Onbeşinci yüzyıldan bu yana
Türk ve Batı kültürlerinin karşılıklı etkileme güçleri üstüne
bir inceleme
Cevad Memduh ALTAR
Önsöz
Sanat hayatımın 60. Yılını da arkaya attığım son yıllarda, öteden beri sesini duyuran manevi bir uyarıya şevkle kapılmaktan kendimi alamadım. Bu uyarı bana: “Biz de verdik, onu da ara!” diyordu ve aranacak şey ise, hiç şüphesiz uluslararası planda sürüp giden kültür ve sanat hareketlerinin tabii sonucu olan karşılıklı alışverişlerdi.
Dıştan içe ve içten dışa etkileniş ve etkileyişlerin özlü örnekleriyle insanlığın kültür mirasını oluşturan sanat hazineleri, her şeyden önce “alınanlar”la “verilenler”in ortak sentezinden güç alan eserlerle beslenmektedirler.Onun içindir ki, ulusların, insanlığın kültür mirasından sadece almakla yetinmemiş, bu mirasa ulusal nitelikleriyle katkıda da bulunmuş oldukları bir gerçektir ve bu ortak mirasta, etkileme ve etkilenme prosedüründen yararlanarak yer almış bulunan eserler, kişiliklerini oluşturan ulusal zenginlikleriyle, uluslararası sanat dünyasını da kendilerine bağlamada başarılı olmuşlardır. İşte Sinan’lar, Mikelanj’lar, Shakespeare’ler, Fuzuli’ler ile Nedim’ler, Itrî’ler, Mozart’lar, Beethoven’ler, Goethe’ler, Schiller’ler ve daha nice nice sanat büyükleri, insanlığın kültür mirasına, ulusal nitelikte olduğu kadar, uluslararası değer taşıyan nitelikleriyle de eser veren büyüklerdir. Bunların yolunda yürüyen birçok sanatçı daha vardır ki, bunlar da insanlığın kültür mirasını oluşturan karşılıklı alışverişten yararlanmayı ihmal etmemişlerdir.
Ben bu çalışmamı, ulusların birbirlerini kültürde karşılıklı etkileme güçlerini ve etkileyiş tür ve biçimlerini araştırıp inceleme amacıyla geliştirmeye gayret ettim ve bundan böyle de gayret edeceğim. Nitekim yıllarca önce başladığım bu çalışmanın ilk ürünü olan “Doğu-Batı kültür akışımları üstünde bir deneme” başlıklı araştırmamı, 1974 yılında “Sanat ve Edebiyat” araştırma dergisinde (SED) yayınlamıştım (Ankara, Haziran 1974/1). Şimdi de aynı konuyu monografik bir etüde dönüştürme yolunda daha da geliştirmiş bulunuyorum.
Bu incelemenin sonundaki bibliyografya cetvelinin en altında belirtilen yerli ve yabancı devlet arşivleri dışında, özellikle Dubrovnik (Ragúsa) ve Saraybosna devlet arşivlerinde yapılacak araştırmalarda, kültürümüzün Batıyı etkileyiş gücü üstünde daha başka tarihsel belgelerle de karşılaşılacağı kanısındayım.
Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki: “Batıdan kültürde ne aldık?” konusu ile ilgili düşüncelere paralel olarak: “Batıya kültürde ne verdik?” konusu, günümüze dek gereği gibi ele alınmamış bir sorun olmanın önemini taşımaktadır. Özellikle III. Selim’den bu yana Batıdan çok şey alma yolunda çaba harcandığı herkesçe bilinmektedir ama Batıyı, yakın geçmişlere kadar, tarihimiz ve kültürümüzle etkilemiş olduğumuz da apayrı bir gerçektir. Joseph von Hammer (1774-1856), Johann Wilhelm Zinkeisen (1803-1863)ve Nikolaus Jorga (1871-1940)gibi dünya çapında ün yapmış tarihçilerin, birkaç ciltlik kalın kitaplar halinde yazmayı göze aldıkları Osmanlı İmparatorluğu tarihlerini, konumuza en canlı örnekler olarak göstermemiz yerinde olmaz mı?... Özellikle Hammer, en son baskısı 1840 yılında 4 büyük cilt halinde yayımlanmış olan “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”nde (Geschichte des Osmanischen Reiches), Türklerin çeşitli kültür dallarındaki üstünlüğüne yer vermeye büyük özen göstermiştir; yani geleneksel Osmanlı kültürü, Hammer’i çok yakından ilgilendirmiştir.
Bu yoldaki çalışmalarımı bundan sonra da derinleştirmeye gayret ederken, değerli okurlarımın uyarı ve eleştirilerinden yararlanmaya can ve gönülden önem vereceğim tabiidir; ve bunu burada içtenlikle açıklamayı görev bilmekteyim.
Cevad Memduh ALTAR
Onbeşinci yüzyıldan bu yana
Türk ve Batı kültürlerinin karşılıklı etkileme güçleri
üstünde bir inceleme
Bodrumlu Herodot (M.Ö. 484-420?), ulusların yaşam çabasını “Doğu” ve “Batı” insanının farklılıkları açısından değerlendirmiş, böylece sonuçlandırılması imkânsız bir Doğu-Batı ayrımının öncüsü olmuştur. Ne var ki tarihçiliğin babası olarak tanınan Herodot için Doğu ve Batı kavramları, Hellenler ile Hellenler dışındaki ulusların özelliklerini az çok tarafsız açıdan belirleyebilme eğilimine dayalı bir temel-ilkenin yorumu olmanın niteliğini taşımaktadır. Bu anlayışın, bir bakıma, günümüz Doğu-Batı anlaşmazlığının ilkel hücresi olduğu da bir gerçektir.
Bizim buradaki Doğu ve Batı kültürleriyle ilgili konumuza gelince: Bu alandaki incelemelerimizin temel amacı, Herodot’tan gelen Doğu ve Batı ayrımının zamanla daha çok politik nitelikte oluşturduğu anlaşmazlığı bir yana itip, Doğu ile Batı arasında baş gösteren kültür ve sanat alışverişine örnek olabilecek olayları bulup gün ışığına çıkarmaktan ibarettir ve uğraşımızı Osmanlı Türkleri ile Venedik Cumhuriyeti ve eski Alman Devleti (Das alte Reich) arasında 15. yüzyıldan bu yana vakit vakit baş gösteren kültür ve sanat etkileyişlerinin nerede, nasıl ve hangi sebeplerle meydana gelmiş olduklarını az çok yorumlayabilmeye imkân sağlayan incelemeler olarak nitelemek yerinde olur.
Batıdan kültür ve sanat alanında ne aldık ve Batıya ne verdik? sorusu, son zamanlara kadar gereğince ele alınamamış bir araştırma konusudur. Kaldı ki etnik topluluklar arasında bazen meydana gelmiş olan kültür alışverişlerinin bir bakıma karşılıklı bir etkilenişin sonucu olması lazım geleceği bir gerçektir. Ulusların, aralarındaki ilişkilerin kanlı savaşlara dönüştüğü anlarda bile, birbirlerini kültürde ve sanatta etkilemiş oldukları, bazen gözden kaçmayacak kadar ortadadır. Nitekim savaşlar, istilalar, hatta en kanlı karşılaşmalar bile, yerine göre kültür alışverişini daha da kolaylaştırmıştır ve böylesine bir alışveriş, bir bakıma ya şuurlu bir ilginin etkisiyle meydana gelmiş, ya da şuuraltı birikimlerin giderek dışa yansıması şeklinde ortaya çıkmıştır. Bütün bunları daha ayrıntılı bir tasnife bağlama amacıyla yapılan araştırmalar, genellikle şu üçlü görünümün meydana gelmesine yol açmaktadır: 1) Komşuluk ilişkileri; 2) Terk edilmiş egemenlik bölgelerinde yaşamlarını olduğu gibi ya da değişik biçimlerde sürdüren kültür gelenekleri; 3) Kesim bir programın gereği olan karşılaşmaların doğurduğu kültürel alışverişler.
Yukarıda açıklanan üçlü görünümün biraz daha aydınlığa kavuşturulabilmesi bakımından yapılacak incelemeler, aşağıda değinildiği gibi, daha etraflı görünümlerin de ortaya çıkmasına imkân sağlamaktadır.
Ulusların kültür ve sanat gelenekleri zamanla gelişip olgunlaşmakta, taze ve körpe filizler verebilme yolundaki çabalarını daha da yoğunlaştırmakta, vakit vakit baş gösteren yabancı kaynaklı karşılaşmalar, etnik bünyeyi ulusal özellikleriyle yenileme yolunda da etkili olmaktadırlar. Her şeyden çok, tabiatın gelişim yasasının ve gene aynı yasadan güç alan estetik bünyenin oluşturduğu, kültürde ve sanatta yenilenip tazelenme prosedürünün taşıdığı anlam, ünlü düşünür Ziya Gökalp’e (1875-1924)göre olağanüstü önem taşımaktadır ve Gökalp’in değişmezlik vasfını kazanmış kaideler, ya da gelişimini durmadan sürdüren özlü gelenekler (ananeler) arasındaki farkı belirleme açısından yapmış olduğu yorumda, üzerinde özellikle durduğu ilke şudur:“… Her biri bağımsız ve mutlak varlığa sahip olan kaideler, oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalırlar ve bir gelecek yaratamazlar. Gelenek ise yaratma ve gelişme demektir. Çünkü gelenek, çeşitli anları birbiriyle kaynaşmış bir geçmişi hareket ettiren bir güç gibi arkadan ileri doğru iten tabii bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni gelişimler ve eğilimler doğurur. Gelenek, tek başına doğuran ve yaratan bir güç olmakla birlikte, kendisine aşılanan yabancı yeniliklerde, damarlarındaki besi suyundan feyiz [verimlilik] alarak canlanır ve bayağı taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez…”[i].
Ziya Gökalp’in yukarıdaki yorumunda yer alan “yabancı yenilikler” kavramının özü, kültür ve sanat karşılaşmalarında, dıştan içe yansıyabilecek, değişik türden etkenler anlamına gelmektedir ki, sanat dünyamızda böylesine meydana gelen iki tipik etkilenişe örnek olarak: zamanla tek-planlı minyatürün yerini alan perspektifli ulusal Türk resim sanatı ile, tek-sesli (monodik) Türk sanat müziğine has gelişim hamlelerinin tabii sonucu olan çoksesli ulusal Türk sanat müziğinin doğuş ve oluş prosedürlerini incelemek yerinde olur.
Tek boyutlu ulusal minyatür sanatı, 19. yüzyıl başlarında İstanbul’da kurulan Mühendishane-i Berri-i Hümayun’un (Askerî Kara Mühendisliği Okulu) (1795) çağdaş eğitim ve öğretim programı gereği, perspektif tekniği gibi, dıştan içe yansıyan bilimsel bir yenilikten etkilenmiş ve tek boyutlu kitap resmi olan minyatürün, zamanla üç boyutlu ve değişik planlı (perspektifli) resim sanatına dönüşmesi, gelişim yasasının kaçınılmaz sonucu olmuştur. Türk minyatür sanatı ile, 19. yüzyıl Bektaşi resimlerini izleyen, perspektifli Türk resminin ilk ve daha sonraki sanatçıları arasında: Şeker Ahmet Paşa, Zekâi Bey’den başka, daha nice ünlü ressamlarımız yer almış bulunmaktadır ve Türk resim sanatına, perspektif anlayışının da ötesinde, çeşitli teknik ve eğilimdeki eserleriyle katkıda bulunmuş ve bulunmakta olan daha birçok değerli ressamımızın bulunduğu da herkesçe bilinen bir gerçektir.
Memleketimizde dıştan içe bilimsel açıdan etkilenişin ulusal kültürümüzle ilgili bir başka önemli örneği de, -yukarıda değinilmiş olduğu gibi- tek-sesli müzikten çok-sesli (armonik)[ii]müziğe geçişimizin gerektirdiği gelişim prosedürüdür. Burada da Ziya Gökalp yorumuna göre, ulusal müziğimizi olumlu yolda etkileyişte büyük rolü olan “yabancı yenilik”, müzik sanatımızın çağın gereklerine uygun olarak gelişimini bilimsel açıdan sağlayan çok-sesliliğin (armoninin), uluslararası nitelikteki ortak tekniğidir ki, çok-sesli ulusal sanat müziğimiz, böylesine bir teknik sayesinde, yalnız Türkiye’yi değil, Türkiye dışındaki tüm yabancı sanat çevrelerini de ulusal özellikleriyle etkileyecek tekniğe kavuşmuş, dünyanın her yerinde, başka ulusların sanatçıları tarafından da icra edilebilecek bir bünyeye dönüşmüş, yabancı çağdaş sanat müzikleri arasındaki yerini, eşit hak ve düzeyde alabilme gücünü elde etmiştir.
Demek oluyor ki, geleneksel resim ve müzik sanatlarımızı, çağdaş anlatım ve etkinlik standardına ulaştırabilme açısından girişilen çabalarda, Ziya Gökalp’in deyimiyle “… yabancı yenilikler…” olarak nitelendirilmeleri gereken “perspektif” ve “armoni” teknikleri, ulusal geleneklerimize hayat veren “besi suyundan”, yani ulusal ruhtan “feyiz alarak” canlanmış ve “bayağı taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmemiştir”(!).
Özellikle Atatürk reformlarının gösterdiği yönde eser vererek, çok-seslilikte çeşitli zirvelere erişmiş bulunan çağdaş bestecilerimiz arasında: Cemal Reşit Rey, Adnan Saygun, Necil Kâzım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Ferit Alnar ve Bülent Tarcan gibi, dünya çapında ün yapmış öncüler ile Nevit Kodallı, Ferit Tüzün, İlhan Usmanbaş ve Bülent Arel gibi, uluslararası sanat dünyasına kendilerini değişik teknik ve eğilimleriyle tanıtmış olan genç kuşak bestecileri de yer almış bulunmaktadır.
Ziya Gökalp’in, çağdaş değerini hiçbir zaman yitirmeyecek olan kaide ve gelenek (anane) felsefesi, daha başka olayların içyüzüne ışık tutmaktan geri kalmamaktadır. Nitekim İstanbul Fatihi II. Mehmet’in(1439-1481)Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasında 16 yıl sürmüş olan Mora savaşının hemen arkasından Venedik Cumhuriyeti’ne yazıyla başvurarak, bir ressam ile bir bronz döküm ustasının ve daha başka sanatçıların İstanbul’a gönderilmelerini istemesi, Venedikli ünlü ressam Gentile Bellini’nin (1429-1507)Venedik Cumhuriyeti’nce resmen İstanbul’a gönderilmesi ve Fatih’in Gentile Bellini’yi bir yıl süre ile sarayında konuğu olarak alıkoyup, ona kendi portresi ile daha başka resimler de yaptırması, yukarıda açıklanan üçlü görünümden üçüncüsünün, yani şuurlu bir plan ve programın gereği olmanın niteliğini taşımaktadır. Kaldı ki Bellini’den son derecede memnun kalan padişah, ressamına altın bir kolye hediye etmiş ve Venedik Cumhuriyeti’ne Bellini hakkında bir de övgü mektubu göndermiştir.
Fatih’in, uzun yıllar sürmüş olan Mora savaşını, Venedik Cumhuriyeti’nce ressam Gentile Bellini’nin İstanbul’a gönderilmesi için yapmamış olduğuna bakılırsa, kanlı savaş sona erer ermez (1479), düşman ülke Venedik’ten bir ressam ile başka sanatçıların da hemen İstanbul’a gönderilmelerini ısrarla istemiş olmasının ciddi bir anlamı olması gerekeceği tabiidir. Nitekim Bellini’nin bir yıl İstanbul’da sarayda kalıp, padişahın, halen Londra’da National Gallery’de bulunan o ünlü portresini, 25 Kasım 1480’de tamamlamış olması, Batı ile kültür alışverişine zamanında yeni bir halkanın daha katılmasına yol açmış, bu olaydan iki taraf da etkilenirken, Türk resim sanatına ilkel anlamda bir perspektifin yansımasını gerektiren bu karşılaşma, İtalyan Rönesans resmine de Türk dünyasının yansımasına imkân sağlamıştır.
Böylece Gentile Bellini’nin İstanbul’da saray çevresinden ve halkın günlük yaşamından etkilenerek yapmış olduğu resimlerden özellikle bir Türk figürü, kendine özgü giyimi kuşamı ve davranışı ile, kompozisyonlarının kapsadığı görülmemiş hareket ve olağanüstü renk zenginliğinden ötürü Rönesans sanatının başta gelen ressamlarından biri olan Bernardino Pinturicchio’yu (1454-1513)ne derece ilgilendirmiş olacak ki, sanatçı, Gentile Bellini’nin bu Türk figürüne, hem Vatikan Sarayı’ndaki Borgia Dairesi’nin bir duvarına yapmış olduğu “Papa II. Pius Ancona’da” adlı freskte yer vermiş, hem de aynı kompozisyonu, değişik bir esinlenişle, yağlıboya tabloya da dönüştürmüştür; bu tablo da halen İtalya’da Siena kenti katedralindeki kitaplıkta bulunmaktadır. Batılı sanat yazarlarından bazıları, söz konusu kompozisyondaki Türk’ün Cem Sultan olabileceği kanısı üstünde de durmaktadırlar. Öte yandan bu kompozisyon, İstanbul’da zamanın giyim kültüründen esinlenmiş olan Gentile Bellini’nin, bu etkilenişi İtalya’ya kadar götürerek, orada da bu figürle ünlü Rönesans ressamı Pinturicchio’yu etkilemiş olduğunu ispatlayan önemli bir belge olmanın niteliğini taşımaktadır.
19. yüzyılda uzun süre İstanbul’da yaşamış olan Dr. F.F.Martin’in 1905 yılında meydana çıkarmış olduğu Doğu-Batı karışımı minyatürümsü bir figürün de Gentile Bellini tarafından İstanbul’da yapılmış olduğu kanısı ağır basmakla birlikte, bazı sanat tarihçilerince Sultan Cem’in portresi olduğu sanılan bu eserin asıl ressamının kesin bir şekilde tespiti henüz mümkün olamamıştır. Ne var ki tüm görünüşü ile daha çok minyatür karakteri arz eden bu resimde özellikle yüzün Batının perspektifli portre tekniğine uygun olarak işlenmiş olması, Batılı bir sanatçı, hattâ Bellini tarafından yapılmış olabileceği kanısına yol açmaktadır. Eserin böylesine bir düşünceye sebep olan bir başka tarafı da, resmin üst sağ köşesinde, Türk kaligrafisinin en güzel çeşitlerinden biri olan talik üslûbunda bir yazı ile kaleme alınmış olan Farsça cümledir. Resmin kime ait olduğunu açıklama amacıyla yazılmış olan bu cümlenin, ancak zamanında ressamı şahsen de tanımış olanlar için anlam taşıyacağı bir gerçektir. Nitekim Farsça: “Amel-i ibn’i müezzin ki ez üstadan-ı meşhur-u Frenk est” cümlesini içeren bu resimde, “Tanınmış Batılı üstatlardan Müezzinoğlu tarafından yapılmıştır” ibaresi yer aldığına göre, bu ibareden sadece ressamın babasının bir müezzin, yani din adamı ve Batı anlayışıyla bir rahip olabileceği anlamı ortaya çıkmaktadır ki, bu da yazının Gentile Bellini’nin babasının rahip değil de Venedikli tanınmış bir ressam olmasından ötürü, eserin Bellini’ye ait olduğunu ispatlayan bir cümle olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Ama bu resim, her şeye rağmen, Doğu-Batı kültür bileşimine dikkate değer bir örnek olmanın önemini taşımaktadır; ve her iki dünyayı birbirinden ayırt eden özellikleri tek bir sentezde dile getirebilmiş olması bakımından da üzerinde dikkatle durulması gereken bir eserdir.
Son on yıl içinde Venedik Devlet Arşivi’nde yaptığım araştırmalarda, bugüne kadar bilinmeyen oldukça önemli bir belge ile daha karşılaşmış bulunuyorum. 22 Nisan 1480 tarihini taşıyan ve İstanbul’dan Venedik maden işçileri yöneticilerine bir Venedikli tarafından gönderilmiş bulunan bu Venedikçe yazılmış mektupla Fatih Sultan Mehmet, bir yıl öncesine kadar aralıksız on altı yıl savaşmış olduğu Venedik’ten, sanat yeteneğini yakından bildiği anlaşılan ünlü bir kılıç kını ustasının İstanbul’a gönderilmesini istemektedir. Padişahın, o tarihlerde İstanbul’da Galata’da oturduğu anlaşılan bir Venediklinin aracılığı ile İstanbul’a getirtmek istediği bu usta için Venedik dilinde yazılmış bulunan ve arşivdeki Türkiye belgeleri arasında yer alan 1351 sayılı belgede kısaca şöyle denmektedir: “Maden işçileri yöneticilerine, bir kılıç kını ustasının gönderilmesi için, Tanrı izniyle bütün Asya’nın ve Rum diyarının… İmparatoru olan Sultan Mehmed’den maden işçilerinin sevgi ve iyi niyet sahibi yönetici ve başkanlarına. Bu mektubun gönderilmesinin amacı şudur: Orada deriden ve kabartmalı kılıç kınlarının en güzellerini yapan bir usta varmış ki, onu, sizlere bu mektubumu getiren kölem Şendar da tanımaktadır ve o, ustanın benim hatırım için buraya gönderilip, kendisine karşılığında bol miktarda ücret ödenecek olan bazı işlerden ötürü beni görmesini söyleyecektir. Bu zat istediği zaman yurduna dönebilme özgürlüğüne sahip olacaktır. Onun için kendisinin, benim sadık kölem Şendar eşliğinde bana gönderilmesine izninizi rica ederim. Başkaca bir dileğim yoktur. 22 Nisan 1480 İstanbul’da yazılmıştır”.
Yukarıdaki mektupta adı belirtilmemiş olan Venedikli kılıç kını ustasının, Fatih’in isteğiyle İstanbul’a gelip gelmemiş ve eğer gelmişse nerede ve nasıl çalışmış olduğuna dair bugüne kadar başka hiçbir belge ile karşılaşılmamış olduğu kanısındayım. Fatih Sultan Mehmet’in böyle bir ustayı İstanbul’a çağırmış olmasının, Mora savaşında karşılaştığı Venedikli generallerin taşıdıkları kılıçların ancak kınlarını beğenmiş, hattâ bu alanda ün yapmış bir ustanın adını tutsak düşen komutanlardan öğrenmiş olmasından ileri gelebileceği düşünülebilir. Güzel sanatlara ve sanatta yeniliğe büyük bir ilgiyle bağlı olduğu bilinen padişahın, bu tür bir davranışını da, Doğu-Batı kültür alışverişine örnek olarak göstermek yerinde olur.
Doğudan batıya kültür aktarımına örnek olarak önemle göz önüne alınması gereken etkinliklerin en başında teksesli (monodik) Türk sanat musikisinin yer almasının gerekeceği, üzerinde dikkatle durulması gereken bir gerçektir. 16. yüzyıldan beri Osmanlı Mehterhanesine benzeyen askerî mızıka birliklerinin Batı ordularında da kurulmasında Türkiye’yi örnek almış bulunan Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinde, mehterhane kadrolarında yer alan müzik aletlerinin bir kısmı aynen kullanılmıştır[iii]ve günümüzde de kullanılmaktadır (!). Böylece Türklerin orduya müzik birlikleri de katma kararının Batıda benimsenmiş olduğu açıkça görülmektedir. Hattâ 16. yüzyıldan itibaren Türklerle sık sık savaşmış olan eski Alman Devleti’nin (Reich) orduları ile eski Polonya Devleti’nin orduları, Osmanlı Mehterhanesini tüm özelliklerini göz önüne alarak yakından tanıma imkânını elde etmişlerdir.
Bu durum karşısında, Batıda 16. yüzyıldan başlayıp 18. yüzyıl sonlarına kadar sürüp gitmiş olan Türk Mehterhanesiyle ilgili coğrafya sınırı Alpler ve Karpatlar olduğuna göre, bu gerçeğin Orta ve Güneydoğu Avrupa gibi iki ayrı bölgeyi kuvvetle etkilemiş olduğu da açıkça ortadadır. Kaldı ki Batının bu iki bölgesinde görülen mehterhane etkisinin şu iki ayrı yönde ele alınıp incelenmesinde zorunluluk vardır: 1) Mahalli dolaysız etkenler, 2) Savaş ve muhasaraların yol açtığı periyodik etkenler.
Bulgar müzik bilgini ve bestecisi Dr. Peter-Assen Panoff’un da (1899) üzerinde önemle durmuş olduğu gibi, Osmanlı-Reich ilişkilerinde Türklerle savaşan Alman orduları, Orta Avrupa’da ilk olarak Yeniçeri mızıka birlikleriyle karşılaşmış ve 16. yüzyıldan itibaren Alman ordularında Türklerin etkisiyle kurulan askerî mızıkalar, zamanla o bölgelerde daha da önem kazanmışlardır. Bu tür etkileyişler dolayısıyladır ki, 18. yüzyıl boyunca da sürüp gitmiş olan karşılaşmalar, Türk davulu ile zil ve üçgen türünden aletlerin Reich’ın en eski askerî mızıka birliklerinde yer almasına yol açmış ve Yeniçeri Mehterhanesi, Orta Avrupa ordularında olduğu gibi, Polonya ordularında da büyük ilgi kazanmıştır.
16. yüzyılı izleyen süreler içinde Almanya’daki bazı bağımsız prenslikler (Markgraf’lar), ordularında Osmanlı Mehterhanesine eşit müzik birlikleri kurmuşlar ve daha sonraları Reich’dan koparak bağımsızlığını ilan etmiş olan Prusya Krallığı’nın ordularında da bu işe büyük önem verilmiştir. Nitekim Prusya Devleti’nin asıl kurucusu olarak nitelenen Büyük Friedrich (1712-1786), Türk müzikçilerini sarayına davet ederek, bunların yardımıyla orduda ilk askerî mızıka birliklerini kurmuştur.[iv]
Polonyalılar da Türklerle yaptıkları savaşlarda karşılaştıkları Osmanlı Mehterhanelerinden yararlanarak, ordularında benzeri birlikler kurmayı ihmal etmemişlerdir. Her biri bağımsız bir yönetime ve orduya sahip olan Polonya prensliklerinde de (Magnat’lar), ordularda kurulan bu tür müzik birlikleri Janczarska Kapela, yani “Yeniçeri Mızıkası” diye adlandırılmıştır.[v]
Yukarıda açıklanan ilişki ve alışverişler arasında, kültürel etkileyiş açısından büyük önemi olan daha başka olaylar da, savaşları izleyen barış antlaşmaları uyarınca geçici süreler için karşılıklı olarak gerçekleştirilen elçi mübadeleleri ve bu mübadelelerle ilgili törenlerdir.
Gerektiğinde çok sayıda insanla oluşturulan Osmanlı elçilik heyetlerinde genişçe kadrolu birer Mehterhane de yer almakta ve bu birliklerce gerek günler boyu devam eden yürüyüş süresince (sefer halinde), gerek ulaşılması gereken kentte, yani menzilde, düzenli icra seansları uygulanmakta idi. Onun içindir ki, yabancı ülkeler ahalisi ve bu arada yabancı müzikçiler, Türk elçilik heyetlerinin bazen bir yıla yaklaşan misafirlikleri süresince, hemen her gün Mehter musikisini, kendine has kapsam, biçim ve icra geleneğiyle ilk elden dinleyebilme imkânını elde etmişler ve bu tür karşılaşmaların dolaysız etkisi altında kalmış olan Batının bazı büyük bestecileriyse, bestelerinin arasına Türk musikisinin doğrudan etkisiyle yazmış oldukları eserleri de katabilmenin gayretine düşmüşlerdir. Nitekim, Orta Avrupa bestecileri arasında, bu tür etkilenişlerden yararlanmayı ihmal etmemiş birçok müzikçi bulunduğu gibi, zamanla adları bile unutulan bu sanatçılar arasında: Joseph Haydn (1732-1809), Wolfgang Amadeus Mozart(1756-1791)ve Ludwig van Beethoven(1770-1782)gibi büyük besteciler de yer almış bulunmaktadır.
Ne var ki bu ünlü müzikçilerin bile, Türk konulu ve Türk müziğinden esinlenerek bestelemiş oldukları eserlerin ilk elden dinlenen Osmanlı Mehterhanesinin etkisiyle meydan getirilmiş yaratışlar olmalarına rağmen, gene de orijinal Türk musikisi olarak nitelendirilmeleri tabiatıyla mümkün değildir. Nitekim bu konuyu, baş tarafta açıklanan Ziya Gökalp formülü açısından değerlendirmek de imkânsızdır, çünkü Gökalp’e göre, çok-sesli ulusal Türk sanat müziğinin oluşum ve gelişimine dıştan içe yardımcı olan değişik unsur, yani dışarıdan gelen “yabancı yenilik”, sadece çağdaş bilimin uluslararası değerdeki ortak tekniğidir ve ulusal bir sanatı oluşturan etnik ruhun, ancak böylesine ortak bir teknikle işlendiği takdirde, tüm dünyaya hitap edebilme gücüne sahip olması ve uluslararası nitelikte bir anlatım düzeyine erişebilmesi mümkündür.
Batının, Türk musikisinden etkilenişte karşılaştığı “yabancı yenilik” ise, teknik-unsur değil de sadece etnik-ruhtur; ve sanatların anlatma ve etkileme güçlerini ön planda oluşturan etnik-bünyeyi, yani ulusal-ruhu zedelemeden, yabancı bir sanatta yeni ve taze bir hayata kavuşturabilme ihtimali çok güç, hatta hemen hemen imkânsızdır. Onun içindir ki, Mozart ve Beethoven gibi dünya çapında üne ulaşmış sanat büyüklerinin, Türk musikisinin direkt etkisi altında yazmış oldukları eserlerin bile, Türk müziği olarak değil de ancak Türk musikisinin direkt etkisi altında meydana gelmiş Batı eserleri olarak tanımlanmaları gerekeceği tabiidir; ve bu tür müzikler, esasen bestecilerinin bilinen stillerine de az çok aykırı düştükleri içindir ki, Batılı müzik bilginlerince, sadece egzotik, yani bir bakıma yabancılaşmış bir anlatım gücüne sahip olan Batı müzikleri olarak nitelendirilmişlerdir. Bununla birlikte Batıda yazılmış Türk karakterli müziklerden bazılarının, orijinal Türk musikisinin, yerine göre direkt etkisiyle meydana gelmiş değerli yaratışlar oldukları da inkâr edilemez bir gerçektir. Bu tür yaklaşımlar, aslında etnik bünyenin Batıya doğrudan, ama değişik biçimlerde yansımasından başka bir şey de değildir.
Ludwig van Beethoven gibi bir sanatçı bile, Viyana’da herhalde doğrudan dinlediği orijinal Türk Mehter müziğinin ne derece etkisi altında kalmış olacak ki, böylesine bir esinlenişin gereği olarak, saf sevgiyi ve aklın üstünlüğünü dile getiren 9. Senfoni’nin sonuna Türk müziği de katabilme isteğinden kendini alamamıştır (1824).
Bilindiği gibi Beethoven, Platon’un (M.Ö. 429-347)“Devlet” adlı eserinden esinlenerek bestelemiş olduğu 9. Senfoni’de, insanoğlunun zafere ancak aklın, hikmetin ve saf sevginin önderliği ile ulaşabileceğini vurgulamış ve eserin en sonuna kattığı insan sesiyle de (koro, solo, orkestra) Friedrich Schiller’in (1759-1805)Neşeye Şarkı (Lied an die Freude) adlı şiirinde yer alan: “yaradılış”, “evren” ve “sevgi” türünden felsefi kavramları müziğin diliyle sembolleştirmiştir.
Schiller felsefesine göre, “neşe” (Freude) kavramının yorumuna gelince: idealist estetiğin kurucusu olan Schiller’in yorumu açısından, insanda neşe ânının sebep olduğu davranış, saf sevginin belirli heyecanından başka bir şey değildir.
Beethoven’ın, 9. Senfoni’yi yazmadan önce, Osmanlı Mehterhanesi’ni Viyana’da yakından dinlemiş, zafer ve yenilmezlik ideallerini kapsayan bu müzikten geniş ölçüde etkilenerek, senfoninin son bölümünü biçimlendirmiş olduğu muhakkaktır. Aksi takdirde 9. Senfoni’nin Beethoven’ın eliyle yazılmış ilk projesinde yer alan aşağıdaki tasarı ile karşılaşmak nasıl mümkün olurdu? Nitekim sanatçı bu tasarısına şu cümleyle yön vermektedir.[vi]“…Alman Senfonisi, ya önce varyasyonlu bir başlayışı koro izleyecek, sonra esere girilecek, ya da eser varyasyonsuz olacak, senfoninin sonu Türk müziği ve koro ile bitecek.” İşte ulusal kültürün Doğudan Batıya akışının, Beethoven çapında bir sanat büyüğünü ne derece etkilemiş olduğunu açıkça ortaya koyan bir belge. Onun için Beethoven en son eseri olan 9. Senfoni’yi, bu tasarının etkisi altında oluşturmuş ve bu eserin en sonundaki orkestral dokunun bir bölümüne, kendince tasarladığı bir Türk Mehter müziğini egemen kılmıştır.
Beethoven’ın, şahsen tanıdığı, Osmanlı İmparatorluğu tarihini yazmış olan Joseph von Hammer Pugstall’in etkisiyle Türkiye ve Türk kültürü ile çok yakından ilgilenmiş olduğunu kanıtlayan başka önemli bir olaya da burada değinmek yerinde olacak:
Bilindiği gibi Osmanlı Türkçesinde “Hatt-ı Şerif” terimi (ki Yazılı Padişah Emri anlamına gelmektedir), Beethoven’ı çok yakından ilgilendirmiş ve sanatçı en son ve en büyük eseri olan 9. Senfoni’yi, aylarca dışarıdan elini ayağını çekmiş ve evine kapanmış olarak yazarken, arkadaşlarına kendisini bir süre ziyaret etmemelerini rica etmiş ve çok yakın dostu Anton Schindler’e gönderdiği bir mektupta “Hatt-ı Şerif” sözünü olduğu gibi Türkçe olarak kullanarak, mektubunun ilgili satırlarını, az çok şaka üslûbu içinde, şöyle yazmıştır: “…Hatti scherif [Hatt-ı Şerif]sadır oluncaya kadar sakın zahmet edip buraya gelmeyin ve ilham perilerini ürkütmeyin… başkalarını da getirmeyin”.[vii]Sanatçı bu mektubunda, arkadaşını ancak eseri bitirdikten sonra yazılı olarak arayıp çağıracağını açıklarken, mektubunu, latife kastiyle, Osmanlı padişahları fermanına, yani padişah emrine benzetmekte ve sadece “Hatt-ı Şerif” sözünü mektubunda Türkçe olarak kullanmaktadır; bu sözü sanatçının tarihçi Hammer’den etkilenerek benimsemiş olduğu muhakkaktır.
Öte yandan Ludwig van Beethoven, Viyana’da birinci elden dinlediği Türk Mehterhanesinin etkisiyle, eserlerinde kahramanca anlatıma (hamasî karaktere) büyük ölçüde yön vermeye özen göstermiş, bu arada çeşitli tarihlerde değişik Türk marşları yazmaktan da geri kalmamıştır. Hattâ sanatçı, eserlerini yayımlayan Schott Basımevi’ne 1825 yılında gönderdiği bir mektupta şöyle demektedir: “Az miktarda meydana getirdiğim eserler arasında, özel bir sebeple yazdığım, Türk müziği ile ilgili 4 marş ile ayrıca bir tebrik menüesi de bulunmaktadır.”[viii]
Beethoven’in, mektubunun bu bölümünde değindiği, Türk müziği ile ilgili 4 marşın üçü henüz kesinlikle saptanabilmiş değildir. Ancak besteci 1809 yılında, belki de Mozart’ın La-Majör Piyano Sonatı’nda “alla turca” başlığıyla yer almış bulunan o ünlü Türk Marşı’nı örnek alarak, Re-Majör op. 76 Piyano Varyasyonları’nı yazmış ve bu varyasyonları kendince tasarladığı bir Türk marşını işleyerek meydana getirmiştir. Beethoven bu tarihten iki yıl sonra da (1811) Peşte’de yeni yapılan bir tiyatro binasının açılış töreni için bestelediği bir eserin içinde gene aynı varyasyonlardan esinlenerek bir Türk marşı daha yazmıştır.
Türk müziğinin Beethoven’dan 159 yıl önce de Batıyı etkilemiş olduğunu, tarihî bir olayın kendine özgü perspektifi içinde incelemek, kültürel etkileyiş üstünde dikkate değer ipuçları verecek nitelikte olacaktır, şöyle ki:
1665 yılında, yani 1529 yılındaki 1. Viyana Muhasarası’ndan 136 yıl sonra bile, Viyana’yı mutlaka almayı kafasına koymuş olan Osmanlı Padişahı IV. Mehmet (1641-1692), Almanlarla yapılan çetin bir savaşın sonunda imzalanan barış antlaşması uyarınca, Alman İmparatoru I. Leopold’e (1658-1705)Kara Mehmed Ağa’yı (Paşa’yı) (ölümü 1683) Elçi olarak göndermişti ve 299 kişilik elçilik heyetinde, genişçe kadrolu bir Mehterhane de yer almış bulunuyordu. Son yıllarda Viyana Ulusal Kitaplığı’nın Yazmalar bölümünde bu elçilikle ilgili, oldukça ayrıntılı bilgi veren bir belgeyi de inceleyebilme imkânını elde etmiş bulunuyorum. Bu çok önemli belge, Alman İmparatoru I. Leopold’ün, Osmanlı Elçisi Kara Mehmed Ağa’yı karşılama, elçilik heyetinin Viyana’da ikameti süresince iaşe, ibate, izaz, ikram ve her çeşit ağırlama işleriyle ilgilendirmiş olduğu görevlilerden Saray Müşaviri Lorenzo de Churelichz’in, Elçi İstanbul’a döndükten sonra İmparator’a sunduğu İtalyanca rapordur.[ix]Kaldı ki bu konu ile ilgili olarak İstanbul’da yapmış olduğum araştırma sonunda, Büyükelçi Kara Mehmed Ağa’nın Viyana’dan İstanbul’a dönüşünde (1666) Padişah IV. Mehmet’e sunmuş olduğu 12 sayfalık Viyana Sefaretnamesi’ni[x]de incelemiş bulunuyorum.
Araştırmalarımın bu bölümünü tamamlayan bir üçüncü önemli kaynak da Kara Mehmed Ağa’nın elçilik heyetinde yer almış ve Viyana’daki karşılama töreninden birkaç gün sonra heyetten ayrılıp Batıda büyük bir geziye çıkmış olduğu anlaşılan Evliya Çelebi’nin o ünlü Seyahatname’sinin Kara Mehmed Ağa’ya değinen bölümleridir.[xi]Öte yandan Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde sadece karşılama töreni ile ilgili anılara değinmekle kalmamış, Peşte Kalesi’ne varışla ilgili anılarında da yer yer Mehterhane’ye değinmiştir.
Yukarıda, Osmanlı Mehterhanesi’nin Batıyı doğrudan etkileyişine, böylece Doğudan Batıya kültür geçişini gerçekleştiren karşılaşmalara değinen üç önemli kaynak tespit edilmiş olduğuna göre, aşağıda bu kaynaklarda konu ile ilgili olarak açıklanan anılara, kronolojik sıraya göre değinilmiştir.
Aralarında Kara Mehmed Ağa’nın[xii]oğlu ile ünlü yazar Evliya Çelebi’nin de bulunduğu elçilik heyetinin, o zaman Türklerin “Beç” olarak adlandırdığı Viyana’ya doğru hareketini, Büyükelçi Kara Mehmed Ağa şöyle anlatmaktadır: “Viyana’ya [Beç’e] doğru yola çıktık. Yanık kalesi’ne yaklaştığımızda, burada bulunan yaya ve atlı erler, bizleri alay düzeniyle karşıladılar ve bizler de adamlarımızla alay düzeninde bayrak ve sancaklarımızı açıp davul ve dümbeklerimizi döğdürerek kaleye yakın bir yere vardık…”.[xiii]
Şimdi de bu konuya yukarıda belirtilen öteki belgelerde nasıl değinilmiş olduğunu, açıklama notlarında gene tekrarlanan orijinal Osmanlıca metinlerle birlikte gözden geçirelim:
Alman İmparatoru I. Leopold’ün Saray Müşaviri Lorenzo de Churelichz’in raporunda, Türk Elçisi’nin Viyana’ya aynı şekilde, yani Kara Mehmed Ağa’nın Sefaretname’sinde belirtmiş olduğu gibi yaklaşmış olmasının yer almasının yanı sıra, gerek Evliya Çelebi, gerek tarihçi Hammer konuya tüm ayrıntılarıyla değinmişler, hele kente girişi esnasında Mehterhane’nin oynadığı rolü olağanüstü bir anlatımla belirtmişlerdir. Bu konuya Evliya Çelebi şöyle demektedir: “… tüm İslam askeri alaya hazır olup, yedişer kat mehterhane ve cümlesi silahlanmış olarak durdular…”[xiv]; “… her işinde başarılı olan ağırbaşlı Paşa, eşine az rastlanan altın zırhlar kuşanmış sürme gözlü bir Arap atı üstünde rüstemane (Rüstem pehlivanvari) bir oturuşla ve başındaki selîmî kavuğu üstünde altın işlemeli devlet kuşu sorgucu ile… ve daha sonra da elli çift mehterhaneleri olduğu halde, yedişer adet icracı üstadlardan oluşmuş mehterhaneleri segâh makamında, hüdadî üslûbunda hoş peşrev çalarak ilerlediler…”.[xv]
Yukarıdaki metinde de görülüyor ki, Evliya Çelebi, olayı anlatırken, Mehterhane’de yer alan ve sanatlarında olağanüstü düzeye ulaşmış bulunan musiki üstatlarının icra etmekte oldukları eserin makamına, hattâ üslûbuna kadar değinmeye özen göstermiştir ve kente girişi, kentin içinde alay düzeninde geçişi ve halkın gösterdiği yakın ilgiyi de şöyle anlatmaktadır: “… Beç Kalesi’nin [Viyana Kalesi’nin] tüm sokakları ve dükkânları ve altışar ve yedişer kat yükseklikteki saraylarının pencereleri ile damlarını çatılarını ve tüm cumbalarını ve balkonlarını doldurmuş olan sayısız bir insan kitlesi alayımızı seyretmekte idi ve bizi kale içinde bir saat süre ile kâh kuzeye ve kâh güneye götürerek, sokak sokak gezdirdiler ve daha sonra da Beç Kalesi’nin kuzey tarafındaki birbiri ardına gelen üç demir kapıdan dışarı, mehterhanelerimizi gene kütür kütür çalarak ve şehrin içi güm güm öterek çıkardılar. Tuna nehri üstündeki… köprüden geçirip… Paşa’yı konağına yerleştirdiler…”.[xvi]
Evliya Çelebi’nin bu anısında da, Osmanlı Mehterhanesi’nin elçilik heyetiyle kente girerek halkı, dolayısıyla müzik meraklılarını, hattâ Viyana klasik üslûbunun, Türk musikisine özel alaka duyan, Türk karakterine eser verebilmenin hevesine kapılmış olan Mozart ve Beethoven gibi bestecileri ne derecede yakından etkilemiş olduğu açıkça görülmektedir ve gene bu metinler, Doğunun Batıyı etkileyişinin ve Doğudan Batıya kültür geçişinin dikkate değer belgeleri olmanın önemini taşımaktadırlar.
Kara Mehmed Ağa Sefaretnamesi ile Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Türk elçilik heyetinin Viyana’ya girişini açıklayan anılara, Osmanlı İmparatorluğu tarihçisi Joseph von Hammer (1774-1856), eserinde çok daha değişik bir üslûpta ve tüm ayrıntılarıyla yer vermektedir. Hammer’in, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde olayın bu kısmını yazarken, Evliya Çelebi’den olduğu kadar I. Leopold’ün Türkçe tercümanı Meninski’nin İmparator’a sunmuş olduğu rapordan[i]ve hattâ daha başka belgelerden de yararlanmış olduğu muhakkaktır. Ne var ki Hammer, eserinde Meninski’nin raporundan söz etmiş, ama sadece raporun arşiv numarasını belirtmekle yetinmiştir.
Hammer, Büyükelçi Kara Mehmet Ağa’nın 8 Haziran 1665 tarihinde Viyana’ya muhteşem bir kortej ve törenle girip ilerlerken, Elçi’nin Sefaretname’sinde yazdığı gibi yalnız davul ve dümbeklerin döğülmüş olduğunu değil, kente giriş ve kentte ilerleyiş süresince Mehterhane’nin savaş havaları çalarak kortejde yer aldığını açıkça belirtmekte ve kısaca şöyle demektedir: “… Elçilik alayı, Schwechat’tan itibaren parlak bir törenle ilerlemeye başlamış ve heyete hoş geldiniz demek üzere saray mareşali ile heyetin iaşe ve ibate komiseri olarak görevlendirilen von Ugarte karşıcı gelmiştir. Elçilik heyeti, en önde kentin esnaf locaları temsilcileri… atlılar, daha sonra İmparator’un ve saray mareşalinin maiyetleri, Sultan’ın İmparator’a hediye ettiği at yedekte, daha sonra ağalar, tuğ taşıyan yeniçeri ve hemen arkasından İmparator’un 12 borazancısı, saray mareşali ile saray komiseri arasında, İmparatorluk mareşali tarafından gönderilen muhteşem bir atın üstünde Büyükelçi, saray tercümanı, Büyükelçi’nin oğlu, bir imam ve bir kadı arasında yürüyen içoğlanları, subaylar, mühürdar, hazinedar… kâhya, divan efendisi ve Büyükelçi’nin kırmızı bayrağı önünde Türk musikisi icra eden Mehterhane ve üstü kırmızı kumaşla örtülü olup, içinde Padişah’ın İmparator’a sunduğu hediyeleri taşıyan araba yer almış olarak ilerlemişti… heyet, günde beş kez cemaatle namaz kılmış, Büyükelçi her gün öğleden sonra divan kurmuş ve mehterhane gülbank vurmuştur…”.[ii]
IV. Mehmet’in, çetin bir savaşta Alman ordularını epeyce hırpaladıktan sonra yapılan barış antlaşması gereğince, Alman İmparatoru I. Leopold ile karşılıklı yürütülecek elçi mübadelesi işi ve bu mübadelenin gerektirdiği tören, sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Osmanlı padişahının temsilcisi Kara Mehmet Ağa, âdeta 154 yıl önce Kanuni Sultan Süleyman’ın(1495-1566)sonuçlandıramamış olduğu 1. Viyana Muhasarası’nın acısını çıkarırcasına, Alman Devleti’nin başkentine binleri aşan tepeden tırnağa silahlı bir kortej ve büyük çapta bir mehterhane ile girmekte ısrar etmiş ve uzun bir pazarlığa yol açan bu direniş, İmparator I. Leopold’ü hiç de memnun etmemiştir. Nihayet kente elçi ile girecek bayraklı, silahlı ve yeniçerili kortejin sayısının birkaç yüze indirilmesinde anlaşmaya varılabilmiştir. Ne var ki bu sefer de İmparator, Türk Elçisi’nin önünde Osmanlı Mehterhanesi’nin değil, Evliya Çelebi’nin deyimiyle, kendi mehterhanesinin (!), yani imparatorluk borazancılarının yer almasında şiddetle ısrar etmiş, hele bu teklife çok içerleyen Paşa’nın yenilmez direnişi karşısında İmparator bu inadından da vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Şimdi de bu olayı, Kara Mehmed Ağa’nın Sefaretname’si ile Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde yer alan anılar üstünde inceleyerek belgeleyelim. Elçi, kente girişi şöyle anlatmaktadır: “Beç’e [Viyana’ya] vardığımızda, bayraklarımızı açıp, davul ve dümbekleri döğdürerek kente girmemize izin verilmeyip, bugüne dek böyle bir şey yapılmamıştır, bütün kayıtlara baktık, böyle bir şey hiçbir vakit olmadığı için, sizlerin de bundan vazgeçmeniz gerektir diye önlemeye çalıştılar ve imparatorun buna izin vermediğini söylediler. Ama biz de cevabımızda, oraya dostluk ve sevgi için geldik; bu tutumunuzun dostlukla bir ilgisi yoktur; eğer amacınız düşmanlık ise, bu davranışlardan vazgeçin dedik ve isteklerimizde ısrar ettiğimiz için, dilediğimiz gibi harekete uysal davranmak zorunda kaldılar. Surlara iki saat mesafeye kadar yaklaştığımızda, Alman piyade ve süvarileri bizleri karşılamaya geldiler…”.[iii]
Evliya Çelebi ise daha Budin Kalesi’nde iken gözünün önünde olup biten bu çetin tartışmaya Seyahatname’sinde şöyle yer vermektedir: “… Elçi Paşa, maiyetindeki erlerle Budin ahalisine selam vererek ve mehterhanesini kütür kütür döğdürerek üstü açık alıcıya vardıkta, Budin’de atılan toplardan yer gök sarsıldı…”[iv]; “… gene alay halinde mehterhanemizi döğdürerek… varoşta Gülbaba yakınındaki bir saraya yerleştik…”[v]; “…ve hemen bu mahalde kâfirlerin Komoran Kalesi dahi bizim paşa ve askerinin, Osmanlı padişahlarının mehterhanesi işe geçip gittiğini görünce, bir fitille beş yüz pare top atarak kutladı ki, top seslerinden Tuna nehri bile coşup taştı…”[vi].
Evliya Çelebi, İmparator I. Leopold’ün karşı çıkmasına, kuşkusuna ve uzun tartışmalardan sonra varılan anlaşmaya ve Elçi’nin sözlerine, Seyahatname’sinde aşağıda olduğu gibi değinmektedir:
“… ve mehterhanesini çalmasınlar ve benim mehterhanem paşanın önü sıra çalsın… deyince, o anda paşa âdeta ateş kesilip: Bakın kâfirlere, sizin beni bu kentte bir hafta oturtmuş olmanızın aslı, ayrıntısı ve sonucu bu mu imiş. Sizin bu teklifiniz manasızdır, bu davranışınız bize saygınızdan mıdır, yoksa bizleri tahkir kasdiyle mi yapılmıştır dedikte, kâfirler asla, kesinlikle asla, bu cevaplarımızda sultanınıza katiyen bir tahkir kasdı yoktur… dediler”.[vii]Evliya Çelebi bu okdukça sert tartışmanın bir yerinde de Türk Elçisi’ni şöyle konuşturmaktadır: “…ve ben, Mekke, Medine, Kudüs-ü Şerif, Bağdat, Şam ve Halep Padişahı’nın elçisi olayım da niçin Peygamber sancağını açamayayım, niçin mehterhanemi çalmayayım… ben bu sizin teklif ettiğiniz gibi krala gitmem ve Osmanlı padişahlarının kanununu bozmam…”.[viii]
Evliya Çelebi, Elçi Paşa’nın şiddetle direnişinden sonra inadından vazgeçerek, Kara Mehmed Ağa’nın Viyana’ya görenle girme hususundaki azimli kararını olduğu gibi kabul eden İmparator’un Elçi’ye gönderdiği kısa cevaba da Seyahatname’sinde şöyle yer vermektedir: “…Elçi Paşa’nın ne muradı varsa, yüce krallığımca kabul edilmiştir. Sefa geldi, hoş geldi!...”[ix]İmparator’un bu cevabından sonra, Elçi Kara Mehmed Ağa’nın, Evliya Çelebi’ye göre, Mehterhane’sini segâh makamında ve hüdadî üslûbunda icra ettirerek Viyana’ya nasıl girmiş olduğunu açıklayan metin, yukarıda aynen yer almıştır.
Tarihin o dönemlerinde elçi mübadelesi geçici zamanlarla sınırlandırılmış olduğu içindir ki, sadece 9 ay süreyle Elçi Kara Mehmed Ağa’ya yapılacak izaz ve ikramın yürütülmesine memur edilmiş bulunan Saray Müşaviri Lorenzo de Churelichz, İmparator’a sunduğu raporda (30 Mayıs 1665 – 20 Mart 1666) elçilik heyetinin Viyana’ya girişine ve heyetle ilgili birkaç önemli olay ile Elçi’nin 20 Mart 1666’da İstanbul’a dönmek üzere Viyana’dan ayrılışına, aşağıda sırasıyla belirtildiği gibi değinmektedir:
“… Hiçbir büyükelçiye yapılmamış olan parlak bir törenle karşılamak için sayın bakan, Viyana’dan gelen tüm süvari ile karşıcı çıktı… böylece kalkavad (süvari düzeni) yola düzüldü… Büyükelçinin maiyeti ikişer ikişer ve kendilerine özgü boru, zil, zurna gibi Türk çalgılarının ahengi içinde ve önde 3 sancak dalgalanarak geliyordu…”.
Lorenzo de Churelichz, Türk elçilik heyetinin Viyana’ya yerleştikten sonraki müzikle ilgili eylemlerine ve Viyana’dan ayrılışına ise, raporunda aşağıda olduğu gibi değinmektedir: “… Bundan başka Osmanlı elçisi bütün adamlarıyla, istediği yere atlı olarak gitmek için büyük bir özgürlüğe sahip olduğundan ve bu özgürce davranışı, yalnız Viyana kenti ve yöresi için değil, aynı zamanda majestelerinin sarayının önüne kadar sürdürmeye yetkili olmasından ötürü, büyükelçi böylesine bir özgürlükten yararlanarak borular, davul, dümbelekler, zurnalar ve daha başka aletlerle imparatoriçelerin çok sevilen bahçesine ve dinlenme yerlerine kadar gitmiştir…”; “…Artık akşam oluyordu… Büyükelçi bir seccade üstünde namaz kılmak istedi; sonra atlara binilerek tüm maiyetiyle, çalgılar ve borularla imparatoriçenin kapalı pencere arkasında bulunduğu mahalden geçildi…”; “… Sonra majeste imparatorun büyükelçiye vereceği son mülâkata da sıra gelmişti… kesin hareket günü olarak 13 Mart tespit edildi… Büyükelçi, davul, dümbelek, zurna ve borularını çaldırarak ve sancaklarını açtırarak parlak bir törenle yavaş yavaş gemilere doğru hareket etti…”.
Lorenzo de Churelichz, raporunda 299 kişilik elçilik heyetindeki 70 kadar önemli kişinin adlarını ve sıfatlarını da teker teker vermektedir. Ne gariptir ki elde bulunan belgelere göre, heyete katılmış olduğu kesinlikle bilinen Evliya Çelebi’nin adıyla bu listede karşılaşılmamaktadır. Kara Mehmed Ağa’nın Sefaretname’sinde önemle değinmiş olduğu Mehterhane’nin müzikçileri ise, Churelichz’in raporundaki numaralı listede şu sıraya göre yer almış bulunmaktadır:
39- Mehterbaşı (Maestro di capella)
40- Fifrelerin başı
41- Ömer bey, birinci boru
42- Birinci davul,
43- Baş timpanist
44- Baş zilci
45- Öteki müzikçiler (17 kişi)
54- Kornacı ve kornetçi (3 kişi)
Yukarıdaki sıraya göre açıklanan İtalyanca adlı enstrüman türlerine bakılınca, sayıları 26’ya varan mehterhane müzikçilerinin hangi aletleri çalmakta olduklarını ve bu aletlerin Türk musikisindeki adlarını kesinlikle tespite şimdilik imkân sağlanamayacağı açıkça görülmektedir.
Öte yandan Orta Avrupalı besteciler, çeşitli kaynaklardan olduğu kadar, Türklerle karşılaşmalardaki doğrudan etkilenişlerden de yararlanarak opera ya da bale eserleri bestelemişlerdir. Kaldı ki yabancı besteciler, bu tür eserlerde seyyahların gezi notlarından, ressamların İstanbul’da yaptıkları gravürlerden yararlanmışlar, Doğu masallarının ve tarihî olayların etkisi altında da eser vermişlerdir. Bu arada Batılı müzikçilerden, Türklerle ilgili 100’den fazla opera ve bale yazanlar üstünde yaptığım incelemede, II. Viyana Muhasarası’nı izleyen 10 yıl içinde bestelenmiş olan şu dört eserle karşılaşmış bulunuyorum: 1) J.W. Wanek; Kara Mustafa operası, Hamburg 1686; 2) C.F. Pollarolo (1653-1723): İbrahim Sultano (Sultan İbrahim), Venedik 1692; 3) D. Purcell (1660-1717): Ibrahim the Thirteenth Emperor of the Turcs (Türklerin İmparatoru On Üçüncü İbrahim), Londra 1692; 4) R. Keiser (1674-1739): Mahometh II (II. Mehmet), Hamburg 1696.
Batılı bestecilerin Türkler, Türk sultanları, Türk devlet adamları, Türk tarihi ve Türkiye ile ilgili değişik konularda bestelemiş oldukları opera ve bale eserlerinin meydana getirildikleri dönemler, 1686-1925 yılları arasına isabet etmektedir; Türk yaşam ve kültürünün etkisi altında yazılmış olan bu 120 kadar eserin 4 ayrı kategori içinde incelenmesi, eserlerin bestelendikleri süreleri de kapsayan aşağıdaki tablonun ortaya çıkmasına imkân sağlamaktadır:
Konu: Eser adedi: Dönem:
Yıldırım Beyazıt 15 1722-1824
Fatih Sultan Mehmed 6 1791-1892
Kanunî Sultan Süleyman 18 1753-1844
Osmanlı padişahları, 34 1686-1890
devlet adamları v.b.
Türkiye, Türk tarihi ve Türkler 45 1715-1925
Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi, 4 ayrı kategori içinde incelenmeleri mümkün olan 120 kadar eser, konu ve anlam açısından hangi tür eğilimi yansıtırlarsa yansıtsınlar, Türkiye’den Batıya uzanan kültür geçişinin canlı örnekleri olmanın önemini taşımaktadırlar. Bütün bunlar da gösteriyor ki, günümüz Türk kültürü de müziği, edebiyatı, sahnesi ve öteki çeşitleriyle çağdaş kültüre vakit vakit uluslararası planda katkıda bulunabilme gücünden yoksun kalmamaktadır; ve ulusal kültürümüzün, Atatürk reformlarının gösterdiği yolda oluşup gelişmesinin yabancı kültürleri de etkileyeceği ve hattâ karşılıklı kültür alışverişinde zamanla daha da etkili olabileceği bir gerçektir.
Batının büyük bestecileri arasında Türklerle ilgili olarak eser vermiş olanların en başında Mozart ile Beethoven’ın yer almış olmalarının gerekeceği tabiidir. Nitekim Ludwig van Beethoven’in yazmış olduğu birkaç Türk marşından de ötede, en son ve en büyük eseri olan 9. Senfoni’nin finalinde, mehterhaneyi hatırlatan, olağanüstü güzellikte bir Türk müziği bölümü katmış olduğuna yukarıda etraflıca değinilmişti.
Wolfgang Amadeus Mozart’a gelince: Büyük sanatçının, İmparatoriçe Maria Theresa’nın (1717-1780) Osmanlı İmparatorluğu ile kırk yıl sürmüş olan dost geçinme felsefesine ayak uydurarak, çok sayıda Türk ve Türkiye konulu eser vermiş olması, üstünde önemle durulması gereken bir kültür etkilenişi olmanın önemini taşımaktadır. Hattâ sanatçının, Viyana’da birinci elden dinleyebilme fırsatını elde etmiş olduğu Türk musikisinden etkilenerek, Türk Marşı’nı, Saraydan Kız Kaçırma (Die Entführung aus dem Serail) adlı opera ile Sarayda Kıskançlık (La Gelosia del Seraglio) adlı baleyi ve ayrıca Türk Konçertosu (Türkenkonzerto) adlı bir keman konçertosunu bestelemiş olması, Doğudan Batıya kültür geçişinin çok büyük önemi olan üç örneğini vermektedir.
1956 yılında Viyana Üniversitesi ve Avusturya Sanatlar Akademisi’nce, W.A. Mozart’ın 200. Doğum yılı sebebiyle Viyana’da düzenlenen Mozart Kongresi’nde, büyük sanatçının Türklerden esinlenerek yazmış olduğu eserleri, kongreye sunduğum bildirinin odak noktası yapmıştım; bildiride, 1665 yılı Barış Antlaşması gereği IV. Mehmet tarafından Alman İmparatoru I. Leopold nezdine Kara Mehmed Ağa’nın büyükelçi olarak gönderildiğine değinmiş ve elçilik heyetinde yer alan mehterhanenin Viyana halkına, hattâ Viyana’daki büyük bestecilere, 9 ay süreyle Türk müziği dinletmiş olduğunu, Mozart ve Beethoven’ın bile Türkiye’den Orta Avrupa’ya uzanan kültür geçişinden uzak kalmamış olduklarını ispatlayıcı belgeler göstermiştim ve bildirimi şöyle bitirmiştim: “… Wolfgang Amadeus Mozart gibi bir sanat büyüğünün, Türk motiflerinden etkilenerek eserler yazmış olması, sanat adamının çoğu kez siyasal kaygı ve düşüncelerin çok daha ötesine erişebileceğini ispatlar niteliktedir. Onun içindir ki, Mozart sanatında yer alan Türk karakterli eserlerin, yalnız güzel yaratışlar olduklarına değil, aynı zamanda karşılıklı barış, karşılıklı anlaşma ve yaklaşma ideallerinin en güzel örnekleri olduklarına de şüphe etmemek gerekir”.[x]
Görülüyor ki yukarıda gerektikçe değinilen yerli ve yabancı belgelerin kesinlikle ortaya koymuş oldukları gibi, daha çok 16. ve 17. yüzyıllar boyunca Osmanlı Mehterhanesi, müzik bakımından olduğu kadar, çeşitli aletleriyle de Batı müziğini oldukça etkilemiş ve bu ilk elden etkileyiş, bazı Türk müziği aletlerinin Batı bando ve orkestralarında bir süre oldukları gibi yer almalarına ve Batının Mozart ve Beethoven gibi en başta gelen bestecilerinin bile Türk tarih ve kültüründen esinlenerek geniş çapta eserler yazmalarına yol açmıştır.
Ne yazık ki zamanında Batıyı bu derece yakından etkilemiş olan Türk musikisinin, vaktiyle mehterhaneler için hangi bestecilerimiz tarafından değerlendirilmiş olduğunu bilemiyoruz; bu alanda meydana getirilmiş bulunan eserlerin ne türde ve ne tınlayışta olduklarını otantik üslûplarıyla ispatlayacak imkânlardan da tamamen yoksun bulunuyoruz. Ve ne yazık ki geçmişte Osmanlı Mehterhanesi’nden etkilenen Almanya ve Polonya gibi ülkelerin devlet arşivlerinde yaptığım uzun araştırmalarda da Türk Mehter musikisine örnek olacak herhangi otantik bir kayıt şekliyle de henüz karşılaşmamış bulunuyorum. Öte yandan memleketimizde de bu musikiyi orijinal şekliyle tespit edip, gerçek kapsamıyla ve kendine has üslûbuyla dinleyebilme imkânından da henüz yoksun bulunuyoruz. Mehter musikisi olarak arada sırada dinletilen parçaların, vaktiyle Batıyı geniş çapta etkilemiş olan Osmanlı Mehter musikisi ile uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmadığı düşüncesindeyim !
Her şeye rağmen memleketimizde olduğu gibi Batı arşivlerinde de bu konuyla ilgili olarak bundan sonra yapılacak ciddi araştırmalarla, gerekli belgelerin ortaya çıkarılabileceğine inanıyorum ve özellikle Topkapı Sarayı’nda, kütüphanelerimizde ve Batının daha çok Venedik, Viyana, Varşova, Dubrovnik (Ragúsa) ve Saraybosna gibi önemli arşivlerinde bundan böyle yapılacak araştırmaların, Türkiye’den Batıya kültür akımının daha başka yönlerinin de meydan çıkarılmalarına imkân sağlayacağı düşüncesindeyim.
(Tunus, 1980)
İncelemenin yazılmasında başvurulan kitap, belge ve kaynaklar:
-Adler, Guido: Musikgeschichte (Müzik Tarihi), Max Hesses Verlag, Berlin 1930.
-Altar, Cevad Memduh: Wolfgang Amadeus Mozart im Licht Osmanisch-Österreichischer Beziehungen (Wolfgand Amadeus Mozart, Osmanl-Avusturya İlişkileri Açısından), Revue Belge de Musicologie (Belçika Müzikoloji Dergisi), Vol. X, fasc. 3-4, S. 138-148, Bruxelles 1956, publiée avec le concours de la Fondation Universitaire de Belgique (Belçika Üniversite Vakfı’nın yardımıyla basılmıştır).
-Altar, Cevad Memduh: Ludwig van Beethoven, Ölümünün 125. Yıldönümünde, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1953.
-Altuna, Feridun: Batı müzikçileri tarafından Türklerle ilgili olarak bestelenmiş bulunan operaların dünya prömiyerleri listesi (araştırma).
-Babinger, Franz:Mehmed der Eroberer und Seine Zeit (Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı), Verlag F. Bruckmann, München 1953.
-Churelichz, Lorenzo da:Alman İmparatoru I. Leopold’e, Büyükelçi Kara Mehmed Ağa (Paşa) hakkında sunduğu rapor, Viyana 1666, Österreichische Nationalbibliothek, Handschriftensammlung (Avusturya Ulusal Kitaplığı, Elyazmaları Bölümü) cod. No. 8565.
-Encyklopedia Wojskowa (Polonya Ulusal Ansiklopedisi), Warszawa 1932.
-Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Devlet Matbaası, İstanbul 1928, Cilt 7.
-Gazimihal, Mahmut Ragıp:Türk Askerî Mızıkaları Tarihi, Maarif Basımevi, İstanbul 1955.
-Gökalp, Ziya:Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1950.
-Hammer-Purgstall, Joseph von:Geschichte des Osmanischen Reiches (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi), C.A. Hartlebens Verlag, Pesth 1830, Cilt 3.
-Kara Mehmed Ağa (Paşa):Viyana Sefaretnamesi (IV. Mehmet’e sunmuştur) (1666), Fatih Millet Kitaplığı Yazmaları No. 846.
-Kastner, Emerich-Kapp, Julius Dr.:Ludwig van Beethovens Samtliche Briefe(Ludwig van Beethoven’ın Bütün Mektupları), Hesse und Becker Verlag, Leipzig 1923.
-Paumgartner, Bernhard: Mozart, Atlantis Verlag, Zürich 1945.
-Ploetz, Karl: Auszug aus der Geschichte(Tarihten Özetler), Verlag von A.G. Ploetz, Leipzig 1935.
-Schering, Arnold: Tabellen zur Musikgeschichte (Göstergelerle Müzik Tarihi), Verlag von Breitkopf und Hertel, Leipzig 1921.
-Stein, Werner: Kulturfahrplan (Kültür Yolu), F.A. Herbig Verlagsbuchhandlung, München, Berlin, Wien 1977.
-Thayer, A.W.:Ludwig van Beethovens Leben (Ludwig van Beethoven’ın Yaşamı), Breitkopf und Hartel, Leipzig 1917-1923.
-Thomas-San Galli W.A.: Ludwig van Beethoven, R. Piper und Co. Verlag, München MCMXXI.
-Thuasne, L.:Gentile Bellini et Sultan Mohammed II(Gentile Bellini ve Sultan Mehmed II), Ernest Leroux Editeur, Paris 1888.
-Venedik dilinde yazılmış bir mektup (1480), Archivio di Stato Venezia (Venedik Devlet Arşivi), No. 1351.
Arşivler:
-Archivio di Stato Venezia (Venedik Devlet Arşivi)
-Archivum Gowne Akt Dawnych (Devlet Arşivi, Varşova)
-Österreichisches Staatsarchiv, Handschriftensammlung (Avusturya Ulusal Kitaplığı,
[i]Meninski’nin bu konu ile ilgili olarak İmparator’a sunmuş olduğu rapor üzerinde, Viyana Devlet Arşivi’nin Yazmalar Bölümü’nde yaptığım araştırmalardan şimdiye kadar olumlu bir sonuç alamadım, çünkü Hammer’in bildirdiği arşiv numarası, daha sonraki yıllarda yapılan değişiklikler sebebiyle, raporu bulabilmeme imkân sağlayamamıştır.
[ii]Joseph von Hammer-Purgstall: Geschichte des Osmanischen Reiches, Cilt 3, S. 578-580 (C.A. Hartlebens Verlag. Pesth 1840).
[iii]Kara Mehmed Ağa Sefaretnamesi’ndeki metin: “… ve Beç tarafına azimet olundukta bayraklarımız açılması ve tabel ve nakkarelerimizin döğülmesi hususunda suret-i adem-i müsaade gösterüp misli sebk etmiş değildir cümle defterlerimizi yokladık bir vakitte olmamış mutad olmadığı ecilden siz dahi bu daiyeyi bertaraf etmek gereksiz deyu mumanaata ikdam ve çasar tarafından adem-i rıza ilan eylediler lakin biz dahi cevabında biz buraya dostluk ve ızhar-ı muhabbet için geldik eğer ref-i esbab-ı husumet eylediniz ise bu gûna vasfı terk edersiz deyu sözümüzde ısrar gösterdiğimizden naşi naçar bilihtiyar muradımız üzere harekete ızhar-ı suret-i müsaade ve rıza eylediler kal’aya iki saat mesafe mahalden bilcümle piyade ve süvari Nemçe askeri istikbal [ettiler]…”.
[iv]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, S. 192: “… elçi paşa ker-ü feri ile ahali-i budine selam vererek kütür kütür mehterhanesin döğerek üstü açık ılıcaya vardıkta budinden bir yaylım toplar dahi endaht olup, zemin-i asuman lerzenak olup…”.
[vi]Sayfa 202: “… ve hemen bu mahalde küffarın komoran kalesi dahi bizim paşa askerin mehterhane-i al-i osman ile ubur eserken görünce bir fitilden beş yüz pare top-u şadümanî attı kim nehr-i tuna cuş-u huruşa geldi…”.
[vii]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, S. 202: “… ve mehterhanesin çalmasınlar ve benim mehterhanem paşanın önü sıra çalınsın… deyince ol an paşa bir ateş pare olup ider baka kâfirler siz beni bu şehirde bir hafta oturtmanın aslı, fer’i ve neticesi buna mı çıktı bu sizin ettiğiniz teklif-i malâyutaktır, bize tazimen midir yoksa tahkiren midir dedikte kefereler etti haşa, haşa sümme haşa bu cevaplar sultanıma tahkir ola…”.
[viii]“… ve ben Mekke, Medine ve Kudüsü şerif ve Bağdat ve Şam ve Halep padişahının elçisi olam niçin sancak-ı resulüllahı açmam ve niçin mehterhanemi çalmam… bu sizin teklifiniz üzere kırala varmam ve kanun-ı al-i osmanı bozmam…”.
[ix]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, S. 202: “… elçi paşanın ne muradı var ise kıral makbul-ü hümayunum olmuştur. Safa geldin hoş geldin…”.
[x]Cevad Memduh Altar: Wolfgang Amadeus Mozart in Licht Osmanisch-Österreichiscer Beziehungen (Wolfgang Amadeus Mozart, Osmanlı-Avusturya İlişkileri Açısından), Revue Belge de Musicologie (Belçika Müzikoloji Dergisi), Vol. X, faxc. 3-4, S. 138-148, Bruxelles 1956, publiée avec le concours de la Fondation Universitaire de Belgique (Belçika Üniversitesi Vakfı’nın yardımıyla basılmıştır).
[1]Ziya Gökalp: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak; İnkılap Kitabevi, İstanbul 1950.
[1]Buradaki “armonik” terimi, Batı müziğinde majör ve minör sistemlerinin gereği olarak oluşturulmuş bulunan “fonksiyonel-armoni” tekniği ile ilişkili olmayıp, sadece çok-seslilik anlamını karşılamak üzere kullanılmıştır.
[1]Mahmut Ragıp Gazimihal: Türk Askerî Mızıkaları Tarihi, S. 36, Maarif Basımevi, İstanbul 1955.
[1]Mahmut Ragıp Gazimihal: Türk Askerî Mızıkaları Tarihi, S. 37-38, Maarif Basımevi, İstanbul 1955.
[1]Encyklopedia Wojskowa (Polonya Ulusal Ansiklopedisi), Cilt III, S. 619, Warszawa 1932.
[1]Cevad Memduh Altar; Ludwig van Beethoven, Ölümünün 125. Yıldönümünde, S. 41, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1953.
[1]Ludwig van Beethovens samtliche Briefe (Ludwig van Beethoven’in Tüm Mektupları), S. 682, Hesse und Becker Verlag, Leipzig 1923.
[1]Cevad Memduh Altar: Ludwig van Beethoven, Ölümünün 125. Yıldönümünde, S. 39, 40, 41, 43, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1953.
[1]Avusturya Ulusal Kitaplığı Yazmalar Bölümü, cod. 8565, (135 sayfa). Bu büyük raporun eski İtalyancadan Türkçeye çevirisini Sayın Büyükelçi Fehmi Nuza yapmak lütfunda bulunmuştur.
[1]İstanbul Millet Kitaplığı Yazmaları, no. 846 (Fatih).
[1]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, Devlet Matbaası, 1928.
[1]IV. Mehmet’in Bostancıbaşılığını yapmış olup (H. 1075, M. 1664/65) Beylerbeyi payesiyle Büyükelçi olarak Viyana’ya gönderilmiş bulunan (H. 1076, M. 1665/66) Kara Mehmed Ağa (Paşa), Viyana’dan dönüşte, Sipahiler Ağası, daha sonra da sırasıyla Vezir, Serasker, Vali ve Budin Muhafızı olmuş ve Estergon Seraskerliği’ne kadar yükselmiş, başarısızlıkla sonuçlanan İkinci Viyana Muhasarası’ndan sonra, Alman ordusunun Budin muhasarası esnasında şehit düşmüştür (28 Temmuz 1684). Kara Mehmed Ağa, Viyana Sefaretnamesi’nin en sonunda, Viyana surlarının kesin ölçülerini de padişaha bildirmiştir (!).
[1]Sefaretname metni: “… Beç tarafında revane olduk Yanık kalesine karip geldiğimizde derunünde olan piyade ve süvari asker alayla istikbale çıkıp ve biz dahi etba ve avanımızla alay tertibi üzere âlem ve sancaklarımızı açup tabel ve nakkarelerimizi döğdürerek kaleye karip mahalle nüzul olundu…”.
[1]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, S. 192: “… Cümşle asker-i İslam alaya amade olup yedişer kat mehterhane ve cümle cebe… amade dururlar”.
[1]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, S. 246: “… Paşa’yı kâmekâr-ı ba vakar ise zer ender zırh müstağrak olmuş küheylan at üzere rüstemane oturup başında selîmî destarı üzere murassa mürg-ü hüma sorgucu… andan elli çift mehterhaneleri… andan yedişer kat üstad-ı kâmil çalıcı mehterleri segâh makamında ve hüdadî üslûbunda bir hoş pişrev ve fasl edip ubur ettiler…”.
[1]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, S. 246: “…Beç Kalesinin cümle sokakları ve cemi dükkânları ve altışar ve yedişer kat saray-ı alilerinin revzenleri ve dam ve bamları ve cümle şahnişin ve maksureleri adem deryası olup, alayımızı seyr-ü temaşa iderlerdi ve bu hal üzere kale içre bir saatte kâh şimale ve kâh cenuba bizi sokak sokak gezdürüp badehu Beç Kalesinin canib-i şimalindeki üç kat demür kapulardan dışarı gene kütür kütür mehterhanemizi çalarak şehr içi küm küm öterek mezkûr kapudan dışarı çıkıp nehri Tuna üzere… cesirden cümlemiz ubur edip… paşayı konağına konup…”.
[1]Meninski’nin bu konu ile ilgili olarak İmparator’a sunmuş olduğu rapor üzerinde, Viyana Devlet Arşivi’nin Yazmalar Bölümü’nde yaptığım araştırmalardan şimdiye kadar olumlu bir sonuç alamadım, çünkü Hammer’in bildirdiği arşiv numarası, daha sonraki yıllarda yapılan değişiklikler sebebiyle, raporu bulabilmeme imkân sağlayamamıştır.
[1]Joseph von Hammer-Purgstall: Geschichte des Osmanischen Reiches, Cilt 3, S. 578-580 (C.A. Hartlebens Verlag. Pesth 1840).
[1]Kara Mehmed Ağa Sefaretnamesi’ndeki metin: “… ve Beç tarafına azimet olundukta bayraklarımız açılması ve tabel ve nakkarelerimizin döğülmesi hususunda suret-i adem-i müsaade gösterüp misli sebk etmiş değildir cümle defterlerimizi yokladık bir vakitte olmamış mutad olmadığı ecilden siz dahi bu daiyeyi bertaraf etmek gereksiz deyu mumanaata ikdam ve çasar tarafından adem-i rıza ilan eylediler lakin biz dahi cevabında biz buraya dostluk ve ızhar-ı muhabbet için geldik eğer ref-i esbab-ı husumet eylediniz ise bu gûna vasfı terk edersiz deyu sözümüzde ısrar gösterdiğimizden naşi naçar bilihtiyar muradımız üzere harekete ızhar-ı suret-i müsaade ve rıza eylediler kal’aya iki saat mesafe mahalden bilcümle piyade ve süvari Nemçe askeri istikbal [ettiler]…”.
[1]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, S. 192: “… elçi paşa ker-ü feri ile ahali-i budine selam vererek kütür kütür mehterhanesin döğerek üstü açık ılıcaya vardıkta budinden bir yaylım toplar dahi endaht olup, zemin-i asuman lerzenak olup…”.
[1]“… gene alay ile mehterhanemiz döğerek… varoşta gülbaba kapısı kurbünde bir saraya konup…”.
[1]Sayfa 202: “… ve hemen bu mahalde küffarın komoran kalesi dahi bizim paşa askerin mehterhane-i al-i osman ile ubur eserken görünce bir fitilden beş yüz pare top-u şadümanî attı kim nehr-i tuna cuş-u huruşa geldi…”.
[1]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, S. 202: “… ve mehterhanesin çalmasınlar ve benim mehterhanem paşanın önü sıra çalınsın… deyince ol an paşa bir ateş pare olup ider baka kâfirler siz beni bu şehirde bir hafta oturtmanın aslı, fer’i ve neticesi buna mı çıktı bu sizin ettiğiniz teklif-i malâyutaktır, bize tazimen midir yoksa tahkiren midir dedikte kefereler etti haşa, haşa sümme haşa bu cevaplar sultanıma tahkir ola…”.
[1]“… ve ben Mekke, Medine ve Kudüsü şerif ve Bağdat ve Şam ve Halep padişahının elçisi olam niçin sancak-ı resulüllahı açmam ve niçin mehterhanemi çalmam… bu sizin teklifiniz üzere kırala varmam ve kanun-ı al-i osmanı bozmam…”.
[1]Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yedinci Cilt, S. 202: “… elçi paşanın ne muradı var ise kıral makbul-ü hümayunum olmuştur. Safa geldin hoş geldin…”.
[1]Cevad Memduh Altar: Wolfgang Amadeus Mozart in Licht Osmanisch-Österreichiscer Beziehungen (Wolfgang Amadeus Mozart, Osmanlı-Avusturya İlişkileri Açısından), Revue Belge de Musicologie (Belçika Müzikoloji Dergisi), Vol. X, faxc. 3-4, S. 138-148, Bruxelles 1956, publiée avec le concours de la Fondation Universitaire de Belgique (Belçika Üniversitesi Vakfı’nın yardımıyla basılmıştır).