30 Ocak 2012

ATATÜRK’ÜN BELIKESİR PAŞA CAMİİ’NDE OKUDUĞU HUTBE

ATATÜRK’ÜN BELIKESİR PAŞA CAMİİ’NDE OKUDUĞU HUTBE

Allah (c.c) birdir, şanı büyüktür.(1) Allah’ın selâmeti, âtıfeti ve hayrı üzerinize olsun.

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Cenab-ı Hak (c.c) tarafından insanlara hakâyık-ı dîniyeyi tebliğe memur ve resul olmuştur.

Kanun-i Esâsi, cümlemizce malumdur ki, Kur’an-ı Azimü’şan’daki husûstur. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dînimiz, son dindir, ekmel dindir.

Çünkü bizim dînimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tecafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânîn-i tabiiye-i ilâhiye beyninde tezat olması icabederdi. Çünkü bilcümle kavânîn-i kevniyyeyi yapan Cenâb-ı Hak’tır.

Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber (s.a.v) mesaisinde iki dâra, yani iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah2ın (c.c) evi idi. Millet işlerini Allah’ın (c.c) evinde yapardı.

Efendiler, câmiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.

Câmiler, ibadet ve itaatle beraber din ve dünya için neler yapmak gerektiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlıbaşına faaliyette bulunmak elzemdir.

İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istiyorum. Millî emelleri, millî iradeyi yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin meyvesinden ibarettir.

Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.(2)

Kaynak:
(1) Kur’an-ı Kerim: İhlas- 112- “De ki: O Allah birdir.”
(2) “Atatürk’ün 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir’in paşa Câmii’ndeki okuduğu hutbe.

“TÜRK MİLLETİ DAHA DİNDAR OLMALIDIR.”Meşhur Fransız gazetecisi Maurice Perno’nun “Revue de Monde” dergisinde Cumhuriyet’in ilânından önce “Din ve Hilâfet”le ilgili olarak Atatürk’le yaptığı röportaj aşağıda verilmiştir.

“Mustafa Kemal Paşa, bütün eşyası bir kanepe iki koltuktan ibaret olan küçük bir odada elini masaya dayamış, ayakta duruyordu. Bana elini uzattı, oturmam için yer gösterdi. Ve bir sigara ikram etti. Nazikâne bir hareketle beni dinlemeye hazır olduğunu işaret etti.”

(…)

- Maurice Perno: Şu hâlde yeni Türkiye’nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak mı demek?
- Atatürk: “Siyasetimiz dine aykırı olmak şöyle dursun, dîni bakımından eksik bile hissediyoruz.”
- Maurice Perno: Zat-ı asilâneleri düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar mı?
- Atatürk: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dînim… bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye’ye istiklâlini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sûni, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu câhiller, bu âcizler sırası gelince aydınlanacaklardır.

Eğer ışığa yaklaşmazlarsa kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”

Kaynak: 1- Mustafa BAYDAR, Atatürkle Konuşmalar, s. 83-87
2- Sadi BORAK, Atatürk ve Din, s. 91-92
“TEMELİ ÇOK SAĞLAM BİR DİNİMİZ VAR.”

“1930 yılının Temmuz ayında, Ankara Halkevinde toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nin son günlerinde, Darülfünun profesörleri, liselerin, orta mekteplerin hocaları bu kongreye davet edilmişlerdi.

Toplantı bir hafta sürmüştü. Kongreye katılan davetliler yani tezler, fikirler ve müşahedelere dayanarak ortaya çıkmışlar, birçok kitap ve kaynak meydana koymuşlardı. Bu kongrede Avram Galanti, Sami Rıfat, Raşit Galip, Zeki Velidi ve Sadri Maksudi arasında hayli tartışmalar olmuş, birçok hakikatler meydana çıkmıştı. Atatürk’ün etrafını sarmış olan hocalar gelişi güzel sorularla Atatürk’ü adete bir baskı atlına almış bulunuyorlardı.

Muallimlerden biri Atatürk’e:

- Paşam! Birçok Avrupalı muharrirler yazdıkları eserlerinde sizi diktatör diye vasıflandırıyorlar. Buna ne buyurursunuz?...” diye bir soru sormuştu.

Atatürk bu suale gayet soğukkanlılıkla ve gülerek şu cevabı verdi.

- Ben diktatör değilim ve heveslisi de olmadım. Benim diktatör olmadığıma şuradan hüküm veriniz, eğer ben diktatör olsaydım siz bana bu suali soramazdınız!” diye zarif ve çok makul bir cevap vermişlerdi.

Başka bir muallim de şöyle bir soru sormuştu:

- Paşam! Din lüzumlu bir şey midir? Hilâfetin kaldırılması iyi mi olmuştur?

Atatürk bu soruya gayet sakin bir tavırla hemen şu cevabı vermişti:

- “Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletin dev***** imkan yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din Allah ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Softaların din simsarlığına müsaade edilmemelidir… Dinden maddî menfaat temin edenler menfur kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.”

Hilâfete gelince:

İşin garibi bazı arkadaşlardan bilhassa hariçten bana hilâfet teklifi vaki olmuştur. “Siz hilafet olunuz.” Demişlerdi. Ben bu teklife daima gülerek cevap verdim. Hilâfet lüzumsuz ve hatta zararlı bir müessese hâline gelmişti. Bundan beklenilen gaye tahakkuk etmemiştir. Birinci Cihan Harbi’nde gördük: Müslümanlar halife ordusuna karşı harp ettiler!.. Suriye’de arkadan vuranlar olmuştur!.. Bunlar halifeye bağlı Türk askerlerini şehit etmişlerdir. Hilâfet faydalı halini muhafaza etmiş olsaydı, Müslüman âleminin buna uygun hareket etmeleri icap ederdi.

Dinle, hilâfeti birbirinden ayırt etmek lazımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise, ikincisi o kadar lüzumsuz bir hâl almıştır.Hilâfeti lâğvettiğimiz günden bugün e kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel misal değil midir?(1)

Atatürk yine dînimizde ilgili şu mükemmel açıklamayı söylüyor:

“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dînimizin buyruklarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz.”

“Her fert, dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur…”

Nasıl ki, her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahiplerini yetiştirmek lâzım ise, dînimizin gerçek felsefesini tektik, bilimsel ve fenî telkin kudretine sahip olacak güzîde ve gerçek büyük alimler dahi yetiştirecek yüksek kurumlara malik olmalıyız.
“ALLAH’IN (C.C) HERKESİN KAFASI KADAR BÜYÜKTÜR.”

“ (…)

Atatürk bir gün etrafındakilere:

- Bana Allah’ın büyüklüğünü anlatır mısınız?.. dedi.

Suale muhatap olan zevat düşünmüşler ve sonra birer birer, Allah’ı nasıl anlayabildiklerini izaha başlamışlar...

Bunları büyük bir dikkatle dinleyen Atatürk, şu cevabı vermiştir:

“Hepiniz Allah’ı ayrı ayrı görüyor ve büyütüyorsunuz… Anlaşılan Allah herkesin kafası kadar büyüktür.

Kaynak: Kılıç Ali. Atatürk’ün Hususîyetleri, s. 96

ATATÜRK’ÜN HZ.MUHAMMED (S.A.V) HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİAtatürk’ün, İslâm dîni ve Hz. Peygamber’den (s.a.v) sitayişle ve hürmetle bahsettiği pek çok konuşması vardır. Hz. Peygamber’den bahsederken “Cenab-ı Peygamber Efendimiz (s.a.v)”, “Fahr-ı kâinat Efendimiz(s.a.v)” ve onun dönemi söz konusu olduğu zaman da “Peygamberimiz(s.a.v) zaman-ı saadetlerinde” diyerek söze başlardı. Saltanatın kaldırılması nedeniyle devamlı olarak suçlanan Atatür; 30 Ekim 1922 tarihli meclis müzakerelerinde yaptığı bir konuşmada, Hz. Peygamber’den (s.a.v) sonra gelen râşid halifelerin devlet başkanlığına seçilme usullerine temas etmiş ve konuşmanın bir bölümünde o gecenin Mevlit Kandiline isabet ettiğini belirtmiş ve Hz. Peygamber(s.a.v) hakkında şu cümleleri serdetmiştir:

“…Bugün o gündür, filhakika Arabi tarihlerinde bu akşam doğum gününün tamam yıldönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı tesadüftür (inşallah sadaları). Hz. Muhammed (s.a.v) çocukluk ve gençlin günlerini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nûrânî, sözü rûhânî, rüşd-i rü’yette bedelsiz, sözüne sadık, hilm-ü mürüvetçe başkalarına üstün olan Muhammed Mustafa (s.a.v), evvela bu hususî ve bu mümtaz vasıflarıyla kabilesi içinde “Muhammed’ül- Emin” oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvyet, kırk üç yaşında risalet geldi. Fahr-i âlem Efendimiz nâmütenâhî tehlikeler içinde, sonsuz mihnetler karşısında yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini kurmaya ait peygamberlik vazifesini ifâya muvaffak olduktan sonra vâsıl-ı a’la-yı alliyîn oldu.(vefat etti.) Atatürk, başka bir konuşmasında Hz. Peygamber(s.a.v) hakkında şöyle diyor:
“O, Allah’ın (c.c.) birinci ve en büyük kuludur.
Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor…
Benim, senin adın silinir; fakat
O sonsuza kadar, Ölümsüzdür.”
YAZDIĞI KİTAPTA HZ.MUHAMMED’İ (s.a.v) KÖTÜLEYEN ZATIN DEVLET MEMURLUĞUNA SON VERİLİŞİ

Hakikat-i Tasvir gazetesinde, Bedir cengi münasebetiyle, Atatürk’ün Hz. Peygamber’e (s.a.v) hayranlığını anlatan bir yazıda M. Şemseddin Günaltay’ın bir hatırasını şöyle nakletmektedir:

“İslâmların, Kureyş kafilesine karşı en büyük ve mühim zaferi olan Bedir cengi, Peygamberlerin en sonu ve en büğüyü olan Hz. Muhammed’in (s.a.v), aynı zamanda pek büyük bir asker ve başbuğ olduğunu da ispat etmiştir.

Bu muazzam zaferin hikayesine başlamadan evvel, o zaferin askerlik bakımından büyük ehemmiyetini ve Peygamberimizin (s.a.v) bu savaşı sevk ve idarede gösterdiği askerî dehâyı, asrımızın en büyük askerlerinden biri olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ağzından dinleyelim:

Hadisenin şâhidi bulunan ve bizzat Atatürk’ün muhâtabı olan rahmetli tarihçi ve İslâm bilginlerinden Şemseddin Günaltay, Konya’da bir parti kongresinde yaptığı pek mühim ve tarihî bir konuşmada, Atatürk’ün Bedir cengi ve yüce Kahramanı hakkındaki hayranlığını şöyle anlatmıştı:

- Atatürk’ün birer asker kaçağı yuvası hâlini alan medreseleri kapatmasının ve dinimizi cehâletin ve yobazlığın elinden kurtarmak için giriştiği hayırlı inkılâbın mânâsını kavrayamayan bir takım kimseler, o büyük adamın dini akidelerinden şüpheye düşmüşlerdi.

Bu sırada, aydın geçinen tanınmış bir zat da , bu yanlış kanaate düşerek, güya Atatürk’ün gözüne girmek gayretine düşmüş ve mutaassıp bir İslâm düşmanı tarafından, İslâmiyet ve Hz. Muhammed (s.a.v) aleyhine yazılmış bir paçavrayı Türkçeye tercüme edip Atatürk’ün mütelâa ve tasvibine arzetmiştir. O esnada Dolmabahçe Sarayı’nda oturmakta olan Atatürk, bu esere şöyle bir göz gezdirdikten sonra, hemen Şemseddin Günaltay’ın Erenköyü’ndeki köşküne telefon ettirerek kendisini acele saraya davet etmiş ve mahut tercümeyi göstererek:

- Hocam, şu kitabı gördünüz mü? Bu kitaba ne dersin?

Diye sorması üzerine, bu ani sual karşısında ne cevap vereceğini şaşıran üstad da bir an için Atatürk’ün dîni akîdesi hakkında tereddüde düşmüş, acaba kitap hakkında hakiki kanaati nedir, nasıl bir cevap verebilirim, diye aklından geçirmiş ve nihayet:

- Paşam, birkaç gün müsaade buyurunuz da, tetkik edeyim, deyip evine dönmüştür.

Üstadın cevabını sabırsızla bekleyen Atatürk, günün birinde acele bir emirle, hocayı Dolmabahçe Sarayı’na çağırtmıştır. Burada sözü üstada bırakalım ve hikayeyi kendi ağzından dinleyelim:

- Dolmabahçe Sarayı’na acele celb edildiğim gün, beni doğru Atatürk’ün huzuruna çıkardılar, Atatürk, büyük bir masanın başında Başvekili İsmet Paşa ile karşı karşıya oturuyorlar ve önlerindeki haritaya eğilmişler, dikkatle bir şeyler tetkik ediyorlardı.

Ben içeri girince, başını kaldırıp gözlerimin içine bakan Ata hemen sordu:

- Kitabı tektik ettiniz mi, fikriniz nedir? Dedi.

Artık tereddüde lüzum ve imkan kalmamıştı, ne olursa olsun dedim ve tercümeyi Atatürk’ün önüne koyarak:

- Ele alınacak şey değil, bir fâcia, Paşam !

Diye cevap vermeye kalmadan, Atatürk yerinden fırlayıp parladı ve Başvekile dönerek:

- “Bu paçavrayı toplatın ve tercümeyi yapan (…) Bey’i de, devlet hizmetinde kullanılmamak üzere hükümet kapısından uzaklaştırın”, diye emretti. Atatürk’ün denizlerden renk alıp veren gözleri, masanın üzerinde serili haritaya dikildi ve beni kolumdan tutarak masanın başına çekip parmağını bir noktaya dikti. Bu kendi elleriyle çizdikleri bir askerî harita idi ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) büyük Bedir Cengi’ni adım adım gösteriyordu.

- Hz. Muhammed’e ve Onun peygamberliği kadar, büyük askerî dehasına hayran olan eşsiz Sakarya galibi, Bedir galibini göklere çıkarırken onun Hak Peygamber (s.a.v) olduğundan şüphe edenlere cevap olarak:

- “Şu haritaya baksınlar ve Bedir destanını okusunlar, diye heyecanlandı. Ata’nın son sözü şu olmuştu:

- Hz.Muhammed’in bir avuç imanlı Müslümanla mahşer gibi kalabalık ve alabiline zengin Küreyş ordusuna karşı Bedir Meydan Muharebesi’nde kazandığı zafer, fâni insanların kârı değildir. Onun peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır. Diye gözlerini uzak çöllere ve kutlu topraklara doğru çevirdi.

Atatürk’ün, tarihte kendilerini takdir ettiği ve hayran kaldığı mümtaz kişiler yok değildi. Mesela 3 Mart 1924 Selim’den “Hazret-i Yavuz” diye bahsetmiştir.

En çok takdir ettiği kumandan Timur’du.

- “O sizin yerinizde olsa yaptıklarınızı yapabilir miydi?” diye soran birine:

- Bunu bilemem, fakat ben olsaydım onun yaptıklarını yapamazdım. Demiştir.

Kendisinin en hayran olduğu kimse sorulduğunda şüphesizdi hep “Hz. Muhammed (s.a.v)” derdi. Onun devlet kurmaktaki yeteneğine hayrandı. “Zira O, hiç yoktan devlet kurmuştu.” Derdi. Başka bir zaman, Orgeneral Fahreddin Altay’ın, Atatürk’e Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında sorduğu bir soruya geldiği cevap:

Bir gün kendisine sordum:

- “Hz. Muhammed (s.a.v) hakkındaki fikirleriniz nedir?”

Tek kelime cevap verdi.

- “SAMİMİDİR.”

Kaynak: Hilmi YÜCEBAŞ, Atatürk’ün N. F. Hatıraları, s. 41

“EY ARKADAŞLAR! ALLAH (C.C.) BİRDİR.”

Atatürk, 30 Ekim 1922 tarihinde Meclis’te yaptığı bir konuşmasında peygamberlerin gönderilişindeki ilâhî usûl, dînimizin son din ve Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v) son peygamber oluşundaki hikmet hakkında şöyle diyor:“Ey Arkadaşlar! Allah (c.c) birdir, büyüktür. Âdât-ı ilâhiyyenin tecelliyâtına bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde mütalâa olunabilir. İlk devir, beşeriyetin sabâvet ve şebâbet devridir. İkinci devir, beşeriyetin rüşt ve kemal devridir. Beşeriyetin, birinci devrinde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından maddî vasıtalarla dahi kullarıyla, iştigali, lâzime-i ülûhiyyetten addeylemiştir. Onlara Hz. Adem aleyhisselâmdan itibaren mazbut ve gayr-ı mazbut bildirilen ve bildirilmeyen nâmutenâhî denecek kadar çok nebîler, peygamberler ve resuller gönderilmiştir.

Fakat Peygamberimiz (s.a.v) vasıtasıyla en on hakâyık-ı dîniyye ve medeniyyeyi verdikten sonra artık beşeriyetle bilvâsıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. Beşeriyetin derece-i idrâk, tenevvür ve tekemmülü, her kulun doğrundan doğruya ilhâmat-ı ilahiye ile temas kabiliyetine vâsıl olduğunu kabul buyurmuştur. Bu sebeplerdir ki, Cenâb-ı Peygamber (s.a.v), Hâtemü’l Enbiyâ olmuştur ve kitabı, kitab-ı ekmeldir.

“Efendiler, bu dünyada en az yüz milyonu geçen büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin dünya üzerindeki genişliği nisbetinde tarih sahasında da bir derinliği vardır.

Efendiler, bu derinliği iki ölçekle ölçelim: Birinci ölçü tarihten evvelki zamana ait ölçüdür. Bu mukayeseye göre Türk milletinin atası olan Turk namındaki insan, Nuh alehisselâmın oğlu Yafes’in oğlu olan kişidir.

Tarih devrinin ilk döneminde biz de hoşgörü gösterelim. Fakat en belirli, en maddî ve katî tarihî delillere dayanarak açıklayabilir ki Türkler on beş asır evvel Asya’nın göbeğinde büyük devletler kurmuş, insanlığın her türlü yeteneğini belirten bir unsurdur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden bu Türk devleti ecdadımız olan Türk milletinin kurduğu bir devletti.

Efendiler, yine malûmdur ki dünya yüzünde yüz milyonluk bir Arap kitlesi vardır ve bunların Asyaî kısmı Ceziretü’l Arap’ta toplu olarak mevcuttur. Nübüvvete mahzar ve resalet olan fahr-i âlem efendimiz (s.a.v) bu Arap kitlesi için Mekke’de dünyaya gelmiş mübarek bir vücuttu.

Son peygamber olan Hz. Muhammed Mustafa sallâllahualeyhisellem, bin üç yüz doksan dört sene evvel Rumî nisan içinde ve rebiyülevvel ayın on ikinci Pazar gecesi gün doğmadan, sabaha doğru tan yeri ağarırken doğdu.

Bugün o gündür. Filhakika Arabî tarihlerde bu akşam doğum günün tam yıl dönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı bir tesadüftür. (inşallah sadaları) Hazret-i Muhammed (s.a.v) çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nuranî, sözü nuranî, rüşt-i rüyette bedelsiz, sözüne saık, hilm-ü mürüvvetçe başaklarının üstünde olan Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v), evvelâ bu hususî ve mümtaz vasıflarıyla kabilesi içinde “Muhammed-ül emin” oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet ve kırk üç yaşında risalet geldi.

Fahr-i âlem efendimiz (s.a.v) sonsuz tehlikeler içinde, sonsuz mihnetler karşısında yirmi sene çalıştı. Ve İslâm dinini kurmaya ait peygamberlik vazifesini ifaya muvaffak olduktan sonra “vâsıl-ı ilây-ı aliyyîn” (vefat) etti.

Atatürk, “Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dînimizin buyruklarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz.” Derken Allah ile kul inancı arasına girenleri bu tahtlarından indirmiş, ama kendisi o tahta oturmamıştır. İslâmi açıdan da doğru olan yapmıştır.. Ama etmekten uzak kaldılar ve Atatürk’ü eski alışkanlıkları ve zihniyetleriyle değerlendirmeye kalktılar. Zaten bugün Atatürk’ü İslâmiyet’e değer verdi ya da İslâmiyet’e değer vermedi şeklinde bir değerlendirmenin içine sokmak yanlıştır. Atatürk’ü İslami açıdan değerlendirmek gerekiyorsa bu değerlendirmeyi kurduğu düzende bir kişinin dinini ne derecede öğrenip öğrenemediğine ve din ve vicdan özgürlüğünün bulunup bulunmadığına bakarak yapmak gerekmektedir. Bu açıdan da bakıldığı zaman Atatürk, İslâmiyet’in her açıdan yaşanıp öğrenilmesine uygun düşecek devrimler de yapmıştır. Atatürk, kendi yıktığı düzenin tabularını da yıkarken aslında tabulaştırmayı kendiliğinden getiren bir zihniyeti de ortadan kaldırmıştır.

Kaynak: Cemâl El-Benna. Kur’an Devrimi, Çev- Dr. Âdem Akın – Rıza Müftüoğlu
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V) VE ATATÜRKAhmet Kayhan Dedeyi bilenler bilirler… Yüz yedi yaşından öteye giden büyük bir Hak ehli idi.

Yayınladığı eserleriyle ve yetiştirdiği öğrencileriyle hizmetini sürdürüyor. Atatürk ile ilgili görüşlerini sizinle paylaşmak istiyorum. İşte…

Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve Mustafa Kemal Atatürk:

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ağzından çıkan ayet ve hadislerin pek çoğu Türk İstiklâl Harbi’nin mimar, Ulu Önder Atatürk tarafından inançla benimsenmiş ve tekrar edilmiştir. Atatürk’ün gerek büyük Nutuk’ta ve gerekse birçok konuşmanının ayet ve hadis meâlindeki sözleri içermesi, onun dinine ve Peygamber Efendimiz’e meâlindeki sözleri içermesi, onun dinine ve Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) olan bağlılığını ve onun yolunda yürüdüğünü göstermesi bakımından son derece önemlidir.
- “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.” Hz. Muhammed (s.a.v)
- “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız.” Hz. Muhammed (s.a.v)
- “İlim mü’minin yitik malıdır, nerede bulursa alır.” Hz. Muhammed (s.a.v)
- “İlim kadın ve erkek her müslümana farzdır.” Hz. Muhammed (s.a.v)
- “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir.” Mustafa Kemal Atatürk
- “Mü’min elinden ve dilinden diğer insanların emin olduğu kimsedir.” Hz. Muhammed (s.a.v)
- “En iyi kişi, kendinden çok, ait olduğu toplumu düşünen, onun varlığının ve mutluluğunun korunmasına kendisini adayan kişidir.” Mustafa Kemal Atatürk
- “Yurtta sulh, cihanda sulh.”Mustafa Kemal Atatürk
- “İnsanlar bir tarağın dişleri gibidirler.”Hz. Muhammed (s.a.v)
- “Milletler, bir vücudun organları gibidir.”Hz. Muhammed (s.a.v)
- “Vatan sevgisi imandandır.” Hz. Muhammed (s.a.v)
- “Millet sevgisi kadar büyük mükâfat yoktur.” Mustafa Kemal Atatürk
- “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” Mustafa Kemal Atatürk
- “Yüksek Türk, senin için yükselmenin sınırı yoktur.” İşte parola budur. Mustafa Kemal Atatürk
- “İslâm akıl dînidir. Çünkü dînimiz akla, mantığa, hakikate tamamen uyuyor.” Mustafa Kemal Atatürk
- “Mü’min erkekler ve kadınlar, birbirinin dostlarıdır.” Hz. Muhammed (s.a.v)
- “Bizim dînimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir.
Mustafa Kemal Atatürk
- “Camiilerin mukaddes minberleri, ruhanî, ahlâkî gıdaların en yüksek, en verimli kaynaklarıdır.” Mustafa Kemal Atatürk
“Câmiiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Câmiiler, ibadet ve itaatle beraber din ve dünya için neler yapabilmek gerektiğini düşünmek, yani konuşup tartışmak danışmak için yapılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk
- “Bir savaştan dönüşte Hz. Muhammed (s.a.v), asıl büyük cihat şimdi başlıyor demiş..” Nasıl olur efendim? Diyenlere şöyle cevap vermiştir:
-“Asıl cihat insanın nefsiyle olan mücadelesidir.”

- “Kurtuluşumuz tamamlandı. Asıl kurtuluş kültür ve medeniyette gerekli ilerlemeyi sağlamaktır. Mustafa Kemal Atatürk

Kaynak: Namık Kemal ZEYBEK, Tercüman 2004
ATATÜRK’ÜN KUR’AN-I KERİM İLE İLGİLİ ÇALIŞMALARI



“HAK DİNİ KUR’AN DİLİ ADLI MUHTEŞEM
ESER, ATATÜRK’ÜN İSTEĞİ İLE ELMALILI
HAMDİ YAZIR HOCA EFENDİ TARAFINDAN
TAM 12 YILDA HAZIRLANMIŞTIR.

NEDEN KUR’AN-I KERİM’İN TÜRKÇE TEFSİRİNİ YAPTIRDI?

“Türklerin dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır.

Türk Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde neler var bilmiyor, bilmeden tapınıyor!

Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.”

Türkçe hutbenin tamamı ilk defa Hâfız Sadettin Kaynak tarafından 1932 yılında İstanbul’da Süleymaniye Câmii’nde okunmuş ancak bu uygulama memnuniyet verici olmadığı için ısrar edilmemiştir. Çünkü Arapçadaki konsonatların Türkçede olmayışı, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe okunması halinde, orijinalindeki ses armonisini vermesi mümkün olmamıştır.
Kaynak: Kur’an-ı Kerim: İsra XVII-36, “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül hepsi ondan sorumludur.

ATATÜRK DÖNEMİNDE “KUR’AN-I KERİM” İLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR

Cumhuriyetin ilânından sonra “Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmesini istemesinin asıl amacı, Türk milletinin Kur’an-ı Kerim’in mânâsını lâfzı ve ruhu ile daha iyi anlamasını sağlamaktır.

Cumhuriyetin ilânından sonra “Kur’an-ı Kerim”in Türkçe tefsiri üzerinde büyük bir faaliyet göze çarpmaktadır. Nitekim Hâdimli Mehmet Vehbi Efendi’nin 15 ciltlik “Hulâsatü’l- Beyan fil Tefsîri’l Kur’ân” isimli 10 ciltlik eseri de dahil olmak üzere, cumhuriyetin ilk onbeş yılında, Kur’an-ı Kerim’in tercüme ve tefsirine dair yazılıp neşredilen eser sayısı dokuza varmaktadır. Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim ile ilgili yaptığı çalışmalar, milletimiz açısından gerçek manada bir Kur’an devrimidir. 21 Şubat 1925 tarihinde TBMM’de, yapılan bütçe görüşmelerinde dîni yayınlar üzerinde de durulmuş, Kur’an-ı Kerim meâl ve tefsirinin, hadis-i şerif tercümelerinin devlet imkânlarıyla yaptırılması kararlaştırılmıştır. Bu iş için Diyanet İşleri Bakanlığı bütçesine 20.000 lira ek ödenek konulmuştur. Başlangıçta bu meâlin Mehmet Âkif Ersoy, tefsirin ise Emalılı M. Hamdi Yazır tarafından yapılmasına karar verilmiş, ancak Mehmet Âkif Ersoy bilahare bu görevden imtina ederek verilen avansı tekrar iade etmiştir. Dolayısıyla hem meâl hem de tefsir yazma işi, Emalılı M. Hamdi Yazır Hoca tarafından yapılmıştır. Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın hazırladığı 9 ciltlik “Hak Dîni Kur’ân Dili: Yeni Meâli Türkçe Tefsir” 1935 yılında, Kâmil Miras tarafından hazırlanan “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi” adlı 12 ciltlik hadis tercümesi de 1928 yılın Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmiştir.

Atatürk’ün Kur’an’ın Türkçeye tercüme ve tefsir edilmesine verdiği önemi, namazda Kur’an’ın Türkçesini okutmak istediği gibi kasta dayalı itham edenler vardır. Bu yorumu yapan zatın diğer bir iddiası da “Atatürk’ün câmilere enstürmantal müzik sokmak isteyeceğinden şüphe etmediği” varsayımdır! Hatta Mehmet Âkif Ersoy’un Kur’an’ın Türkçe meâlinin, Kur’an’ın aslı yerine namazda okutulması ihtimali üzerine, meâlden vazgeçtiği veya yaptığı meâli yaktığı ileri sürülür. Atatürk’ün, Türkçe olarak yapılmasını istediği ibâdet hayatı ile ilgili hususlar bellidir. Bunlar ezan, ikamet, tekbir, salâ ve hutbedir. Hutbenin vaaz ve nasihat kısmı zaten Türkçe yapılmaktadır. Arapça olarak okunan duâ kısmıları da dahil olmak üzere, hutbenin tamamı Türkçe olarak, bir defa, Hâfız Sadettin Kaynak tarafından ve Atatürk’ün emri ile 1932 yılında İstanbul’da Süleymaniye Câmii’nde okunmuş; ancak yapılan uygulama memnuniyet verici olmamış ki, üzerinde ısrar edilmemiştir.

Buna mukabil Atatürk’ün, namazda Kur’an’ın Türkçesini okuttuğuna veya okutmak istediğine dair ne bir uygulama, ne bir direktif ve ne de bir vesika vardır. Namazda Kur’an’ın Türkçe okutulacağı veya câmiye enstrümantal müzik sokulacağı istikametindeki yorumlar, Atatürk’ün fikrinden ziyade, bu iddiaları ileri sürenlerin şahsî görüş, yorum veya temennilerden ibaret kalmaktadır.

Atatürk dinin siyaset aracı hâline getirilmesine karşı mücadele etmiştir. İtikat ve ibadet manzumesi olarak dinine asla müdahâle etmediği gibi ilmî zeminde gelişmesine gayret etmiştir. Bazı noktalarda yapılan müdahâleler Arap kültürünün, Türk kültürü üzerinde asırlarca devam etmiş olumsuz etkilerine son vermek amacıyla yapılmıştır. Asıl hedef din değil, Arap gelenek, görenekleri ve yanlış inanışlarıdır.

Atatürk’ün emri ile câmilerde Kur’an-ı Kerim’in Türkçe meâli okunmuştur. Fakat bu, namazda değil, namazdan önce veya sonra, vaaz ve nasihat mahiyetinde ve Kur’an-ı Kerim’in aslı okunduktan sonra, bu okunan kısmın Türkçe meâlini anlatmak maksadıyla yapılmış bir uygulamadır. Nitekim bu uygulama ve çalışmalara katılanların anlattıklarından bu durum açıkça anlaşılmaktadır. Bu uygulamaya ilk defa başlanacağı zaman, o zamanki Maârif Vekili Reşit Galip Bey, bu işte görevlendirilecek hafızları çağırıyor ve Dolmabahçe Sarayı’nda onlara şöyle diyor:

“Câmilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız. İşte size birer tane Kur’an-ı Kerim veriyoruz. Evet bu tercüme belki iyi değildir. Çünkü Arapçadan Fransızcaya ve ondan da Türkçeye tercüme edilmiştir. Bununla beraber, Ankara’da daha iyi bir Kur’an tercümesi yapılmaktadır.”

Atatürk’ün de bu tercüme hakkında;

“Ben bugün tetkik ettim. Bu tercümenin yanlışlığı ortaya çıktı. Sahih bir tercüme elde edinceye kadar bu işi bırakalım… Bu tercümeyi bırakalım, Mehmet Âkif’in tercümesini alalım.” Sözünden, Reşit Galip Bey’in Ankara’da yaptırıldığını söylediği tercümenin, Diyanet İşleri Bakanlığı vasıtasıyla Mehmet Âkif Ersoy’a yaptırılan meâl çalışması olduğu anlaşılmaktadır. Atatürk’ün tetkik edip yanlışlığına kanaat getirdiği tercüme, Kazimriski’nin Fransızca Kur’an tercümesinden Cemil Said’in “Kur’an-ı Kerim Tercümesi” adı ile Türkçeye çevirdiği tercümedir. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe meâlinin câmilerde okutulması ile ilgili uygulamayı, bu çalışmaya katılanlardan Hâfız Sadettin Kaynak şöyle anlatıyor:
“Atatürk’ün arzusu, Kur’an’ın Türkçesinin de aslı gibi makam ve lahin ile okunması merkezinde idi. Fakat bu, bir türlü olmuyordu. Çünkü tercüme nesirdi. Bununla beraber, iyi bir nesir de değildi.

(…)

Kur’an’ın kendisine has olan nefes alma için secavendleri, seci’ ve kafiyeye benzeyen fakat seci’ ve kafiye olmayan, şiire benzeyen, fakat şiir olmayan, nesre benzeyen fakat nesir olmayan, sözün kısası, her şeyiyle, her haliyle, metni gibi okunmasının da bir mucize oluşundan ileri geliyordu. Türkçe tercümesinde bu vasıflarının hiçbiri yoktu ve bir türlü olmuyordu.

Türkçe, hitabet dili olarak çok kuvvetli idi. Bununla beraber Türkçede makamla bir nesri okumak çok acayip bir şey oluyordu.

(…)

Ertesi sene Atatürk, Ankara’dan İstanbul’a bir Ramazan için gelmişlerdi. Bu sene, câmilerde halka Türkçe Kur’an okuma tecrübeleri uygulanmaya başlandı. Bu işte çalışacak olan arkadaşlara birer vesika verdirildi. Ben Fatih Câmii’nde okumaya memur edilmiştim. Ve hitabet tarzında okuyordum. Bir gün Fâtih Camii2nde Kuran-ı Arapça okuyup bitirdikten sonra cemaate hitaben:

- Dinlediğiniz surenin şimdi Türkçesini de okuyacağım dedim. Ve Fâtır sûresinin tercümesini okumaya başladım. Cemaat bu okuyuştan çok mütehassis ve memnun oldular.

- “Aman Hâfız Efendi, biraz daha oku! Diyerek bu hitabet tarzında okuyuşun çok yerinde ve muvafık olduğunu söylediler, Allah râzı olsun, ne güzel oldu, dînimizn ne dediğini anladık, Allah’ne (c.c) buyurmuş öğrendik.” Dediler.

O gece sarayda bütün hâfızlar toplandık. Çok davetliler de vardı. Bunlar Türkçe Kur’an okunması tecrübesinde bulunmak üzere çağrılan kimselerdi. Saz heyeti de vardı.

Tecrübeyi uygulayacak olan hâfızlar Süleymaniye müezzini Kemal, Beşiktaş’lı Rıza, Sultan Selim’li Rıza, Fahri, Burhan, Nuri, Yaşar ve ben. Saz heyeti arasında Selânikli Kanuni Mustafa, Mısırlı İbrahim, Kemani Nobar vardı. Mecliste iki erkekle bir de kadın bulunuyordu. Tercüme etmeye başladık. O sırada ayağa kalkarak o gün Fatih Câmii’ndeki hâdiseyi, halkın hitabet tarzında okunuşu memmuniyetle nasıl karşıladıklarını Atatürk’e arzettim. Cevaben:

- “Öyle ise o şekilde tecrübeler yapalım.”

Buyurdular. Ve Kur’an tercümesinden Fâtiha sûresini açıp Kemal’e uzattılar. Kemal okudu. Olmadı.” Ver, ben okuyayım.” Buyurdular. Ve okudular.. Sonra bu sureyi, sıra ile, orada bulunanlara okuttular. Fakat hiçbirisinin okunmasını beğenmediler. Çünkü Türkçe nasıl hitabet edilir, bunun usûlünü ve inceliklerini arkadaşlar içinde bilen ve Atatürk’ün istediği şekilde okumaya muktedir olan kimse yoktu. Sıra bana geldi. Ben de en sonda ve Atatürk’ün sol tarafında oturuyordum. Okudum.

“İşte böyle okuyunuz, böyle istiyorum.”

Buyurdular. Tekrar bana dönerek:

- “Sana bir yer göstereyim orasını oku.” Dediler. Gösterdiği yer Nisâ’ sûresinde hurmet-i musâhere ayetinin (23. Âyet) tercümesi idi. Bu âyette “ve en tecmaû beyne’l- uhteyni illâ mâ kad selef: innalhâhe kâne ğafûra’r- rahîma”

Şöyle tercüme edilmişti:

“İki hemşireyi (iki kız kardeşi) nikâh etmeyiniz. Bir emr-i vâki olmuş ise Allah (c.c) gafûr ve rahîmdir.”

Burada Atatürk yüksek sesle:

- “Konya’ya git, orada karının hemşiresini bilmeden al. Sonra da, bir emr-i vâki oldu, Allah (c.c.) gafûr ve rahîmdir, de ha! Bu bir heyezandır!” dedi. Bu sözler ve bu anlatış üzerine herkes derin bir sükûta ve acı bir korkuya düşmüştü. Ben ayağa kalkarak:

- Atatürk’üm, burası yanlış tercüme edilmiştir. Ayetin asıl tercümesi şöyledir: Diyerek anlatmağa çalıştım ve şunları sözlerime ilâve ettim.

- İki hemşireyi bir zamanda nikâhınızda bulundurmayınız. Ancak birini bıraktıktan, yahut öldükten sonra ötekini alınız.

“Bir emr-i vâki olmuş ise” değil.

“İllâ mâ kad selef”

Kur’ân’ın nüzûlündan yani İslâmiyetten önce vaki olan evlenmeler müstesnadır. Bunlardan dolayı Cenab-ı Hak(c.c) sizleri muhatap tutmaz. Gafûr ve rahîm olan Allah(c.c), bu müsaadesiyle, bu evsafta bulunan birçok kadınların kocasız kalmasını müeddî olacak hareketi affediyor, diye de izah ettim.

Atatürk bu izahatimi sonuna kadar alâka ile dinledi ve hiçbir şey söylemediler:

- “Bu gece bu kadarla iktifa edelim, musiki faslına geçenlim.”
Buyurdular.

Ertesi gece yine huzurlarına çağrıldım. İsmet Paşa da orada idi. Beni yanına oturttu ve:

- “Dün geceki bahsi bir daha anlat.” Dedi. Anlattım

- “Senin dediğin doğru imiş. Ben bugün tetkik ettim, elimizde bulunan tercümenin yanlışlığı ortaya çıktı. Sahih bir tercüme elde edinceye kadar bu işi bırakalım.” Buyurdular.

Yine Ramazandan sonra bir gece idi. Atatürk, bütün ordu müfettişlerini davet etmişti. O gece Hasan Cemil Bey vasıtasıyla:

- Sadettin, ordu müfettişlerine Kur’an’dan bir hitabe irâd etsin. Lüzum görürse hazırlansın. Tarzında bir emir tebliğ edildi. Meclisten ayrıldım. Kur’an’daki muharebeye ve askerliğin faziletine ve şehitliğin yüksek mertebesine dair olan bazı ayetlerin tercümelerini yazdım. Ben bunlarla meşgulken Atatürk, Hasan Cemil Bey’i iki defa bulunduğum yere göndermiş ve:

- Daha hazırlanmadı mı? Biraz çabuk olsun! Buyurmuştu.

Bir çeyrek saat içinde hazırlandım. Tamam haberini verdim. Meclis’te, masa başında Atatürk’ün tam karşısına düşen bir yer seçtim. Atatürk’ün iki tarafında ordu müfettişlerinden Ali Sait, Fahrettin ve Şükrü Naili ve daha bazı paşalarla huzuru mutad zatlar ve diğer birçok misafirler vardı. Ve yirmi kişiye yakın da saz heyeti bulunuyordu.

Hitabeye, Atatürk’üm ve Kahraman Türk Ordusunun Kumandaları, diye başladım ve şöylece devam ettim:

Yüce Allah’ın (c.c) büyük kitabından Al-i İmrân Suresi 169. Ayeti Allah’a (c.c) sığınarak okuyoru;

“Allah (c.c) yolunda muharebe ederken ölenleri öldü zannetmeyiniz. Onlar Allah’ın (c.c) nezdinde yaşarlar ve rızıklarını Allah’tan (c.c) alırlar.”

Enfâl suresi 45, 60 ve 65- 66. Ayetlerini Allah’a (c.c) sığınarak okuyorum;

“Ey müminler! Düşman ordusu karşısında bulunduğunuz zaman dayanınız ve başarıya erişebilmeniz için Allah’ı (c.c) çok zikrediniz.”

“Ey müminler! Allah’ın düşmanları ve kendi düşmanlarınızı, bunların dışında Allah’ın bilip de sizin bilmediğiniz düşmanları korkutup yıldırmak için elinizden geldiği kadar kuvvet ve savaş atları, harp âletleri hazırlayınız. Allah (c.c) yolunda sarfettiğiniz her şey size, haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir.

Âdiyat sure’sini, Allah’a (c.c) sığınarak okuyorum;
“Soluk soluğa koşan, kıvılcımlar saçan, sabahleyin hücuma kalkan, tozu dumana katan ve düşman topluluğunun içine dalan, atlara ve gazilere yemin ederim ki, insan, gerçekten Rabb’ına karşı pek nankördür. Doğrusu kendisi de bunların hepsine şahittir. Gerçekten mala da pek düşkündür. O insan, kabirlerde bulunanların çıkarılacağı ve kalplere olanların ortaya konulacağı bir zamanın geleceğini bilmez mi?

Doğrusu Rab’ları, o gün olanları her şeyinden haberdardır.”

Büyük bir dikkat ve alâka ile dinlenen bu hitabenin sonunda beni alkışladıla.

Bu arada Atatürk:

- “Kur’an’da neler varmış! Bunlardan bizim hiç haberimiz yoktu.” Dedi.

Bu arada Fahrettin Paşa ayağa kalkarak şöyle bir mukabelede bulundu:

- Atatürk’üm! Türk ordusu, vücuda getirdiğin büyük inkılâbı hırz-ı can etmiştir. Bu inkılâbını da öyle yapacaktır. Maddî ve manevî iki kuvvete dayanan ordu, şimdiye kadar manasını anlamadığı manevî kuvvetin ne olduğunu, bu inkılâpla daha iyi anlayacak ve bunu bilerek düşmana öyle hücum edecektir.

İzzettin Paşa da bu meâlde kısa bir söz söyledi, bunları müteakip Atatürk dedi ki:

- “Türk milleti, şarktan, garptan gelecek herhangi bir tehlikeye karşı sizin vaktinde tedbir almış olmanızdan dolayı emniyet içinde evinde yatıyor ve huzur içinde çalışıyor. Japon beliyyesi ( o sırada Çin-Japon harbi yeni baş gösteriyordu) Çin’i istila eder, günün birinde Rusya’yı da çiğnerse bu belayı durduracak ancak Türk ordusudur.”
“Ezanı ve Kur’an’ı Türklerden başka hiçbir Müslüman milleti bu kadar okuyamaz.

Bunlara muhteşem müzik ahengi veren Türk sanatkarlardır. “
Görülüyor ki Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim ile ilgili bütün çalışması, Türk milletinin İslâm’ı ve Kur’an-ı en iyi şekilde anlamasını sağlamaya yöneliktir.

Kaynak: - Sadi BORAK, Atatürk ve Din, s. 75 – 78
- TÜRK ve TÜRKLÜK, T S E yayınları s. 142

TÜRKÇE KUR’AN-I KERİM İLE İLGİLİ BİR TARTIŞMA

Türk Ocağında, Türkçe Kur’an-ı Kerim konusunda, Atatürk ile Kazım Karabekir arasında şu ilginç tartışma oluyor:

- K. Karabekir: Kur’an Türkçeye çevrilemez Paşa hazretleri!..

- Atatürk: Niçin çevrilmez efendim? Bu sözünüz, Kur’an’ın mânâsı yoktur! Demektir.

- K. Karabekir: Hayır efendim. Meselâ “elif- lam- mim” ne diyeceğiz buna?.. Meçhul efendim.

- Atatürk: Öyleyse karşısına bir sıfır koyar, çevirmeye devam edersiniz.

Kaynak: Falih Rıfkı ATAY, Atatürkçülük nedir? S. 47 – 48

Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim’e alâkası, sadece Kur’an-ı Ker’im’in Türkçeleştirilmesi çalışmalarından ibaret değildir. Atatürk, aynı zamanda onu büyük bir manevî huşu ile dinler, bundan büyük bir manevî haz duyardı. Hâfız Yaşar bu durumu şöyle anlatıyor:“Ramazan aylarının Atatürk’üm için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan ayı gelince, saz heyeti Çankaya köşküne gelmezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzuruna çağırır, Kur’an-ı Kerim’den sûreler okuturlardı.

Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu ile dinlerdi. Ruhen çok mütelezziz olduğu her hâlinden anlaşılırdı. Ramazan ayında Hacı Bayram-ı Velî ve Zincirlikuyu câmilerde şehitlerimizin ruhuna hatm-i şerif okumamı emrederlerdi…”
 20KB.
8 teşrin –i sani (kasım) 1925 – Çankaya

“Gazi Kız Numune Mektebine dikkatle okunmak ve… için hediye ediyorum.”
Gazi Mustafa Kemal imza

Kaynak: Yukarıdaki Kur’an-ı Kerim Milli Eğitim Bakanlığı Müzesinde Sergilenmektedir. 2005
“…ELLERİNDE KUR’AN-I KERİM CENNETE GİRMEYE HAZIRLANIYORLAR“Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz… Yalnız size bomba sırtı vak’asını anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak!.. Birinci siperdekilerin hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor. İkinci siperdekilerin hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor. İkinci siperdekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayan-ı ıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok !..

Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-î Şahadet çekerek yürüyorlar…

Bu Türk askerlerindeki ruh ve kuvvetini gösteren şayan-ı hayret tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muhaberesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.”

Kaynak : Mustafa BAYDAR, Atatürkle Konuşmalar, Varlık Yayınları s. 14- 1964

ATATÜRK MAKAMINA UYGUN OKUNAN KUR’AN-I KERİM’İ DİNLEMEYİ ÇOK SEVERDİ

Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkünde meydana gelen bir olayı Mahmut Baler şöyle anlatıyor:
Atatürk Hâfız Yaşar’a hiddetle bağırdı.

- Sen nerdesin be adam!.. Hâfız nerde diye ne zaman seni sorsam bulamazlar, hasta derler! Ama sen yalan, sen tamâruz ediyorsun, (yalan yere hastalanıyorsun) Senin bir şeyin yok…

Hâfız Yaşar cevap vermeye hazırlanırken:

- Yeter! Kâfi, fazla konuşma! Bir iskemle al, masanın sonundaki köşeye otur. Dedi.

Atatürk, mak***** uygun, güzel sesle okunan Kur’an-ı dinlemeyi çok severdi. Hâfızdan uşak makamında bir Kur’an okunmasını istedi.

- Hangi sûreyi emredersiniz? Diye sordu:

- Ne istersen onu oku! Dedi

Hafız okumaya başladı.

- Atatürk: Hicaz mak***** geç. Dedi. Hâfız birdenbire mak***** geçemedi. “Hııı.. hııı” diye makamı biraz aradıktan sonra buldu. Okumaya devam etti. Sonra Atatürk yüzünü bana çevirerek:

- Mahmut Bey Kur’an okur musunuz? Diye sordu.

- Okurum efendim.

- Buyurun, okuyun.

Ben, gençliğimde okuyup, ezberlediğim hâfızamda olan sûreyi, besmele çekerek hoş bir makamla okumaya başladım. Kendileri de, etrafındakiler de şaşırdı. Biraz sonra bana da:

- Hicâz mak***** geçin. Dedi.

Ben hüzz’am makamıyla okumaya başladığım sûreyi, musiki bilgimi dayanarak hoş bir makamla okumaya başladım. Kendileri de, etrafındakiler de şaşırdı. Biraz sonra bana da:

- Hicâz mak***** geçin. Dedi.

Ben hüzzâm makamıyla okumaya başladığım sûreyi, musiki bilgime dayanarak hiç duraklamadan hicâz mak***** geçtim ve okumaya devam ettim. Hâfıza dönerek:

- Bak buraya! İşte zeka ile aptallığın mukayesesi!

Sana Kur’an oku dedim. Hangi sureyi istersin diye sordun.

Bu şarkı değil ki beğendiğimizi okuyalım!.. Allah’ın (c.c) kelamı… Ne diye soruyorsun nerden istersen oku.. Sonra hicâz mak***** geç, dedim. Makamı bulmak için Kur’an’ın azametini ve zevkini berbat ettin. Şaşkın herif!

Diyerek beni takdirle göstererek, işte zeka ile şaşkınlığın mukayesesi, diyerek hâfızı susturdu. Ve Afet Hanım’a dönerek:

- Âfet Hanım, Mahmud’a imanın hediyesini getir ver. Dedi. Bana herhâlde bir cübbe geliyor, diye beklerken, Âfet hanım, elinde büyük ve renkli bir kutu içinde Bozkurt Sigarası (Türk Ocağı Sigarası) getirdi. Ve bana uzattı.

- Atatürk: Bu kutuyu aç ve arkadaşlarına ikram et. Dedi

Ben: Efendim, müsaade buyurursanız, unutmayacağım bu mutlu günün hatırası olarak bu kutuyu saklayayım, dedim.

Atatürk: Hayır, siz sigaraları dağıtın, hatırasını saklayın.” dedi.
BİR KUR’AN, ÜÇ KILIÇMuhterem arkadaşlar!

Türkistanlı kardeşlerimiz Sakarya Zaferi münasebetiyle bize üç kılıç ve bir de Kur’an-ı Kerim göndermişler.

Türk Milleti adına kendilerine teşekkür ederim. Bu Kur’an-ı Kerim’i, Türk milletine hediye ediyorum.. Bu üç muazzezlerden (Kılıçlardan), birini ben aldım. İkincisi Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’ya verdim. Üçüncüsünü ise İzmir’in fethine saklıyorum!.. Bu kılıç İzmir’e ilk giren kumandanın beline takılacaktır.

Atatürk’ün anlamlı ve duygu dolu sözleri TBMM üyelerinden çok büyük tezahürat almıştır. Atatürk, Kur’an-ı Kerim’i, Türk milletine hediye ediyorum.. Bu üç muazzezlerden (Kılıçlardan), birini ben aldım. İkincisi Batı cephesini Kumandanı İsmet Paşa’ya verdim. Üçüncüsünü ise İzmir’in fethine saklıyorum!.. Bu kılıç İzmir’e ilk giren kumandanın beline takılacaktır.

Atatürk’ün anlamlı ve duygu dolu sözleri TBMM üyelerinden çok büyük tezahürat almıştır. Atatürk, Kur’an-ı Kerim’i Hacı Bayram Veli Câmii’ne hediye etmiştir. Daha sonra bu Kur’an TBMM kütüphanesine verilmiştir.

Atatürk, üçüncü kılıcı ise dediği gibi İzmir’e ilk giren suvarî zabiti Şeref Bey’in beline bizzat kendisi almıştır. (17 Ocak 1921 tarihinde TBMM’deki konuşmasından)

Kaynak: TÜRK ve TÜRKLÜK. T S E Yayınları s. 172
boyutlarında görebilirsiniz.
Türkistan’dan gelen kılıçları ile Mareşal Gazi Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, II. İnönü Zaferinin Yıl Dönümünde

30 Mart 1922

ATATÜRK’ÜN HUTBELER HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ

“Hutbeler hakkında sorulan sorulardan anlıyorum ki bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin fikrî hisleri, dili ve medenî ihtiyaçlarıyla uygun görülmemektedir.

Efendiler!

Hutbe demek halka hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin mânası budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım mânalar ve mefumlar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi irad eden hatiptir. Yani söz söylenen demektir. Biliyoruz ki Hz. Peygamber (s.a.v) zaman-ı saadetlerinde hutbeyi kendisi irad ederlerdi.

Gerek Peygamber Efendimiz (s.a.v), gerek Hulefayı Raşidinin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki gerek Peygamberin (s.a.v), gerek Hulefayı Raşidinin söylediği şeyler o günün meseleleridir. O günün askerî, idarî, malî, siyasî ve sosyal konularıdır.

Ümmeti çoğalıp, İslâm memleketleri genişlemeye başlayınca Cenab-ı Peygamberin (s.a.v) ve Hulefayı Raşidinin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin konuşmalarına imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeylerini bildirmeye bir takım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar her hâlde ileri gelenlerinin en büyüğü idi.

Kaynak: Sadi BORAK, Atatürk ve Din 34

İLK TÜRKÇE HUTBE

Hâfız Sadettin Kaynak, Süleymaniye’de okunan ilk Türkçe hutbe konusunda şöyle der
“-Fatih Camii’nde ilk defa Türkçe Kuran okudum.Bundan sonra sıra Türkçe hutbeye gelmişti.
Atatürk:
-Hadi bakalım,dedi.Türkçe hutbeyi de Süleymaniye Camii’nde oku.Ama okuyacağını evvela tertip et, bir göreyim.
-Fakat Paşam, dedim, bende hitabet yeteneği yok.Bu başka iş, hafızlığa benzemez.
-Zararı yok, tecrübe edelim.
Buyurdular.Bunun üzerine tekrar sordum:
-Hutbeye çıkarken sarık takacak mıyım?
-Hayır, sarığı bırak.Benim gibi başın açık ve fraklı.Ne diyeyim, devrim yapılıyor; peki, dedim.
O gün hıncahınç dolan Süleymaniye Camiinde cemaat arasına karışmış yüz elli sivil polis de vardı.Bu tedbirin çok isabetli olduğu daha sonradan anlaşıldı.
Ben Türkçe hutbeye başlar başlamaz , kalabalık arasından sonradan Arap olduğu anlaşılan biri sesini yükselterek:
-Bu namaz olmadı, diye bağırmaya başladı.Fakat çok şükür itiraz eden sadece o Arap’tı.Onu oradan derhal uzaklaştırdılar.”
Atatürk’ün en çok eleştirildiği konulardan biri de Kuran-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmesi ve Türkçe hutbe okutulmasıdır…Oysa dinin amacı dil değildir.Anlaşma ve araştırmaktır.Bu bakımdan dilin bir kutsallığı yoktur.Dil sadece bir iletişim aracıdır ve bu, her milletin kendine mahsustur.Eğer bazılarının iddia ettiği gibi Arapçanın diğer dillere göre kutsallığı olsaydı, Allah (cc) bütün insanlara o dili konuşmasını bildirirdi. Ve Allah dileseydi (c.c) bütün insanlar o dili konuşurdu…Kuran- ı Kerim’de Arapçanın diğer dillerden üstün olduğunu anlatan hiçbir âyet olmadığı gibi, Peygamberimizin (s.a.v.) bu yönde hiçbir hadisi yoktur.

Kaynak: Sadi BORAK, Atatürk ve Din. s. 75-76


Kur’an-ı kerim’in Arapça indirilmesinin sebebi açıktır. Zaten Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle açıklıyor:

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah (c.c) yanında en üstün olanınız, (Allah’ın (c.c) buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir. Haber alandır.”

“Biz Kur’an-ı senin diline kolaylaştırdık ki düşünüp öğüt alsınlar.” “Biz O’nu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki anlayasınız.” Atatürk’ün, Türk milletinin Kur’an-ı Kerim’in ne dediğini anlamaları amacıyla, Türkçe tefsir ve meâlini yaptırmasını yıllardır dinsizlik gibi takdim edenlerde iyi niyet olabilir mi?

Allah (c.c), yarattığı bütün kullarının lisanını bilir.

O gün Türkçe Kur’an tefsir ve meâline günah diye karşı çıkanların, birçok çeviri hatalarıyla dolu olan Fransızca Kur’an tefsirlerine ise hiç ses çıkarmamaları ve hatta onu kullanmalarının tek izahı kalıyor: Türk ve Türkçe düşmanlığı…

Yoksa Türkler’in daha bilinçli ve daha aydın Müslümanlar olmaları onları rahatsız mı ediyordu?.. Atatürk’e bu konuyla ilgili sürekli dil uzatanlar, İslâm âleminin en önemli kaynak eserleri arasındaki yerini alan Elmalılı M.Hamdi Yazır Hoca’nın yazdığı “Hak Dini Kur’an Dili” adlı muhteşem eseri evlerinde, işyerlerinde kütüphanelerinin baş köşesine koymak için adeta birbirleriyle yarışırlar. Ama o eserin meydana getirilmesini sağlayanın büyük Atatürk olduğunu bilmezler veya bilmek istemezler.. Bu durum akıl sahipleri için düşündürücü değil mi?

Kaynak: Kur’an Kerim’den aldığım yukarıdaki şu ayetler:
- Hucurat 13 “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle, bir dişiden yarattık. Hem de sizi şube şube, kabile kabile yaptık ki tanışsasınız! Haberiniz olsun ki Allah katında en üstününüz, en takvâlınızdır! Muhakkak ki Allah Alîm’dir, Habîr’dir.”
- Duhan 58: “Biz onu sade senin dilinle kolaylaştırdık, gerekir ki iyi düşünsünler.”
- Yusuf 2: “Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki akıl erdiresiniz.”
Atatürk için dinsiz diyenler oldu.”(1) Bunu bir moda imiş gibi yayanlar vardı… Onun lâiklik anlayışını dinsizlik gibi göstermekte fayda bulanlar oldu. Halbuki Atatürk yobaz aleyhtarı idi. Size başımdan geçen bir vakâyı naklederek başlayayım:

Bir gün Necip Ali ona:

- Efendim, Münir Hayri namaz kılar. Dedi

En yakın bir dostumun beni bu şekilde takdim ettiğini gören, beni sevmeyenler şimdi kovulacağımı zannederek gülüştüler.

Atatürk’le aramızda şu konuşma geçti:

- Sahi mi?
- Evet, Paşam.
- Niçin namaz kılıyorsun?
- Namaz kılınca içimde bir huzur ve sukûn hissederim.
- Atatürk demin gülenlerle döndü: Batmak üzere olan bir gemide bulunsanız, her hâlde Gazi demezsiniz; Allah (c.c) dersiniz. Bundan tabiî ne olabilir?

Sonra bana döndü:

- Dünyadaki işlerine zarar getirmemek şartıyla namazını kıl, heykel de yap, resim de…

Atatürk, asla dinsiz değildi, lâikti. Taassubun şiddetli düşmanıydı. Medreseleri lâğvettirdiği zaman yakınında bulunanlardan rahmetli Galib’e:

- “Yahya Galip Bey, Müslümanlıkta rahiplik yoktur. Medreseler, eski Türkler’in kurdukları modern zihniyette üniversitelerin taassubun elinde ıslah olmayacak kadar tereddiye uğramış harabeleridir. Bunları ne ıslah, ne de idame ettirmek kabildir. Yıkmaktan kasdımız budur. Müslümanlıkta imam, cemiyetin en üstün adamıdır; zamanın en münevver adamıdır. Dört beş yüzyıl birbirini tutmayan içtihatlarla, esen rüzgârlara göre (!..) verilmiş fetvalarla inançlarıyla oynanan Türk milletinin din duygularını, bir sürü skolâstik cahilin eline bırakamayız. İlerde bu işi bizzat elime alacağım.”

Nihayet bir gün yanındakilere:

- …Gördünüz ya, medrese benden daha kuvvetli. Onun bozduğu kafaları ben bile düzeltemiyorum.

Madem softalar benimle konuşmak istemiyorlar, o hâlde ben de tek başıma konuşurum. Göreceksiniz Türk milleti, Türk milletinin zekâsı ve aklı selimi benimle beraber olacaktır.

Ve Reşit Galib’in hazırladığı “Müslümanlık Türk Millî Dini” tezini ele aldı. (2),(3)

Görüldüğü gibi Atatürk’ün mücadelesi ne din’le, ne de dindarlardır… Atatürk, softalığı dindarlık sanan yobazlara karşı mücadele etmiştir. Onların zarar verdiği İslâm Dini’ne Türk milletinin anlayıp sahip çıkması için Diyanet İşleri Başkanlığına gönderdiği itikadına uygun ve ayetlerin Türk-İslâm geleneği göz önünde tutularak halkın anlayabileceği, sade, anlaşılır bir Türkçeyle yazılmasını arzuluyordu!.. Nihayet, Türkler’in Müslümanlığı kabul etmelerinden, o güne kadar hep ihmâl edilmiş olan ve eksikliği her zaman hissedilen Türkçe Kur’an tefsiri, Atatürk’ün emriyle 1926-1938 yılları arasında hazırlanmıştır.

Elmalılı M. Hamdi Yazır tarafından hazırlanan dokuz ciltlik (günümüzde on ciltlik hâlindedir.) “Hak Dîni Kur’an Dili” adında bir tefsir külliyatı hazırlandı… Günümüzde, İslâm alimlerince eşsiz temel kaynak kabul edilen bu kıymetli eser Atatürk’ün ısrarlı çabaları sayesinde hazırlanmıştır. (4) Atatürk; İslâm Dinin Türk milletinin millî çıkması gerektiğine herkesten daha fazla inanan bir insandı. Atatürk’ün, Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesini sağlamasını dinsizlik gibi takdim edenlerin bu çabaları bilinçli ve sistemli bir kasta dayanmaktadır… Atatürk, İslâmiyete millî bir sıfat kazandırmıştır. İslâm dünyası dışında niçin Müslüman dendiği zaman Türk’ü anlıyorlar?..

Bir gün, Atatürk’le aynı ortamda bulunan bir zatın “Türkler’in dininin Şamanlık olduğunu” söylemesi üzerine, Atatürk şöyle der:

“Ahmak!.. Müslümanlık da Türk’ün millî dinidir. Müslümanlığı Türkler yaymışlardır. Ve Türkler kendileri en geniş manasıyla anlamışlar ve benimsemişlerdir.”(5)

Atatürk’ün din ve dindarlık hakkında söylev ve demeçleri incelendiğinde Atatürk’ün cehâletle, bi’dat ve hurafelerle savaştığı görülür.

Atatürk, dine karşı olan bir insan olsaydı, yıllarca sürecek olan bir Kur’an tefsiri yaptırabilmek amacıyla, devlet bütçesinin onca para ve kendisinin çok büyük çaba ve mesaisinin sarf eder miydi?

Yapılan bu tefsir, Atatürk’ün milletimize sunmuş olduğu çok büyük bir hizmettir. Atatürk, her zaman cehâlete, aşırılığa, bi’dat ve hurafeler ile dini dinsizliklerine perde eyleyen istismarcılara karşı olmuştur. Zaten dinimizin emri de bu değil midir?(6)

Kaynak:
(1) “Her kim ki, bir Müslümanı kâfirlikle suçlarsa, kendisi kâfir olur.” Hz. Muhammed
(2) M. Hayri EGELİ, Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, s. 84, 85, 86
(3) Sadi BORAK, Atatürk ve Din, s. 85-86
(4) Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik, AKDTYK Yn. S. 384
(5) M. Hayri EGELİ, Atatürk’ün Bilinmeyen Hatıraları, İstanbl, s. 62-63. 1954
(6) Kuran-ı Kerim: Nahl- 90 “Allah adâleti, ihsânı, akrâbaya yardım etmeyi emreder. Edepsizlikten, fenâlıktan ve aşırılıktan men eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.”

İSLÂM AKIL DİNİDİR

Atatürk, 16 Mart 1923’te Adana Türk Ocağı’nda esnaf ve sanatkârlara yaptığı konuşmada dînimizin mahiyeti, çalışmaya verdiği değer ve gerçek din âlimi konularında şöyle diyor:“Muhterem sanatkârlar, aziz arkadaşlar!

Bizi yanlış yola sevk eden habisler, bilesiniz ki, alelekser din perdesine bürünmüşler, saf ve nezih halkımızı hep “şeriat” sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz.. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir.

Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Halbuki, elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız. Artık bizim dinin icaplarını öğrenmek için şundan, bundan derse ve akıl hocalığını ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dînimizin esaslarını anlatmaya kâfidir.

Buna rağmen “hafta tatili dine aykırıdır.” gibi akla ve dine uymayan meseleler hakkında sizi kandırmaya çalışan habislere iltifat etmeyin… Milletimizin içinde hakiki ve ciddi âlimler vardır. Milletimiz bu gibi ulemâsıyla müftehirdir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mahzardırlar… Bu gibi ulemaya gidin: “Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz?” deyiniz. Fakat sureti umumiyede buna da ihtiyaç yoktur.

Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçüsü vardır. Bu ölçüyle hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki, o bizim dînimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslâmın menfaatine muvafıksa kimseye sormayın, o şey dindir. Eğer bizim dînimiz aklın, mantığın tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel olmazdı, âhir din olmazdı.

(…) Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir?

“Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.”

21 Mart 1923, Hâkimiyeti Milliye

ATATÜRK RİYAKÂRLARDAN HOŞLANMAZDI

Atatürk çok sıkılgan bir insandı. Bir gün, merhum Prof. Dr. Heşet Ömer Bey’le Atatürk’ün sıkılganlığından bahsediyorduk. Merhum bana:- Kılıç Ali Bey, “tarihteki dahileri inceleyecek olursak hepsinin sıkılgan ve uykusuz olduğunu görürüz.” Demişlerdi. Atatürk kendisini övenlere fena hâlde kızarlardı. Hatta kendisine “Büyük Atatürk” diye hitap edenlere âdeta hiddetlenirler:

- “İsmime böyle riyakâr kelimeler karıştırmayınız.” Derlerdi.

Yine bir yurt gezisinde konuşmacılar, kendilerini övüyorlardı… Dayanamadı ve ayağa fırlayarak şöyle koştu:
- Muhterem ve hassas arkadaşlarımız uzak maziyi çok beliğ (ustaca anlatmak) işaretleriyle tavzih ettiler, yakın mâzinin acılarını hakikaten dinleyenleri dilhun edecek tarzda bulunmak nezaketini de ibraz buyurdular. Mütehassis ve müteşekkirim. Yalnız sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi bir ferdi milletin şahsiyetinde temerküz ettirmek elbette lâyık değildir, elbette lâzım da değildir. (…)

- Hayatta en fena şey riyakârlıktır. Hakikat ne olursa olsun riyakârlık onu hülûs ve saffet kisvesine bürünerek saklamaya çalışırlar ki, bu büyük bir tehlikedir.”

Kaynak: Kılıç Ali. Atatürk’ün Hususîyetleri, s. 136-139

ATATÜRK’ÜN BİR RİYAKÂRA CEVABI

“(…)

Atatürk yine bir gün yemek sofrasındaki hâzırûna sordu:
“Söyleyin bakalım, ben öldükten sonra bu millet hakkımda ne diyecek?”

- Oradakilerin, kimi münci, kimi dahi…
- Hatta birisi de (HÂŞÂ) Allah, peygamber deyince;

Atatürk gülerek;

- Hayır, hayır hiçbiriniz bilemediniz…

Bu millet benim hakkımda, bu adamın etrafını böyle, …,… yakımı sarmasaydı, memlekete daha çok hizmet yapacaktı, derler.” Dedi.

Kaynak: Osman Yüksel SERDENGEÇTİ. Gülünç Hakikatler. Türk Edebiyatı Vakfı. Yn. 3
ATATÜRK’ÜN NÜFUS KÂĞIDINDA NEDEN DOĞUM GÜNÜ VE AYI YAZILI DEĞİLDİR?..



Atatürk’ün dostlarından Münir Hayri Egeli Bu Durumu şöyle anlatıyor:
- Bilmem dikkat ettiniz mi?
- Büyük Ata’nın doğum kâğıdında yalnız doğum yılı yazılıdır. Ne doğduğu gün, ne de ay yoktur. Halbuki rahmetli annesinin daima okuduğu bir Mushaf (Kur’an-ı Kerim)’ın kenarında doğduğu gün, ay ve saati yazılıymış. Ankara Belediyesinden yeni nüfus cüzdanını alırken kendine hatırlatan memura:

- “Sene kâfi” dedi.

- Yoksa gün gelir, doğum günümü kutlamaya kalkarlar!.. Sonra padişaha benzerim. (1),(2)

Atatürk bu davranışı, her liderin ve her insanın gösteremeyeceği bir tevazu ve yüksek ahlâk örneğidir.
“Tevazu ve marifette toprak gibi ol.
Olduğun gibi görün görüdüğün gibi ol.”

Hz. Mevlânâ’nın söylediği gibi, Atatürk’ün her zaman, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, ender bir şahsiyettir. Söz nüfus cüzdanından açılmışken, “Atatürk” soyadı nasıl doğmuştur ona da kısaca değinelim.

21/6/1934 tarih ve 2525 sayılı Soyadı Kanunu çıkarılınca(3) Atatürk’e de soyadını Safet Arıkan vermiştir. İlk önce “Türkata” için “Atatürk” şeklinde değiştirildi. İsmet Paşa’ya “İnönü” soyadını veren Atatürk, Mareşal Fevzi Çakmak’ın “Çakmak” soyadını beğenmediği için “Soyadın Çakar almaz gibi bir şey, değiştirelim” demiş, ancak Fevzi Paşa “Öyle kalsın” demiştir. (4)

Kaynak: (1) Osman Yüksel SERDENGEÇTİ. Gülünç Hakikatler. Türk Edebiyatı Vakfı. Yn.12
(2) Kur’an-ı Kerim: 16/23- Nahl Suresi: “Gerçekten Allah, onların gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da. O büyüklük taslayanları sevmez.”
(3) Soyadı Kanunu bk. Başbakanlık Yürürlükteki Kanunlar Külliyatı. C.2, s. 1939
(4) F. Rıfkı ATAY, Çankaya s. 567

ATATÜRK MÜTEVAZI BİR İNSANDI

Münir Hayri Egeli “Atatürk’ün Bilinmeyen Hâtıraları” adlı eserinde “O Herkes Gibi Bir Çocuktu” başlıklı 62. sayfadaki yazısında Atatürk’ü şöyle anlatmaktadır:
“Atatürk, kendisinin insanlar üstü bir şekilde gösterilmesinden hiç hoşlanmazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlatırdı.

Bir gün sofrada ismini zikretmek istemediğim bir zat:

- Paşam, demişti; kim bilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kim bilir, ne harikulâde hâtıralarınız vardır.

Atatürk, güldü ve Nuri Conker’e döndü:

- Nuri Anlatsın, dedi.

Nuri Bey her zamanki lâtifeci diliyle:

- “Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi,” cevabını verdi. Deminki suali soran zat lâfın bu mecrayı almasından fena hâlde ürktü. Suali ortaya attığına bin kere pişman oldu:

- Aman efendimiz, diyecek oldu, sözünü kesti ve şöyle söyledi:

- “Atatürk hemen bana insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkalâdelik Türk olarak dünyaya gelmemdedir.

Kaynak: M. Hayri EGELİ, Atatürk’ün Bilinmeyen Hâtıraları, s. 13

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...