorlama yoktur." hükmü ise daha geneldir. Sonra bu hüküm yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dâr-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhüd ve güvence (emân) verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap yarımadası müşriklerinden başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu âyet, mutlak olarak neshedilmiş olmadığı gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nüzul (iniş) sebebi, Resulullah, birisine 'Müslüman ol' buyurmuştu. O da 'kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu âyet bunun hakkında inmiştir." diye rivayet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hükmün genel oluşunda daha açıktır.
3- Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki muamele, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) emrine dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur." hükmünün ise "Arapların Müslüman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir." meâlinde olduğu Tefsir-i Kebîr'-de açıklanır.
Demek ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha öncesini kapsamaz, bu mânâca bu âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın..." âyetinden sonra inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "Lâ ikrâha = zorlama yoktur" hükmü genelliği üzere kalır. Bu durumda aralarında bir yönden çelişki varsa, sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki bunun, öncekini neshettiğine dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü bunun tarih itibariyle sonradan indiği açıkça belli değildir. Yukarda görüldü ki, aksine rivayet bile vardır. Bu bakımdan usûl itibariyle birbirlerine yakın olarak yorumlanması gerekir. Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak tefsir (izah) ve tahsis edebilirler. Şu halde İslâm'ın doğruluğunun ortaya çıkıp ayırdedilmesini Araba ve zorlamanın olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Önce İslâm'ın başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların müslüman oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul edilmiş, bu arada müslümanlar arasında bulunan Arap müşriklerine de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı bilinmektedir. O halde, âyetinin bütün kapsamıyla mânâsı, "İslâm dininin, hüküm dairesinde zorlama yoktur." demek olur. Savaş ve savaş hâlinde bulunan düşman meselesi, bu hükümden esas itibariyle hariç olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suça ceza da bunun dışındadır. Ancak bu, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) âyetiyle beraber düşünmek lazımdır. Buna göre âyetin sonunun da delâlet edeceği üzere İslâm dininin hüküm dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri de İslâm yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (genellik ifade eden hüküm) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da şirkti. Fakat genel mânâsıyla alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden müstağni kalır (ona ihtiyaç duyurmaz). Demek ki kısaca mânâ şu olur: "Fitne yoksa dinde zorlama yoktur, çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar, belalarını bulurlar".
Bundan dolayı, her kim tağuta, azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkâr edip), Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb ile, "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." diyerek önce o tağutları kökünden siler, sonra da bütün varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gönderdiği peygamberleri, Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, o mutlaka en sağlam kulpa yapışmıştır ki, kopmak onun için değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak bırakılırsa fena düşülür. Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve batılın bu ortaya çıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var, yarın yok, gelip geçici olan fani, batıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet kendine tutunanı düşürüp bırakıp gidecek olan tağutların, Firavunlar, Nemrudlar, sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mabudların çürük kulplarına yapışmak değil, "Ezelden sonsuza kadar dirisi, her şeyin yöneticisi" şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, ımızganmaz, göklerin ve yerin hükümranlığının sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük sahibi, gizli açık, cüz'î (kısmî), genel her şeyi bilen, her şeyden haberdar, ilminin gerçek mahiyetine erilmez, o bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsisi yerleri, gökleri tutmuş, yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek, pek yüksek kudretinin yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki eliyle seve seve canı gibi koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî kürsiden uzatılmış, kopmaz, kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve dinin başı olan Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince amel etmek ve onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa yapışmış olur. Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalbde kalmamalı, ağız, gönül bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi işiten ve bilendir. Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Ağzından, deyip, içinde inkâr saklayan münafıkların ve aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkâr savuran kâfirlerin yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.
TAĞUT: "Tuğyan" (azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki, aslı "ceberût = zorbalık" gibi "tağavut" olup, yer değiştirmekle "tavagut" yapılarak "vâv", "elif"e çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.
İbnü Cerîr et-Taberî'nin tarif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin, inad edip büyüklük taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye çeşitli rivayetlere rastlanır. Ebu Hayyan der ki: "Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların her birine hasredilmiş (mahsur)tir.." Yukardaki tarif, bunların hepsini içine almaktadır. Bununla birlikte Kâdî Beydavî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Heva ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 45/23) âyeti gereğince kendi hevasına uyup kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse önceki tarife dahil olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde edeceğiz: Önce, tağutun çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini gösterebileceği gibi "şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mabud, insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inad edenleri" kelimelerinin her biri tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre bunların, mânâ itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pek yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir. İkinci olarak demek oluyor ki, tağutun açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır. Üçüncü olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar ikinci derecede tağutlardır. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili taşların tağutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red de edemezler. Bu sebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek veya dişi tağutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır. Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yönüyle putlar, asıl tağut değil, tağutların temsilcileridirler. Böyle "Kim tağutu inkar ederse..." ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş, putlardan önce ona sevk eden azgın isyankârlara küfretmek (onları inkar etmek)tir. Dördüncü olarak, Allah'a karşı isyankâr olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım isyankârlar tarafından ilâh diye kabul edilen Hz. İsa ve Üzeyr gibi büyük insanların kendileri tağutun tarifinden ve kendilerine tağut denilenlerden hariçtirler. Tevhid emrinde, "başka hiçbir ilâh yok" derken bunların ilâhlığını da olumsuz kılıp inkar etmek, ibadet etmemek farz olduğu halde, diğer taraftan bunları inkâr caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak peygamberlere iman ve saygı da imanın şartlarına dahil bulunacaktır. Bu çok önemli nükteye işaret edilerek "kim tağutu inkâr ederse..." buyurulmuş da diğerlerini inkâr şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkâr etmek değil, Allah'tan başkalarından ilâhlık vasfını kaldırmak ve bu arada tağutları inkar etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık altındaki derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihayet şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mümin olmak için, Allah'a imandan önce küfre tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim tağutu inkar eder de Allah'a iman ederse..." ifadesi, "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı ile iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın Kürsisine, cennetin en yüksek tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde düşecekleri kelâmın mânâsından anlaşılıyor. Şimdi hem bunu daha çok aydınlatmak, hem de acaba hiç tutunmasak, hiçbir kulpa yapışmasak ne lazım gelir, diyebilecekleri irşad için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
257- Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.
258- Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, ona: "Benim Rabbim odur ki, hem diriltir, hem öldürür." dediği zaman: "Ben de diriltir ve öldürürüm." demişti. İbrahim: "Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!" deyince o inkâr eden herif şaşırıp kaldı. Öyle ya, Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
259- Yahut o kimse gibisini (görmedin mi) ki, bir şehre uğramıştı, altı üstüne gelmiş, ıpıssız yatıyordu. "Bunu bu ölümünden sonra Allah, nerden diriltecek?" dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti, "Ne kadar kaldın?" diye sordu. O da: "Bir gün, yahut bir günden eksik kaldım." dedi. Allah buyurdu ki: "Hayır, yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, hele eşeğine bak, hem bunlar, seni insanlara karşı kudretimizin bir işareti kılalım diyedir. Hele o kemiklere bak, onları nasıl birbirinin üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz?" Böylece gerçek ona açıkça belli olunca: "Şimdi biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir." dedi.
260- Bir zamanlar İbrahim de: "Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!" demişti. Allah: "İnanmadın mı ki?" buyurdu. İbrahim: "İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum." dedi. Allah buyurdu ki: "Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt, sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."
257- Allah iman edenleri, ezelî ilimde iman etmesi kararlaştırılmış olanları sever, onların dostu ve kayırıcısıdır. Onları, hidayeti ve başarılı kılması ile karanlıklardan (zulümâttan) aydınlığa (nura) çıkarır. Burada, "zulümât"ın çoğul, "nur"un tekil getirilmesi ne kadar dikkate değerdir. Demek ki dünyada çok "zulmet" (karanlık) vardır. Bütün bu karanlıkları ortadan kaldıracak "nur" (aydınlık) ise, birdir ki, o da, "Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur, 24/35) hükmü gereğince, Hakk'ın nurudur. Herhangi bir konuda Hakk'ın nuru bulunmadı mı insanı her tarafından sayısız karanlıklar kaplar. Hakk'ın nuru ortaya çıkınca da o karanlıklar kalkar. Hakkın nuru bulunmadı mı, yerler ve gökler hiç, gündüz gece, güneşler zifir, gözler kör, kulaklar sağır olur; kalpler bin türlü hayal ile buhranlar içinde çırpınır kalır; aranan bulunmaz, ne aranacağı bilinmez; gönüllere kuruntular, acılar, azaplar çöker; çevreyi kuruntular, umacılar (öcüler) kaplar; cinler, şeytanlar, başa toplanır. O zaman insana var olmak bir belâ kesilir de, "Ah keşke ben de bir hiç olsaydım!" diye haykırır, o sırada herhangi bir sebepten Hakk'ın nuru ortaya çıkıverirse, gökler güler, yıldızlar doğar, baharlar açılır, neşeler, sevinçler sunulur, acılar silinir, sıkıntılar unutulur, gönüller ferahlık ve sevinçle dolar, var olmanın tadı duyulur. Ve zaten işte Hakk'ın nurunun bu bir zevk pırıltısıdır ki, insana: "hayat, hayat!" dedirtir. Bu tadı sonsuza dek sürdürmek isteyen akıllı kimseler de kendini kendine bırakmaktan vazgeçip, Hakk'ın nuruna ermek için onun sağlam kulpuna yapışmalıdır. Bilindiği üzere her şeyin ancak bir doğru yönü vardır ve Allah'a ancak o yönden gidilir. Buna karşılık her şeyde batıl yönler sonsuzdur. Mesela bir şey yitirdiniz, o bir yerdedir ve ancak oradadır. O anda bu şey için doğru yön budur. Fakat siz bir kez onu bilmiyor ve hele o yeri bildiğiniz halde, o, orada yoktur diye inanmış bulunuyorsanız, oradan başka hangi taraf aklınıza gelse, oralar hep batıl olan yönlerdir, bulamazsınız. Bu bir şeye karşı dünyanın bütün yönleri batıl kesilir. Bu şekilde herhangi bir şeyde bir hak yöne karşılık, sonsuz batıl yönler vardır. Hakk'ın nuru olan marifet doğunca bu karanlıklardan çıkılır. Şu halde karanlıklar çok, nur birdir. Nur (aydınlık) var olmaya, bütün karanlıklar yok olmaya adaydır. Bir varlığa, sonsuz yokluk karşılık olur. Bütün varlıklar üzerinde idareci olan da ancak Allah Teâlâ'dır. Bunun için Allah'a iman, Hakk'ın nurunun, kuşkusuz bilginin, mutlak ferahlığın doğmaya başlaması ve şafağıdır. İman ve marifete karşı veya muhalif olan yokluk, ümitsizlik, küfür, kuşku, kuruntu, sapıklık, cahillik, eksik bilgi, fasıklık, heveslere uyma, terbiyesizlik, nankörlük, ahlâksızlık, haddini bilmemezlik ve benzerleri hep birer karanlıktır. Demek oluyor ki buradaki "zulümât" (karanlıklar), küfür ve isyanların zulümâtından (karanlıklarından), kuşku ve şüphe zulümâtından, istidlâl (bir delile dayanarak bir şeyden bir sonuç çıkarma, delil ile anlama) ilimlerinin güçlü mertebelerine nispetle zayıf mertebelerinden ve hatta "keşif" ve iyana (gözle görmeye) nispetle fikir ve istidlâl ilimlerinin hepsini kapsar. "Nur" ise her birine derece derece karşılık olan "marifet" ve "kuşkusuz inançtır" ki, iman îkanı (kuşkusuz bilgisi)nden, ıyan îkanına (açıktan açığa görürcesine kuşkusuz imana) kadar gider.
İşte Allah Teâlâ iman edenlerin ellerinden tutar, zulmetlerden (karanlıklardan) çıkarır, yakîn nuru (kuşkusuz imanın ışığı) ile işlerinde başarı, ruhlarına terbiye, gönüllerine huzur bahşeder. Doğru yolda sonsuz mutluluğa erdirir. Buna karşılık, o sağlam kulpa yapışmayan ve tağutları (doğru yoldan çeviren azgınları) inkâr edecek yerde, Allah'ı inkâr eden, tevhid ile iman kulpuna sarılmayan kâfirler ise, (ki bunların bir kısmı) Allah'a az çok inansa bile, aynı zamanda tağutlara inanırlar. Bir kısmı Allah'a inanmaz, tağutlara inanır, bir kısmı da ne Allah'a inanır ne tağutlara, ancak kendine tutunmak ve başka hiçbir şey tanımamak ister ve tağutlar, çoğunlukla bu kısımdandır. Artık bunları yönetenler tağutlardır. Başlarına azgınlar çöker, zorlama, dayatma ile, hile ve aldatma ile her taraflarını kıskıvrak bağlar, yularlarını ellerine alırlar. Onları nurdan, Allah'ın yaratılıştan verdiği iman nurundan, doğru yoldan çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü tağutlar dosdoğru aydınlıkta iş görmesini istemezler, her tuttuklarını aksine, tersine sürüklerler, sürekli karanlığa, gidilmedik yollara giderler, aklı, ilmi sevmez, fikirleri, istekleri fesada verir, ahlâkları bozar, Allah'a, Peygamberlere yarış etmek zan ve iddiasıyla yapılamayacak şeyler yapar, keyfini yerine getirmek için nerde Allah'tan korkmaz varsa peşine takar ve taktığını karanlıklara, içinden çıkılmaz belalara sürükler. Sonra ne olur? Bunlar ortada kalırlar da tağutlar kurtulur mu? Hayır tağutları ile birlikte bütün kâfirler nur içinde kalanlar değil, nâr (ateş) içinde kalanlardır, Allah tarafından o sonsuza kadar yanacak olan ateşe mahkûmdurlar. Hepsi o cehennem ateşinde sonsuza kadar kalırlar. Görülüyor ki, Allah'a iman etmeyen kâfirler, tağutları inkâr etmiş bile olsalar, yani hiçbir kulpa yapışmak istemeyip, kendi kendilerine kalmak isteseler bile, yine tağutların sataşmasından, kurtulamayacak, her halde tağutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın toplumsuz, emirsiz, yasaksız, yaşaması mümkün olmadığından, Allah'ın teklifini (koyduğu yükümlülüğü) Allah'ın emirlerini dinlemeyenler, mutlaka tağutların emirlerine mahkûm olacaklardır. "Zorlama yoktur" diyen dini tanımayıp, zor kullanan zorba tağutlar da, sonuç olarak kendilerini kurtaramayacak, sonunda ebedî olarak ateşlerde kalacaklardır. Şüphe yok ki hak tanımayan kuduz nefislerin sürükleyeceği yer cehennem ateşidir.
258-Bakınız Allah'ın yardımı ile bir mümin bir tağuta neler yapmış ve Allah müminlere ne gibi şeyler gösterebilir. İşte tarihî bir örnek: Görmedin mi Allah, kendisine 'mülk' yani devlet ve hükümdarlık verdiği için gururlanarak veya hükümdarlığının şükrünü tam aksine olarak, nankörlük ile yerine getirmeye kalkışarak, "Halîlullah" (Allah'ın dostu) olan İbrahim'le Rabbi hakkında tartışmaya girişen, onu yenerim zannı ile tartışmaya çıkışan o tağutu (o Nemrud'a baksana!) O zaman İbrahim, "Benim Rabbim O en yüce ve en ulu olan varlıktır ki, hem hayat verir, hem de öldürür." demişti ki; hem hayatı yaratır, hem ölümü demekti. Rivayet olunduğuna göre, Hz. İbrahim putları kırdığı zaman Nemrud onu zindana atmış, bir süre sonra çıkarıp, "Sen kime davet ediyorsun?" diye sormuş. O da böyle söylemişti. Buna karşı Nemrud, "Ben de hayat veririm ve öldürürüm" dedi. Rivayete göre iki adam getirtmiş, birini idam edip, birini salıvermiş, işte gördün mü demiş. Bununla Hz. İbrahim'in anlattığı hayat verme ve öldürme deliline gereği gibi dikkat etmemiş, güya kendince bir yandan bir "üslûb-ı hakîm" (hikmetli ve bilge kişinin üslûbu) yapmış, bir yandan da tehdid savurarak: "İşte o benim!" diye Rablık iddiasına kalkmıştı. Bu cahilce müşrik cevabına karşı derhal ona haddini bildirmek için tam yerinde bir bilge üslûbu, "üslûb-ı hakîm" ile, İbrahim: "Şu kesin ki, Allah güneşi doğudan doğduruyor, sen de batıdan doğdur bakayım." dedi. Deyince "kâfir tutuldu kaldı." Şaşkın ve yenik düştü. Buna kâfir azgınlık yapmayıp da Hakk'ı kabul etseydi, hayat vermeyi ve öldürmeyi gerçek biçimi ile alıp, ilâhî hidayeti reddederek zulmetmeseydi, bu zulmete (karanlığa) düşmezdi. Fakat Allah da zalimler zümresine hidayet etmez. Onları doğru yola iletmez. Kendilerini Hakk'ın ta kendisi varsayıp da hak ve hakikate karşı gelen böyle zalimler Hakk'ın nurundan nasıl yararlanabilirler? "Hayat" yaratmanın, güneşin hareket yönünü değiştirmekten daha önemli, hayat olaylarının, mekanik olarak meydana gelen olaylardan daha yüksek bir kudret delili olduğunu takdir etmeyen ve onu oyuncak zannedip de hafife alan zalimler sonunda böyle gökten inen mekanik bir tokatla yenilirler. Ancak hakkı kabul etmek arzusunda bulunmayan azgınlar böyle şaşkın ve yenik olurlar da yine imana yanaşamaz, karanlıktan çıkamazlar; kişiler böyle olduğu gibi toplumlar da böyledir. Demek oluyor ki, tağut'un örneklerinden biri, böyle, "Ben hayat veririm ve öldürürüm." diye Allah ile boy ölçüşmeye kalkışan kâfirdir ve işte bir mümin böyle bir azgına yağ çekmek şöyle dursun, ona gerektiği gibi haddini bildiriverir ki, bu Allah'ın bir lütfudur. Allah'a imanı olmayanlar, bunun yanında korkusundan tiril tiril titrerken bak İbrahim ona ne yapmış, ne hale getirmiştir. Bununla şu da ortaya çıkıyor ki kâfir, iktidar sahibi birisi olabilir ve fakat bir kimse iktidar sahibi olmakla hidayete ermiş olmaz, iktidarın nimeti gereği onu kendi gönlüne ve hevesine göre kötüye kullanmak değil, Allah'ın emrine ve hakkın gereğine göre idare ve takip etmektir. Yani Allah'ın hayat vermesi ve öldürmesi o kadar kesin ve açıktır ki, bunu pek değersiz, pek aşağı bir şey gibi zannedip kendilerine mal etmek isteyen kimseler bile bulunuyor. Fakat sözle ifadesiyle bu kadar sağlam ve sağlam yapılı olan bu gerçek ayrıntıya geçildiği zaman kısa akıllar, hayatın tekrar edip duran örneklerini göremezler de hayatın aslına inanırlarken, yeniden dirilmeyi ve mahşere gelmeyi inkâr ederler.
Kendilerini hak kanununun üstünde tanımak isteyen, emirleri ve iradeleri ile hakkı ve gerçeği değiştirmek sevdasında bulunanlar mutlaka Hakk'ın sillesine mahkûmdurlar. Kendilerine uyanlarla birlikte kendilerini de karanlıklara sürüklerler ve uçurumlardan yuvarlanır ateşin diplerine tıkılırlar. Elbette haktan kaçan, hakka karşı gelen, haksız olur, haksızın, hakka ermesi de bir çelişkidir. Kuşkusuz iktidar ve hükûmet pek büyük ilâhî bir nimettir. Fakat insanlar kendilerini bunun asıl ve gerçek sahibi değil, vekâleten ve mecazen sahibi bilmelidirler. Nemrud bunu böyle tanımadığı için ilâhî hidayetten mahrum olan zalimlerden oldu. Ve Allah'a dayanan İbrahim üstün gelerek Allah'ın izni ile onu şaşkın ve perişan eyledi.
Ayrıntılı ve uzun tefsirlerde bütün ilmî yönleri incelenmiş olan bu ilmî münazara (tartışma) örneği, Allah'ın iman edenlere yardımını ve bir müminin tağuta karşı davranışını bir iki kısa cümle içinde o kadar açık ve belîğ bir şekilde ifade etmiştir ki, ilâhî yardımın bu örneği bütün akılların kavrayabileceği açık bir gerçeği kapsamaktadır. Başka bir tabirle bu âyet, ifadesiyle muhkem âyetlerden olan apaçık bir âyettir. Bununla birlikte Cenab-ı Allah'ın gücü ve hayat vermesi bir defaya mahsus değildir. O mutlak gücü ile dilediği gibi hayat verme gücüne sahiptir. Yok olanı var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar diriltebilir ve hayat verebilir. Ve bu hayat vermenin ve öldürmenin çeşitleri vardır. Bunlar normal nedenlere dayalı olarak meydana gelebildiği gibi olağanüstü biçimlerde de olabilir. Zaten "hayat verme" sırrı başlı başına bir harikadır. Bunun gibi Allah'ın müminleri karanlıktan nura çıkarması da akılların kavrayabileceği derecelerden çok yüksektir. Onun öyle incelikleri, öyle gizli yönleri ve öyle olağanüstü şekilleri vardır ki, onlar akılların, tekniklerin kavrayamayacağı harikalara varır. Böyle olmakla birlikte bunlar akılların kabul edemiyeceği, reddine mecbur olacakları muhalâtdan (meydana gelmesi mümkün olmayan şeylerden) değildirler. Aksine hayatın akışından elde edilebilecek birer gerçektirler. Meydana gelmeden önce akılların tahmin etmeleri ihtimali olmayan ve fakat meydana geldikten sonra da kabulünde tereddüt etmeye imkan kalmayan öyle örnekler vardır ki, bunlar imanı olmayanlar için bir sır, müteşabih (karmaşık) bir iş olarak kaldığı halde, iman edenler için diğer bir muhkem (sağlam) delil oluştururlar. Cenab-ı Allah bunları da iki örnekle açıklayacaktır.
259-Birincisi: Şöyle ki, o örneğe yahut şu kişi gibisine baksana! Buradaki yukardaki 'ye atfedilmiş (ulanmış) olduğuna göre "Ya da şu kişi gibisini görmedin mi?" demek olur. Bu şekilde âyetteki (kâf) da harf-i cer olursa, harf-i cerrin harfin başına gelmesi caiz olmayacağından, âyette denilmesi gerekirdi. Bunun için bu kâfa yani sözü güzelleştirmek için gelmiş fazladan bir harf diyenler olmuştur. Fakat bunun (misil) anlamına isim olan "kâf" olarak "...o kimse gibisini görmedin mi?" demek olduğu hatırlatılmış, ya da atıf anlamı ile "veya buna benzer bir şey gördün mü?" anlamına geldiği de söylenmiştir. Ancak atıf anlamı açısından düşünülürse ifadesinin meâli, "Bu, şunun gibi" demek olacağından, de buna atfedilerek "veya şunun gibi" demek olur. Bununla birlikte her ne olursa olsun burada "kâf"ın açıkça getirilmesi öncekinden daha çok olayın kendisine, burada benzer ve örneğine dikkat çekilmiş, yani görülenden görülmeyene geçilerek (yaşanmış olaydan yaşanmamış olaya geçilerek) benzerlik kanunu gereğince önce "kıyas-ı temsilî" (temsilî kıyas), ikinci olarak "kıyas-ı istikraî" yolu ile daha özelden daha genele bir "istidlâl ilmi" gösterilmiş ve imanın prensiplerinden olan "Allah'ın her şeye gücü yeter". gerçeği yerleştirilmiş ve böylece imanla ilmin birleştirilmiş olduğuna dair bir hatırlatmayı içermiştir. Yani müminlerin işlerini çekip çeviren Allah'ın onları, karanlıklardan, cehaletten, olayları çözemeyip şaşkınlık içinde kalmaktan yakînin (kesin bilginin) nuruna nasıl çıkardığını ve O'nun öldürme ve hayat vermedeki sonsuz gücünü anlamak için şu üzgün ve kederli şahsın olağanüstü olayını tek bir harika olarak değil, çeşitli açılardan ibret verici olaylarla dopdolu olan hikâyesini bir örnek olarak alıp benzerleriyle düşününüz ve bütün çeşitleriyle hayatın akışının her an öldürmeyi ve diriltmeyi kapsayarak benzerlerinin tekrar edip durması içinde, herkese özgü ve kişisel bir olay olduğunu anlayınız ve her tümel (küllî) kanunun başlangıçta bir tek harikanın genelleştirilmesi bulunduğunu biliniz ki, o kişi bir köye, bir şehre uğramıştı, o sırada bu köy damlarının üzerine çökmüş, o dimdik ayaktaki binaların tavanları çöküp inmiş, altındaki duvarlar onların üzerlerine yıkılmış altüst olmuş veya bağlarına, bahçelerine rağmen harap, bomboş, kimsesiz, ağlanacak bir durumda idi. Âyet metninde yer alan "Arş" kelimesi, aslında tavan demek olup, üzeri damla örtülü olan yerlere ve her yana gölge veren şeylere de dendiğinden burada birkaç tasvir (bakış açısı) mümkündür. Hz. Ali, İbnü Abbas, İkrime, Ebü'l-Âliye, Said b. Cübeyr, Katâde, Rebi, Dahhâk, Süddî, Mükâtil, Süleyman b. Büreyde, Nâciye b. Ka'b, Sâlim el-Havâs demişlerdir ki: "Âyette kastedilen kişi Hz. Uzeyr idi." Fakat Vehb, Mücâhid, Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, Bekr b. Muzar: "Hz. Ermiyâ idi." demişler. İbnü İshak da Ermiyâ'nın Hızır olduğunu söylemiştir. Bunlardan başka Lût (a.s.)'ın kölesi veya Şa'ya dahi denilmiş. İlk başta bir kâfir kişi ve fakat dirildikten sonra mümin olduğu da söylenmiştir. Âyet metninde yer alan "KARYE"ye gelince, Vehb, Katâde, Dahhâk, İkrime, Rebi' buna "İlya" yani "Beytü'l-Makdis" demişler, Dahhâk'tan "Beyt-i Makdis"e iki fersah uzaklıkta, "Karyetü'l-İneb" veya "Arz-ı Mukaddes", bazılarından Mü'tefike, İbnü Zeyd'den yukarda sözü edilen ölümden kaçan "Binler şehri", İbnü Abbas'tan Dicle kıyısında "Deyr-i Hirakl", Kelbî'den, "Şabur-âbâd", Süddî'den Selâmâd diye de nakiller vardır. Bunların içinde en meşhuru bu şahsın Hz. Uzeyr b. Şerhiya, "Karye"nin de İsrailoğulları devletinin yerleşip kurulduğu yer olan Kudüs şehri olmasıdır ki, Buhtünnassar'ın savaşı ile işgal edilmiş ve tamamen yıkılmış ve bütün İsrailoğulları üç bölüme ayrılıp, bir kısmı baştan başa öldürülmüş, bir kısmı Şam'da yerleştirilmiş, bir kısmı da esir edilip götürülmüştü. Uzeyr bu esirlerin arasında olup, daha sonra kurtulmuş ve bir gün eşeği ile Kudüs'e uğrayıp Kudüs'ü bu hâlde görmüştü. İbnü Abbas'tan, âyetin iniş sebebinin bu olduğu tafsilatıyla rivayet olunmuştur. Bununla birlikte, yukarda açıklandığı üzere, diğerleri hakkında da böyle birer öldürme ve diriltme harikaları rivayet olunmuş ve hikâyenin genel anlamının her birine veya hepsine ihtimali bulunduğu gibi, hikâyenin konusunun bir ümitsizlik karanlığı üzerine gerçekleştirilmiş gibi görünmesine, "ümitsizliğin" de bir "inkâr" olması nedeniyle bu olayı, inkâr karanlığından imanın ışığına, "ümitsizlikten" başarıya ve ümide bir geçiş örneği gibi değerlendiren müfessirler olmuş ise de, âyetin gelecek ifadesi bunun, meşhur anlamına uygun olarak "bir peygamberlik harikası'" olması daha yakın bir ihtimaldir. Ve hikâyenin konusu, kâfirce bir ümitsizliğin değil, mümince bir üzüntünün ve kederin sonuçlarını ve olağanüstü bir ortaya çıkış tarzını kapsar. Her türlü hayat nedenlerini kökünden sökmüş görünen acıklı bir yıkım olayından acı bir ümitsizliğe düşerek, hayat vermeyi temenni, fakat hayat verme gücünü gözünde büyütme ve bunun yolunu bilmekte kendisinin yetersiz olduğunu itiraf edip, insan olarak güçsüzlüğü ile derin bir üzüntü ve kederle yanıp yakılma içinde kalan ve bu halde Allah ile ilişkisini (muamelesini) kesmeyip isterse hatalı bir dil sürçmesiyle olsun dertleşen bu acıklının geçirdiği imtihanı ve nihayet gizli ve ince harikaları dirilmeyi isbata ve karanlıktan ışığa çıkarmaya mükemmel bir örnek olarak almak için bir inkâr olan "mutlak ümitsizlik" düşünmeye âyetin anlamı aykırıdır. Şu kadar ki Nemrud gibi zalimce ve azgınca bir şekilde olmayan ve "Allah onların kalplerini mühürlemiştir." (Bakara, 2/7) hükmü üzere inkârı huy edinmemiş olanlar hakkında küfürden imana çıkarma, imanı harikalara erdirmek de "Allah'ın her şeye gücü yeter." (Bakara, 2/20) hükmüne dahil olarak caiz olabilir. Ve kuşkusuz, "Allah iman edenlerin dostudur." ifadesinin bu gibileri de kapsadığının düşünülmesi gerekir. O halde âyetin iniş sebebi Üzeyr veya Ermiya olayı da olsa âyetin mânâsı tahsis edilemeyerek hikâyenin birçok olaylara uygun düşmesi için "Karye" nekire (belirsiz) olduğu gibi, de ahd-i zihnî (zihnen bilinen) ile düşünülmelidir.
Demek olur ki -ismi gerekli değil o kişi uğradığı köyün bu acıklı durumunu görünce, bu dehşetli ölümünden sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek diyordu ki, bu söz o şahsın durumuna göre şu anlamları ifade edebilir:
1- Allah bu memleketi diriltecek ama, acaba nerden diriltecek? Nasıl diriltecek, ne zaman diriltecek?
2- Ben buna çok hızlı bir hayat temenni ediyorum, fakat acizim, yolunu bilmiyorum, bilmem ki Allah bunu yapacak mı? Yaparsa da galiba geç yapacak, onu da ben görmem, ah ne felâket ne felâket!..
3- Yapabilir ama, galiba yapmayacak.
4- Ölen dirilir mi? Giden geri gelir mi? Buna hayat verilmesine, öldükten sonra dirilmesine imkân ve ihtimal yok, heyhat!.. Bu dördüncüsü tam bir ümitsizlik, bir inkârdır. Bunun için bu sözü söyleyen bu amaçla söylememiş olsa da, bu ilham dolayısıyla bir dil kayması, bir dil sürçmesi yapmış olur. Mümin hiçbir şeyden ümitsizliğe düşmez. Ancak basit nedenlerin etkisi ile insanlık icabı, ümit zayıflığı ile karşı karşıya gelebilir. Çünkü ümitsizlik inkâr olduğu gibi, kendi durumu hakkında tam bir güven duymak da inkârdır. O da Allah'a gurur ile ondan bir bakıma kopmak demektir. Bu nedenledir ki, "Ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokman, 31/33) buyurulduğu gibi, "Gönderdiğimiz Peygamberler, ümmetlerinden iyice ümit kestiklerinde ve kesinlikle yalancı sayıldıkları sonucuna vardıklarında kendilerine yardımımız erişiverdi." (Yusuf, 12/110) buyurulmuştur. Demek ki ümitsizlik değil, fakat ümitsizliğe doğru bir zan ve kuruntu ile ümit kırıklığı ve böylece bir keder ve acı, peygamberler hakkında bile mümkündür. Fakat peygamberler ilâhî ismet (koruma) de bulunduklarından öyle bir noktada derhal ilâhî yardım kendini gösterir. Müminlerin de böyle bir anda, "O'nun gücü herşeye yeter." (Hûd, 11/4), "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin." (Zümer, 39/53), "Allah'ın lütfundan ümit kesmeyiniz." (Yusuf, 12/87) diyerek imanın kulpuna daha çok sarılıp sabır ve namazla yardım dilemesi, ümitsizliği andıran bir telâş ve sızlanma göstermemesi, Allah'ın ölümden sonra da diriltmeye gücünün yettiğini bilmesi ve onu beklemesi gerekir. İşte, "bu ölümden sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek," böyle üzgün, yardım isteyen bir ümit kırıklığı hâlinin ifadesi ise de, bunun az-çok bir ümitsizlik havası vermesinden uzak kalmamış olması, bir "zelle" (ayak sürçmesi) olacağından, o anda hem ilâhî yardım başlayacak, hem de bu sürçmenin bir terbiyesi olmak üzere, arzu edilen şeye kavuşmak bir asırlık "betaet" (hareketsiz kalma) ile ortaya çıkacaktır.
Bu bakımdan, Allah hemen o kişiye yüz sene süren sürekli bir ölüm verdi. Bu sürede hayat namına bir şey tattırmadı. Rivayete göre o kişi bir uykuya dalmış o uykusunda ölekalmıştı. Ve henüz gençti. Sonra da o ölüyü tekrar hayata salıverdi. Önceki gibi canlı, akıllı, anlayışlı; ilâhî bilgide, düşünceye ve delillere dayanarak sonuçlara varmaya (istidlâle) hazır bir ruh ile yeniden dirilmeyi nasip etti. Bazı rivayetlere göre, bu yüz senenin yetmişinci senesi "Yuşek" adında bir Fars (Acem) hükümdarı tarafından kalabalık bir askerle Arz-ı Mukaddes fethedilip alınmış, Buhtünnassar yok olmuş, İsrail oğullarının geriye kalanları yine Beytülmakdis (Kudüs mescidi) ve civarına yerleştirilmiş, otuz yıl içinde Kudüs yeniden yapılmış ve işte "Bu, ölümünden sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek?" diyen Hz. Uzeyr'i de Allah bu sırada o karye (köy) gibi öldükten sonra diriltmiştir. Diriltince, "Ne kadar kaldın?" diye sormuştu. O da bir uykudan uyanırcasına, "Bir gün veya bir günün bir kısmı kaldım." demişti. Belli ki ilk kendine geldiğinde, ruhuna bu soru yönelince, henüz gerçeği bilmediğinden ve zaman aralığı da kişiliğin sürekliliğine engel olmadığından önceki hayatın uyku hakkındaki hatıralarının kalıntısından yola çıkararak tahminen ve yalandan kaçınmak ve tedbirli olmak için böyle söyledi. Demek ki her gelecek, geçmişin hatırasına sahiptir. Gerek uyku ve gerekse ölüm bile, ilk kendine gelmede insana kısaca (icmalen) bir hatıra bırakıp da gidiyor. Öyle olmasaydı kalkan adam, o anda kendini geçmişe bağlayamaz, varlığının o anda başladığını zanneder, "kalmadım yeni doğuyorum" derdi. Böylece nice zaman aralıklarından sonra bile hayatın anlarını birbirine bağlayabilir de geçmişte, şimdi ve gelecekte yaşar. Bu bağı kurma o kadar hızlıdır ki, hayatta geçen yüz yıllık bir ömür bile, sonunda insana bir gün gibi gelir. Bütün bunlar insanlara ahireti ve dirilmenin sırlarını, gizli yönlerini anlatmak için canlı örneklerdir.
Bu müttakice itiraf üzerine, Allah gerçeği anlatıp buyurdu ki: Hayır yüz sene kaldın, şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak, Allah'ın gücünü seyret ki, hiçbiri yıllanmamış yani bozulmamış, hep eskisi gibi tazece duruyor. Eşeğine de bak, onu da öyle bulacaksın. Ve seni ecelin geldiği için değil, sırf bir ibret için, seni insanlara bir delil, Hakk'ın gücünün görülen bir delili kılmak için böyle öldürüp dirilttik, bu harikaları yaptık. Sana bu kadar uzun bir ölümden sonra insanî, bitkisel, hayvansal, kişisel, sınıfsal (sınıf ve cinsle ilgili) ruhsal, bedensel hayatların tümünde diriltip hayat vermeyi gerçekten gösterdik ki, kuşkusuz bilginin tadına açıktan açığa eresin de insanlara peygamberlik veya velilikle bir Hak tanığı olasın. O halde sadece haberlerle kalma, ilâhî gücü açıkça anlamak için tekrar bak, o kemiklere yani kendinin veya eşeğinin kemiklerine veya her ikisine veya genel olarak kemiklere de bak; hem gözle, hem de sezme gücü ile seyret ki, biz onları nasıl çıkarıp birbirine bindiriyoruz ve yerli yerine koyuyoruz. Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr, Ebu Ca'fer, Yakup kırâetlerinde noktasız "Râ" ile dan okunduğuna göre, bak o kemikleri hayata nasıl atıyoruz da sonra onlara et giydiriyoruz. O kemikler nelerden, nerelerden çıkıp geliyor, düzenine giriyor ve etler nasıl oluşuyor, yeniden ortaya çıkıp gelişiyor, o kemikleri sarıyor da canlı bir cisim oluşuyor? Gerçekten öldürme ve hayat verme sırrını, her anındaki değişiklikler ve o değişiklikler içindeki kişiliğin değişmemesi ile gösteren bu etlerin, kemiklerin ortaya çıkıp ayağa kalkmasına dikkat et. Şimdi her hayatta, var olan yoklukla varlığın, ölümle hayatın, yok olmakla yok olmamanın, aynılıkla başkalığın bir çelişki gibi görünen anlayışlarını içeren bu olaylar, bu harikalar akılla ve insan gücü ile ölçülecek olursa bunların meydana gelmesine imkân olur muydu? "Parçalar" değişsin, "bütün" değişmeden sabit kalsın, bu nasıl şey? Demek ki bütün bunlarda değişmeyen ne o parçalar, ne de bütündür; ancak Allah'ın gücüdür. Bu bakışlarla şu gerçek ortaya çıkar ki, hayat her şeydir ve her şey, Allah'ın gücüyle ayaktadır. İnsan bunları dalgınlıkla unutursa, gerçekten içinde bulunduğu halde bile, dirilmeyi ve canlanmayı anlayamaz da karanlıkta kalır. Bunlar ilk hayatta bile olup dururken bu gözlemi dikkatten kaçırıp bunları yapıp duran Allah'ın gücünden şüphe etmek, büyük bir sefilliktir. Dolayısıyla bu konuda asla tereddüt kalmaması için, içinde bulunduğun şu zamanda bunlara iyi bak da Allah'ın gücünün canlı, bilinçli bir delili ol. Bu hitap üzerine, hakkı anlayınca, o kişi, bilirim Allah'ın her şeye gücünün yettiğinde şüphe yoktur dedi. Hamze ve Kisaî kırâetlerinde emir kipi ile okunur ki, bu şüphe üzerine Allah o kişiye bu kesin emri ("Allah'ın herşeye gücünün yettiğini bil!" emrini) verdi demek olur. Bu bilgiye erenler, ilmî ve aklî prensiplerinin başına ilmî delillerin tümünden daha açık olan bu gerçeği koyanların akılları, fikirleri, gönülleri göklerden ve yerden daha geniş olur. Hiçbir zaman karanlıkta kalmaz. Kâmil aklın, ilim ve teknikte, ikinci derecede sebeplerin ve normal prensiplerin itibarî olan hakkını vermek isterken, kâinatın saltanatına hakim, herkesi yöneten Allah Teâlâ'nın mutlak hakkını unutmaması gerekir. Bunu unutanlar da bir zihniyet içinde sıkışır kalırlar da akıl ve teknik adına hareket ediyoruz zannı ile bir yudum suda boğulurlar, imkân ve meydana gelme alanlarını daraltır, ümitsizliklere ve gönül darlıklarına düşer, pek adi sebeplerden korkar, kuşkulanır, sabit harikaları inkâra kalkışır, "hurafe" der geçer. Halbuki bunu derken, takıldığı sebebin kapsamına dahil olmayan bütün kâinat onun gözünde bir hurafedir. Sebebinin kendisi de zaten bir bilmecedir. Bunun için göklerin ve yerin nuru olan Allah'ın gücüne tutunmayanlar, o sağlam kulpa yapışmayanlar yakîn (kuşkusuz bilgi) ile aydınlanamazlar, aydınlanmış olamazlar; ışığa karanlık, karanlığa "ışık" derler giderler.
260-Allah, "her şeye gücü yeter" olunca, bizzat kendisi dilediği şekilde dirilttiği ve hayat verdiği gibi, bunu kullarına da ihsan edebilir. Hayat ve nur (ışık) verdiği kullarına o hayat ve o nurdan diğerlerine dökecek bir hayat verme ve aydınlatma gücü de verebilir ki, bu da "nurun alâ nur" (nur üstüne nur) olur. Buna örnek olmak üzere de bir zaman İbrahim: "Ey Rabbim! Bana göster, ölüleri nasıl diriltirsin?" demişti. Şüphe yok ki, "Benim Rabbim hayat verir ve öldürür." (Bakara, 2/258) diyen İbrahim "Ey Rabbim!" dediği zaman, "Ey hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim!" diyor, "Ölüleri nasıl diriltirsin?" demekle de "Bilirim sen ölüleri diriltirsin, fakat nasıl yaptığını tamamen bilmediğimden, hayat feyzi gibi diriltme feyzi de bende ortaya çıkabilir mi? Buna karar veremiyorum da düşünüyorum, bana bunu göstermeni niyaz ediyorum." demiş oluyordu. Rabbi, İman etmedin de mi ki? Yani nasıl olduğunun ayrıntısını bilmiyorsan, sırf söylenmesi (ıtlakı) ile inanmadın da benim nasıl dilersem öylece hayat vermeye, diriltmeye gücümün yettiğini bilip iman etmedin mi? İman için görmek mi lâzım ki, "göster" diyorsun, dedi. Bunda herhangi bir nitelik özel bir belirleme ifade eder. Mutlak ilâhî gücün ortaya çıkışı ise sonsuzdur. Onlar tamamen görünmez, ancak mutlak bir imanla bilinir. Sen ise mükemmel bir müminsin, o halde neden "göster" diyorsun ve hangi "nasıllığı" görmek istiyorsun? Burada, elbette ben istersem sana da gösteririm, fakat bütün "nasıllıkları" değil, bazısını gösteririm gibi, uyarı cilvesini andıran bir müjdeleme vardır. O zaman sorduğu sorunun nedenini ve amacını belirlemekle İbrahim, evet, ya Rabbi! İman ettim, sen dilediğin zaman hayatı bana, bende gösterdiğin gibi diriltmeyi de gösterirsin, ancak kalbimin rahat etmesi için, o imanın verdiği şevk ile kalbime düşen ümit heyecanını dindirmek, imandan bizzat görmeye, kesin bilgiden kesin müşahedeye, hayattan hayat verilmesine geçmek için istiyorum, dedi ve asıl amacının her türlü leke ve kusurdan temizlenmiş ve sürekli bir kalp hayatı olduğunu ve bu şekilde "makamı hullete" (içten sevgi ve dostluk makamına) erip sonsuza dek Halilullah (Allah'ın dostu) olarak kalmaktan ibaret bulunduğunu ortaya koydu. Bu âşıkane niyaz üzerine, Allah hayatın uçup giden bir şey olduğuna işaret olsun diye buyurdu ki, öyle ise kuşlardan dördünü -rivayete göre kelimesindeki elif-lâm ahd için olmak üzere tavus, horoz, karga, güvercin veya kartal tut da bunları çevir, kendine meylettir, kendine bağla. Hamze kırâetinde Sâd'ın kesresi ile , diğerlerinde zammesiyle okunur. Zammelisi dan, kesrelisi den gelir ki, ikisi de, "imâle" (meylettirme, bir tarafa eğme) anlamına birer lügat (sözlüktür) tır. Parça parça kesmek, biçim biçim kesip ayırmak anlamlarına da gelir. Zammeli okunuşu, "imale" (meylettirme), kesrelisi (kesme) anlamına olduğu açıklanmış ve iki şekilde de tefsir edilmiştir. Fakat kesme anlamı âyetin daha sonrasından da anlaşılacağı için burada "imale" yeterlidir. "İmale"nin ile kullanılması (sılalanması) da kendine bitiştirme, katma anlamını verir veya bu anlamı gerektirir. Bunun için âyetin anlamı: Onları kendine meylettir, evir, çevir, kendine bağla, biçimleriyle, kendilerine özel gerçekleri (karekterleri) ile bil, tanı, demektir ki, bununla tutulacak kuşların, özelliklerini ve kimliklerini oluşturan özel biçimlerini iyice düşünülerek, tasavvur edilerek, kavranarak hayat sırrını elde eden kendilerine özel gerçeklikleri ile tanınıp İbrahim'in ilmine katılması, gerçek biçimleri ve sabit olan varlıkları ile İbrahim'in nefsine zammolunmaları (katılmaları) diriltme gücü için bir şart olduğu gösterilmiştir. Bu şekilde tutulan kuşlar hayat şekilleriyle İbrahim'in ilminde sabit olarak (yer ederek) İbrahim'in nefsine katılacak, İbrahim'in de Allah'a kendi isteğiyle tam olarak dönmesi dolayısıyla bu nokta, diriltilecek ölülerin Allah'a dönmesi prensibine bir örnek oluşturacaktır. Bu olduktan sonra da ilim ile irade arasındaki ilginin ortaya çıkışından "ol" emrinin, bir anda meydana gelişinden başka bir şey kalmayacağını anlamak kolay olur. İşte bu önemli kurallara dikkat çekmek için buyuruluyor ki: Onları tut, kendine meylettir, nefsine kat, özel varlıkları ile ilmine al, kendine bağla. Sonra nefsinde parça parça tahlil et, parça parça ayır ve her dağın başına bunlardan bir parça koy, sonra onları çağır, Allah'ın izniyle irade ve diriltmenin hükmü ortaya çıksın da, sana koşarak gelsinler, sen de şunu bil ki, Allah mutlaka azizdir, hakîmdir. Önce, bütün mümkinata (olabilen şeylere) gücü yeten, hakîm ve hiçbir nedene mahkûm ve mağlup olmayan bir izzet sahibidir. Bununla birlikte fiilleri ve bunların sonuçlarını birbirine bağlamış, onlara da bir diğerine sebeb olma ve onun sonucu olma özelliği vererek, aralarına bir düzen ve tertip koymuş ve dolayısıyla eşyanın parçalarını birbirlerine karşı da bağsız, ilgisiz bırakmamış, hepsinin arasında özel düzenlemeler ve sonuç bağlantılarıyla da gücünü göstermiş olan, işlerin sonuçlarını ve eşyanın amaçlarını bilen bir hikmet sahibidir. Böyle fiillerinin normal nedenlere, düzgün kanunlara dayalı olması, her birini olağanüstü yollarla meydana getirmekten aciz olduğu için değil, her fiilinde sonsuz hikmetler ve yararlar bulunduğu içindir. Sebeplerin yaratıcısı olan Allah, ilk sebep ve en yüce fail olduğu için, hiçbir sebeb yaratmayıp her fiilini doğrudan doğruya bir harika olarak yapmaya da gücü yeter. Ancak o zaman fiilleri arasında kendinden başka hiçbir bağlantı yönü, münasebet ve eşyada bu sanat ve sağlam yapı bulunmazdı. Kuşkusuz yalnız illetlere ve sebeplere bağlı sonuçlar yaratmak başka, aynı zamanda o sonuçları, bir diğerine birbirini takib eden sebepler ve sonuçlar hâlinde bağlayarak yaratmak yine başkadır. "Hayat verir, öldürür, her şeye gücü yeter." (Hadîd, 57/2) olan Allah'ın ne izzeti hikmetine aykırıdır, ne de hikmeti izzetine aykırıdır. Bütün sebeplere ve onların sonuçlarına hakim ve onları kontrolünde tutan (gâib) olan izzeti, onların hepsini durdurmaya da kâdirdir. Sebeblere yapışıldığı zaman, O dilemezse hiçbir şey olmaz. Hikmeti ile sebeblere geçerlilik verdiğinden dolayı, izzetini, yaratılmış olan sebeblere bırakmış da değildir. İşte Allah böyle bir aziz ve hakim olduğundan, ölüleri de dilerse kendinden başka hiçbir sebebe bağlı olmayarak diriltir ve dilerse hikmetiyle bilinen sebeblere dayalı olarak diriltir. Her olayda hem izzeti, hem hikmeti ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte ilk yaratması izzetine, ikinci yaratması da daha çok hikmetine bağlıdır. Hikmetlerinden birisi de kullarının imanlarına ve tercihlerine bile özel bir sebeblik vermiş olmasıdır ki, bu sebeblik dirilmenin sırrına kadar çıkabilir. Ve bu sayede, insanlar, mecburi bir dönüş ve mecburi bir dirilme ile ergeç zorunlu bir hayata atılacakları gibi, isteyerek dönüş ve isteyerek dirilme ile de seçilmiş bir hayata ve hatta isteğe bağlı bir dirilmeye nail olurlar ki, din ve ahiret mutluluğu bunun içindir. Demek ki, "O'nun gücü yeter." icmal (kapalı anlatım), ve "çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesi ise tafsildir (açıklamadır).
(Uzeyr), icmal makamında, izzet hükmü ile mecburi diriltmeye, İbrahim, makam-ı tafsîlde (açıklama makamında) izzet ve hikmet hükmü ile hem mecburi diriltmeye, hem isteğe bağlı diriltmeye ermiştir. O Halilullah (Allah'ın dostu)tır. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim bu emirlere sarılıp muradına erdi mi, ermedi mi diye düşünmeye gerek yoktur. Gerçi bu noktayı âyet açıkça belirtmiyor. Fakat bu emirler ya emr-i tekvînî (yaratmaya ait emir) veya emr-i teklîfî (yükümlü kılma emri) veya emr-i ta'cizî (âcizliğini ortaya çıkarmak için emir)dir. Tekvînî emir olduğuna göre bunun gereklerinin, meydana gelecek bir iş olacağında kuşku yoktur. Teklifî emir ise, İbrahim'in bunlara aykırı davranıp isyan etmesi söz konusu olamaz. Ta'cizî emir olmalarına ise hiçbir gerekçe ve işaret bulunamayacağı gibi, âyetin devamındaki ifadeler buna aykırıdır. Çünkü âyet Cenab-ı Allah'ın, müminleri karanlıklardan nura (ışığa) çıkarmasını ve diriltme gücünü temsil ve Hz. İbrahim'i övmek için gelmiş bulunmasının bir sonucu olarak, Allah İbrahim'i bu emirlerle âciz ve mahrum bıraktı demek açıkça batıldır. Dolayısıyla Hz. İbrahim tarafından bu emirlere uyulmakla diriltmeyi ve hayat vermeyi gözlemleyerek kalbin tatmin olmasının gerçekten meydana geldiği, sözün anlamından tam olarak ortaya çıkmaktadır. Ve bu konuda önceki (selef) ve onlardan sonra gelen bütün tefsircilerin görüş birliği ve rivayetlerin ittifakı da vardır. Bizce doğrusu, bu emirler teklifî emirler olmakla birlikte, tekvinî emri de içermektedir. Hz. İbrahim'in Rabbine kâmil imanla tam bir dönüş yapması, Allah'ın izni ile diriltmenin nasıllığından bazısının kendisinden ortaya çıkışını gözlemleyerek, kalbini tatmin eylemesine neden olmuştur. Bir taraftan harikalarla dopdolu olan, diğer taraftan en yüksek ilmi ve hikmetli kanunları kapsayan şu iki hikâyenin akıllara durgunluk verecek yönlerini anlatıp açıklamakla tüketmek mümkün değildir. Bunlarda ilâhî Kürsi'nin hakimiyetinin tecellisi (ortaya çıkması) kadarı gayet açık ve bununla birlikte onun gibi kavranması mümkün olmayan marifet sırlarını da içine almaktadır. Bunlardan herkes kendi derecesine göre nura dalar. En genel olmak üzere şunu söyleyebiliriz ki, bu âyet bize hiç söz götürmez bir yakîn (kesin bilgi) sırrını telkin etmektedir. Hayatın gerçek yönüne dair gerektiği kadar bilgi elde edilir ve en yüce başlangıç noktasına ulaşma, bağlanma sağlanırsa, diriltmenin ve hayat vermenin bir irade meselesine, bir "ol" emrine bağlı olacağı görülecektir. Bunu akıllarına sığdıramayanlar şu örneği düşünebilirler: Bir insan nefsinde ilmî şekli var olan bir şeyi kalbinde dilediği gibi parçalasın, birbirinden ayırsın, parçalarını duman gibi her yöne savursun; sonra dönüp yine kalbinden o şeye önceki gibi aynen "gel" diye irade yöneltsin, o anda Allah aksini isteyip de ona bir unutma veya diğer bir arıza vermezse derhal görür ki, o dağılmış parçalar bir anda aynen önceki gibi toplanır, gelir karşısına dikilir. İşte iç (enfüsî) âleminde her zaman olup duran bu hafıza ve akılda canlandırma işi bize bir vücudu, o vücud da bir diriltmeyi ve hayat vermeyi simgeler. Ve bizim ruhumuza göre iç âlemin (sübjektif âlemin) sırları ilâhî ilim ve iradeye göre sübjektif ve objektif bütün varlıklar âleminin sırlarına en açık örnektir. Bizim zihnimizdeki şekillerin değişmelerindeki tahliller (analizler), terkipler (sentezler) her gün bize bu varlıkta binlerce diriltme ve hayat verme örnekleri arz ederler ki, birçokları irademizin sonucudur. Her hatırlama bir diriltmedir. Bunlar bizim nefsimizin kürsisi olan, kalbin ve beynin hâkimiyet alanıdır. Bütün subjektif ve objektif kürsileri, gökleri ve yeri kuşatan Allah Teâlâ'nın ilâhî ilim ve iradesi altında bulunduğundan buna, karşı ufuklar tasavvuru söz konusu olamaz. "Oysa kıyamet günü yeryüzü bütünü ile O'nun avucu içindedir, gökler de O'nun kudretiyle dürülmüştür." (Zümer, 39/67) âyeti gereğince bütün canlar ve bütün varlık âlemi bir avuç içinde dürülüdür. Allah'ın diriltmesi ve hayat vermesi, bizim zihnimizde bir şeyi hatırlamamızdan daha hızlıdır. Dolayısıyla bütün yaratma alanında her şey O'nun bir "ol" emrinin sonucudur. O emir, bize yöneldiği zaman biz de O'nun hükmünü kendimizde ve kendi dışımızda görürüz. Ve nitekim dışarda yapabildiğimiz şeyleri de bu sayede yaparız. İşte Hz. İbrahim, Allah'a dönme ile dostluk makâmında bir tekvînî emri de kapsayan bu emirler üzerine, o kuşları Allah'ın izniyle tutup kendine katıp bağlayabildiğinden dolayı öyle bir kalb hayatına ermiştir ki, sübjektif diriltme örneği üzere, bir irade ile objektif diriltmeyi kendinde gözleyebilmiştir. Allah'ın, yalnız "Hayy" (diri) değil, "Muhyî" (dirilten) olduğunu ve yarattığını görmüş; hem aziz, hem hakim olduğunu anlamış, izzetine kendini teslim ederek hikmetinden Halilullah (Allah dostu) olmuş, zorunlu dönüşten sonra, zorunlu dirilme nasıl mutlaka olacaksa, tam bir istekle O'na dönüş üzerine de isteğe bağlı dirilmenin gerçekleştiğini görmüş, bu sayede Nemrud'un ateşini söndürüp gül bahçesi, gül tarlası yapmıştır. Allah böyle işleri çekip çevirendir. Ve peygamberlerin mucizelerinde ortaya çıkan harikalar ve hayat verme sırları hep böyle demektir. Bunları akla sığmaz görmek, kendinin karşısındaki dış dünya gibi, Allah'ın karşısında ufukların birtakım ortakları (şürekây-ı âfak) veya O'nun üstünde bir şey var saymaktan doğar ki, şirk ve inkâr da bu demektir. Allah derken, böyle bir tasavvurda bulunmak ise çelişkidir. Bu çelişkiden çıkamayanlar ise ebedî olarak karanlıklara mahkûmdurlar. Bundan ancak Allah çıkarır. O da zorla değil, iman ile çıkarır.
Allah'a iman etmek aklın başıdır. Akıl herhalde bir kaynak, bir başlangıç noktası, bir tutamak arar. Onu Hakk'ın izzetine teslim edip O'nun sağlam kulpuna yapışmalı, hikmetine uymalıdır. Din ve imanın hikmet düzeni üzere ne büyük meyveler vereceği ve imanın esaslarından olan öldükten sonra dirilme ve hayat vermenin bütün çeşitleriyle mümkün ve meydana geleceği, hayatın yürümesinin bununla mümkün olduğu, ebedî hayatın da bununla olacağı ve her dirilmede ikinci hayat, birincinin meyvelerini taşıyacağından, sonsuz gelecekte ahiret mutluluğu hayatı, dünyadaki kazançların Allah'ın hikmeti ile, onun sonucu, meyveleri gibi ortaya çıkıp gideceği ve dolayısıyla dirilme gününde, ancak ilâhî izzet hakim olurken, insanların birinci hayatta din konusu olan kendi istekleri ile yaptıkları fiilleri de hikmet gereği, daha önce geçen normal sebeblerden olacağı ve herhalde insanlar için ahiret sebepler âlemi değil, sırf bir neticeler âlemi olabileceğinden, onların ahirete, ahirette değil, ancak dünyada Allah'ın emri ile hükmedebilecekleri ve bunun için, "Ne alışverişin ne dostluğun, ne de iltimasın söz konusu olmadığı." (Bakara, 2/254) özelliğinde olan o dirilme günü gelmeden, isteğinizle o sağlam kulpa yapışıp Allah yolunda "infak" (harcama) ve mücahede (cihad) ile Allah'a dönenlerin Allah'ın dostluğu ile karanlıklardan ışığa, kesin ölümden ebedî hayata nasıl geçecekleri ve bunları yapmayıp tağutların ellerine düşenlerin nefislerine pek büyük bir zulüm yapmış olacakları öteden beri, Hakk'ın delilleriyle hem haber verilmiş, hem ispat edilmiş, hem de bu hikâyelerle akıllılar tam anlamı ile aydınlatılmışlardır. İlâhî Kürsiden ortaya çıkan, din ve imanın niteliğini ve meyvelerini açıklayan ve aydınlığa kavuşturan bu kesin deliller yukardaki, "Ey müminler, ne alışverişin ne dostluğun ve ne de iltimasın söz konusu olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın." (Bakara, 2/254) âyetinin hükmî sebebleri ile açıklamasından başka daha yukardaki hükümlerin ve özellikle, "Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da o borcu ona kat kat fazlasıyla öder." (Bakara, 2/245) âyetindeki bildirinin ve ilâhî sözün ezelî ve ebedî kesin güvencesini de kapsadığından, bu açıklamanın ona bağlı olduğunu göstermek için azîz ve hakîm olan Allah hayat vermenin nasıllığının ardından hikmet gereği bu borç vermenin ve harcamanın elde edilecek kazanç ve artışının nasıl olacağını ve kabul olmasının şartlarını da açıklamak için buyuruyor ki:

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...