10 Şubat 2012

SORULARLA İSLAMİYET..HAFTALIK BÜLTEN


Hayırlı Cumalar:



      Soru - Cevap Arşivinden



Gizlenen Gerçekler
Tevratta "Saltanatı kıyamete kadar baki olacak zat" diye bildirilen efendimiz (s.a.v)'dir
Gizlenen Gerçekler
Zebur da da Peygamber Efendimize işaret edilmiştir.
Gizlenen Gerçekler
Zebur'da "Adını kuşaklar boyunca yaşatacağım" denilerek peygamber efendimize işaret edilmiştir
İncil ,Tevrat ve Zeburda o kadar tahrife rağmen bir çok delil ile Hz.Muhammed (s.a.v)in son peygamber olduğunu ispat eden ve kitap ehli olan yahudi ve hristiyanları da artık insaf ile hakkı görmeye çağırıp onları İslama davet eden müstesna bir çalışma.
www.feyyazyayinlari.com | www.seyrangah.tv
www.sorularlaislamiyet.com
English | Azerice | Russian | Deutsch | Bulgarian | Danish | Nederlandse | Chinese | Facebook | Twitter




Bülten:

Zulmün Doğurduğu Soru
Sızlayan her vicdan, düşünen her akıl, yaralanan her kalp ve yaşaran her göz soruyor; “Ne yapabiliriz?” diye.
İsrail zulmünün inanan insanların iç alemlerine bütün ağırlığıyla yerleştirdiği dehşetli bir sorudur bu.
Haklı öfkesini söndürmek için silaha sarılmak ve cepheye koşmak isteyenlerin karşısına bir başka soru çıkıyor: Bombalara karşı sapan taşlarıyla, tanklara karşı sopalarla nasıl karşı koyabiliriz?
Coşan hamiyet duygusu bu haklı soruyu düşünmek bile istemiyor ve “Olsun, yine de bir şeyler yapmamız lazım.” diyor.


Biz de aynı kanaatteyiz. Bir şeyler yapmamız lazım; ama çok düşünerek ve ileriye dönük planlar yaparak bir şeyler yapmamız lazım, hatta çok şeyler yapmamız lazım.


Maziyi irdelemenin ve yarayı kaşımanın bir fayda sağlamayacağını biliyoruz. Şu var ki, hastalığa doğru teşhis koymadan da tedavinin mümkün olmayacağı inancındayız.


Akıl için yol birdir: Bombaya daha güçlü bombalarla, tanka daha donanımlı ve modern tanklarla karşı koyacak seviyeye gelmek. Biz bu uzun yola girmedikçe harbi uzatmaktan, zulmü her geçen gün daha da artırmaktan ve yeni beldelere sıçratmaktan öte bir şey yapmış olmayız.


Bize bu hamiyetli insanların ölmesi değil, belli bir hedefe doğru büyük bir himmet ve gayretle yılmadan yürümeleri lazım. Ölümün bir şey halledeceğine inansak elbette en önce yapılması gereken “canı feda etmek”tir. Ama bu feda, cephemizi zayıflatmaktan öte bir işe yaramayacaksa bunu çare olarak görmemiz mümkün değil. İleri hedeflerimizi iyi tayin etmeli ve bu gün için de yapılması gereken her türlü maddî yardımı yapmakta gecikmemeliyiz. Haneleri viran olan, yakınlarını kaybedip ortada kalan, hastalıktan inleyen, çaresizlik içinde kıvranan mazlumlara her türlü mali yardımı yapmak, gıda ve ilaç sevkıyatına gecikmeden başlamak hem iman kardeşliğimizin hem de insanlığımızın bize yüklediği bir mükellefiyettir.


Şimdi hastalığın teşhisi için halimize kısaca bir göz atarak konuya devam edelim: Şu anda Müslüman Dünyasının özellikle de Arap Aleminin sermayesi Hıristiyan bankalarında faize yatırılmış değil mi? Darül harp olan ülkelerden faiz almanın caiz olduğunu biliyoruz. Ama burada aldandığımız çok önemli bir nokta var, o da şu: O ülkelerde yaşayan işçiler gibi, paramızı onların bankalarına yatırmaya mecbur isek, paramızın faizini almamamız onlara bir bakıma yardım hesabına geçeceği için faiz almamız gerekiyor. Ama böyle bir mecburiyet olmadan sırf kâr gayesiyle yabancı bankalara para yatırmak kesinlikle doğru değil. Çünkü paramıza, mesela, on lira faiz veriyorlarsa bundan otuz lira kadar kazanç elde ediyorlar; bizim paramızla besleniyor, bizim paramızla silahlanıyor ve bizim paramızla bizi vuruyorlar. Bu kadar basit bir muhakemeyi Müslüman Dünyasının petrol ağaları ve kraliyet mensupları yapamıyorlarsa, İsrail’den önce onları uyarmak ve ikaz etmek durumundayız.


“Komşusu aç iken kendi tok olan bizden değildir.” diyen bir Peygamberin (ASM) ümmeti olarak, komşumuz olan İslam ülkeleri yahudi zulmü altında inlerken biz batı ülkelerinde tatil sarayları yaptırıyor, hamamlarımıza altın burmalardan sular akıtıyorsak önce kendimizi hesaba çekmeli ve kendimize gelmeliyiz.


Putlara insanları kurban etmenin ne kadar saçma olduğunu her insan bilir. Ama bir kişi buna iman etmişse bu zulmü seve seve yapar. Yahudilerin kafalarında bir inanç putu vardır. Onlar dünyada yaşama hakkına sahip tek ırkın Yahudiler olduğuna inanır, diğer milletlere köle nazarıyla bakar, hatta onları öldürmeyi sevap sayarlar. Kafası bu derece katılaşmış, kalbi bu kadar kararmış insanlardan insaf ve merhamet beklememiz mümkün değil. Tek yol, onlara yenilmeyecek kadar güçlenmekten geçiyor.


Orta doğuda yahudiye “Dur!” diyecek bir süper gücün yahut güçlerin teşekkül etmesi herkes için hayatî bir zaruret haline gelmiştir. Bu gücün öncelikle Arap âleminde ve Arap birliğinde tahakkuk etmesi beklenir. Faize yatırılan sermayelerin yönü vakit kaybedilmeden bu ülkelerin kalkınmasına çevrilmeli, sefalet ve işsizliğe son verilmeli, komşu ülkeler arasındaki gelir uçurumu mümkün olduğu kadar kapatılmaya çalışılmalı, bunun yanında düşmana karşı da en az onlar kadar güçlü olunmalı ve tecavüzlerine böylece set çekilmelidir. Temel hedef; savaşmak değil barış içinde yaşamak ve Müslümanların da ileri ülkelerdeki hayat seviyesini yakalamaları için gayret göstermek olmalıdır.


Bu vazife yukarıda da belirttiğimiz gibi, öncelikle Arap ülkelerine düşer. Şu var ki, onlar artık isteseler de sermayelerinin tümünü batı bankalarından çekemezler. Bunun yeni bir harbin başlangıcı olacağını iyi bilirler ve bu harbe de hiç hazırlıklı olmadıklarının farkındadırlar. Ama hiç olmazsa bundan sonrası için akıllıca bir plan çizmek ve kalkınma yolunda hızlı yürümek zorundadırlar.
Biz bütün kalbimizle bunu beklemekteyiz. Arap âlemi süper güç olma yoluna girmezlerse bu konuda büyük ilerlemeler kaydetmiş olan Türkiye ile çok daha sıkı bir işbirliğine girmelidirler. Türkiye’de yatırım yapmalı, onunla ticari yönden bütünleşmeli ve iktisadi yönden büyük bir ortak güç sergilemelidirler.


Bu yol uzundur, ama tek çıkar yoldur.


Çalışmadan başarmak, ekmeden biçmek Allah’ın âdetullah denilen ilahi kanunlarına göre mümkün değildir. Bu gayretlerimiz fiilî bir dua olacaktır ve bu duanın kabulüyle, inşallah, ümidimizin çok fevkinde bir başarıyı yakalamamız mümkün olabilecektir.


Sulh mutlak manada hayırdır. İslam’ı bütün müesseseleriyle yaşamamız, ilim tahsil etmemiz, ticaret yapmamız, zengin olup zekât vermemiz, başka dinden olanlara İslam’ı tebliğ etmemiz ancak sulh ortamında gerçekleşecek hayırlı neticelerdir. Bununla birlikte harbe mecbur kaldığımız takdirde de bunu yine İslam’ın koyduğu esaslara uygun olarak yapmamız üzerimize bir vecibe olur. İslam’da harp hukuku çok önemlidir. Düşmanın çoluk çocuğuna, hayvanlarına, ekinlerine, harbe iştirak etmeyip ibadetiyle meşgul olan din adamlarına zarar vermek yasaklanmıştır. Bunlara uymayan kimse zalim olur, onların zulmünü hoş görmek de zulme iştirak etmek manasına gelir. Bu noktada kalbimizi kontrol altında tutmaya azamî derecede dikkat etmek durumundayız.


“Dünya ahiretin tarlasıdır.” Düşmanlarımız zulümleriyle bu tarladan kendileri için ebedî bir cehennem mahsulü alıyorlar ve sonunda kendilerini kabir âlemiyle başlayacak bir ceza silsilesinin içinde bulacaklar. Biz de İslam’ın harp hukukuna aykırı hareket etmekle kendimiz için günah ve azap devşirmekten hassasiyetle kaçınmak durumundayız. Hissiyatımız aklımıza galip gelerek bizi istikamet yolundan saptırmamalı, kalbimiz nefsimize galip gelmelidir. Bu da hamiyetli insanlar için çetin bir imtihandır.


Burada dinimizin bize öğrettiği çok önemli bir gerçeği de vurgulamak isteriz:


Allah’ın birçok isimlerinin tecellileri umumîdir ve bazı şartlara bağlanmıştır. Bu şartlara kim riayet ederse o tecellilerden nasiplenir.
Hakîm ismine uygun hareket ederek işlerini hikmetle icra eden kimse bunun karşılığını “başarı” olarak alır.


Şafi isminin tecellisi de yine bir takım şarlara bağlıdır. Bu dünyada her derdin devası vardır. O devayı kim bulur ve istimal ederse şifaya o mazhar olur. Burada da mümin-kâfir farkı gözetilmez.


Allah Resulü, rızkın onda dokuzunun ticarette olduğunu haber verirler. Ticarette başarılı olmanın değişmez kuralları vardır. Bunlara kim riayet ederse o başarıya ulaşır, bunda da yine din- mezhep farkı gözetilmez.


Son olarak konunun çok önemli bir yönüne de kısaca işaret edelim:


“Allah Ganiyy-i Mutlak ve Müstağni-yi alelıtlak”tır. Yani, hiçbir şeye hiçbir surette ihtiyacı yoktur. Müslümanların çalışıp yeryüzünde galip gelmelerinden razı olur, fakat bu başarıya Onun hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. Mahlûkat âleminden bir misal vermek gerekirse, gözlerin görmesine güneşin değil insanların ihtiyacı vardır. Bütün insanlar gözlerini kapasalar güneş bundan zerre kadar zarar görmez ve müteessir olmaz. Hepsi gözlerini açsalar ve görme nimetine kavuşsalar güneşin ışığında bir artma olacağı düşünülemez. Her iki halde de kazanan ve kaybeden ancak insandır. İman da kalp gözünün açılmasıdır. İnsanların imana gelmeleri ve iman nurundan istifade etmeleri onlar için büyük bir kazançtır, Cenab-ı Hakkın buna ihtiyacı yok, ancak rızası vardır. Bu nokta çok iyi bilinmeli ve İslam âleminin düştüğü perişanlıktan kurtulması için gereken her türlü gayret en ince teferruatına kadar gösterilmelidir. Biz bunu yapmadığımız sürece Allah’ın rahmetini ve inayetini beklememiz kuru kumdan meyve beklememize benzer.


Canavarlara rahmet okutan İsrail zulümleri Allah Resulünün(a.s.m) Yahudilerin akıbeti hakkında verdiği haberin gerçekleşmesini hızlandırıyor. İstanbul’un fetih müjdesi gibi dünyadaki Yahudi varlığının sona ermesi müjdesi de şüphesiz tahakkuk edecektir. Şu var ki, bu işi ebabil kuşları değil Yahudilerden daha güçlü ordular gerçekleştirecektir.


Sonuç olarak, bu zulüm ateşi karşısında bize düşen görevleri iki maddede özetleyebiliriz.


1- “Allah hiçbir nefse gücünün yetmediği yükü yüklemez.” ayetinden aldığımız dersle gücümüzün neye yettiğini iyi tespit etmeli, mazlumlara yapmamız gereken her türlü yardımı eksiksiz yapmaya çalışmalıyız.


2- Bu yardımların geçici bir tedbir olduğunu bilip, gerçek tedbirin “düşman karşısında ondan daha güçlü olmaktan geçtiğinin” şuuru içinde tembelliği, meskeneti, eğlence ve sefahati, israfı, gayr-ı müslimleri kendi sermayemizle besleme gafletini terk ederek kalkınmamıza hız kazandırmalıyız. Sadece zengin olmak için değil güçlü olmak, zalimlere “dur” demek ve mazlumları kurtarmak için bütün gücümüzle çalışmalıyız.


Bu iki noktada bütün Müslümanları gayrete davet ediyor ve başarılı olmamızı Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz

Neden deprem, savaş, veba vb. musibetler çoğunlukla Müslümanların başına geliyor ?

Bu dünya hizmet ve meşakkat yeridir, mükâfat ve rahat yeri değildir. İnsanın asıl vazifesi Rabbini tanımak ve emrettiği ölçüler içerisinde yaşamaktır. Bunun da yolu ibadetlerden geçmektedir.


İbadet iki kısımdır:
1. Müsbet ibadetler
2. Menfi ibadetler


İbadetin müsbet kısmı bildiğimiz, namaz oruç gibi ibadetlerdir. Menfi kısmı ise hastalık, musibet ve doğal felaketler karşısında insanın aczini ve zayıflığını hissedip Rabbine sığınması ve sabretmesi neticesinde kazandığı büyük sevaplardır.


Diğer yandan belaların en şiddetlilerine Allah’ ın en sevdiği kulları olan - başta Efendimiz (ASM) olmak üzere- peygamberler ve salih kullar maruz kalmıştır. Eğer zannedildiği gibi musibet mutlaka kötü bir şey olsaydı o zaman Allah en sevdiği kullarına bela ve musibetleri vermezdi. Çünkü hadis-i şerif de ifade edildiği gibi :
“En ziyade musibet ve zorluklara maruz kalanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridir.” (1)
Bela ve musibetlerin daha çok Müslümanların başına gelmesinin nedeni ise, bu dünyada yapmış oldukları hataların ve işlemiş oldukları cezaların karşılığını çekip, haşir meydanına bırakılmamasıdır. Çünkü büyük hatalar ve cinayetler büyük mahkemelere, küçük cezalar küçük merkezlerde verildiği gibi, günahı az olan iman ehlinin hataları bu dünyada çeşitli bela ve musibetlerle temizlenmekte, büyük mahkeme olan haşir meydanına bırakılmamaktadır. Ancak hataları büyük olan küfür ehlinin cezalarına, bu dünyanın bela ve musibetleri az geleceğinden büyük mahkemeye, ebedi ceza yurdu olan cehenneme ertelenmektedir.


(1) el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tir¬mizî, Zühd: 57; İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369.

Musibetlerin günahlara keffaret olduğu söyleniyor. Peki musibetlerde masum ve günahsız insanlar da zarar görebiliyor. Bunu nasıl açıklarsınız ?

Bela ve musibetlerin mü'minler için bu dünyada yaptığı hataların karşılığıdır. Ancak bu musibetlerde günahsız ve masum insanlar da zarar görmekte, canları ve malları heder olabilmektedir. Bu noktada akla gelen sorulardan ilki "bu musibetlerden sadece günahkarlar nasiplerini alsalar, masumlar almasalar olmaz mı ?" sorusudur.
Bu durumu Rabbimiz Kur'anda şöyle beyan ediyor: "Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar." (Enfal Sûresi, 25) Burada hemen aklımıza şu soru geliyor: "neden musibetlerin sadece zalimlere gelmeyip masumları da içine adlığı konusudur". Yani musibet gelince kurunun yanında yaş da yanmakta, masum insanlarda canlarını ve mallarını kaybedebilmektedirler.
Bunun cevabı, bu dünyanın tecrübe ve imtihan yeri olması sırrında yatmaktadır. Yani eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkarlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı.
"…bir deprem oluyor, yıkılan binaların altından sadece günahkarlar ölü çıkıyor, diğerlerine bir şey olmuyor, diğer taraftan bir sel felaketi geliyor zalimler boğuluyor masumlar gaybi bir el ile kurtarılıyor. Bunu duyan günahkar insanlar artık tövbe etmeye başlıyor, çünkü tövbe etmezse ibadetlerini yapmazsa bu dünyada hemen musibete maruz kalacağı düşüncesine kapılıyor….
"İmtihan gereği olarak bir musibet geldiği zaman hem iyileri hem de kötüleri beraberce içine alıyor. Böylece imtihan sırrı kaybolmuyor. Eğer musibetlerde ve zulümlerde iyiler kurtulup sadece kötüler zarar görseydi, imtihan sırrı kaybolurdu. Kötüler de iyi olmak zorunda kalırlardı. Böylece Ebubekir (ra.) ruhlu insanlar ile Ebucehil ruhlu insanlar aynı seviyede kalırdı. Bu açıdan bazen hiç suçu olmayan günahsız kimseler de felaketlere maruz kalabilmektedirler. Fakat masumların bu musibetlerden dolayı büyük mükafatlar görürler. Musibetler onların günahlarına kefaret olur, derecelerini artırır. Eğer musibete maruz kalanlar, henüz teklif çağına gelmemiş çocuklar gibi masumlar ise onların bu dünyadan daha rahat ve huzurlu olan elemsiz ahiret alemlerine gitmelerine ve orada ebedi saadetlere nail olacakları Rahmet-i İlahiyenin şe'nidir.

Madem masumların da, zalimlerle beraber musibete maruz kalmaları Cenab-ı Allah’ın hikmetinin gereği ise onların Rahmetten ve Cenab-ı Hakk’ ın adaletinden aldıkları nasipleri nelerdir?
Bu musibetlerde masumlara Cenab-ı Hakk’ ın Rahmetinin büyük mükâfatları söz konusudur. Çünkü o masum ve günahsız insanların fani malları onlar hakkında sadaka olup bâki bir mal olmakta ve sona eren hayatları ise ebedi bir hayatı kazandıracak şekilde, bir nevi şehitlik mertebesi onlara kazandırmaktadır. Elbette bu dünyadaki az ve geçici bir zahmete karşılık, büyük ve ebedi bir saadeti, mükâfatı kazanmak az bir mükâfat değildir.
Zulmedenler yaptıklarının cezasını bu dünyada olmasa bile ebedi alemde hakkıyla çekeceklerdir. Bu bakımdan adalet yerini bulacaktır. Zulme uğrayanlar ise hem zalimlerden haklarını alacaklar, hem de suçsuz ve günahsız olduğu halde bu zulme uğramasından dolayı da Allahın lütfuna ve rahmetine mazhar olarak ebedi alemde sonsuz nimetlere gark olacaklardır. Hatta günahsız olarak böyle zulümlere maruz kalanlara ahirette durumları sorulacak olsa, "çok az zahmetle çok büyük mükafat aldık ve zulmedenlerin cezalarını hakkıyla aldıklarını da gördük, çok memnunuz" diyeceklerdir.
Ayrıca böyle zulümlere maruz kalanlar, bir rahmet eseri olarak Allahın değişik ihsanlarına mazhar olabilirler.
Allah hiç bir kuluna zulmetmez. Kullarına zulmedenlerin cezasını ise onlara zaman tanısa bile asla ihmal etmez.


“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez.
Allah’ın gadabından fazla gadap edilmez.”

Musibetlerin Allah’ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet için bunu söylemek mümkün müdür?Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:
“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.”
Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.
Konuyla ilgili harika bir tespit:
“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
(Sözler)
İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?
Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.
İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.
Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.
Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.
“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir.” hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.
Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.
“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.
•••
Nur Küllayatında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?
Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.
İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.
“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.
Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir: “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” ( Bakara Sûresi, 216)
Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.
Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?


Bir hadis-i kutsî: “Rahmetim gazabımı geçti.”


Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”
Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?
Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.
Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.
Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...
Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz

Zulmün ömrü az, gölgesi kısadır

“Zulüm devam etmez; fakat küfür devam edebilir.” sözü büyüklerimizin ortaya koydukları bir kaidedir. Bu sözün manasına yakın, Hazreti Ali’ye nispet edilen şöyle bir vecize de vardır: “Bu dünyada, zalimin ömrünün gölgesi kısadır.”
Evet, zulüm bir tecavüz ve haksızlıktır. Çok defa kâinatın hukukundan, inanan insanların, hatta bütün fertlerin hukukuna kadar, zulüm ve tecavüz bahis mevzuu olduğunda, Allah mazlumlar namına zalimlerden intikam alır ve onları iflah etmez. Bu konuda bir taraftan zalimin zulmünün arşa kadar varması, orada cevap bulması ve arşın sahibinin şefkatini celb etmesi diğer taraftan da zulüm gören kimselerin imtihanda olma durumları söz konusudur. Bu iki durumun çok iyi anlaşılması gerekir.
Burada önemli olan nokta şudur: Dinlerinden, dinî düşüncelerinden ve mümince yaşamalarından ötürü zulme uğrayan kimseler imtihanda olduklarını hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalı ve mutlaka sabretmelidirler. Zulme uğrayan bu insanlar içinde öyle kimseler de vardır ki, dişlerinden birisi kırıldığı veya başları ağrıdığı zaman, onlara bu cevr ü cefâyı reva gören kimselerin başlarına bir bela gelse, hemen her şeyi kendilerinden bilir ve liyakatlerinin olup olmadığına bakmadan, maddeten ve manen zafer kazanmış havasına girerler. Zira bunlar hiç mi hiç kalbura konmamış ve elenmemişlerdir. Bu mesele ile ilgili bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Allah herhangi birinizi, kuyumcuların altını ateşe koyup orada erittiği gibi imtihan eder, ateşlere kor, potalarda eritir, kalıptan kalıba sokar ve şekillendirir; ta özünüzü bulup kendiniz olasınız.”
Evet, gerçek mazlum için işte böyle bir imtihan bahis mevzuudur. Yoksa başına küçük bir bela gelen her mümin, hemen imanını veya Kur’an’ını sütre gibi kullanarak kendilerinden zulüm gördüğü insanların başlarına bir şey gelmesini beklememelidir. Zira Allah Halîm’dir. O, suçluların cezalarını hemen vermek gücüne sahip olduğu halde sonraya bırakır ve hep hilim ile muamele eder. Bu konuda, Müslümanların çektikleri eza ve cefaları gören Hazreti Ebû Bekir, Allah’ın halîmliği karşısında çok defa: “Mâ ahlemeke ya Rabbena! Ne kadar halîmsin ey Rabb’imiz!” demiş ve hilm ü silm yolunda yürümüştür. Allah halîmdir ve Rabbü’l-âlemîn’dir. Evet, mümin ne kadar dayanıklı olduğunu, Allah için neye ne kadar dayanabileceğini, ızdıraba ne kadar tahammül edebileceğini, çilelere ne kadar katlanabileceğini göstermeli; bu vesileyle imanına ve sadakatine dair rüşdünü ispat etmelidir! Meselenin müminlere bakan yönü budur.
Allah, zalime mühlet üstüne mühlet verir; ama…
Zulmün zalime bakan yönü ise şudur: Zalimin, bütün bütün affedilme hakkını kaybetmesi ve bunun neticesi olarak da, onun zulmünün arşa kadar yükselmesi durumu söz konusudur ki, zulüm bu kerteye geldiğinde artık Cenab-ı Hak zalimi yakalar, derdest eder ve cezalandırır. Evet, zulüm gidip oraya dayandığı zaman zalime Allah’ın azabının dokunması hak olur. Bu durum ayet-i kerimede şu şekilde ifade edilmektedir: “Halkı zalim olan ülkeleri cezaya çarptırdığı zaman Rabb’inin çarpması işte böyle olur! Şüphesiz ki O’nun azapla çarpması pek acı, pek çetindir!” (Hûd Sûresi, 11/102) Aynı konuya işaret eden bir hadis-i şerifte de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah zalime (zulmünden döner diye) imkân, fırsat ve mühlet verir. Çünkü Allah âlemlerin Rabb’i ve Erhamü’r-râhimîndir. Bütün bunlara rağmen zalim zulmünden dönmez ise, bir kez daha fırsat verir. Fakat bir de yakaladı mı artık onu iflah etmez ve onun canını çıkarır.” Efendimiz bu beyanın sonunda da Hûd Sûresi’nde geçen yukarıdaki ayeti okumuştur. İşte meselenin diğer tarafında da bu konu yani zulmün belli bir noktaya geldikten sonra gayretullaha dokunması meselesi vardır.
Nitekim müminler olarak her birerimiz Cenab-ı Hakk’ın zulmedenlere bu dünyada verdiği cezalara bizzat şahit olmuşuzdur. Çok defa görmüşüzdür ki, Allah, zalimlerin çevirdikleri dolabı getirip kendi başlarına çevirmektedir. (Bkz.: Feth Sûresi, 48/6; Fâtır Sûresi, 35/43) Evet bu konuda mümine düşen sabırla intizar etmektir. Her şeyi gören ve bilen Rabb’imiz Müheymin’dir. O, her şeyi bilip etrafımızdaki her hadiseyi tedbir edendir. Eğer bir şey çekiyorsak, O, çekilen şeyleri, çektirenlerin kimler olduklarını ve onların durumlarını da görmektedir. Öyle ise


Doğacaktır bize vaad ettiği günler Hakk’ın
Kimbilir belki yarın, belki yarından da yakın.(M. Akif)


deyip teslimiyet içinde intizarda bulunmalıyız.
Sızlayan her vicdan, düşünen her akıl, yaralanan her kalp ve yaşaran her göz soruyor; “Ne yapabiliriz?” diye.İsrail zulmünün inanan insanların iç alemlerine bütün ağırlığıyla yerleştirdiği dehşetli bir sorudur bu....


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...