Hayır Ve Şerle Karşı Karşıya Olan İnsan
Diğer semavi dinler gibi İslâm da herşeyden önce insanlığın nefsini terbiye etmek ister. İslam, bu terbiyeyi insandan ayrılmayacak şekilde empoze etmek için çok büyük gayretler sarfeder.
Bütün peygamberlerin risaletine "insanın kendisi" konu olduğu için, her zaman seve seve insanlar onların etrafında toplanmışlardır. Resullerin terbiyesi hayatın zor dönemlerinde yok olacak şekilde boş ve kuru kalıplar değildi. Onlar prensiplerini nefsin derinliklerine yerleştirdiler. Bu esaslar insanların damarlarına işleyecek kadar kuvvet buldu, insandan peyda olacak vesveseleri yok edip hedeflerine ulaşmada onlara yön verdi. Semavi risaletler insanların cemiyet halindeki bunalımlarından ve onların bu bunalımlarından kurtulmaları için gerekli ilaçtan bahsederek, onları huzura kavuşturacak nizamı takdim etti. Cemiyetlerin İslahı için "İyi insan" yetiştirmenin gerekli olduğunu beyan etti. Her medeniyet için "güçlü ahlâk"ın vazgeçilmez esas olduğu şuurunu yerleştirdi.
İlahî terbiyeden yoksun cemiyetlerin idari teşkilatlarında anarşi vardır. İdareyi elinde tutanlar yetkilerini hep kötüye kullanır. Ahlâkça iyi eğitilmiş idareci ise boş gedikleri kapatmaya cemiyeti aydınlatmaya ve gidişatında devamlı iyiliğe yönelmeyi esas alır. Bu insan, kasırga ve fırtınalı zamanlarda da bu esaslara dikkat eder.
İyi bir hâkim, adaletiyle açıklan kapatabilir. Bunun yanında zâlim hakim ise, apaçık kanunları saptırabilir. İşte, insan nefsi de böyledir. O, dünyada vuku bulan olaylar, fikir, rağbet ve maslahatlar karşısında yalpalayabilir. Bunun içindir ki, nefsi ıslah, hayata hayrın hakim kılınması için ilk esastır.
Nefisler terbiye edilmeden ufuklar aydınlanamaz. İnsanlığın halihazırda olan halleri de, gelecekleri de fitne ve desiselerden kurtulamaz. Onun için Cenab-ı Zülcelal şöyle buyurur:
"Muhakak ki Allah bir topluma verdiği nimeti onlar kendilerindeki iyi hali fenalığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da Allah bir kötülük diledi mi artık onun geri çevrilmesine hiçbir çare yoktur." (41)
Kur'an kötü milletlerin helak oluş sebeplerini şöyle îzah eder. "(Evet bunların gidişi) Firavun ve hanedanıyla onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar Allah'ın ayetlerini (inkar ile) kafir olmuşlardı da, O da kendilerini, günahları yüzünden yakalamıştı. Çünkü Allah en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetindir.
Bunun hikmeti şudur: "Bir kavim nefislerinde olan (iyi hali) değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir ve şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işiticidir, kemâliyle bilicidir."(42)
İslâm, nefisleri terbiye meselesine iki açıdan bakar:
1. İnsan tabiatında hayra meyyal olan bir taraf vardır. Onun için devamlı hayır yapmak ister, hayrı elde edince sevinir. Serden de üzüntü duyar. Hak ile hayatının huzur ve rahatını bulur.
2. Yine insan nefsinde onu doğru yoldan sapıtabilecek bazı düzensiz kuvvetler vardır. Bu kuvvetler bazen şerri hayır gösterip sahibini uçuruma yuvarlar.
İslam bu iki kuvvetin varlığını hiçbir zaman gözden uzak tutmaz ve eğitimini ona göre yapar. İslam yine bilir ki, insan bunlardan hangisine teslim olursa onu o yöne doğru çeker.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Herbir nefis ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki, onu tertemiz yapan kişi muhakkak umduğuna ermiş, onu alabildiğine örten kişi ise elbette ziyana uğraımştır."(43)
İslâm'ın bu konuda yaptığı, insan fıtratını kuvvetlendirip nurlandırmak ve hayra sevkedebilmek için her imkanı seferber etmektir. Böylece nefis de devamlı kendisiyle çekişen kötülük vesvesesinden kurtulmuş olur.
İslam kendini tüm lekelerden uzak, hâlis fıtrat dini olarak vasıflandırır ve insanların ona yönelmesini emreder.
"O halde (Habibim) sen yüzünü (hakiki) bir müslüman olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiçbir şey) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğubilmezler."(44)
Gözün vazifesi kör değilse görmek, kulağın ki işitmek, fıtratın vazifesi de suyun yüksekten akışı gibi hakka, kemâl ve fazilete koşmaktır. Evet, nefse lekeler bulaşıp yaratılışından uzaklaşmadıkça yakışan budur.
Nefislerine musallat olan kir ve lekeler, geçmiş asırların birikmiş pisliğinden veya helak olmuş kavimlerin taklidinden başka birşey değildir.
Her ikisi de beşer fıtratı için çok büyük tehlikelerdir. Gerçek ıslahatçıların esas cihadı bu pislikleri yok etmek ve insan fıtratını bu lekelerden kurtarmaktır. Tâki insanlık bu sayede esas gayesine yönelsin ve vazifesini idrak etsin.
Yukarıda, Rum Suresi'nin 30. âyetinde islâm dininin fıtrat dini olduğunu okumuştuk. Bu âyetten hemen sonra şu âyetle karşı karşıya kalırız:
"Hepiniz ona dönün, ondan korkun, namazı dosdoğru kılın, müşriklerden olmayın."
(O müşrikler) ki onlar dinlerini darmadağınık etmişler, fırka fırka olmuşlardır. (Bunlardan) her zümre, yanlarında olanla böbürlenicidirler. (45)
Küfür değil îman... Fısk-u Fücur değil takva... Ayrılık değil, inananların birliği... İşte insanı dosdoğru yaratılışa (fıtrata) götürecek nasihat ve öğütler...
İnsan ancak bunlarla huzur ve felaha erişir. Bunlarla çekişmelerden, hırs ve tamahların çatışmasından, sırtlanlar gibi birbirini yemekten kurtulur.
Kur'an bunu şu şekilde ifade eder: "Biz, hakikat insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edipte güzel amellerde bulunanlar müstesna..."(46)
Ayette bahsedilen güzel şekilden maksat hakkı bilip ona sarılmaktır. Onun gerektirdiğini yapmak ta fazilet ve şereftir. Bunları ise nefsinde ve insanlarla olan alakalarında tatbik kemâlin zirvesi ve hayatta herşeye adaletin hakim olması demektir.
Fakat çok kişiler heva ve hevesine uyup kemal zirvesinden inip yere çakılmak ta, çok derin uçurumlara yuvarlanmaktadır, İşte "Esfel-i sâfilin" bu önünü göremiyen zavallılar içindir. Cenab-ı Hak'ın onları gönderişi hidayet ve adalet kanunlarına uygundur. Bu kanunlar çok adil ve incedir. Bunları, alemlerin yaratıcısı şu ayetlerde izah buyurmuştur:
"Allah bir kavme hidayet ettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirinceye kadar onların sapıklığına (hükm) edecek değildir. Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir."(47)
"Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri ayetlerimi (idrak)den çevireceğim. Onlar her ayeti görseler ona inanmazlar, akl-ı selim'in yolunu (doğru yolu) görseler de onu bir yol edinmezler. (Fakat azgınlığın yolunu görürlerse (yol diye işte) onu edinirler! Bu âyetlerimizi yalan saydıklarından, onlardan gafil olmalarındandır. "(48)
Bu sefil dünyada temiz yaratılışını muhafaza edip, çirkefliğe bulaşmayan kimdir? Bunun cevabını şu ayet veriyor:
"İman edip iyi ameller işleyenler müstesna. "(49)
Bu izahlar ile îman ve iyi amellerin semeresinin iyi ahlâk olduğunu anlamış oldun, İşte İslâm'ın temiz insan fitratı ve onu kuvvetlendirme karşısındaki tavrı budur.
Kötü huylar karşısındaki tavrı ise şudur: insana öğüt verir, isteklerine gem vurur, akl-ı selim ve temiz fıtrat kaidelerine boyun eğdirir.
İnsanda bulunan bazı kötü hususiyetlere Resul-ü Ekrem şöyle işaret etmektedir:
"İnsan ihtiyarladıkça iki haslet onunla devam eder: Hırs ve Tûl-i emel"(50)
"İnsanda en büyük kötülük, aşırı cimrilik ve fenâ korkaklıktır."(51)
"İnsanoğlunun altın dolu bir vadisi olsa, ikincisini, buna sahip olsa, üçüncüsünü temenni eder. Topraktan başkası insanoğlunun gözünü doyurmaz. Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. "(52)
Kur'an da bu hasletlerin bazısına işaret eder: "Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara (deve, sığır, koyun, keçi gibi) hayvanlara, ekinlere, olan ihtiraskarane sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının geçici birer fâidesidir. Allah (a gelince) nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği onun nezdindedir."(53)
İslâm'ın dikkat çektiği hakikat şudur: Nefsin hevasına uymak, vesvesesine cevap vermek ne nefsi doyurur, ne de Hakk'ı razı eder. Nefis bir yerde arzuladığını buldu mu hemen ordan başka yere atlamak ister. O dâimi olarak günah bataklığında olduğu halde, zulmü ve kötülükleri irtikab ettiğine aldırış etmez.
Kur'an haram olan hevadan men eder... " Ve hevaya tabi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır. Muhakkak ki Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttuklarından kendilerine çok şiddetli bir azab vardır." (54)
Kur'an, kâfirlerin takip ettikleri yolu ve müslümanların bunlara muhalefet etme gereğim de şöyle beyan eder.
"Eğer Allah, onların hevalarına tabi olsaydı, göklerle yer ve bunlarda olanlar muhakkak fesada uğrardı. Hayır biz onlara izzet ve şerefleri olan Kur'an'ı getirdik de onlar şereflerinden yüz çeviriyorlar."(55)
Nefsin haram olan istekleriyle mubah olanları karıştırmamak gerek. Dindar kesimin çoğu bu iki hususu büyük bir hata olarak karıştırırlar, insanın makul dünya imkanlarından faydalanmasında bir sakınca yoktur, insanın içindeki bu makul isteklerin sakıncalı olduğuna inanmak hatadır. Böyle bir inanç mâkul ihtiyaçları yaparken bile insana cinayet işliyormuş hissi verir.
İnsan devamlı kötülük içinde bulunduğuna inanırsa ve kötülüğün hayatının bir cüz'ü olduğunu kabul ederse bunun sonucu olarak daha kötü münkerlere bulaşıp onları gerçek ve kaçınılması imkânsız şeyler olarak kabul etmeye başlar. Kur'an buna dikkat çekmiş ve sarih olarak nefsin faydalı isteklerini mubah kılmış, güzel ve hoş nimetlerin kullanılmasına geniş çapta izin vermiş, güzel ve temiz rızıklardan faydalanmayı mahzurlu görmeyi ve mubahları haram ve dar çerçeveler içerisinde kabullenmeyi kötülük ve çirkinliğe eş bir hareket olarak kabul etmiştir. Allah (c.c.) bu hususta:
"Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helal ve temiz olmak şartıyla yeyin. Şeytanın izini tâkib etmeyin. Çünkü o hakikaten apaçık bir düşmandır. Şeytan size ancak kötülüğü, haksızlığı ve Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder..'(56)
Evet, helal ve hoş rızıklan mahzurlu kabul etmek, delilsiz olarak Allah'a iftira etmektir. Bu ise, şeytanın emri olan kötülük ve çirkinliğin tâ kendisidir. İslâm çirkin vesilelerle nefsi bu nimetlerden mahrum kılmayı kerih gördüğü gibi, başıboş bir israfın da karşısındadır. İnsan her hususta orta yolu takip etmelidir. Allah Resulü (s.a.v.):
"İşlerin hayırlısı orta olanıdır" buyurarak bu esası perçinlemişlerdir.
İyi fıtratı destekleyen esaslar îman ve salahta olduğu gibi, çılgın arzuları düzenleyen esaslar da îman ve salahtadır. Yoksa küfür, herşeyi mubah görmek veya herşeyi haram görmekte değildir. Her iki durumda da nefsi kontrol ancak kuvvetli bir ahlâk ile mümkündür.
Kur'an insanı zaa'f, tereddüt ve bencillikle vasıflandırırken, bunlardan kurtulmanın da dinin emirleriyle mümkün olabileceğini hatırlatır.
"Gerçekten insan haris ve cimri olarak yaratılmıştır. Kendine bir zarar dokunduğu zaman feryadı basar. Ona hayır isabet edince de kıskanç olur. Namaz kılanlar müstesnadır. Namaz kılan o kimseler ki, onlar namazlarında devamlıdırlar. Onlar ki mallarında belirli bir hak vardır, hem dilenenin hem de iffetinden dilenmeyen için. Onlar ki, hesap gününü tasdik ederler. Onlar ki, Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü Rablerinin azabından emin bulunulmaz. Onlar ki avret yerlerini korurlar."(57)
Malumdur ki, ahlâk durup dururken nefis içinde oluşmaz, insanlarla birlikte olgun olarakta doğmaz. Bilakis o, zamanla çeşitli merhalelerle oluşur ve olgunlaşır, îşte ahlâkın, olgunlaşabilmesi için tekrarlanması gereken işlere bağlı olmasının sırrı budur. Namaz, oruç, âhirete îman ve Allah azabından korkma gibi devam isteyen amellerde bu tekrar için vazgeçilmez unsurlardır. Madem ki kötü huy sahibini devamlı kötü yollarda sürüklemek ister. O halde bu devamlı şerrin tehlikesi muvakkat ilaç ve tedbirlerle önlenemez.
Böyle tehlikeli gidişatı ancak kendisinden kuvvetli bir âmil durdurup, aralarındaki muvazeneyi te'min edebilir.
Hülâsa, islâm insanın pak olan fıtratına Önem verir ve bu fıtratın terbiyesini gerekli bulur. insana başı boş ve gereksiz isteklerden uzak durmayı öğütler. Onun karşısına dosdoğru bazı hudutlar çizer.
Şu bilinmelidir ki, islâm'ın emrettiği tüm ibâdetler bizi yüce ahlak, doğru yol ve istikâmete ulaştırmadıkları müddetçe esas maksatlarına vâsıl olmamışlar ve yerlerine oturtulup, hakkıyla yapılmamışlardır....
______________(41)er Râd, 11
(42) Enfal, 52-53
(43) eş-Şemsi,7-10
(44) er-Rûm, 30
(45) er-Rum, 31-32
(46) Tin, 4-6
(47) Tevbe, 115
(48) Araf, 146
(49) Tin, 6
(50) Müslim, Tirmizi, Zühd, 21
(51) Ebû Davud, Cihad, 22
(52) Buhâri, Tirmizi,, Zühd,
(53) AI-i Imran, 14
(54) es-Sâd, 26
(55) Mü'minun, 71
(56) Bakara, 168-169
(57) el-Mearic, 19-20
Bütün peygamberlerin risaletine "insanın kendisi" konu olduğu için, her zaman seve seve insanlar onların etrafında toplanmışlardır. Resullerin terbiyesi hayatın zor dönemlerinde yok olacak şekilde boş ve kuru kalıplar değildi. Onlar prensiplerini nefsin derinliklerine yerleştirdiler. Bu esaslar insanların damarlarına işleyecek kadar kuvvet buldu, insandan peyda olacak vesveseleri yok edip hedeflerine ulaşmada onlara yön verdi. Semavi risaletler insanların cemiyet halindeki bunalımlarından ve onların bu bunalımlarından kurtulmaları için gerekli ilaçtan bahsederek, onları huzura kavuşturacak nizamı takdim etti. Cemiyetlerin İslahı için "İyi insan" yetiştirmenin gerekli olduğunu beyan etti. Her medeniyet için "güçlü ahlâk"ın vazgeçilmez esas olduğu şuurunu yerleştirdi.
İlahî terbiyeden yoksun cemiyetlerin idari teşkilatlarında anarşi vardır. İdareyi elinde tutanlar yetkilerini hep kötüye kullanır. Ahlâkça iyi eğitilmiş idareci ise boş gedikleri kapatmaya cemiyeti aydınlatmaya ve gidişatında devamlı iyiliğe yönelmeyi esas alır. Bu insan, kasırga ve fırtınalı zamanlarda da bu esaslara dikkat eder.
İyi bir hâkim, adaletiyle açıklan kapatabilir. Bunun yanında zâlim hakim ise, apaçık kanunları saptırabilir. İşte, insan nefsi de böyledir. O, dünyada vuku bulan olaylar, fikir, rağbet ve maslahatlar karşısında yalpalayabilir. Bunun içindir ki, nefsi ıslah, hayata hayrın hakim kılınması için ilk esastır.
Nefisler terbiye edilmeden ufuklar aydınlanamaz. İnsanlığın halihazırda olan halleri de, gelecekleri de fitne ve desiselerden kurtulamaz. Onun için Cenab-ı Zülcelal şöyle buyurur:
"Muhakak ki Allah bir topluma verdiği nimeti onlar kendilerindeki iyi hali fenalığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da Allah bir kötülük diledi mi artık onun geri çevrilmesine hiçbir çare yoktur." (41)
Kur'an kötü milletlerin helak oluş sebeplerini şöyle îzah eder. "(Evet bunların gidişi) Firavun ve hanedanıyla onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar Allah'ın ayetlerini (inkar ile) kafir olmuşlardı da, O da kendilerini, günahları yüzünden yakalamıştı. Çünkü Allah en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetindir.
Bunun hikmeti şudur: "Bir kavim nefislerinde olan (iyi hali) değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir ve şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işiticidir, kemâliyle bilicidir."(42)
İslâm, nefisleri terbiye meselesine iki açıdan bakar:
1. İnsan tabiatında hayra meyyal olan bir taraf vardır. Onun için devamlı hayır yapmak ister, hayrı elde edince sevinir. Serden de üzüntü duyar. Hak ile hayatının huzur ve rahatını bulur.
2. Yine insan nefsinde onu doğru yoldan sapıtabilecek bazı düzensiz kuvvetler vardır. Bu kuvvetler bazen şerri hayır gösterip sahibini uçuruma yuvarlar.
İslam bu iki kuvvetin varlığını hiçbir zaman gözden uzak tutmaz ve eğitimini ona göre yapar. İslam yine bilir ki, insan bunlardan hangisine teslim olursa onu o yöne doğru çeker.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Herbir nefis ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki, onu tertemiz yapan kişi muhakkak umduğuna ermiş, onu alabildiğine örten kişi ise elbette ziyana uğraımştır."(43)
İslâm'ın bu konuda yaptığı, insan fıtratını kuvvetlendirip nurlandırmak ve hayra sevkedebilmek için her imkanı seferber etmektir. Böylece nefis de devamlı kendisiyle çekişen kötülük vesvesesinden kurtulmuş olur.
İslam kendini tüm lekelerden uzak, hâlis fıtrat dini olarak vasıflandırır ve insanların ona yönelmesini emreder.
"O halde (Habibim) sen yüzünü (hakiki) bir müslüman olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiçbir şey) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğubilmezler."(44)
Gözün vazifesi kör değilse görmek, kulağın ki işitmek, fıtratın vazifesi de suyun yüksekten akışı gibi hakka, kemâl ve fazilete koşmaktır. Evet, nefse lekeler bulaşıp yaratılışından uzaklaşmadıkça yakışan budur.
Nefislerine musallat olan kir ve lekeler, geçmiş asırların birikmiş pisliğinden veya helak olmuş kavimlerin taklidinden başka birşey değildir.
Her ikisi de beşer fıtratı için çok büyük tehlikelerdir. Gerçek ıslahatçıların esas cihadı bu pislikleri yok etmek ve insan fıtratını bu lekelerden kurtarmaktır. Tâki insanlık bu sayede esas gayesine yönelsin ve vazifesini idrak etsin.
Yukarıda, Rum Suresi'nin 30. âyetinde islâm dininin fıtrat dini olduğunu okumuştuk. Bu âyetten hemen sonra şu âyetle karşı karşıya kalırız:
"Hepiniz ona dönün, ondan korkun, namazı dosdoğru kılın, müşriklerden olmayın."
(O müşrikler) ki onlar dinlerini darmadağınık etmişler, fırka fırka olmuşlardır. (Bunlardan) her zümre, yanlarında olanla böbürlenicidirler. (45)
Küfür değil îman... Fısk-u Fücur değil takva... Ayrılık değil, inananların birliği... İşte insanı dosdoğru yaratılışa (fıtrata) götürecek nasihat ve öğütler...
İnsan ancak bunlarla huzur ve felaha erişir. Bunlarla çekişmelerden, hırs ve tamahların çatışmasından, sırtlanlar gibi birbirini yemekten kurtulur.
Kur'an bunu şu şekilde ifade eder: "Biz, hakikat insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edipte güzel amellerde bulunanlar müstesna..."(46)
Ayette bahsedilen güzel şekilden maksat hakkı bilip ona sarılmaktır. Onun gerektirdiğini yapmak ta fazilet ve şereftir. Bunları ise nefsinde ve insanlarla olan alakalarında tatbik kemâlin zirvesi ve hayatta herşeye adaletin hakim olması demektir.
Fakat çok kişiler heva ve hevesine uyup kemal zirvesinden inip yere çakılmak ta, çok derin uçurumlara yuvarlanmaktadır, İşte "Esfel-i sâfilin" bu önünü göremiyen zavallılar içindir. Cenab-ı Hak'ın onları gönderişi hidayet ve adalet kanunlarına uygundur. Bu kanunlar çok adil ve incedir. Bunları, alemlerin yaratıcısı şu ayetlerde izah buyurmuştur:
"Allah bir kavme hidayet ettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirinceye kadar onların sapıklığına (hükm) edecek değildir. Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir."(47)
"Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri ayetlerimi (idrak)den çevireceğim. Onlar her ayeti görseler ona inanmazlar, akl-ı selim'in yolunu (doğru yolu) görseler de onu bir yol edinmezler. (Fakat azgınlığın yolunu görürlerse (yol diye işte) onu edinirler! Bu âyetlerimizi yalan saydıklarından, onlardan gafil olmalarındandır. "(48)
Bu sefil dünyada temiz yaratılışını muhafaza edip, çirkefliğe bulaşmayan kimdir? Bunun cevabını şu ayet veriyor:
"İman edip iyi ameller işleyenler müstesna. "(49)
Bu izahlar ile îman ve iyi amellerin semeresinin iyi ahlâk olduğunu anlamış oldun, İşte İslâm'ın temiz insan fitratı ve onu kuvvetlendirme karşısındaki tavrı budur.
Kötü huylar karşısındaki tavrı ise şudur: insana öğüt verir, isteklerine gem vurur, akl-ı selim ve temiz fıtrat kaidelerine boyun eğdirir.
İnsanda bulunan bazı kötü hususiyetlere Resul-ü Ekrem şöyle işaret etmektedir:
"İnsan ihtiyarladıkça iki haslet onunla devam eder: Hırs ve Tûl-i emel"(50)
"İnsanda en büyük kötülük, aşırı cimrilik ve fenâ korkaklıktır."(51)
"İnsanoğlunun altın dolu bir vadisi olsa, ikincisini, buna sahip olsa, üçüncüsünü temenni eder. Topraktan başkası insanoğlunun gözünü doyurmaz. Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. "(52)
Kur'an da bu hasletlerin bazısına işaret eder: "Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara (deve, sığır, koyun, keçi gibi) hayvanlara, ekinlere, olan ihtiraskarane sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının geçici birer fâidesidir. Allah (a gelince) nihayet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği onun nezdindedir."(53)
İslâm'ın dikkat çektiği hakikat şudur: Nefsin hevasına uymak, vesvesesine cevap vermek ne nefsi doyurur, ne de Hakk'ı razı eder. Nefis bir yerde arzuladığını buldu mu hemen ordan başka yere atlamak ister. O dâimi olarak günah bataklığında olduğu halde, zulmü ve kötülükleri irtikab ettiğine aldırış etmez.
Kur'an haram olan hevadan men eder... " Ve hevaya tabi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır. Muhakkak ki Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttuklarından kendilerine çok şiddetli bir azab vardır." (54)
Kur'an, kâfirlerin takip ettikleri yolu ve müslümanların bunlara muhalefet etme gereğim de şöyle beyan eder.
"Eğer Allah, onların hevalarına tabi olsaydı, göklerle yer ve bunlarda olanlar muhakkak fesada uğrardı. Hayır biz onlara izzet ve şerefleri olan Kur'an'ı getirdik de onlar şereflerinden yüz çeviriyorlar."(55)
Nefsin haram olan istekleriyle mubah olanları karıştırmamak gerek. Dindar kesimin çoğu bu iki hususu büyük bir hata olarak karıştırırlar, insanın makul dünya imkanlarından faydalanmasında bir sakınca yoktur, insanın içindeki bu makul isteklerin sakıncalı olduğuna inanmak hatadır. Böyle bir inanç mâkul ihtiyaçları yaparken bile insana cinayet işliyormuş hissi verir.
İnsan devamlı kötülük içinde bulunduğuna inanırsa ve kötülüğün hayatının bir cüz'ü olduğunu kabul ederse bunun sonucu olarak daha kötü münkerlere bulaşıp onları gerçek ve kaçınılması imkânsız şeyler olarak kabul etmeye başlar. Kur'an buna dikkat çekmiş ve sarih olarak nefsin faydalı isteklerini mubah kılmış, güzel ve hoş nimetlerin kullanılmasına geniş çapta izin vermiş, güzel ve temiz rızıklardan faydalanmayı mahzurlu görmeyi ve mubahları haram ve dar çerçeveler içerisinde kabullenmeyi kötülük ve çirkinliğe eş bir hareket olarak kabul etmiştir. Allah (c.c.) bu hususta:
"Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helal ve temiz olmak şartıyla yeyin. Şeytanın izini tâkib etmeyin. Çünkü o hakikaten apaçık bir düşmandır. Şeytan size ancak kötülüğü, haksızlığı ve Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder..'(56)
Evet, helal ve hoş rızıklan mahzurlu kabul etmek, delilsiz olarak Allah'a iftira etmektir. Bu ise, şeytanın emri olan kötülük ve çirkinliğin tâ kendisidir. İslâm çirkin vesilelerle nefsi bu nimetlerden mahrum kılmayı kerih gördüğü gibi, başıboş bir israfın da karşısındadır. İnsan her hususta orta yolu takip etmelidir. Allah Resulü (s.a.v.):
"İşlerin hayırlısı orta olanıdır" buyurarak bu esası perçinlemişlerdir.
İyi fıtratı destekleyen esaslar îman ve salahta olduğu gibi, çılgın arzuları düzenleyen esaslar da îman ve salahtadır. Yoksa küfür, herşeyi mubah görmek veya herşeyi haram görmekte değildir. Her iki durumda da nefsi kontrol ancak kuvvetli bir ahlâk ile mümkündür.
Kur'an insanı zaa'f, tereddüt ve bencillikle vasıflandırırken, bunlardan kurtulmanın da dinin emirleriyle mümkün olabileceğini hatırlatır.
"Gerçekten insan haris ve cimri olarak yaratılmıştır. Kendine bir zarar dokunduğu zaman feryadı basar. Ona hayır isabet edince de kıskanç olur. Namaz kılanlar müstesnadır. Namaz kılan o kimseler ki, onlar namazlarında devamlıdırlar. Onlar ki mallarında belirli bir hak vardır, hem dilenenin hem de iffetinden dilenmeyen için. Onlar ki, hesap gününü tasdik ederler. Onlar ki, Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü Rablerinin azabından emin bulunulmaz. Onlar ki avret yerlerini korurlar."(57)
Malumdur ki, ahlâk durup dururken nefis içinde oluşmaz, insanlarla birlikte olgun olarakta doğmaz. Bilakis o, zamanla çeşitli merhalelerle oluşur ve olgunlaşır, îşte ahlâkın, olgunlaşabilmesi için tekrarlanması gereken işlere bağlı olmasının sırrı budur. Namaz, oruç, âhirete îman ve Allah azabından korkma gibi devam isteyen amellerde bu tekrar için vazgeçilmez unsurlardır. Madem ki kötü huy sahibini devamlı kötü yollarda sürüklemek ister. O halde bu devamlı şerrin tehlikesi muvakkat ilaç ve tedbirlerle önlenemez.
Böyle tehlikeli gidişatı ancak kendisinden kuvvetli bir âmil durdurup, aralarındaki muvazeneyi te'min edebilir.
Hülâsa, islâm insanın pak olan fıtratına Önem verir ve bu fıtratın terbiyesini gerekli bulur. insana başı boş ve gereksiz isteklerden uzak durmayı öğütler. Onun karşısına dosdoğru bazı hudutlar çizer.
Şu bilinmelidir ki, islâm'ın emrettiği tüm ibâdetler bizi yüce ahlak, doğru yol ve istikâmete ulaştırmadıkları müddetçe esas maksatlarına vâsıl olmamışlar ve yerlerine oturtulup, hakkıyla yapılmamışlardır....
______________(41)er Râd, 11
(42) Enfal, 52-53
(43) eş-Şemsi,7-10
(44) er-Rûm, 30
(45) er-Rum, 31-32
(46) Tin, 4-6
(47) Tevbe, 115
(48) Araf, 146
(49) Tin, 6
(50) Müslim, Tirmizi, Zühd, 21
(51) Ebû Davud, Cihad, 22
(52) Buhâri, Tirmizi,, Zühd,
(53) AI-i Imran, 14
(54) es-Sâd, 26
(55) Mü'minun, 71
(56) Bakara, 168-169
(57) el-Mearic, 19-20
Prof. Muhammed Gazali