Bununla Şems aslı astarı olmayan söylentilerle, bir şeyhi tarif edenleri kastediyor, aslında bu söylentilerin, gerçekten çok ipe sapa gelmez lâflar olduğunu ifade etmek istiyordu. Gerçeğe lâfla, hattâ ilimle varılamazdı. İlâhi visal, ancak şeriata uymak, ölçülere başkesmek, olgun bir mürşidin, bir yol göstericinin tapusuna girmek, aşkla, muhabbetle yol almakla mümkündü. Bunun içindir ki, felsefecileri kınardi:
— Filozofcuk, on akıl vardır, bunlar kâinatı kaplamıştır, der. Sonra da. hiçbir aklın gerçeği bulamaması karşısında sersem sersem başını kaşır, yine de ders almaz.
Şems, bilgilerin bilgisi olan ilâhî bilginin, binlerce yıl tahsil edilse dahi, öğrenilemeyeceğini, hiçbir bilginin bir kerecik Allah vuslatı ile elde edilen feyze denk olamayacağını söyler, bu hikmet ve gerçeğin kaynağını da gönülde, arınmış temiz gönüllerde arardı. Derdi ki:
— Herşey insana fedadır, insan ise kendisine, kendi hakikatına fedâ.. Allah, insanoğlunu ululadığını söylediği halde, gökleri ve arşı ululadığını buyurmadı. Arşa varsan da, onun üstüne çıksan da fayda yok.. Keza, yedi kat yerin dibini geçsen de faydasız. Gönüle girmek, gönül sahibine yâr olmak lâzım. Bütün peygamberlerin, gayesi gönüldür. Ve insan kendisini bilince herşeyi bildi, demektir.
Şems'e göre, kulluk, gönül kulluğudur. Hizmet, gönül hizmetidir. O da, insanın Tann'sında istiğrakıdır. Şeriat, bu istiğrakın temel taşıdır. Bunsuz olmaz. "Bir an düşünmek, murakabeye varmak, gönüle eğilmek, altmış yıllık ibâdetten hayırlıdır" hâdisindeki düşünmekten maksat da, sadık dervişin gönül huzurudur. Hak'ka dönüş, Hak'ka teslim oluştur.
Şems, bir hakikat ehli. bir gönül eri arayıp durmada, bunun için uzun yolculuklar yapmadaydı. Gittiği yerlerde hanlarda, kervansaraylarda konaklıyordu. Bazı memleketlerde bir süre oturduğu da oluyordu. Fakat çabuk tanınıyor, etrafını, bir sürü mürid sarıveriyordu. O zaman, durmanın, tehlikeli olduğunu anlıyor, bir fırsatını bulup kaçıyor, başka bir memlekete göçüyordu. Çoğu zaman, Şam'a uğrardı. Şam'da bir hana iner, hücresini sıkıca kilitler, günlerce yalnız başına kalır, kimseyi içeri almaz, kimseyle görüşmezdi. Daima riyâzat yapar, bir somun, bir testi suyla günler geçirirdi. Şam'dayken bir ahçı dükkânına gitmişti. Ahçı, eski müşterisini hemen tanımış, biraz iltimas olsun diye yağlıca bir baş suyu ile sıcak bir somunu eline tutuşturmuştu. Şems, kendisinin tanındığını anlayınca, kâseyi yere koymuş, ellerini yıkamak bahanesiyle dükkândan çıkmış, o gün Şam'ı terketmişti. Bir defasında da Erzurum'a yerleşmiş, mektep hocalığı ile meşgul olmuştu. Fakat kısa bir zamanda halk onu tanımış, etrafını çevirmişti. Oradan da uzaklaştı.
Tebrizli Şemseddin, ulaştığı makam ve mertebelerde durmuyor, daha derin, daha hakikat ehli bir şeyh, daha yüksek bir makam arıyordu. Kendisini makamlara ulaştıracak bir mürşidin sohbetine girebilmek için yıllarca dolaşmıştı. Ona, bu halinden dolayı "Şems-i perende-Uçan Şems", demişlerdi. Durmaksızın geziyor, arıyor, soruyor, "şeyhim" diyenleri imtihan ediyor, aradığını bulamayınca da uzaklaşıyordu. Diyordu ki:
— Büyük şehirlerde oturmak, bir mürşid'in tapusunda kayıtlı olmaktır. Hele bu mürşid'in kuvvet ve sohbeti eksik olursa, bu mıhlanıp kalmanın felâketini siz hayal edin...
Bir zaman, yolu Bağdad'a uğramıştı. Tanınmış sûfilerden Şeyh Evhadüddin Kirmanî'yi ziyaret etti. ne âlemde olduğunu sordu. Şeyh Evhadilddin "Güzellerde Cemâl-i Mutlak-ı görüyorum" mânâsını kastederek:
— Ay'ı leğendeki suda seyrediyorum, dedi. Bu cevap üzerine Şems:
— Ense kökünde çıban yoksa, başını kaldır da göğe bak! O zaman Ay'ı leğende değil, kendi zatında seyretmiş olursun. Bu iş varken ne diye leğenlere abanıp, kendini aradığın şeyin aslından mahrum edersin?
deyince, Evhadüddin, Şems'in ellerine sarıldı, müridi olmak istedi. Şems:
— Bizim sohbetimize dayanamazsın...
cevabını verdi. Evhadüddin ısrar edince, bu sefer Şems sordu:
— Pekâlâ, bir şartla. Bağdad pazarında, halkın karşısında şarap içebilir misin?
— Estağfurullah, bunu yapamam.
— Peki, bundan vazgeçtim, pazardan şarap alır, ben içerken, benimle sohbet edebilir misin?
— Bunu da yapamam..
— O halde uzaklaş erenlerin yanından! Benimle arkadaşlık edemezsin sen.. Şunu da bil ki, ben mürid değil şeyh arıyorum. Hem de rastgele değil... Gerçekten, gerçekleri bilen, olgun bir şeyh, bir mürşid..
Bunu şöyle anlatır:
— Ben kendi diyarımdan, gerçek bir mürşid bulmak amacıyla çıktım, ama ne gezer. Nereye gittim ve kime rastladımsa, hepsi bomboş.. Vardır elbet, âlem bu kadar boş değildir ya. diye düşündüm, ama bulamadım. Bir yerde bir şey söylüyorlardı: Bir şeyh varmış, insana haberi olmadan hırka giydirirmiş, devlet ve saltanat ihsan edermiş. Vefat etmiş ama ben görmedim. İşte hep bu boş sözler... Kâmilce bir şeyh hakkında, sırası gelmişken bir ölçü vermek isterim... İnsana, aleyhinde bir söz nakletseler, kat'iyyen incinmemeli, ona gücenmemeli. Böylesine bile rastlayalamadım. Kaldı ki. bu kadar küçük bir kemâl ile. hakiki kemâl arasında daha nice mesafeler var. Hasılı ben şeyhliğe lâyık kimseyi bulamamıştım.
Bunu şu misalle anlatır:
Bir adam balığı anlatmada, büyüklüğünü tarif etmedeydi.
Birisi:
— Sen balık nedir bilir misin ki, anlatıyorsun? dedi. Adam:
— Nasıl bilmem!.. Yıllarca deniz seferlerinde bulundum.
— Anlat bakalım, nasıl? Adam anlatmaya başladı:
— Balığın deve gibi iki boynuzu vardır..
— Sus, yeter artık. Sen evvelâ öküzle devenin farkını bilmiyorsun. Kaldı ki balığı tarif edeceksin.
Belliydi ki Şems, bir tekke sahibi sözüm ona şeyhlerden olmak istemiyordu. Birçok şeyhleri denemiş, onların şeyh değil, mürid bile olamayacaklarını görmüştü. Şöhretin, malın, mülkün, kâr değil, zarar getireceğini .dünyaya çivileyip kalacağını biliyordu. Halk, devamlı harpler, yağmalar yüzünden dünyasından bezmişti. Bu dünyada bulamadığı huzuru hiç olmazsa öte âlemde aramak için maneviyata yönelmiş, tasavvufa meyli artmıştı. O'nun bu temiz duygularını istismar edenlerden, ben böyleyim, ben şöyleyim diyenlerden nefret ediyor, memleket memleket dolaşıyor, gerçek bir şeyh, bir mürşid arama yolunda, yıllardan beri koşuyordu.
Yaşı altmışa ulaşmış, siyah sakalını beyaz teller bezemişti. Sırtında keçeden bir cübbe, elinde bir alem, başında da kalpağa benzer bir külah vardı. Bazı hallerde işçilik yapar, sırtında taş çeker, birkaç mangır alır, maişetini temin ederdi. Kimseden bir şey talep etmez, kimseye yük olmazdı. Çoğu zaman aç kalır, nefsiyle alay ederdi.
Şems. Anadolu'yu bu halle geziyor, birer ikişer gün şehir ve kasabalarda konaklıyordu.
Bir seyahati sırasında yolu Konya yakınlarındaki Aksaray'a uğramıştı. Münasip bir han bulamadığı için mescidde gecelemeye karar verdi. Mescide gelip bir köşeye büzüldü. Yatsı namazından sonra, müezzin kapıyı kilitleyeceği zaman Şems'i gördü, sert bir dille çıkıştı:
— Hey, kimsin sen? Çık buradan, git başka bir yerde pinekle.. Şems:
— Beni bu gecelik mazur gör. Garip bir yolcuyum. Yatacak yerim yok, sizden hiçbir şey istemem. Müsaade et de şuracıkta geceyi geçireyim, dedi.
Müezzin büsbütün kızdı. Bağırıp çağırmaya, acı sözler söylemeye başladı. Şems incinmişti, dayanamadı:
— İnşallah dilin şişer!
diyerek uzaklaştı. O anda müezzinin dili şişmeye, boğazını tıkamaya başlamıştı. Hırıltılara, imam yetişti:
— Ne var, ne oluyor?
diye sordu. Müezzin, eliyle uzaklaşmakta olan Şems'i göstererek güçlükle:
— Beni bu hale getiren O.. Koş O'ndan af dile. İmam koştu. Şems'i yolda yakalayarak:
— Aman efendim, o miskin müezzin, sizin kim olduğunuzu bilememiş, kusuruna bakmayın, onu kurtarın...
diye yalvarmaya başladı.
— İş işten geçti artık. Hüküm Allah'ındır, ben birşey yapamam. Yalnız, onun imânla ölmesi, âhiret azabını görmemesi için dua ederim..
Ve yoluna devam etti. İmam geri döndüğü zaman müezzin çoktan ölmüştü.
Şems Konya'ya doğru gidiyordu.
O'nun Konya'ya gelişi sebepsiz değildi. Her gittiği yerde kendisine Mevlâna'dan bahsedilmiş, onun Konya'ya yerleştiği söylenmişti. Bir defasında:
— Allah'ım beni dostlarımla buluştur, görüştür,
diye sabahlaradek niyazda bulunmuş, bu hal ile uyuyakalmıştı. Rüyasında bu arzusunun yerine getirildiği, ancak Anadolu illerine gitmesi gerektiği bildirilmiş, buna karşılık kendisinin ne bağışlayabileceği sorulmuştu. Şems:
— Başımı!..
diye cevap vermiş, uyanınca, hemen yola düşmüştü. Anadolu'yu gezdikçe, Mevlâna'nın adını, şöhretini duyuyordu. Kararını verdi. Konya'ya gidecekti. Eğer aradığını bulursa mesele tamamdı. Bu niyetle yola düştü.
Şems 1244 yılının Kasım ayında Konya'ya gelmişti. O, Konya minarelerini tâ uzaklardan gördüğü zaman heyecanlanmıştı. Ne ulu, ne büyük şehirdi Konya.. Etrafını kalın bir sur kuşatıyor, altın yaldızlı kulelerden çeşit çeşit heykeller, arslanlar sarkıyordu. Kal'anın etrafına derin hendekler açılmış, oniki kapısından hendekler üzerine asma köprüler kurulmuştu. Büyük bir kapıdan şehre girdi. Akşam yaklaşıyordu. Bir han sordu. Şekerciler Hanı'nı tarif ettiler. Hanın bir odasına yerleşti. İstirahat etti.
Ertesi gün Kasım ayının 25'ci günüydü.
Şems, o gün han kapısı önünde taşlığa oturmuş, gelip geçenleri seyre dalmıştı. İkindiye doğru, ana cadde üzerinde müderris olduğu halinden belli birisinin, sağında solunda talebeler olduğu halde, bir katırla geçtiğini görmüştü. Herkes:
— Mevlâna Celâleddin geliyor?
diye ayağa kalkıyor, hürmetle selâmlıyorlardı. Demek yıllardır adını işittiği, bir defasında da Şam'da gördüğü Mevlâna buydu. Şu katır üzerindeki kısa siyah sakallı, yanık buğday benizli, mütebessim insan.. Hoşuna gitti hali, tavrı.. Yerinden kalktı, kalabalığı yara yara ilerledi. Tam karşılaştıkları zaman katırın dizginlerini sımsıkı tuttu. Biraz sert ve kısa, daha önce bahsettiğimiz, soruları sordu. Aldığı cevaplarla o kadar heyecana düşmüştü ki, dayanamadı, düşüp bayıldı.
Şemsle Mevlâna'nın ilk defa buluşup görüştükleri bu yere mevlevîler sonradan Kur'an-ı Kerîm Rahman sûresinin 19 âyetinden alınan ve "iki denizin karıştığı yer" anlamına gelen (Merac'el Bahreyn) adını vermişler ve bir çevrikle işaretlemişlerdi. Selçuklular devrinde, Şekerfuruş Hanının önüne isabet eden bu yer, evvelce bir parmaklıkla çevrilmiş ve ziyaretgâh haline getirilmişti.
Mevlâna. Şems'le bu şekilde karşılaştıktan sonra, onu yerden kaldırmış, yıllardan beri birbirlerini tanıyan, birbirini arayan iki dost gibi, hasret ve heyecanla kucaklaşmışlar, birlikte Mevlâna'nın Medresesi'ne gitmişlerdi. Gidiş o gidiş olmuş, Mevlâna ve Şems, artık mânâ âleminin sırlanmış hücresinde, aylarca sürecek sohbetlere başlamışlardı.
— Filozofcuk, on akıl vardır, bunlar kâinatı kaplamıştır, der. Sonra da. hiçbir aklın gerçeği bulamaması karşısında sersem sersem başını kaşır, yine de ders almaz.
Şems, bilgilerin bilgisi olan ilâhî bilginin, binlerce yıl tahsil edilse dahi, öğrenilemeyeceğini, hiçbir bilginin bir kerecik Allah vuslatı ile elde edilen feyze denk olamayacağını söyler, bu hikmet ve gerçeğin kaynağını da gönülde, arınmış temiz gönüllerde arardı. Derdi ki:
— Herşey insana fedadır, insan ise kendisine, kendi hakikatına fedâ.. Allah, insanoğlunu ululadığını söylediği halde, gökleri ve arşı ululadığını buyurmadı. Arşa varsan da, onun üstüne çıksan da fayda yok.. Keza, yedi kat yerin dibini geçsen de faydasız. Gönüle girmek, gönül sahibine yâr olmak lâzım. Bütün peygamberlerin, gayesi gönüldür. Ve insan kendisini bilince herşeyi bildi, demektir.
Şems'e göre, kulluk, gönül kulluğudur. Hizmet, gönül hizmetidir. O da, insanın Tann'sında istiğrakıdır. Şeriat, bu istiğrakın temel taşıdır. Bunsuz olmaz. "Bir an düşünmek, murakabeye varmak, gönüle eğilmek, altmış yıllık ibâdetten hayırlıdır" hâdisindeki düşünmekten maksat da, sadık dervişin gönül huzurudur. Hak'ka dönüş, Hak'ka teslim oluştur.
Şems, bir hakikat ehli. bir gönül eri arayıp durmada, bunun için uzun yolculuklar yapmadaydı. Gittiği yerlerde hanlarda, kervansaraylarda konaklıyordu. Bazı memleketlerde bir süre oturduğu da oluyordu. Fakat çabuk tanınıyor, etrafını, bir sürü mürid sarıveriyordu. O zaman, durmanın, tehlikeli olduğunu anlıyor, bir fırsatını bulup kaçıyor, başka bir memlekete göçüyordu. Çoğu zaman, Şam'a uğrardı. Şam'da bir hana iner, hücresini sıkıca kilitler, günlerce yalnız başına kalır, kimseyi içeri almaz, kimseyle görüşmezdi. Daima riyâzat yapar, bir somun, bir testi suyla günler geçirirdi. Şam'dayken bir ahçı dükkânına gitmişti. Ahçı, eski müşterisini hemen tanımış, biraz iltimas olsun diye yağlıca bir baş suyu ile sıcak bir somunu eline tutuşturmuştu. Şems, kendisinin tanındığını anlayınca, kâseyi yere koymuş, ellerini yıkamak bahanesiyle dükkândan çıkmış, o gün Şam'ı terketmişti. Bir defasında da Erzurum'a yerleşmiş, mektep hocalığı ile meşgul olmuştu. Fakat kısa bir zamanda halk onu tanımış, etrafını çevirmişti. Oradan da uzaklaştı.
Tebrizli Şemseddin, ulaştığı makam ve mertebelerde durmuyor, daha derin, daha hakikat ehli bir şeyh, daha yüksek bir makam arıyordu. Kendisini makamlara ulaştıracak bir mürşidin sohbetine girebilmek için yıllarca dolaşmıştı. Ona, bu halinden dolayı "Şems-i perende-Uçan Şems", demişlerdi. Durmaksızın geziyor, arıyor, soruyor, "şeyhim" diyenleri imtihan ediyor, aradığını bulamayınca da uzaklaşıyordu. Diyordu ki:
— Büyük şehirlerde oturmak, bir mürşid'in tapusunda kayıtlı olmaktır. Hele bu mürşid'in kuvvet ve sohbeti eksik olursa, bu mıhlanıp kalmanın felâketini siz hayal edin...
Bir zaman, yolu Bağdad'a uğramıştı. Tanınmış sûfilerden Şeyh Evhadüddin Kirmanî'yi ziyaret etti. ne âlemde olduğunu sordu. Şeyh Evhadilddin "Güzellerde Cemâl-i Mutlak-ı görüyorum" mânâsını kastederek:
— Ay'ı leğendeki suda seyrediyorum, dedi. Bu cevap üzerine Şems:
— Ense kökünde çıban yoksa, başını kaldır da göğe bak! O zaman Ay'ı leğende değil, kendi zatında seyretmiş olursun. Bu iş varken ne diye leğenlere abanıp, kendini aradığın şeyin aslından mahrum edersin?
deyince, Evhadüddin, Şems'in ellerine sarıldı, müridi olmak istedi. Şems:
— Bizim sohbetimize dayanamazsın...
cevabını verdi. Evhadüddin ısrar edince, bu sefer Şems sordu:
— Pekâlâ, bir şartla. Bağdad pazarında, halkın karşısında şarap içebilir misin?
— Estağfurullah, bunu yapamam.
— Peki, bundan vazgeçtim, pazardan şarap alır, ben içerken, benimle sohbet edebilir misin?
— Bunu da yapamam..
— O halde uzaklaş erenlerin yanından! Benimle arkadaşlık edemezsin sen.. Şunu da bil ki, ben mürid değil şeyh arıyorum. Hem de rastgele değil... Gerçekten, gerçekleri bilen, olgun bir şeyh, bir mürşid..
Bunu şöyle anlatır:
— Ben kendi diyarımdan, gerçek bir mürşid bulmak amacıyla çıktım, ama ne gezer. Nereye gittim ve kime rastladımsa, hepsi bomboş.. Vardır elbet, âlem bu kadar boş değildir ya. diye düşündüm, ama bulamadım. Bir yerde bir şey söylüyorlardı: Bir şeyh varmış, insana haberi olmadan hırka giydirirmiş, devlet ve saltanat ihsan edermiş. Vefat etmiş ama ben görmedim. İşte hep bu boş sözler... Kâmilce bir şeyh hakkında, sırası gelmişken bir ölçü vermek isterim... İnsana, aleyhinde bir söz nakletseler, kat'iyyen incinmemeli, ona gücenmemeli. Böylesine bile rastlayalamadım. Kaldı ki. bu kadar küçük bir kemâl ile. hakiki kemâl arasında daha nice mesafeler var. Hasılı ben şeyhliğe lâyık kimseyi bulamamıştım.
Bunu şu misalle anlatır:
Bir adam balığı anlatmada, büyüklüğünü tarif etmedeydi.
Birisi:
— Sen balık nedir bilir misin ki, anlatıyorsun? dedi. Adam:
— Nasıl bilmem!.. Yıllarca deniz seferlerinde bulundum.
— Anlat bakalım, nasıl? Adam anlatmaya başladı:
— Balığın deve gibi iki boynuzu vardır..
— Sus, yeter artık. Sen evvelâ öküzle devenin farkını bilmiyorsun. Kaldı ki balığı tarif edeceksin.
Belliydi ki Şems, bir tekke sahibi sözüm ona şeyhlerden olmak istemiyordu. Birçok şeyhleri denemiş, onların şeyh değil, mürid bile olamayacaklarını görmüştü. Şöhretin, malın, mülkün, kâr değil, zarar getireceğini .dünyaya çivileyip kalacağını biliyordu. Halk, devamlı harpler, yağmalar yüzünden dünyasından bezmişti. Bu dünyada bulamadığı huzuru hiç olmazsa öte âlemde aramak için maneviyata yönelmiş, tasavvufa meyli artmıştı. O'nun bu temiz duygularını istismar edenlerden, ben böyleyim, ben şöyleyim diyenlerden nefret ediyor, memleket memleket dolaşıyor, gerçek bir şeyh, bir mürşid arama yolunda, yıllardan beri koşuyordu.
Yaşı altmışa ulaşmış, siyah sakalını beyaz teller bezemişti. Sırtında keçeden bir cübbe, elinde bir alem, başında da kalpağa benzer bir külah vardı. Bazı hallerde işçilik yapar, sırtında taş çeker, birkaç mangır alır, maişetini temin ederdi. Kimseden bir şey talep etmez, kimseye yük olmazdı. Çoğu zaman aç kalır, nefsiyle alay ederdi.
Şems. Anadolu'yu bu halle geziyor, birer ikişer gün şehir ve kasabalarda konaklıyordu.
Bir seyahati sırasında yolu Konya yakınlarındaki Aksaray'a uğramıştı. Münasip bir han bulamadığı için mescidde gecelemeye karar verdi. Mescide gelip bir köşeye büzüldü. Yatsı namazından sonra, müezzin kapıyı kilitleyeceği zaman Şems'i gördü, sert bir dille çıkıştı:
— Hey, kimsin sen? Çık buradan, git başka bir yerde pinekle.. Şems:
— Beni bu gecelik mazur gör. Garip bir yolcuyum. Yatacak yerim yok, sizden hiçbir şey istemem. Müsaade et de şuracıkta geceyi geçireyim, dedi.
Müezzin büsbütün kızdı. Bağırıp çağırmaya, acı sözler söylemeye başladı. Şems incinmişti, dayanamadı:
— İnşallah dilin şişer!
diyerek uzaklaştı. O anda müezzinin dili şişmeye, boğazını tıkamaya başlamıştı. Hırıltılara, imam yetişti:
— Ne var, ne oluyor?
diye sordu. Müezzin, eliyle uzaklaşmakta olan Şems'i göstererek güçlükle:
— Beni bu hale getiren O.. Koş O'ndan af dile. İmam koştu. Şems'i yolda yakalayarak:
— Aman efendim, o miskin müezzin, sizin kim olduğunuzu bilememiş, kusuruna bakmayın, onu kurtarın...
diye yalvarmaya başladı.
— İş işten geçti artık. Hüküm Allah'ındır, ben birşey yapamam. Yalnız, onun imânla ölmesi, âhiret azabını görmemesi için dua ederim..
Ve yoluna devam etti. İmam geri döndüğü zaman müezzin çoktan ölmüştü.
Şems Konya'ya doğru gidiyordu.
O'nun Konya'ya gelişi sebepsiz değildi. Her gittiği yerde kendisine Mevlâna'dan bahsedilmiş, onun Konya'ya yerleştiği söylenmişti. Bir defasında:
— Allah'ım beni dostlarımla buluştur, görüştür,
diye sabahlaradek niyazda bulunmuş, bu hal ile uyuyakalmıştı. Rüyasında bu arzusunun yerine getirildiği, ancak Anadolu illerine gitmesi gerektiği bildirilmiş, buna karşılık kendisinin ne bağışlayabileceği sorulmuştu. Şems:
— Başımı!..
diye cevap vermiş, uyanınca, hemen yola düşmüştü. Anadolu'yu gezdikçe, Mevlâna'nın adını, şöhretini duyuyordu. Kararını verdi. Konya'ya gidecekti. Eğer aradığını bulursa mesele tamamdı. Bu niyetle yola düştü.
Şems 1244 yılının Kasım ayında Konya'ya gelmişti. O, Konya minarelerini tâ uzaklardan gördüğü zaman heyecanlanmıştı. Ne ulu, ne büyük şehirdi Konya.. Etrafını kalın bir sur kuşatıyor, altın yaldızlı kulelerden çeşit çeşit heykeller, arslanlar sarkıyordu. Kal'anın etrafına derin hendekler açılmış, oniki kapısından hendekler üzerine asma köprüler kurulmuştu. Büyük bir kapıdan şehre girdi. Akşam yaklaşıyordu. Bir han sordu. Şekerciler Hanı'nı tarif ettiler. Hanın bir odasına yerleşti. İstirahat etti.
Ertesi gün Kasım ayının 25'ci günüydü.
Şems, o gün han kapısı önünde taşlığa oturmuş, gelip geçenleri seyre dalmıştı. İkindiye doğru, ana cadde üzerinde müderris olduğu halinden belli birisinin, sağında solunda talebeler olduğu halde, bir katırla geçtiğini görmüştü. Herkes:
— Mevlâna Celâleddin geliyor?
diye ayağa kalkıyor, hürmetle selâmlıyorlardı. Demek yıllardır adını işittiği, bir defasında da Şam'da gördüğü Mevlâna buydu. Şu katır üzerindeki kısa siyah sakallı, yanık buğday benizli, mütebessim insan.. Hoşuna gitti hali, tavrı.. Yerinden kalktı, kalabalığı yara yara ilerledi. Tam karşılaştıkları zaman katırın dizginlerini sımsıkı tuttu. Biraz sert ve kısa, daha önce bahsettiğimiz, soruları sordu. Aldığı cevaplarla o kadar heyecana düşmüştü ki, dayanamadı, düşüp bayıldı.
Şemsle Mevlâna'nın ilk defa buluşup görüştükleri bu yere mevlevîler sonradan Kur'an-ı Kerîm Rahman sûresinin 19 âyetinden alınan ve "iki denizin karıştığı yer" anlamına gelen (Merac'el Bahreyn) adını vermişler ve bir çevrikle işaretlemişlerdi. Selçuklular devrinde, Şekerfuruş Hanının önüne isabet eden bu yer, evvelce bir parmaklıkla çevrilmiş ve ziyaretgâh haline getirilmişti.
Mevlâna. Şems'le bu şekilde karşılaştıktan sonra, onu yerden kaldırmış, yıllardan beri birbirlerini tanıyan, birbirini arayan iki dost gibi, hasret ve heyecanla kucaklaşmışlar, birlikte Mevlâna'nın Medresesi'ne gitmişlerdi. Gidiş o gidiş olmuş, Mevlâna ve Şems, artık mânâ âleminin sırlanmış hücresinde, aylarca sürecek sohbetlere başlamışlardı.
Dr. Mehmet ÖNDER